Uzun bir zaman sonra, ilk defa güzel bir şey için acele ediyordum. Onunla buluşacaktım. Epeydir görüşmüyorduk. Yeni bir şeyler yazmak isteği kadar özlemiştim onu. İçimde bugün yeşeren umudun ve mutluluğun yanında, bir parça da mutsuzluk vardı. Her zaman olan, onsuz kendimi eksik hissettiğim, elim ayağım gibi bir mutsuzluk… Onun dışında her şey, aniden çiselemeye başlayan bir yağmur kadar güzeldi. Bir an önce sarılmak istiyordum ona. Gözlerindeki ışığı görmek, aynı yere beraber bakmanın o muazzam hazzına erişmek istiyordum. Son bir defa otobüs, feribot ve metro saatlerine bir daha baktım. Tüm ihtimaller kontrolüm altındaydı. Uzun ve sona doğru telaşlanacağımı bildiğim bir yol bekliyordu beni ama olsundu. Onu görecek olmam, her şeyin üstesinden gelebilecek kadar güç veriyordu bana.
Hızlı adımlarla evden çıkıp beni iskeleye götürecek olan otobüs durağına vardım. Saatlerine daha önce baktığım 2U otobüsünün saatleri değişmişti. Saatte bir kalktığı yetmiyormuş gibi, daha yeni kalkmıştı duraktan. Sekiz dakika farkla kaçırmıştım. Bir saat bekleyemezdim. Geç kalırdım. Derken ikinci bir yol olarak metroya yöneldim. Bir şekilde saat üç buçuktaki feribota yetişmeliydim. Aksi halde iyi şeyler olmazdı, üzülürdü dünya, her yer geç kalmışlık kokardı. Metrodan sonra, Emek durağına, oradan da Mudanya İskelesi’ne gidecektim. İnsanların hepsi durmuş beni izliyorlardı sanki. Bütün dünyanın gözü bendeymiş de, haber bültenleri benden bahsediyormuş gibiydi adeta. Her yeri bir beyazlık kaplamış da, bir tek ben kalmışım gibi. Umurumda değildi hiçbir şey. O an tek istediğim, buluşmamız gereken yere, arzu ettiğim saatte varabilmekti, o kadar. Başka bir şey istemeyecek kadar meşguldü çünkü kafam. Şu telaş dedikleri, nasıl da yaşamaya bağlıyor insanı, hayret! Bir deniz gibi adeta. Köpürünce, dışarı taşmasın diye bir o yana, bir bu yana savuruyor insan kendini. Ne tuhaf. Kan ter içinde Emek durağında hareket etmek üzere olan dolmuşa yetişmem, beni biraz da olsa umutlandırdı. Pek zaman kaybetmediğimi düşündüm. İnsan, bir şeye son anda yetişirse, kendisini şanslı hisseder; hakettiği ya da olması gereken bir şey olsa bile bu. Çantamı omzumdan sıyırıp yanımdaki boş koltuğa indirdim. Kaptana ücreti uzatırken ”Abi kaç dakikada iskelede oluruz? ” diye sordum terli bir sesle. Yolcuların yüzlerinde haftasonuna ulaşmış memur ifadesi okunuyordu. Acelesi yoktu hiçbirinin. Kaptan sorduğum soruyu duymamıştı sanırım. İstifini bozmadı hiç. Belli ki alışmıştı bu soruya. Ya da gerçekten duymamıştı. Vites değiştirirken ”Yirmi beş dakika.” dedi. Saate baktım, üç buçuktaki feribota otuz dakika vardı. Eğer şoförün hesabı doğruysa yetişebiliyordum. Koltuğa kurulup daha birkaç dakika önceki telaşımı gözden geçirdim. Metrodaki insanların bana bakışı, merdivenleri üçer beşer çıkmalarım, duraktan durağa koşuşturmalarım ve 2U Mudanya otobüsü. Ne kadar da basit bir denklemdi oysa, evden çıkmadan önce kafamda kurduğum hesap. Olmadı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Hep öyle olur zaten. Bildiğini okur dinine yandığımın hayatı. Bu kötü gidişata alıştım desem yalan olur. Alışamadım daha. İnsan, kötü gidişata alışamaz zaten. Ne olursa olsun, ilk seferki gibi yanar canı. Aynı üzüntünün altını çizer her defasında. Düşündüm de, bir yandan saate bakıp bir yandan bir şeylere koşturmayalı belki de yıllar oluyordu, uzun zamandır hiçbir şey için acele etmiyor, bir şeylere yetişmeye çalışmıyordum. Bu yüzden de çok fena boka sarmıştı zaman. Bunları düşünürken iskeleye vardık. Dolmuştan inip iskeleye doğru koşmaya başladım. Gişeye vardığımda birkaç kişilik sırayı görünce, onların da saat üç buçuktaki feribot için bilet aldıklarını düşünüp rahat bir nefes aldım. Hiçbir şey duymuyor, önümdeki adamın ne için bağırıp çağırdığını anlamıyordum. Derin nefes alıp vermekle uğraşıyordum. Adam küfür ede ede uzaklaşırken sıranın bana geldiğini farkedip memurun yüzünü görecek şekilde eğildim. Zafer bayrağım sayılacak bilet için cebimden para çıkarıp ”Saat üç buçuk için istanbul’a bir bilet! ” dedim. O ara doğrulup bir yandan da feribotun hala kalkmadığına seviniyordum ki ”Beyefendi, sistem kapandı.” diye bir cümle çarptı göğsüme. Yutkunamadım. Verecek bir cevap bulamadım. Böyle bir durumda verilecek bir cevap varsa da, artık olmamalıydı. Pazar yerinde elleri bırakılınca ağlayan bir çocuk gibi kaldım. Ramak kalmıştı salya sümük ağlamama. Yine de bana söylediğinden emin olmak için eğilip yüzüne baktım. Evet, banaydı bu kurşun. Düpedüz bana sıkılmıştı. Acı bir şarkı delip geçti içimi. Bıraktığım yerde duran parayı öne doğru itip ”Olmaz” dedim, ”Yolcular biniyor hala, üstelik yetişmem gereken biri var. Lütfen.” diye yineledim çaresizliğimi. Kadın, başını bana doğru çevirmeye bile tenezzül etmeden, bilgisayara bakarken ”Üzgünüm beyefendi, yapabileceğim bir şey yok.” dedi. Kendimi ilk defa bu kadar kenara itilmiş, bu kadar çaresiz hissediyordum. Gözlerim yaşardı. Çekildim gişenin önünden. İskeleden uzak bir yere diktim gözlerimi ve yürümeye başladım. Hala göğsümde memurun samimiyetsiz cümlesinin acısını hissedebiliyordum. Acıyordu içim, bir yara gibiydi duyduklarım. Her yer geç kalmışlık kokuyordu. Keskin, baş döndüren, tuhaf bir koku. Görünmüyordu ama bu kokunun bir rengi varsa da, kesinlikle sarı olmalıydı. Keskin, göz yoran, lanet bir sarı. Yenilmiştim. Her şeyden önce yine kırılmıştım. Bir gişe memuru kalmamıştı beni kırmayan. O da kırmıştı. İlk defa kırılmıyorum elbet ama özellikle bir gişe memuruna kırıldığımı hatırlamıyorum. Benim gibi bir adamın gişe memuruyla ne işi olur ki zaten. Gişeden iyice uzaklaşınca dönüp arkamı izledim bir süre. Yıkılmamıştı, yerindeydi hala. O cümleyi duyduğum an yıkılmalıydı. Ama olmadı. Her şey gibi bu da olmadı. Hep olmuyor. Allah kahretsin.
Hepsi birbirine benzeyen ara yollarından birinden sapıp denize doğru yürüdüm. Aklım, kalbim darmadağındı. Yaralı bir hayvan gibiydim adeta. Sırtımdaki çantaya sığacağımı bilsem, kendimi ceset diye tıkıştırıp bir kenara bıkardım. O kadar üzgün ve çaresizdim. Cebimden paketi çıkarıp bir sigara yaktım. Yansın, kül olsun artık dünya; ben yoktum artık ne de olsa. İlk defa birine yetişmek istemişim, yetişememişim; daha da ne oluyorsa olsun artık. Kıyamet mi? O da kopsun anasını satayım. Gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. Ağlıyordum. Hiç tanımadığım bir yerde, hiç tanımadığım insanların, ağaçların arasından geçerken ağlıyordum. Elimin tersiyle silip bir nefes daha çektim sigaradan. Kendimde değildim. Olduğum yerden uzaklaşıp kendimi izliyordum sanki; gişenin önünde, sırtında çanta, renksiz ve solgun bir fotoğraf gibi hareketsiz duran kendimi izliyordum. Derken ona haber etmem gerektiğini, ona geç kaldığımı bilmesi gerektiğini düşündüm. Büfenin önünce soluk siyah ceketinin cebinden bir şeyler çıkarmaya çalışan amcaya yanaşıp ”Buralarda telefon kulübesi falan var mı bey amca? ” diye sordum. Kafasını kaldırıp bana baktı. Sağ elini cebinden çıkarıp beni kendisine ağlayan bir sesle çağıran postahaneyi işaret etti. Başımla selamlayıp amcayı geride bırakarak, hızlı adımlarla postahaneye vardım. İçeriden kart alıp telefon kulübesinin önünde duraksadım bir an. Ne diyecektim? Bunca şeyi nasıl anlatacaktım? Var mıydı bu durumlar için hazırlanmış bir cümle ya da bir âh şekli? Bilmiyordum.
Kartı sokup numarayı çevirdim. Biraz önce ağladığım belli olmasın diye bir iki öksürdüm, sesimi denedim. Düzeldi sandığım ses yine ele verdi beni. O da sesimi tanır tanımaz ”Nerdesin sen? ” dedi. Yutkundum. Sesim incindi. Evden çıkmadan önceki bir parça mutsuzlukluk, dünyaları sardı. Cevap vermiş olmak için ”Burdayım” dedim. Ne dediğimi bilmiyordum. Sadece geç kalmanın nasıl bir şey olduğunu biliyordum, o kadar. Başka da bir şey bilmeme gerek yoktu. Bunun acısı yetiyordu içimin odalarını doldurmaya. İçimden trenler, feribotlar geçiyordu. Hepsi saatinden önce ya da sonra geçmenin yavanlığını taşıyordu üzerinde. Soru içeren bir nidayla ”Burdayım? ” diye yeniledi dediğimi. Mudanya’daydım. Olmam gereken yerden bir deniz mesafesi kadar, bir feribot yolculuğu kadar uzaktaydım. Gözlerimi kapatıp benim olmayan bir sesle ”Mudanya’dayım, kaçırdım feribotu” dedim. Yumruğumu sıkıp dudaklarımı ısırdım. Dünya üzerindeki her şeye sinirliydim ve onu kırmak istemiyordum. O yüzden susup onun konuşmasını bekledim. O da sinirlenmişti. Ki zaman kaybetmeden kalaylamaya başladı geç kalmışlığımın ağrısını, ”Bilmiyor muydun saatlerini, niye dikkat etmedin? ” dedi. Haklı olup olmadığını kestiremedim o an. Ama başka zamanlarda olduğu gibi yine haklıydı sanırım. Yani ben, onun hep haklı olmasını isterim. Bir şeyler söylemeye, durumu izah etmeye çalıştım. Ama ne dediğimi, ne anlattığım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Gişe memurunun dediklerinden sonra her şey silikleşti bende; duymak, konuşmak, yürümek, yaşamak… Her şey, hatırlanmaya çalışılan bir olay gibiydi sanki. Yarım yamalak bir anıda gibiydim. Saat sekizde evde olması gerektiğini, bir sonraki feribota binsem bile ona yetişemeyeceğimi söyleyip ”tamam” dedi, ”gelmene gerek yok.” Memurun cümlesinden sonra yıkılmadıysa da, şimdi yıkılmalıydı dünya. Yerle bir olmalıydı. Artık bir anlamı yoktu çünkü yolculukların ya da telaşın. Her şey, hiçti. Kendi dünyamın altında kaldım, nefes alamadım kendi enkazımın altında. Bir cümlelik canım varmış, anladım. Bu kadardım. Can çıkması dedikleri şey buydu sanırım ve ben telefon kulübesinde, bir gömlek gibi çıkarım koymuştum kenara canımı. Ölüydüm ve eğer ölüler ağlasaydı, en çok ben ağlardım diye düşündüm. Sesini duyuyordum sadece. Ne dediğini duymuyordum. Elim, ayağım titriyordu. Sinirliydim hala. En son ”Kendine dikkat et.” dediğini duyar gibi oldum. Ahizeyi zor tutuyordum. Son bir kuvvetle ”Eyvallah” diyebildim sadece, barut kokan bir ”Eyvallah…”
Bir sonraki feribota bilet aldım, diğer gişeden. O memuru bir daha göremezdim. Görmemeliydim. Bileti alıp hareket saatine kadar oturacağım banka doğru yürüdüm. Oraya gitmeme, buluşacağım yere gidip onu beklememe gerek kalmamıştı. Ama yine de gidecektim. Bir umudum vardı çünkü. Telefon konuşmasından ”Tamam senin suçun değil, özür dilerim.” diye bir cümle hatırlıyordum. Umudum buydu. Çünkü bu cümleyi söylediyse -ne olursa olsun- beklerdi. Ben olsam beklerdim. Dünyayı bir kenara koyar, zamanın üzerini örter yine de beklerdim. O da beklemeliydi. Ben bu değmem belki ama çantamdaki onun için aldığım karanfil buna değerdi.
…
Feribot saati geldi. İnsanların yüzüne bakmaya utanıyordum. Geç kalmıştım. Öğretmenden azar yemiş bir çocuk gibiydim. Koltukların arasından geçip bilette belirtilen yere oturdum. Çantamı kucağıma alıp bir kitap çıkardım içinden. Etrafta ne olduğuyla ya da yanımda oturacak adamın nereli olduğuyla ilgilenmiyordum. Önemli de değildi zaten. Zamanı önemsemeyen bir insan için, artık hiçbir şey önemli değildi. Zaman, ölmüştü benim için. Akrep yelkovanı ya da yelkovan akrebi başkaları için kovalıyordu artık. Bana neydi zamandan. Sonra derin bir nefesten sonra kitabın herhangi bir sayfasının herhangi bir satırından başladım başladım okumaya: ”…madem ki biz kör talihin yumruğu altında doğduk, madem ki bu kör talih, talihlerin en körüdür, ona gözleri yummalı. Reyi sorulmaksızın hayata mecbur edilen insan, yaşamak için fedakarlıklarda bulunmağa mecburdur. Noksanlarımızın mes’uliyeti başkalarınındır, cezalarını biz çekeriz. bu, böyle. (Peyami Safa, Mahşer) ”
Mudanya İskelesi, 24.09.2014
Ahmet Mücahit BülbülKayıt Tarihi : 14.3.2016 15:54:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!