Ölmeye Alışmak Şiiri - Meryem Beyazal

Meryem Beyazal
47

ŞİİR


21

TAKİPÇİ

Ölmeye Alışmak

Her şey sıradandı… Her şey önceden olduğu gibi …Güneş batmış, gölgeler uzamış, ağaçlar gecenin içine çekilmişti…Umutlar inşâ edilmişti yine yarınlar üstüne. Hayaller doğacak günle tüllenivermişti de, çalışacaktık, gezmeye gidecektik, yolculuğa çıkacaktık, alışveriş yapacaktık, gün döğüverince üzerimize. Dostlar ağırlayacak, dostlar uğurlayacaktık belki de. Belki de yeni kararlar alacaktık hayatımızda farklı yaşamak, güzel yaşamak adına. Ama her şey yaşamak adınaydı yine. Yorgun bedenlerimiz yaslanıverdi yatağımızın mihriban ağuşuna önceden olduğu gibi hep. Kimi uyuyor, kimi uyumak üzre. Kimi rüyaların büyülü dünyasında, dünle yarın arasında gidip gelmekde. Karanlığa inandık, geceye inandık, sırrımızı emanet ettik yarına gidinceyedek, önceden olduğu gibi hep.
Ama önceden olmadığı gibi olan bir şeyler vardı. Gece ve toprak bambaşka bir sırrı bölüşüyorlardı. Sıra dışı bir sessizliğe bürünmüştü her şey. Gökyüzü çaresiz bir kızıllıkta inliyordu. Mahzun bir alaca karanlık gecenin orta yerinde. Gecenin orta yerinde bambaşka bir hikaye gelişmekte idi oysa, önceden olmadığı gibi.
Uyunıverdik birden bire önceden olmadığı gibi. Uyandık karanlığa, uyandık ölüme. Bunu hiç düşünmemiştik birkaç saat öncesinedek. Korkunç bir gürültü, gözleri kör eden ışık, sağır eden bir uğultu. Sonrası…. Sonrası… Kıyamet mi Yarab! Her şey çığlık çığlığaydı, Her şey ölüyordu. Yıldızlar kayıyor, köpekler bağırıyor, sirenler boşalıyordu. Korku, dehşet ve çaresizlik. Her şeyde can havli. Her şey yok oluyordu.
“kardeşim! Kardeşim! ”
Can havliyle bağırdım bende. Yatağımdan fırladım. Fırladım ama karşı duvar üstüme geliyordu. Başım dönüyor, Her şey dönüyor. Kapıyı bulamıyordum.
Kardeşimmm !
Acaba akşamdan bıraktığım yerde bulabilecek miydim kardeşimi? Önceki gecelerde olduğu gibi sabahlara kadar çalışarak uykusuz ulaşmak için sabaha, oturduğu masa başında. Ya da beni bulabilecek miydi kardeşim, hiç olmadığı kadar derinleşen, kararan, yabanileşen ve uzadıkça uzayan aramızdaki o tanıdık, bir kapı boşluğu aralıkta? Hiçbir zaman biriminin ölçemediği o kısacık ana neler sığdırmıyorum ki şimdi. Doktor olacaktı kardeşim. İnsanlara yardım edecekti en zayıf anlarında. Acaba şimdi doktora ulaşacak kadar sansımız olacak mıydı? Ya da doktor olacağı günü yaşayacak kadar vaktimiz? Yoksa Her şey birkaç saniye içinde uçup gidecek mi bizimle, enkaz olacak mı hülyalarımız da nice nice hülyalarla beraber?
Sokağa koştuk bizde. Bütün İstanbul saf tutmuş, hizaya girmiş, bir anda sokağa boşalıvermişti. Hangi güç ve hangi korku bu denli bütünleyici ve itaat ettirici olabilirdi ki. Bu denli boyun eğdirici, bu denli iki büklüm edici, gecenin orta yerinde?
Gece karanlık, gece dehşet. Toprak ise üstündekileri yutuyor, içindekileri dışarı boşaltıyordu. Öfkeydi boşalttığı, ölümdü. Unuttuğumuz ayrıntılardı. Acizliğimiz, çaresizliğimiz ve Allah’tan gayrı yarı olmayışın kimsesizliği idi. Binalarımızı inşa ederken altında unuttuğumuz kulluğumuz. Villalarımızın dünyadaki cennet köşelerinde düşürüp kaybettiğimiz cüziyetimizdi. Bir bir suratımıza çarpıyordu şimdi. Teni vardı bu ölümün dokunabiliyorduk. Vücudu olan bir korkuydu deprem! Öncesi ve sonrası olmayan bu korkunun coğrafyası ve iklimi de yoktu. Var olmak ya da ölmek arasında küçücük bir ayrıntı ve bu ayrıntıda yitip gitmek, bir şeysizliğe bürünmekti çaresizce. Dünle yarın arasında korkunç bir uçurum. Bir anda toz toprak olan ben, sen ötekisi, bütün varlığımız. Bizimle tükenen bütün dünya.
Kardeşimle birbirimize sarılıp kıvrıldık sokağın bir köşesine. Kayan yıldızları dinliyorduk. Hepsi ardında tükenmiş bir hikaye götürüyordu kanayan rengiyle beraber. Kimi çocuk, kimi ter u taze genç. Kimi olgun kimi yaşlı. Kiminin başlangıç bölümü var, kiminin serim, ama hepsinin sonuç bölümü aynıydı. Ölüm. Şimdi ne kolay ne zor ölüm. Daraldığımızda kendisine sığındığımız ölüm meğer ne korkunçmuş. Her an bir ayağıma takılabilecek o çelme hiçbir zaman bu denli acı bir nature ile görünmemişti. Yaratılmış olmanın faniliği bu denli umumi gelmişti. Hiç böyle gelmemişti apansız canımıza değerek. Böyle acıtmamıştı, yüreğimizi avuçlarımızın içinde telef ederek.
Şimdi ne diyebiliriz ki bulduğumuz acizliğimiz, suratımıza akseden fakirliğimiz karşısında. Kulluğumuzu bizden koparılan uzuvlar gibi geri elimize almaktan başka? Yer öfkeli, gök öfkeli. Suçlu insan. Yani biz. Bunun için dualar kelimelerde çıldırıyordu şimdi. Herkes avuçları dibine çöküp insiyakıyla göğe tırmanıyordu.
“Allah’ım ! ”
Kimisi gözyaşlarına yüklüyor duasını, kimisi zangır zangır titreyen bedenine. Radyodan programcının titreyen, boğulan yer yer kopan sesi de bunu söylüyor.
“Allahım ! İstanbul karanlığa gömüldü. İstanbul için dua edin.”
Yarım saat boyunca değişmeyen sözcükler içinde dönüp duran yakarışlar. Dua, dua, dua. Feryatlar, çığlıklar, beklentiler. El değmemiş sözcüklerle, el değmemiş inanışla açılan avuçlar. Kimisi çaresizliğini sitem ediyor Allah’a, kimisi Allah’tan sitem ediyor. Hepsi iç içe geçmiş, birini diğerinden ayırmak ne mümkün. Ne mümkün bunca mütekellime rağmen beklentilerin yalnızlığında çıldırmamak.
Kimse güneşi görmek istemiyor bugün. Kimbilir hangi acının resmini ısıtacak yüreğimizde. Hangi yaranın cerahatini kaynatacak. Hangi varlığımızın dayanılmaz yokluğuyla sarsacak bizi? Hangi sevdiğimizi, hangi sevgilimizi bağrımızdan söküp çıkaracak? Hangi acının veznini getirecek bize?
“Yarab ! hangi aralığa girip gizlenebiliriz, hangi dehliz derununa kabul eder ki, görmemek için bizi? ”
Gece ansızın eşiğimize derin acılar bırakıp gitti. Acizliğimizle yüzyüze geldik birden bire. Uyuduğumuz ve uyanamadığımız binlerce yıllık rüyadan sürgün, bütün karşıt yanlarımızla burun burunayız şimdi. Hiçbir acı böylesi kolay ve kısa sürede hissedilmemişti. Ölümü şimdiye kadar biliyorduk, ama şimdi duyumsayabiliyoruz artık. İçimizi dolduran bu acı kudretin evrensel ifadesi gibiydi. Kulluğumuzu öğretiyordu bize yeni baştan.
Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. Artık hiçbir gün dün gibi uyanmayacağız. Köklerimiz koparılmış yarınsız ağaçlar gibi dünde kaldı. Geleceğe hangi yüzle bakarız ki artık. Duvarlar yok oldu, sınırlar yok oldu. Sokaklar hiç olmamış gibiydi. Toprak eşya kaydından kurtulmak, dünya kabuksuz algılanmak istiyordu. Bütün hatalı çizimlerden, kibrit çöpü binaların mimari kaidelerinden soyunmak istiyordu. Deprem yansıtıcısında izliyor kendini şimdi insan.
Nerede kaldı inandıklarımız? Silip süpürdü bizi. Zayıf vücudumuz ve isyankar ruhlarımız dibine nasıl da yığılıp kaldık. Nasıl da titredik, titreyen dünya ile beraber. Yaşam intihar etti adeta yaşayanlarla beraber.
Dünyanın basit güzergahında mutluluk akıntısına giden bizler, kendi küçük varlığını aşarak, yaşamın kendisi sanan bizler, kendimizin hem kurbanı hem kölesi olan bizler, ne şefkatimiz şefkat ne dostluğumuz dostluk olan bizler, ölüme hep masal gibi inanan bizler. Şimdi usumunuz bütün dokularıyla hissedebiliyoruz o kaçınılmaz sonu. Dünya diye bir sevdaya düşmüştük. Bizim göremediğimiz ama kedi ve köpeklerin anlayabildikleri bir ateş üzerinde dans edercesine yürüyormuşuz meğer, zalim ve hoyratça.
Kimi hüsnüne mağrur bir edayla, kimi hüznüne mahkum bir Leyla. Kimi efendi, kimi bende-i efendi. Kimi göğü avuçlarına almış, kimi avuçlarına göğü. Kiminin ayağında rugan potinler, kiminin tabanı delinmiş yırtık Trabzon lastiği. Kimi derviş, kimi meczûp hep birlikte, uyuduk ve uyanamadık şimdi olduğu gibi. Ölüm ne kadar gerçekse, biz o kadar rüyayız şimdi.
Allah acaba akli kendi sonumuzu hazırlayalım diye mi verdi bize? Allah’ın geniş arzına sığamamışız ve her şeyi en iyi bilen ve gözeten Rabbin emanet ettiği akılla, Allah’ın sistemini inkar edercesine gidip faylar üzerine kurmuşuz hülyalarımızı. Şimdi içimizdeki deniz yürüdü gitti. Ufkumuzdaki gök parçalanıp döküldü gözlerimizin önünde. Hani nerde mal mülk, hani nerde taptıklarımız, tapıdıklarımız? Ne kadar büyüttü isek gözümüzde, o kadar küçüktük şimdi gözleri önünde. Zengin uyuduk, yoksul uyandık. Patron uyuduk, muhtaç uyandık. Villalara sığamayan gururumuz, çadırlara sığındı. Hiçbir nazarın merhametini celbedemeyen gözlerimiz nasıl da silindi gitti, nasıl da çukura indi birden bire.
Şu dolap, şu meşin koltuk. Şu kristal avize. Bir zamanlar bakmaya kıyamadığımız şu gümüşlük. Şu masa, şu sehpa. Umutlarımızı güllere döküp içini doldurduğunuz şu vazo hepsi birer ecel oldu şimdi. Her gün büyüklüğümüzün bin bir şeklini seyrettiğimiz şu ayna hiç bu günki kadar küçük göstermemişti bizi. Benliğimizi ve uzuvlarımızı hiç bu kadar eksik seyrettirmemişti bize. Bu denli silik, bu denli görünmez olmamıştık, karşımıza geçip de aynada seyrettiğimizde kendimizi. Oysa yok gibiyiz şimdi.
Bilime inanmıştık. Allah’a inanır gibi. Tekniğe inanmıştık. Dahası bizi diğerlerinden ayıran aklımıza inanmıştık. Ama bilimi bilimselleştirmeden, cehaletimizle bütünleyerek. Doğal afetlerden en çok zarar gören yine biz olduk böylece. Akıl sahibi olmayıp telef olanlar da oldu elbet ama onlar da akıl elinde olanlar oldu. Bilime inanmıştık ölümü öldürmekmişçesine. Ama daha afetin nasıllığını getiremedi bize. Getiremeyecek de böyle inandığımız sürece. Bilim yok etmek, yok saymak değil ki tevekkül ederek kendine, keşfetmek, tedbir ve temkin değil mi neticede? Teknik, afetin diğer bir yüzüydü. Ne kadar öldüysek o kadar suçlu. Değil mi ki beton yığınlar altında ölmekti deprem. Teknik bize ölümün çoğulluğunu getirdi. Bir kişinin yazgısıydı belki depremde ölmek. Ama teknik on kişinin yazgısında ölüm oldu.
Şimdi soruyoruz inandığımız bilime, tekniğe. Ne yapmalıyız ölmemek için körü körüne.
“Depremle yaşamaya alışmalıyız, deprem var güneşi görürcesine.”
Bir aksi seda, bir eko bilimden bize, ses veriyor sesimize. Bunu bilimden önce bilimi bilmeyenler de biliyor. Peki ya akıl nerede? Kurulmak mı gerek alışmak için depreme fay hatları üzerine? Yoksa bilimle arzı keşfedip en uygun yerleşim yerleri inşa etmek mi kendimize? Nasıl alışabilirim, sırtımda taşıdığım onca izinsiz, ruhsatsız, her an devrilecek, bozuk malzeme ile yükselen bina katlarıyla? Ne müteahhidimi güveniyorum, ne mühendisime. Ne de ondan sonrakilere. Ne… ne… ne…. sonsuza kadar güvenememe.
Ölümü biliyoruz haktır. Hak olmayan ise insan ve akıl olarak kendi ellerimle hazırlanmak ölüme. Sanırım bu da değil belki korkum, bu da bahane. Ölümü düşünmemekti asıl, hiç şahit olmamaktı, benimle gelen ölüme. Hep başkalarının aktörü olduğu bir masal, bir hikayeydi çünkü ölüm, şimdi canımıza değen oyuncusu biz olan bir öykü oluşuydu. İşte buydu tek gerçek, tek mesele. Alışamadığımız bu işte.
Depreme alışmak, değil midir ki ölmeye alışmak. Yazgı olan ölmektir, depremle ölmek değil ya alışmak niye. Yaşarken alışamam ki ölmeye. Sanırım ölümü yaratana alışmalıyız asıl, ölmemek için ölüme. Ölmeye alışmak! işte depremle gelen, yaşadığımız tek gerçek cümle.

Meryem Beyazal
Kayıt Tarihi : 25.10.2011 23:47:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Her Depremde Yeniden Yaşadığım Marmara Depremi

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Mónica Gül
    Mónica Gül

    Ölmeye Alışmak
    Her şey sıradandı… Her şey önceden olduğu gibi …Güneş batmış, gölgeler uzamış, ağaçlar gecenin içine çekilmişti…Umutlar inşâ edilmişti yine yarınlar üstüne. Hayaller doğacak günle tüllenivermişti de, çalışacaktık, gezmeye gidecektik, yolculuğa çıkacaktık, alışveriş yapacaktık, gün döğüverince üzerimize. Dostlar ağırlayacak, dostlar uğurlayacaktık belki de. Belki de yeni kararlar alacaktık hayatımızda farklı yaşamak, güzel yaşamak adına. Ama her şey yaşamak adınaydı yine. Yorgun bedenlerimiz yaslanıverdi yatağımızın mihriban ağuşuna önceden olduğu gibi hep. Kimi uyuyor, kimi uyumak üzre. Kimi rüyaların büyülü dünyasında, dünle yarın arasında gidip gelmekde. Karanlığa inandık, geceye inandık, sırrımızı emanet ettik yarına gidinceyedek, önceden olduğu gibi hep.
    Ama önceden olmadığı gibi olan bir şeyler vardı. Gece ve toprak bambaşka bir sırrı bölüşüyorlardı. Sıra dışı bir sessizliğe bürünmüştü her şey. Gökyüzü çaresiz bir kızıllıkta inliyordu. Mahzun bir alaca karanlık gecenin orta yerinde. Gecenin orta yerinde bambaşka bir hikaye gelişmekte idi oysa, önceden olmadığı gibi.
    Uyunıverdik birden bire önceden olmadığı gibi. Uyandık karanlığa, uyandık ölüme. Bunu hiç düşünmemiştik birkaç saat öncesinedek. Korkunç bir gürültü, gözleri kör eden ışık, sağır eden bir uğultu. Sonrası…. Sonrası… Kıyamet mi Yarab! Her şey çığlık çığlığaydı, Her şey ölüyordu. Yıldızlar kayıyor, köpekler bağırıyor, sirenler boşalıyordu. Korku, dehşet ve çaresizlik. Her şeyde can havli. Her şey yok oluyordu.
    “kardeşim! Kardeşim! ”
    Can havliyle bağırdım bende. Yatağımdan fırladım. Fırladım ama karşı duvar üstüme geliyordu. Başım dönüyor, Her şey dönüyor. Kapıyı bulamıyordum.
    Kardeşimmm !
    Acaba akşamdan bıraktığım yerde bulabilecek miydim kardeşimi? Önceki gecelerde olduğu gibi sabahlara kadar çalışarak uykusuz ulaşmak için sabaha, oturduğu masa başında. Ya da beni bulabilecek miydi kardeşim, hiç olmadığı kadar derinleşen, kararan, yabanileşen ve uzadıkça uzayan aramızdaki o tanıdık, bir kapı boşluğu aralıkta? Hiçbir zaman biriminin ölçemediği o kısacık ana neler sığdırmıyorum ki şimdi. Doktor olacaktı kardeşim. İnsanlara yardım edecekti en zayıf anlarında. Acaba şimdi doktora ulaşacak kadar sansımız olacak mıydı? Ya da doktor olacağı günü yaşayacak kadar vaktimiz? Yoksa Her şey birkaç saniye içinde uçup gidecek mi bizimle, enkaz olacak mı hülyalarımız da nice nice hülyalarla beraber?
    Sokağa koştuk bizde. Bütün İstanbul saf tutmuş, hizaya girmiş, bir anda sokağa boşalıvermişti. Hangi güç ve hangi korku bu denli bütünleyici ve itaat ettirici olabilirdi ki. Bu denli boyun eğdirici, bu denli iki büklüm edici, gecenin orta yerinde?
    Gece karanlık, gece dehşet. Toprak ise üstündekileri yutuyor, içindekileri dışarı boşaltıyordu. Öfkeydi boşalttığı, ölümdü. Unuttuğumuz ayrıntılardı. Acizliğimiz, çaresizliğimiz ve Allah’tan gayrı yarı olmayışın kimsesizliği idi. Binalarımızı inşa ederken altında unuttuğumuz kulluğumuz. Villalarımızın dünyadaki cennet köşelerinde düşürüp kaybettiğimiz cüziyetimizdi. Bir bir suratımıza çarpıyordu şimdi. Teni vardı bu ölümün dokunabiliyorduk. Vücudu olan bir korkuydu deprem! Öncesi ve sonrası olmayan bu korkunun coğrafyası ve iklimi de yoktu. Var olmak ya da ölmek arasında küçücük bir ayrıntı ve bu ayrıntıda yitip gitmek, bir şeysizliğe bürünmekti çaresizce. Dünle yarın arasında korkunç bir uçurum. Bir anda toz toprak olan ben, sen ötekisi, bütün varlığımız. Bizimle tükenen bütün dünya.
    Kardeşimle birbirimize sarılıp kıvrıldık sokağın bir köşesine. Kayan yıldızları dinliyorduk. Hepsi ardında tükenmiş bir hikaye götürüyordu kanayan rengiyle beraber. Kimi çocuk, kimi ter u taze genç. Kimi olgun kimi yaşlı. Kiminin başlangıç bölümü var, kiminin serim, ama hepsinin sonuç bölümü aynıydı. Ölüm. Şimdi ne kolay ne zor ölüm. Daraldığımızda kendisine sığındığımız ölüm meğer ne korkunçmuş. Her an bir ayağıma takılabilecek o çelme hiçbir zaman bu denli acı bir nature ile görünmemişti. Yaratılmış olmanın faniliği bu denli umumi gelmişti. Hiç böyle gelmemişti apansız canımıza değerek. Böyle acıtmamıştı, yüreğimizi avuçlarımızın içinde telef ederek.
    Şimdi ne diyebiliriz ki bulduğumuz acizliğimiz, suratımıza akseden fakirliğimiz karşısında. Kulluğumuzu bizden koparılan uzuvlar gibi geri elimize almaktan başka? Yer öfkeli, gök öfkeli. Suçlu insan. Yani biz. Bunun için dualar kelimelerde çıldırıyordu şimdi. Herkes avuçları dibine çöküp insiyakıyla göğe tırmanıyordu.
    “Allah’ım ! ”
    Kimisi gözyaşlarına yüklüyor duasını, kimisi zangır zangır titreyen bedenine. Radyodan programcının titreyen, boğulan yer yer kopan sesi de bunu söylüyor.
    “Allahım ! İstanbul karanlığa gömüldü. İstanbul için dua edin.”
    Yarım saat boyunca değişmeyen sözcükler içinde dönüp duran yakarışlar. Dua, dua, dua. Feryatlar, çığlıklar, beklentiler. El değmemiş sözcüklerle, el değmemiş inanışla açılan avuçlar. Kimisi çaresizliğini sitem ediyor Allah’a, kimisi Allah’tan sitem ediyor. Hepsi iç içe geçmiş, birini diğerinden ayırmak ne mümkün. Ne mümkün bunca mütekellime rağmen beklentilerin yalnızlığında çıldırmamak.
    Kimse güneşi görmek istemiyor bugün. Kimbilir hangi acının resmini ısıtacak yüreğimizde. Hangi yaranın cerahatini kaynatacak. Hangi varlığımızın dayanılmaz yokluğuyla sarsacak bizi? Hangi sevdiğimizi, hangi sevgilimizi bağrımızdan söküp çıkaracak? Hangi acının veznini getirecek bize?
    “Yarab ! hangi aralığa girip gizlenebiliriz, hangi dehliz derununa kabul eder ki, görmemek için bizi? ”
    Gece ansızın eşiğimize derin acılar bırakıp gitti. Acizliğimizle yüzyüze geldik birden bire. Uyuduğumuz ve uyanamadığımız binlerce yıllık rüyadan sürgün, bütün karşıt yanlarımızla burun burunayız şimdi. Hiçbir acı böylesi kolay ve kısa sürede hissedilmemişti. Ölümü şimdiye kadar biliyorduk, ama şimdi duyumsayabiliyoruz artık. İçimizi dolduran bu acı kudretin evrensel ifadesi gibiydi. Kulluğumuzu öğretiyordu bize yeni baştan.
    Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. Artık hiçbir gün dün gibi uyanmayacağız. Köklerimiz koparılmış yarınsız ağaçlar gibi dünde kaldı. Geleceğe hangi yüzle bakarız ki artık. Duvarlar yok oldu, sınırlar yok oldu. Sokaklar hiç olmamış gibiydi. Toprak eşya kaydından kurtulmak, dünya kabuksuz algılanmak istiyordu. Bütün hatalı çizimlerden, kibrit çöpü binaların mimari kaidelerinden soyunmak istiyordu. Deprem yansıtıcısında izliyor kendini şimdi insan.
    Nerede kaldı inandıklarımız? Silip süpürdü bizi. Zayıf vücudumuz ve isyankar ruhlarımız dibine nasıl da yığılıp kaldık. Nasıl da titredik, titreyen dünya ile beraber. Yaşam intihar etti adeta yaşayanlarla beraber.
    Dünyanın basit güzergahında mutluluk akıntısına giden bizler, kendi küçük varlığını aşarak, yaşamın kendisi sanan bizler, kendimizin hem kurbanı hem kölesi olan bizler, ne şefkatimiz şefkat ne dostluğumuz dostluk olan bizler, ölüme hep masal gibi inanan bizler. Şimdi usumunuz bütün dokularıyla hissedebiliyoruz o kaçınılmaz sonu. Dünya diye bir sevdaya düşmüştük. Bizim göremediğimiz ama kedi ve köpeklerin anlayabildikleri bir ateş üzerinde dans edercesine yürüyormuşuz meğer, zalim ve hoyratça.
    Kimi hüsnüne mağrur bir edayla, kimi hüznüne mahkum bir Leyla. Kimi efendi, kimi bende-i efendi. Kimi göğü avuçlarına almış, kimi avuçlarına göğü. Kiminin ayağında rugan potinler, kiminin tabanı delinmiş yırtık Trabzon lastiği. Kimi derviş, kimi meczûp hep birlikte, uyuduk ve uyanamadık şimdi olduğu gibi. Ölüm ne kadar gerçekse, biz o kadar rüyayız şimdi.
    Allah acaba akli kendi sonumuzu hazırlayalım diye mi verdi bize? Allah’ın geniş arzına sığamamışız ve her şeyi en iyi bilen ve gözeten Rabbin emanet ettiği akılla, Allah’ın sistemini inkar edercesine gidip faylar üzerine kurmuşuz hülyalarımızı. Şimdi içimizdeki deniz yürüdü gitti. Ufkumuzdaki gök parçalanıp döküldü gözlerimizin önünde. Hani nerde mal mülk, hani nerde taptıklarımız, tapıdıklarımız? Ne kadar büyüttü isek gözümüzde, o kadar küçüktük şimdi gözleri önünde. Zengin uyuduk, yoksul uyandık. Patron uyuduk, muhtaç uyandık. Villalara sığamayan gururumuz, çadırlara sığındı. Hiçbir nazarın merhametini celbedemeyen gözlerimiz nasıl da silindi gitti, nasıl da çukura indi birden bire.
    Şu dolap, şu meşin koltuk. Şu kristal avize. Bir zamanlar bakmaya kıyamadığımız şu gümüşlük. Şu masa, şu sehpa. Umutlarımızı güllere döküp içini doldurduğunuz şu vazo hepsi birer ecel oldu şimdi. Her gün büyüklüğümüzün bin bir şeklini seyrettiğimiz şu ayna hiç bu günki kadar küçük göstermemişti bizi. Benliğimizi ve uzuvlarımızı hiç bu kadar eksik seyrettirmemişti bize. Bu denli silik, bu denli görünmez olmamıştık, karşımıza geçip de aynada seyrettiğimizde kendimizi. Oysa yok gibiyiz şimdi.
    Bilime inanmıştık. Allah’a inanır gibi. Tekniğe inanmıştık. Dahası bizi diğerlerinden ayıran aklımıza inanmıştık. Ama bilimi bilimselleştirmeden, cehaletimizle bütünleyerek. Doğal afetlerden en çok zarar gören yine biz olduk böylece. Akıl sahibi olmayıp telef olanlar da oldu elbet ama onlar da akıl elinde olanlar oldu. Bilime inanmıştık ölümü öldürmekmişçesine. Ama daha afetin nasıllığını getiremedi bize. Getiremeyecek de böyle inandığımız sürece. Bilim yok etmek, yok saymak değil ki tevekkül ederek kendine, keşfetmek, tedbir ve temkin değil mi neticede? Teknik, afetin diğer bir yüzüydü. Ne kadar öldüysek o kadar suçlu. Değil mi ki beton yığınlar altında ölmekti deprem. Teknik bize ölümün çoğulluğunu getirdi. Bir kişinin yazgısıydı belki depremde ölmek. Ama teknik on kişinin yazgısında ölüm oldu.
    Şimdi soruyoruz inandığımız bilime, tekniğe. Ne yapmalıyız ölmemek için körü körüne.
    “Depremle yaşamaya alışmalıyız, deprem var güneşi görürcesine.”
    Bir aksi seda, bir eko bilimden bize, ses veriyor sesimize. Bunu bilimden önce bilimi bilmeyenler de biliyor. Peki ya akıl nerede? Kurulmak mı gerek alışmak için depreme fay hatları üzerine? Yoksa bilimle arzı keşfedip en uygun yerleşim yerleri inşa etmek mi kendimize? Nasıl alışabilirim, sırtımda taşıdığım onca izinsiz, ruhsatsız, her an devrilecek, bozuk malzeme ile yükselen bina katlarıyla? Ne müteahhidimi güveniyorum, ne mühendisime. Ne de ondan sonrakilere. Ne… ne… ne…. sonsuza kadar güvenememe.
    Ölümü biliyoruz haktır. Hak olmayan ise insan ve akıl olarak kendi ellerimle hazırlanmak ölüme. Sanırım bu da değil belki korkum, bu da bahane. Ölümü düşünmemekti asıl, hiç şahit olmamaktı, benimle gelen ölüme. Hep başkalarının aktörü olduğu bir masal, bir hikayeydi çünkü ölüm, şimdi canımıza değen oyuncusu biz olan bir öykü oluşuydu. İşte buydu tek gerçek, tek mesele. Alışamadığımız bu işte.
    Depreme alışmak, değil midir ki ölmeye alışmak. Yazgı olan ölmektir, depremle ölmek değil ya alışmak niye. Yaşarken alışamam ki ölmeye. Sanırım ölümü yaratana alışmalıyız asıl, ölmemek için ölüme. Ölmeye alışmak! işte depremle gelen, yaşadığımız tek gerçek cümle.
    Meryem Beyazal
    ........................
    Sevgili Meryem hanım, tebrikler; ..mükemmel!.

    Cevap Yaz
  • Necla Özkan
    Necla Özkan

    çok çok içtendi tebrikler

    Cevap Yaz
  • Salim Erben
    Salim Erben

    tebrik ederim harika okuyucu kaynagı iletişimi kalıcı bir eser

    Cevap Yaz
  • Yüksel Önaçan
    Yüksel Önaçan

    'Sanırım bu da değil belki korkum, bu da bahane. Ölümü düşünmemekti asıl, hiç şahit olmamaktı, benimle gelen ölüme. Hep başkalarının aktörü olduğu bir masal, bir hikayeydi çünkü ölüm, şimdi canımıza değen oyuncusu biz olan bir öykü oluşuydu.'

    Yaşattınız adeta.

    Paylaşım için teşekkürler, saygı öncelikli sevgiler.

    Cevap Yaz
  • Mustafa Gerez
    Mustafa Gerez

    çağdaş şiirin sevdalı yürek şairi .,Yaşamda acıların bazen tatlı yürek romanlarını bıraktığını tam bir sanatsal ruhla sunumunu altın sözlerle resimliyen şiirin sevdalı şairi yitirdilerin melek olsun bedenin şifa yüreğin sevgi neşe bulsun bay yorumcu)

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (8)

Meryem Beyazal