Onbeşyirmiyedi Şiiri - Çizgili Mavi

Çizgili Mavi
216

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Onbeşyirmiyedi

İbrahim Sadri’nin ‘Ben seni hiç sevmedim ki’ şiirinin, ‘bizim cenahı’ kasıp kavurduğu; kitapların artık raflarda –süs eşyası gibi meskûn olmaya başladığı ve artık şiirlerin de -tıpkı bir zamanlar plakları terk eden, şarkılar gibi kasetlere okunmaya başladığı zamanlardı. ‘Adam Gibi’ bir albümdü; kaç defa dinledim hatırlamıyorum ama bir yerden sonra Sadri’yle birlikte hatta O’nun yazdığı şiirleri O’ndan daha fazla ağlayarak okuduğumu bugün bile yutkunarak hatırlıyorum.
Sonra Yılmaz Erdoğan çıkageldi. Daha doğrusu Yılmaz Erdoğan diye bir herif, daha evvelden tanıdığım Mükremin Abi’nin sesiyle, kelimeleriyle, kafiyesiz olsa da ahenkli cümleleriyle bir şeyler anlatmaya başladı bütün bir memlekette; ben Sadri’nin ‘Memleket Havaları’nı Sadri’den daha çok ağlayarak okurken. ‘Kayıp Kentin Yakışıklısı’nı çocuk aklımla(!) ‘Kentin Kayıp Yakışıklısı’ diye çevirmiş; şimdi gitsem daha dün gibi hatırlayacağım o sokaklarda nasıl da kendimi aramıştım… Sorsan o zamanlar kent ne ki; kentin, köyün hatta mübalağa olmasın tüm dünyanın yakışıklısı benim. Sonra tabii bulamadım. (Ben değilmişim o yakışıklı, amcasıymış.)
“Dokuzunda kayboldu Mayıs’ın,
Cesedi bulundu onikisinde…”

İlk cep telefonumun markası Alcatell diye bir şeydi; antenli, kapaklı ve cüssesine bakılırsa evrenin tüm sırlarını taşıyor gibi görünen, oysa ‘Alo’ demekten başka bir işe yaramayan koskoca bir şeytan icadı. Sonra Nokia furyası herkes gibi beni de vurdu; ikişer ikişer okunan rakamlardan mütevellit bir sürü model: otuziki10, otuzüç10, elliiki10, seksenüç10 ve diğer irili ufaklı, onlu ve çift sıfırlı, renkli renkli telefonlar… Sonrasını biliyorsun işte; kara trenler, çufçuflar ve ‘Unuttun mu beni’ler…
Yılmaz Erdoğan’ın oynadığı bir reklam vardı; Ayakkabı boyacısı çocuk Bu’na teşne oluyor bir merdivende, illa da ayakkabılarını parlatmaya falan çalışıyor… Sonra ağzıyla bir telefon zili sesi yapıp boya sandığından çıkardığı telefonda ‘biriyle’ uzun uzun, gizlemeye çalışılan bozuk bir şiveyle konuşuyor… Kendi kendine konuşuyormuş, reklamın sonunda ortaya çıkıyor; boyacı çocuk kendi kendine konuşuyormuş olanca bozuk Türkçesiyle… ‘Hem yazdım, hem oynadım’ diyordu, yazdığı şeyi oynayabilme hürriyetinin ne kadar da mühim olduğundan bihaber olduğum zamanlardı…
Çağrı yapmak diye bir şey vardı bir zamanlar; çok da küçük değilsin benden, hatırlarsın illa. Çağrı yapmak: “aklımdasın” demek, “sen de benim aklımdasın” diye cevabi bir çağrı beklemek… O da tedavülden kalktı artık. Plaklar, kara trenler, kitaplar, balıkçı halleri, sabahçı kahveleri ve antenli telefonlar gibi o da kalktı tedavülden, kendiliğinden.
Aman canım neyse ney. Sevdim bunu; canım diyorum en azından, yazdığımı oynayabildiğim tek kelimelik piyes! Aman canıııım neyse ney…
Geldim bugün. Biraz çalıştım. İş işlerime baktım. Kahve yaptım kendime de sana da. Sen içmedin, çünkü yoktun, çünkü gelmedin, çünkü haberin bile yoktu sana kahve yaptığımdan. Olsa belki gelirdin ama zaten güzel olmamıştı, boş ver. Biraz kitap okudum, biraz İbrahim Sadri biraz da Yılmaz Erdoğan dinledim. Sonra seni aradım, konuştuk epeyce. Epeyce dediysem de kulak asma, lafın gelişi. Hatta aramızda kalsın, konuştuk demem bile lafın gelişi; konuşmadık, çünkü açmadın, çünkü duymadın, çünkü haberin bile yoktu seni aradığımdan… Olsa belki duyardın ama zaten mazide kaldı çağrı yapmak, tedavülden kalktı, mugayir oldu, öldü.

Kendi kendime konuştum.
Hal-hatır sordum kendime,
‘İyiyim’ dedim, senin adına.
Sustum.
Eşten dosttan bahsoldu bir ara,
Kadim bir sessizlik, kapkara.
Senden gayrı dostum mu var?
Senden söyledim, yine sana.
Sustum.
Cennet gözlerine boş duvarda rastladım,
Boynundaki beni, senden kokladım.
Döktüm avucuna göz yaşımı, ağladım.
Sustum.
Hasretinde gökyüzü mahzen, kafes olur.
Kokun kalmış odamda, bana nefes olur.
Gözünde gördüğüm aşk, sesime ses olur.
Sustum.
Ki ey Cennet gözlü yâr, bil halimi.
Sevdana meftun, mecnun mecalimi.
Sussam da duyarsın, ‘sen’ melalimi…
Sustum.

Aman canım, neyse ney…
Kendi kendime konuştum, İbrahim Sadri’yle, Yılmaz Erdoğan’la, Yılmaz Erdoğan’ın dokuzunda kaybolup onikisinde cesedi bulunan amcasıyla, Cennet gözlerine rastladığım ve hemen önünde boynundaki beni kokladığım boş duvarla, inanmazsın kapıyla, pencereyle, perdeyle ve hatta küflü fincanla bile konuştum. Biraz da senle konuştum tabii. Sustum.
Can sıkıntısı işte; yoksa neden bir insan bir insana çağrı yapsın ki sabit telefondan, bir Cumartesi gününde ve saat 13.23’te?
Sanmıyorum; olur da telefonun ‘unuttun mu beni’ diye çalar, aklına seni unutmuş olabileceğime dair şüyu vukuundan beter bir fikir düşer diye değildir… Can sıkıntısındandır işte… Yoksa ne alakası var kendi kendime konuşmamla ayakkabı boyacısı çocuğun bozuk Türkçesinin? ‘Aklımdasın’ demek istedim belki bilmiyorum, belki de ‘Aklım hep sende…’…
Bil ki, aklım hep sende.
Ve yine göz göze geldik bir vedada, hoşçakal.
Ve yine baş başa kaldık bir vedada, hoşçakal.

Çizgili Mavi
Kayıt Tarihi : 7.12.2024 15:32:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!