Şehre gelişinin ilk haftasında bulmuştu işini. Gece kulübünde garsonluk…
Yapmak zorunda olduğu bir işti bu. Yaşamak için çalışmak zorundaydı. Şehrin merkezinde, çok da gösterişli olmayan sıradan bir yerde çalışıyordu…
Otuzbeş yaşındaydı; hızla geçmekte olan ömrünün ilk yarısını tüketmişti bile… şehir şehir gezmişti hayatı boyunca. Hiçbir şehirde uzun süre yaşamamış, sebebini tam olarak kendisinin de bilmediği, birilerinden ya da bir şeylerden kaçmıştı hep. Onbeş yıl öncesine kadar hiç önemsemediği zaman şimdi bir belirsizlik olarak duruyordu karşısında ve tüm ihtişamıyla korkutuyordu bu genç adamı… bugünlerde daha sık düşünür olmuştu ölümü.
Uzun boylu ve esmerdi. Kilosu ve geniş omuzlarıyla heybetli bir görünüşe sahipti. Kısa kesilmiş saçlarını çatık kaşları tamamlıyor, kömür karası gözleriyle her durumda farklı bakıyordu hayata. Kimi zaman buğulu, kimi zaman tedirgin; kimi zaman korkak, bazen kaçak… hangi ruh halini yansıtırsa yansıtsın gözleri, o derin bakışlardan etkilenmemek pek de mümkün değildi. Sol yanağındaki derin yara izi müdahale etmek zorunda olduğu bir kavganın anısı olarak kalmıştı onda. Yine de bir nebze olsun bir şey kaybetmemişti yakışıklılığından.
Banliyöler, taşra kasabaları ve insanların az olduğu her yer onun için yaşanılabilecek yerlerdi. Eski bir yapıydı tuttuğu ev. Hemen hemen harabe sayılabilecek bu yerin keskin rutubet kokusunu kapıdan girer girmez hissederdiniz. Bundan rahatsızlık duymaz, hatta garip bir şekilde severdi yaşadığı bu evi. Boş olarak tuttuğu evin birkaç parça eşyasını kendisi almıştı.
Tek kişilik somyası, üstüne koymak için ikinci el bir yatak ve bir battaniyesi vardı. Yine ikinci el aldığı bir komodin koymuştu yatağının başucuna. Sigarasını, çakmağını ve kül tablasını koyardı üzerine. Genellikle yatmadan önce okuduğu bir baş ucu kitabı da bulunurdu her zaman komodinin üzerinde.
Yerde halı yoktu. Yatağının tam karşısındaki duvarın dibine bir kilim sermişti sadece. Üzerinde gelişi güzel yerleştirilmiş bir çok kitap bulunurdu. Odanın bir köşesinde her zaman iki valiz hazırda beklerdi. Giysileri dururdu birinin içinde, diğerinin içi ise her an gitme ihtimaline karşı kitaplarını koymak için boş dururdu.
Yaşadığı odanın penceresi doğuya bakıyordu. Kalın kumaştan yapılmış, solgun bir perde dururdu penceresinde ama kapatmazdı penceresini. Pencerenin önünde bir masa ve bir sandalye; masanın sol uç noktasında ise bir tomar kağıt ve hemen yanında birkaç kalem bulunurdu her zaman… eskisi gibi olmasa da yazardı ara sıra.
Kendisiyle olan çatışmalarını, beynindeki kavram kargaşalarını kaleme aldığı yazılar birkaç dergide yayınlanınca kitap teklifleri almış fakat geri çevirmişti. Sebebi kendisine sorulduğunda ise sivri dilli birkaç entelektüel eleştirmenin eleştirilerine tahammül gösteremeyeceğini söylemişti. Yazmak, rahatlamak gibi bir anlam taşıyordu onun için sadece.
Uyku tutmayan gecelerde uzun yürüyüşlere çıkardı. Havanın soğuk olmasına aldırmaksızın saatlerce yürürdü bazen. Her an tanık olabileceği kötü bir olayın yaşanması olası ve bir o kadar sıradandı burada. Varoşlar kan kokardı çoğu zaman…
Aralık ayının soğuk bir öğleden sonrasıydı. Günlerden pazartesi olduğu için gitmemişti işe. Sırtına giydiği kahverengi pardesösü ve beyaz atkısıyla dolaşıyordu şehrin sokaklarında. Önünden geçmekte olduğu parka girip tenha bir köşedeki banka oturdu. Olduğu yerden parka girip çıkanları rahatlıkla görebiliyordu. Gelip geçenleri izliyordu. Hayatları, kişilikleri, mutlu veya mutsuz olup olmadıkları hakkında çeşitli yorumlar yapıyordu görünüşlerine bakarak. Havanın soğuk olmasından belki, aradan geçen epey uzun zamandan beri kimse girip çıkmamıştı parka. Hareketsizlikten olsa gerek üşüdüğü fark etti. Avuçlarını ağzına götürerek üfledi ısıtmak için üşüyen parmaklarını. Kolarını göğsünde birleştirerek hareketsiz kaldı bir süre.
Tam kalkmak üzereydi ki, birkaç gün önce bir kadının barda kendisine verdiği telefon numarasını hatırladı. Alıp cüzdanına koymuş, aramak gereği duymadığı için de çabucak unutuvermişti. Numaranın ve bir ismin yazılı olduğu kağıdı cüzdanından çıkarıp uzun uzun baktı. Arayıp aramamak arası tereddütte kaldı bir süre. Bu şekilde kimseyle tanışmamış olmanın tedirginliği ve biraz da korkaklığı hissetti. Aradığını varsaysa ne konuşabilirdi ki onunla… ama ne kaybederdi de!
İlk gördüğü telefon kulübesinden aradı. Kısa süren konuşmalarından sonra gün içinde buluşabilecekleri bir yer ve zaman belirleyip kapattı telefonu.
Kırk yaşlarında kumral bir kadındı Ayla. Kocaman patlak gözleri vardı. Gözbebekleri durmadan hareket ediyor, meraklı gözlerle süzüyordu karşısındaki adamı. Zayıf, orta boyluydu. Masanın üstünde birleştirdiği ellerini kütürdetiyor, sıkıyor, heyecanını gizlemeye çalışıyordu Barış karşısında. Sıklıkla alt dudağını ısırıyor ve yutkunuyordu. İlk karşılaştıkları an ki selamlaşma faslından sonra pek bir şey konuşmamışlardı.. Bu Barış açısından anlaşılabilecek bir durumdu ama Ayla’nın tedirginliğini anlamak zordu. Ne de olsa ilk kez gördüğü birine numarasını verebilecek ve hatta onunla buluşacak kadar cüretkar davranabilmişti.
Yudumladığı koyu kahvenin acı tadını hissetti soğuk sabahın ilk saatlerinde. Birkaç saat sonra işe gitmesi gerekiyordu ama hiç içinden de gelmiyordu. Komodinin üzerinde duran Turgenyev’in kitabını alıp şöyle bir göz gezdirdi. Okumak gelmedi içinden ve yerine bıraktı. Henüz bitirmediği kahve fincanını kitabın yanına koyup banyonun yolunu tuttu. Tıraş olup duş aldıktan sonra yarım bıraktığı kahve fincanından son yudumlarını alırken pencereden dışarıya baktı. Rüzgarın etkisiyle eğilen ağaçlar günü selamlıyorlardı sabahın ilk saatlerinde ve insanın içini donduracak kadar keskindi rüzgarın kokusu…
Üç defa kullanmıştı “kocam” kelimesini ama evli olduğunu vurgulamak gibi amacı olmadığını hissetmemişti Barış. Hayatında olmasa bile iç dünyasındaki yalnızlığını anlamsız bakışlarından yakalamak hiç de zor değildi. Henüz onsekiz yaşındaki genç kızından bahsederken kurduğu hayallerin kelime düşümlerinde sesi biraz daha yükseliyor, fersiz bakan gözleri sanki alevleniyor; herhangi bir anda değişen konuyla eski haline birden geri dönüveriyordu.
Üniversite yıllarından anlatırken buruklaşıyordu gülüşü. Seksenli yılların asi kızı olduğundan bahsediyordu. Sağcı veya solcu olmanın zorunluluk olduğu o yıllarda liberalizm hiç kimse için anlam taşımıyordu. “Solcuların kökünü biz kuruttuk” derken cezaevine kadar uzanan gençlik yıllarından kalma sağlık sorunlarından bahsediyordu…
Hemen hemen her gün buluşuyorlardı artık. Aradan geçen üç aylık zaman diliminden sonra bir birlerini çok iyi anladıklarını düşünen iki dost olmuşlardı. Fakat kafelerde ve pastanelerde gerçekleşen buluşmalardan tatmin olmuyordu artık Barış ve son buluşmalarında söylemişti bunu Ayla’ya. Sadece anlattıklarıyla değil, yaşantısını görerek de tanımak istiyordu Ayla’yı. Kocasını ve kızını tanımak istiyordu… evinin kapısını sonuna kadar açmıştı ona ve onun da aynı şeyi kendisi için yapmasını istiyordu. İstekleri için ödeyeceği ağır bedelin ise henüz farkında değildi Barış.
Ayla, Barış’tan bahsettiği zaman eşine, kızı için koca adayı olduğunu düşünmüş, çekici olduğunu düşünmediği karısından kıskanmamıştı bile…
Sabah erken çıkmıştı Barış evden. Bir süre dolaşmış ve işe gitmeden önce Ayla’nın evine uğramıştı öğle yemeğini birlikte yemek için. Laf lafı açıp bir çok konudan konuşurlarken zamanın nasıl geçtiğini her ikisi de fark etmemişlerdi. Defne kokulu balık buğulama ve ona eşlik eden beyaz şarabın bulunduğu masaya geçtiler… aradan geçen onca zamandan sonra üzerinden attığı yalnızlık duygusunun verdiği rahatlıkla belki belki de şarabın tesiriyle başladığı konuşmasını noktaladığında son lokmasını zorlukla yutmuştu Barış.
Aralarındaki ilişkiye devam edeceklerse bir aşkın doğduğu an olacaktı o an…
O günden sonra Ayla’yı görmeme kararı almış ve bir daha aramamıştı Barış. Fakat hayatında bu kadar yoğun bir şekilde var olan birisine tek kelime etmeden çekip gitmek ona karşı yapılmış çok büyük bir haksızlık olurdu.
Dökülen kavak yaprakları gece yağan yağmurdan ıslanmıştı onlar şehrin sokaklarında yürürken. Yan yana yürümelerine rağmen takındıkları boğucu sessizlik tanıştıkları ilk ana götürdü Barış’ı… “keşke o son öğle yemeğindeki konuşma hiç yapılmamış olsaydı” diye geçirdi aklından. Artık görüşmemeleri gerektiğini söyleyecekti Ayla’ya ama bunu nasıl yapması gerektiğini bilmiyordu. Fakat garip bir şekilde bunun son görüşme olduğunu Ayla’nın hissettiğini biliyordu.
“sanırım görüşmemeliyiz” diyebildi katedilen onca mesafe ve sessizlikten sonra Barış. Sesi ürkekti konuşurken. Yaşanabilecek tüm hayal kırıklıklarının izini taşıyordu sesinin ürpertisinde. Gözlerini yerden kaldırıp Barış’ın yüzüne bakarken Ayla, biten bir dostluğa attığı imzadan dolayı pişmanlık duyuyordu kuşkusuz. Kendini suçlu hissediyor, konuşamıyordu. Söyleyecek tek kelime bile gelmiyordu aklına. Başını onaylar anlamda sallamakla yetindi sadece…
“Kuşkusuz, işlediğim bir günahın bedeliydi evliliğim; sen, tüm günahlarımın afediliş sebebiydin.
Hangi gözün körlüğü vardı gözlerinde? Ya da kimin görmediğini görüp de gittin?
Son pişmanlığı kaldıramadı yüreğim…
Bir ölünün çığlığıyla haykırıyorum sana; yaşarken söyleyemediklerimi şimdi yazıyorum.
Başından sonuna kadar senin olan hayatını sana anlattığımı bileceksin ve pişmanlığın, sonun olacak senin de…”
Göndericinin adı yazmıyordu zarfta ama yazanın kim olduğunu okuduğu ilk satırlarından hemen anlamıştı Barış. İki yıl geçmişti aradan…
“Beni kurtarmak için çaba sarfetme. Sen bu satırları okurken ben son yolculuğumu tamamlamış olacağım…”
İki sayfalık mektubun son cümlesinde telefona sarıldı hemen… nafileydi.
Uzun uzun çalan telefonu açan olmadı. Evlerine koştu, kapıyı yumrukladı uzun uzun… perdesiz camları fark etti.
Yan evden çıkan yaşlıca bir kadının sesini duydu:
“taşındı onlar…” şaşırdı, afalladı. Nereye taşındıklarını sordu.
“rahmetli Ayla Hanımın; Allah günahlarını affetsin, geçen hafta intiharından sonra baba kız gittiler. Nereye gittiklerini de söylemediler.”
Pişmanlık ve son… böyle yazıyordu mektupta.
İçinde oluşan derin boşluğu taşıdı üzerinde günlerce. Birlikte dolaştıkları yerlerde dolaştı bu sefer tek başına ve son defa görüştükleri yerde hoşça kal dedi arkadaşına…
“Hiç sevilmedim ben ve biliyor musun? Hiç sevmedim… şimdiye kadar! ”
Birliklte yedikleri yemekte Ayla’nın aşka dair kurduğu son cümleydi bu. Arkasına bakmadan Barış’ın kaçmasına sebep olan cümle..
Gözünden düşen tek damla yaşı silerken iki yıl gecikmeli verdi cevabını Ayla’ya;
“ben de Ayla! ” dedi kendisinin bile duyamayacağı kadar kısık bir sesle, “ben de şimdiye kadar hiç sevmedim…”
Kayıt Tarihi : 21.11.2007 14:14:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

TÜM YORUMLAR (1)