Bir gün üniversiteli bir delikanlı,hergün bindiği metroda o kızı görür, saçları altın sarısı,gözleri okyanus mavisi ve hiç açıldığını görmediği dudakları kiraz kırmızısı.Her sabah o trenin hangi vagonuna ve hangi saatte biniceğini hesaplayarak çıkar evinden delikanlı.Aradan aylar geçmiştir ama kız bir kez olsun farketmemiştir delikanlıyı! Üniversiteli aşık her sabah gözlerinin ayarını hiç bozmadan bir yolunu bulup onunla göz göze gelmeye adar hayatını.Ve işte öyle günlerden birinde, delikanlı biraz geç kalır metro nun kalkış saatine, tam merdivenlerden inerken birinin daha aynı kapıya onunla beraber koştuğunu farkeder başını çevirdiğinde. O kızdır onunla aynı anda geç kalan,ama güzel sarışın bakışlarıyla olduğu yerde durup,ona bakakalan genç adamı geride bırakarak tam kapıların kapanmasına yakın, atar kendini vagona....Genç üniversiteli vagondan içeri süzülen kalp sancısını izler istasyondan.Ve işte aylardır başarmaya çalıştığı şeyi o an başarır genç adam,kız kendisini çaresiz bir şekilde izleyen o şaşkın ve bir o kadar üzgün bakışları farketmiştir arttık.O da kilitlenir ister istemez genç adama içinde tanımlayamdığı duygulara ev sahipliği yaparak.Genç adamsa oturup bir sonraki treni bekler ertesi sabah tekrar karşılaşmak umuduyla.Kısa bir beklemeden sonra karşıdan gelen treni görüp kalkar yerinden... aşinalık işte, o güzel kız olmasada,ayakları o vagona yönelir yeniden, inen yolculardan sonra kapıdan içeri ilk adımı atar ve başı önde hemen oturur bi koltuğa...Tren hareket ettikten kısa bir süre sonra sırtının dayalı olduğu koltukta oturan yüzünü göremediği birinin eli ona bi kağıt parçası uzatır, bir anlık tepki olucak, kağıtta yazanlar ilk ilgi alanı olur, verenden ziyade; diyordur ki kağıtta muhteşem bi el yazısıyla ; ''Her sabah karşımda durup beni izleyen adam, sana birşey sormak istiyorum; konuşmadanda yaşanırmı aşk? ''Adam herkesi herşeyi unutur birden, dalar gider bir kaç dakikalığına, hemen elindeki kalemle cevabını yazar ve ne yapacağı o an gelir aklına; yani onu kağıdı veren kalp sızısının bir arka koltukta oturduğu gerçeği..Süratle kalkar yerinden döner arkasını, ama boştur koltuk ve biran arka sayfasını gördüğü kağıtta bi not görür:yarın sabah cevabını aynı kağıtta ilet olurmu?
Dünyalar genç adamın olmuştur artık... sabahı zor eder, gece sabaha kadar onu düşünür.Aklına gelen ve o an yazdığı cevap karşısında.Sabah geç kalmamak için koşar adım gider metro istasyonuna ve biner aynı vagona.İşte hayal sandığı dün, bugün nihayetine ericektir az bir zaman sonra; kızın yanı boştur, oturur ve bu sana diye uzatır cavabını ''Kalbin dili, her dilden,her sesten üstündür'' yazan..Kız gülerek onaylar bu cavabı ve o an delikanlıyı şaşkınlıktan lal eden bir not uzatır tekrar eline..Adım ayşen, 2 yıl önce bir trafik kazsında yaşadığım şok, işitme duyularımı kaybetmeme sebep oldu.Gözlerin ve kalbin, gözlerim ve kalbimle konuşabilrmi? ''Genç üniversiteli şok geçirir o an evet mi dese hayırmı..İniceği istasyona geldiğini anlayınca, bir not yazar ve uzatır o tatlı sarışına; yarın yine görüşürüz''..Ve iner trenin o sessiz vagonundan.Aslında eve varmadan kararı vermiştir içinden:EVET.
Ertesi sabah elinde bi gül ile gider istasyona ve karşıdan geldiğini görür 2 günlük rüyasının.İşte o gün başlangıcıdır bu sessiz aşkın.Delikanlı artık mektuplaşmaya, duygularını okuyarak ve yazarak yaşamaya başlar, yan koltuğunda oturduğunu bildiği o rüyasıyla.Hayat yolunda hep yan koltukta oturmasını ister o dünyalar tatlısı kızın ve aradan geçen mutlu ve umutlu 1 yılın sonunda genç adam mezun olma töreninden hemen sonra; o nu hayatının kadını yapmayı ne kadar istediğin yazar karşı sandalyede oturan rüyasına son mektubunda.Bu kez susar,cevap yazmaz kız,ama bunun yerine eğilir adamın kulağına,derin bir nefes aldıktan sonra, o şiir gibi nefesiyle, kiraz dudaklarının arasından şu sözler dökülür; ''Hemde zerre pişmanlık duymadan, binlerce kez evet.''
Ömer Köroğlu
Kasım da aşk başkadır; Aslında bu yazı şubatta yazıldı ama, izlediğim o film çok etkiledi bu gece beni... İzlemeden önce sadece 1 ay, kasım ayında yaşanıp biten bir aşkı senaryolaştırmışlar sanmıştım..Ama izlerken anlıyorsunuz ki , KASIM bir sembol, hayattaki son 30 gününüzün sembolü.Evet hasta bir kadın ve yardıma ihtiyacı olan bir iş koliğin hayatı vardı ekranda..Hayatı ilaçlara bağlı olan bir kadın son günlerini o asil serseri ile geçirmek istedi..Onu değiştirip mutluluğun iş temposunda değil; insanda, doğada, hayvanlarda ve en önemlisi sevgide olduğunu göstermek istedi kadın, bunun son oyunu olduğunu bile bile...
Kasım da aşk başkadır; Çünkü bütün takvimler 30 kasım a ayarlıydı.. O gün olunca herşey biticek ve adamın gidiceğini sandı kadın..Ama sevgi bu, aşk bu, başlamaya, kendine bir çıkış yolu bulmaya görsün, gücünü, ışığını insanların gözünü kör etmek için çıkarıyor ortaya işte....Ve o an kimsenin kendi hayatı önemli olmuyor, karşısındakininki kadar, onu üzmek istemiyor!
Kasım da aşk başkadır; Çünkü Filmi izlerken o büyülü anlara sizde kapılıyorsunuz; etrafınıza bakıp ben ne yapıyorum böyle diyorsunuz kendi kendinizi sorgulayıp..Hayatın, iş te, kariyerde,teknolojide değil; aşk ta, adanmışlıkta,gözlerden gözlere akan o tılsımda olduğuna hayret ve pişmanlıkla karışık bir ifadeyle bakıyorsunuz....Ve seçim yapma zamanı; ya onun yanında kalıp kör bir aşık olarak hayatının sonuna kadar, ona eşlik etmek, yada çekip gitmek düşüyor size..Ne tuhaf değil mi; işte yine bir seçim daha sunuldu önünüze! ! Seç ve yaşa; İşte az önce söylediğim gibi; kimsenin hayatı önemli olmuyor karşısındakininki kadar..Ve size en uygun olanı seçmeyi istiyorsunuz..Eğer yaşananların sizi mutlu ettiğine inanıyorsanız yanında kalıyor, veya zamana yenik düşüp şimdiki zamanın,; teknolojinin, iş hayatının, yüksek binalı metropollerin esiri kalıp uzak düşüyorsunuz kalbinizden...Daha ne kadar sürücek, bir bedenin kalpsiz yaşayamıyacağını anlamanız?
Yaşanmıyor işte; insan hapşırdığında dahi yanında ''çok yaşa'' diyen biri olmadımı yaşanmıyor...
Neden düşeriz; tekrar ayağa kalkmayı öğrenmek için değilmi?
Hayat yolunda her düşüş bizi kimi zaman yıktı, kimi zaman isyan ettirdi, kimi zaman dünyadaki en şanssız adam olduğumuzu düşünmemizi sağladı. Oysa asıl mutluluk ve aheng o her düşüşten sonra kendi başarımızı görüp ayağa kalkmayı deneyecek azmi içimizde hissetmekti. Bunu ya başardık yada bekledik birinin bize elini uzatmasını... Öncelikle şunu kabul etmedik; hayat adil değil, hiç birimiz, hiç bir canlı eşit yaratılmadı. Baışımıza gelenlerde eşit değil elbette. Önce hayatın adil olmadığını kabul etmeliyiz, işine akıl erdirebilldiğiniz bir Tanrı, Tanrı değildir.
Jack Nicholson unun ''Guguk Kuşu'' filmini izleyenler varsa hatırlar; Jac Nicholson akıl hastanesindeki çok ağır bir mermer havuzu kaldırabileceğine dair diğer hastalarla iddiaya girer.Yüklenir ve havuzu kaldırmaya çalışır, ama başaramaz. Diğerleri onunla alay ederken, o derki; '' Ben en azından denedim''. Şİmdi sormak lazım kendimize biz acaba denedikmi?
Nasıl istersek, neye karar verirsek hayat orada var.Güneş her sabah günü ve bizi aydınlatmaya devam ediyor, ve umut veriyor her gün bize. Yeterki biz gözümüzü açtığımızda, düşmüş olsakta yere, en büyük derteler bizi sıkıştırmışken bile köşeye; ''bugün beni günüm'' diyebilelim.
Her düşüşten sonra, kalkmayı öğrenmekle başlar herşey ve hayatı anladığınızda çoktan gitmiş olursunuz bu yer küreden.
Ömer Köroğlu
PTT nin 165. yılını kutladı postacı amcalarımız geçtiğimiz hafta..Yıllar öncesinden hatırladıklarım var; sokağın başında göründüklerinde koşup '' bizim eve mektup varmı? '' diye sorduğumuz yıllar...Her postacı ezbere bilirdi kimin nerede oturduğunu ve bütün aileyi..Bazen o çağırırdı '' al bu size '' diye uzatmak için o zarfı.Geçen zaman teknolojiyi geliştirdi,önce cep telefonuna alıştık,sonra internetten elektronik posta göndermeye.Ellerinde kocaman, bir yığın mektupla insanları sevindiren postacı amca 21.yüzyılda sevdiklerimizin ''satırlarıma başlamadan önce herkese selam eder....''diye başlayan mektupları yerine, kredi kartı ekstreleri ve bilumum farklı resmi evraklar iletir oldular bize.Oysaki ne güzeldi o yıllar, sokak başında güzel haberler beklediğimiz postacı amcanın varlığına inanmak, '' gurbetten mektup gelecek evden ayrılma '' diye ana babalarımızın bizi sıkı sıkı tembihlemesi..Velhasıl unuttuk mektuplaşmayı,zaman kalmadı yazmaya..Oysa ne güzeldir beyaz sayfadaki kara kalemle yazılan sevdiğiniz birinin sadece size anlatması içini ve açıp açıp tekrar okumak.Siz hiç mail box ınıza gelen bi elektronik postayı kokladınızmı,onun kokusu var diye? Mektuplar buram buram o kokardı, onun elleri değimişti en son o sayfaya..Ya asker ocağında herkesin ismi söylendiğinde, o hafta mektup alamayan bir askerin, adının okunmadığında neler hissettiğini bilirimisiniz? Peki sizin için yazılmış bir mektubu okurken ne hissediyorsunuz? İçiniz titremiyormu o satırları okurken? Ünlü bir düşünüre dünyanın en değerli şeyi nedir diye sormuşlar; kısa ve net vermiş cevabı; ZAMAN dır diye..Sizin için dünyadaki en değerli şey olan zamanını harcayan birinin satırları sizi mutlu etmiyormu? ediyor değilmi...E peki neden sizde birilerini mutlu etmiyorsunuz! Bakın geçmişte o kadar yaygınmışki mektuplaşmak; Portekiz'deki Aveiro ve ABD'deki Notre Dame üniversitelerinden araştırmacıların yürüttüğü çalışma, İngilizlerin Nature dergisinin son sayısında yayımlamış. Çalışmaya göre, 1809 ile 1882 yılları arasında yaşayan Darwin, hayatı boyunca 7 bin 591 mektup yazmış, 6 bin 530 mektup almış. 1879 ile 1955 yılları arasında yaşayan Einstein ise 14 bin 500'den fazla mektup yazıp, 16 bin 200 mektup almış.
Araştırmaya göre, her iki bilimadamı, gelen mektuplara 10 gün içinde cevap yazıyormuş.
Şimdi bu yazıyı okuduktan sonra eliniz kalem ve beyaz bir sayfa arıyorsa tutmayın kendinizi, bir yerlerde sizden gelecek tekbir satır söz,koku ve ten-izinizi bekleyen birileri mutlaka vardır değilmi..Hem postacı amca da özledi o günleri...
YAZAR, AŞK I ANLATAN YAZILAR YAZMAYI BIRAKIR...
Eğer yazan vazgeçerse bir gün yazmaktan; o gün başka bir şey den daha vazgeçmiş demektir... Ve o diğer vazgeçiş, yazmaktan vazgeçmeye sürüklemiştir onu.
Kalem bile doğru durmaz elinde. Yazacak bir şey kalmamıştır artık... Bundan sonra ne gelse yüreğinden dilinin ucuna, reddedip gönderir geriye, içi tamamen ne zaman dolar taşar bilmeden.
Yeni tanışan iki insan bence birbini nasıl anlamaya ve tanımaya çalışmalı biliyormusunuz?
İster telefonla, ister karşınızda, ister messenger da onunla konuşurken, sanki karşınızda bir başkası varmış gibi ona onu anlatın... Hissettiklerinizi, onunlayken neler düşündüğünüzü, o yokken neler çektiğinizi, hani içinize kapanık biriyseniz karşınızda o yokmuş gibi rahat rahat dökün içinizi, göreceksiniz ki sohbet bitip de gerçek kişiliklerinize döndüğünüzde sizin hakkınızda ne düşünüyor ve siz ne düşünüyorsanız ona dair, attığınız adımlar daha bi dikkatli olucak, daha bir yavaş, yada neyi gerektiriyorsa öyle. Bunu daha yeni keşfettim bende. Yani bunu bir dostunuzlada yapabilirsiniz, aşık olduğunuz kişi ilede. Yapmanız gereken, onu ona şikayet etmek, onu ona anlatmak, hani bazı insan vardır içine kapanık tam anlatamaz hislerini, ima eder ipucu verir ama asla ortaya sermez herşeyi. Belki büyünün bozulmasından korkar, belkide çabucak kaybetmekten...
İşte bence bunu ona karşınızda başka biri varmış gibi, bir dostunuzla konuşuyormuşsunuz gibi anlatın. O zaman samimiyetiniz ve samimiyeti hemen ortaya çıkacaktır... Hem bize birine olan hislerini anlatan bir dostu özlemedik mi bu zamanda? Dinlemeyi, yol göstermeyi yada ışık tutmayı. Yani bazen sevdiğinizin dostu olun yada sırdaşı... Siz ona sizi anlatın onu başkasının yerine koyarak, oda size sizi. Ve bu sohbet bittiğinde tekrar dönmeyi unutmayın kendi kişiliklerinize. Sohbetin sonunda eminim kiminiz; ''beni gerçekten bu kadar önemsiyor ve düşünüyormuydu? '' diyecek, kiminiz ''onu seviyorum bu düşündüklerinde ötürü'', kiminizde ''yanlışın neresinden dönersem kardır''. Sonucu bir tek siz bilebilirsiniz, o nedenle size bir tavsiye yazdım bu hafta deneyin diye... Zaman geçmeden, ona onu anlatın, oda size sizi başkasına anlatır gibi.
Kalın sağlıcakla
iki yüzü vardır insanın; biri dünya, diğeri kendi için...Bir bakın etrafınıza bunu muhakkak sizde farkedeceksiniz..Size en itici gelen erkeğin/kadının onun için ölen bir erkeği/kadını mutlaka vardır. Çünkü, siz onun dünyaya sunduğu yüzünü, o kendisine sunduğu yüzünü görür.Bu nedenle korkar insan insana yaklaşmaya,güvenmeye...Bir kadının/erkeğin kendine sakladığı yüzüne tanık olanlardır onları güzel gören. Aslında bu kadar basitmi acaba çekiciliğin tarifi? Bizim izin verdiklerimiz, kendimize olan yüzümüzü gösterdiklerimiz olmazmı çevremizde? En sevimsiz olarak gördüğümüz biri ailesinde en sevilendir bazen.İşte bu nedenle diyorum; insanın bir kendisine ayırdığı, sakladığı birde dünyaya sunduğu yüzü vardır diye..Birde hakaret sözü olarak kullanırız ''iki yüzlü'' diye..Aslında herkes öyle, iki yüzlüyüz hepimiz.. Patron işyerinde elemanına gaddardır, evinde melek, aşık sevdiğine en masum en sevgili halini sunar, etrafına en mesafeli yanını,vs vs örnekleri siz daha çoğaltabilrisiniz...Dünyanın bile iki yüzü yokmudur? ; yazı kışı,gecesi gündüzü,soğuğu sıcağı....velhasıl hepimiz iki yüzlüyüz bu iki yüzlü dünyada..Birgün kendimize ve seçtiklerimize sunduğumuz yüzümüzü dünyaya sunarız belki umudunu taşıyorum içimde, o zaman daha güzel görünmezmi hayat,daha tatlı gelmezmi yazı kışı, soğuğu sıcağı,gecesi gündüzü.. Daha çok baharı yaşamazmı insan kış ortasında bile...Bence iki yüzlülük kelimesi hakaretler lugatından silinmeli; çünkü hepimiz iki yüzlüyüz,dünyanın kendisi bile...
Kalın sağlıcakla...
Şiirleri ve sesi çok güzel.