O zamanların bu zamanlar olabileceği
Kesen kes tahmin edilelemeyen
En direkt hallere delinmiş kalbiyle gidilen
Ve sahibine ancak bu kadar kiracı görülen
Bir hiçlik zamanıydı Eylül…
Yaralı kalbimin ark’a belenmiş sessizliğinde
Cüceliğimize nazaran bayağı derin olan bir kanal geçiyordu.
Kanalın sularından yoksunluğumuza
Karpuz ve bazen şansımız yaver giderse kavun kabukları…
Kanal köprüsünde
-Hani o mahallenin en güzel kızlarının
Bazen hallerini yıkamak için geldiği yere-
Korkudan olsa gerek, az köprülenip
Çok kabuk tutma yarışıydı ömr-ü hallerimiz…
Ve elbette ki;
“Yerseniz çocuk yoksunluğunuzun en el değmiş kabuklarını,
Adamlığınızda dökülecektir hayatınızdan saçlarınız” yalanının
Bir yoksunluğu perdelemek için
En fazla dillendirildiği yalanlardı ömr-ü sükutumuz…
Çok daha sonra tabii, toparladık
Bir-iki öküz ve birkaç inekle yoksulluğumuzu.
Gütmeye başladık aklımızı, dere-tepe, yeşil tabiattan tabi yeşilliklere
Ama genelde hep başkasınkilerle…
Sonra çok dayak yediğimiz oldu hanemize komşu
Hemen başaklarımızın dibinde, bir parça ottan dolayı sınırımıza yabancı
Komşu tarlalanın sahiplerinden,
Yani öküzlerimizin yoksunluktan yaptıkları öküzlükten
Ve aslında onların açlık sebeplerinin yokluk olduğunu
Babalarımıza izah edememekten…
O sularda başladı bende, kırsal enstrümantal aşklar
Islık çalmayı o zamanlar öğrendim
Ve karşılıksız sevmeyi ve endamlı endamlı susmayı…
Alev diye otuyordum, bütün köşe başlarında
Okula, o gidiyor diye gidiyordum,
Ve o çalışkan diye seviyordum tüm dersleri.
Ahh ulan Alev!
Ne güzeldi beni okul saatinde kendimden alman
Ve ne güzeldi seni sevmek, ellerinle, gözlerinle
Hani beni hiç sevmeyen hallerinle…
Dünyanın en kalabalık yalnızıydım o zamanlar
Yağmurlar, mazeretsiz yağıyordu kimsesizliğime
Ebru, alnında emeklemeden kalma bir yara taşıyordu
Ve utanıyordu sıra arkadaşı ondan…
Yasaktı bana dokunmak, benimle oynamak oynu zora gütme
Kim cüret etse böyle bir sızmaya,
Hep hüsran oluyordu sonuç,
Ve sonuç; böylesi düşüncesiz bir firar etme.
Kalbimi yanında oyunlara sokmak herkesin harcı değildi işte
Herkes isteyerek almazdı kalbimi oyunlara dilimin her serzenişinde.
Neyse yine de güzeldi Gülşen’in o tavşan dişlerinde
Üçüncü sınıf bir aşkı yaşamak,
Ve mahallede misket oynarken bir türlü çok misketi olmayan çocuklarla
Gülşen, Ankara gibi geçerdi bir türlü benim olmayan oyunlarla…
Sonra;
Her yıldız kaymasında, birinin gittiği manasını dert bilendim
Ve kendimin gitmeyi umduğum zamanına kadar,
Her gidene üzülmeyi öğrendim.
Çok hırsızlık yapmadım başkasının hakkından
Cenaze merasimlerini hiç sevmedim
Hiç dua okumadım mesela gidenlere…
İlk traş bıçağı ilk sevgiliyle indi yüzüme
İlk dua, işte o zaman şaha kalktı dilimde
Bende bir türlü sevgili olamayan tanrının hüznüne…
Büyüdüm, geciktim
Kalmayı öğrendim gidenlerin ardından
Parmak izleri acıklı bir hikâyedir hatıraların teninde
Kimsenin terli coğrafyasına mazhar etmedim düşlerimi
Kimsenin diş izi kalmadı dudaklarımın zonklayan ağrısında…
Büyüdüm ve âşık oldum hem de kendim gibi birisine
Ulan nasıl bir diz bağı çözümüdür aşk?
Bu ne yaradır böyle, kalbimin çocukluğundan daha beter?
Kavun kokmuyorken artık düşlerim,
Kör yaramazlıklar döneminden geçmişken
Adam olmaya böyle zengin usulü bir sarhoşlukla
Ulan bu da neyin nesi?
Yok, çocuk yok
Korkutma beni, sancıtma yüreğimi
Takma bir çare aklıma topal fikirler
Bak yeri geldi diye ağlıyorum
Yoksa ne bilir gözlerim aklıma yağmurlar vermeyi
Sus çocuk sus
Şiir; aşık olanların işidir.
Gidenlerde kalmış ya aklımın saflığı
Ondandır işte böyle her gece yalnızlığıma uğramaları…
Git, kalbinin o dipsiz sancılarının ağladığı duvar diplerine
Bekle sevgiliyi,
Belki gelir bir yol bir nefes
Nefesini darboğaz eden kasvetten miğferine…
Ercan YAVUZER
DAĞÖREN/MURADİYE
16-17/02/2012
Yohdur anun yanında bir kılca i'tibârum
İnsâf hoşdur ey ışk ancak meni zebûn et
Ha böyle mihnet ile geçsün mi rûzigârum
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta