Mustafa CEYLAN
*
Asıl adı Lütfullah. Kaynaklarda Molla Lütfî, Sarı Lütfî, Mevlânâ Lütfî, Deli Lütfî adıyla anılır. Namaz konusunda yaptığı bir açıklamadan dolayı, 19 gün zindanda tutulur ve II. Bayezid’in onayıyla idam edilen şairlerimizden birisidir.
Babasının adı Kutbiddin Hasan olup Tokat’da doğmuştur.
Hızır Bey oğlu Sinan Dar’ül hadis müderrisliği, Padişah hocalığı yani Hace-i Sultani; Sahn Müderrisliği görevlerinde bulunur. 31 yaşında iken de Hoca Paşa ünvanı ile vezirlik rütbesi alır. Bizim Sarı Lütfî, Sinan Paşa ile Sahn-ı Seman Medresesinde karşılaşır ve bir daha ayrılmayacak şekilde ona bağlanır.
Kalbimi kırdın yüreğimi kor ettin.
Zulumkar oldun beni candan bezdirdin.
Ben seni sevdikce sen hep naz ettin.
Dost olamadık neden dostca biz ikimiz..
Aramadın bir kez olsun hatrım sormadın.
Devamını Oku
Zulumkar oldun beni candan bezdirdin.
Ben seni sevdikce sen hep naz ettin.
Dost olamadık neden dostca biz ikimiz..
Aramadın bir kez olsun hatrım sormadın.
Sayın çok değerli Mustafa Ceylan Hocam!
Bizlere şiir yolunda ışık tutarak yol gösteren değerli kaleminizi kutlarım. Birliğe ve dirliğe çağıran sesiniz hiçsusmasın. inşallah bu sesinizi duyar da bir vicdansız vicdana gelir. çocuklar da oyuna gelmekten kurtulur.
selam ve hürmetlerimle allah a emanet olunuz.
Konu başlığı aynı olsa da; değişken kahramanları ve bu kahramanları içinde karakteristik özellikler taşıyan çok özel karakterler ister istemez biz okurların da dikkatini çekmekte.
Kahramanımızın adı her ne kadar konu başlığında 'Sarı Lütfi' diye geçse de ; taşıdığı karakteristik özellikler kadar, benliğinin derinliğindeki bilgelik, dürüstlük gibi insani değerlerin erdemiyle bezeli maneviyâtının delilik mertebesindeki sıfatları da buna koşut renklerde elbette.
Gelelim konumuza...
Yine tarih, yine Saray, Padişah ve Şûrekâsı, yine gammazlama, entrika, yalan, talan, şu bu...
İyi olanın, doğru olanın, çoğaltanın, başaranın, güzelleştirenin, paylaşanın, paylaştıranın önünün kesilmesi! İllâ ki suyun dosdoğru akan yönü kesilecek, bulandırılacak ve akağı kurutularak asıl zarar o sudan faydalanan masumlara (topluma) ve doğaya verilecek!
Günümüze de böyle gelinmedi mi? Tıpkı şimdi olduğu gibi...
Her çağda, her devirde analar mutlaka ki bir Sarı Lütfi doğurmuştur...Ve her Sarı Lütfi, yine mutlaka ki nice sıfatsız ya da içi boşaltılmış sıfatlı(!) Lütfi' lerce, bir şekilde yok edilmiştirler!
İnsan doğasında vardır kıskançlık, hırs, ihtiras, haset, fesat, ispiyonculuk, dedikodu, atalet, çalıp çırpmak, yan gelip yatmak, üretmeden tüketmek, pohpohlanma isteği, tatminsiz ego, şişkin ego, kompleks, marazi derecede kompleks vs.
Elbette bunları yok sayamayız, bunlar var diye de hayattan, mücadeleden vaz geçemeyiz. Gerçek anlamda yaşam da budur; bunlarla mücedele ederek hayatı sevebilmek, üstesinden gelebilmek; dürüst, net, aydınlık ve düzgün insancıl ışıltımızla. Zor ama bir o kadar da insanın kendi iradÎ gücüyle olabilen gerçektir bu.
Şimdi, - belki de hayâlinde bile göremeyeceği yerlere gelerek- kendi emeğiyle, çabasıyla kendi derinliğini yaratan bilge insan Sarı Lütfi, Herşeyden önce FARKINDALIKLI ve HAZIMLI bir insanoğlu İNSAN! Bir insanı öncelikle içinden (ruhundan) dışına ( tensel) çevresine doğru çevreleyen ve onu özellikli kılan önemli bir olgudur farkındalık ve hazımlılık. Kişinin özgüveniyle birlikte tinsel erincini en yüksek noktaya taşıyarak doyuma ulaştırır. Ve o, yüksek sorumluluk bilinciyle, YARATAN' a ve kendisine karşı kendisini sorumlu tutarak; yaptığı her işte saygı ve sevgiyle bu kıstasa önem verir. Bu ölçüyle elbette ki adalet-Hak duygusunu pekiştirir.
Sanki Sarı Lütfi' ler kadar birbiriyle çelişkili Hızır Paşa' lar, II. Bayezid' ler, Yavuz Selim' ler yok olmadı mı içimizde; astıran, kestiren, boğduran, katleden...?
Ya da;
Yok mu Sarı Lütfi gibi, ekmeğini yediği yere bilgisiyle, görgüsüyle, çalışkanlığı ve engin derinliğiyle gelen...Ve hiç bir güç ve koşulda ihanet içinde olmayarak; başı dik , kendisini o makama lâyık görenleri hançerlemeyen! Ve daha da önemlisi; o' nun farkına varan diğer farkındalıklı bir şahsiyet olan SİNAN PAŞA gibilerin varlığı!
Demek ki; algılar, frekanslar aynı doğrultuda buluşunca, doğru insanların buluşması da mümkün olabiliyor. Bu durum olumlulukta da olumsuzlukta da geçerlidir. İyi iyiyi, kötü kötüyü; cahil cahili, aydın aydını; fesat fesadı, sevecen seveceni bulur muhakkak. İnsan aklı, insan mantığı, algı dediğimiz anlama ve anlatma (idrak) , muhakeme gücüyle farklı frekansları seçerek benzerler arasında bir bağ, bir akrabalık ilişkisi kurulmasına vesile olur. Böylece bir çok insan, bilerek bilmeyerek- deneme-yanılma yöntemiyle frekansların iletim gücüne ve rengine kapılır gider. Belki de bu idrak ya da el yordamıyla hayattaki duruşuna, toplumların yaşamlarına doğrudan ya da dolaylı yollardan etki ile devinim kazandırırlar. Belki de kapanmayan yaralar açar...
Hoca ve talebesine gelince...
Bugün beklentisiz, kendi emeğine, bilgisine dayanarak yürüyen ve o ışığın farkına varan gerçekçi, vicdanlı , kadirşinas kaç hoca ve talebesi kaldı ki? Birisi yuhalar, diğeri az önce farklı bir şey demişken yuhalardan aldığı cesaretle renk değiştirir, ya da;
Dün kendisini yetiştiren, öne çıkarıp eksiğini gediğini tamamlayan hocasına, kaç öğrenci kadirşinaslıkla, edebîyle saygısını, gerçek derinliğini, bilgeliğini gösterir? Yahut, kaç hoca öğrencisinin yükselişine alkış tutarak onu omuzlarında taşır gururla? Ah bu enaniyet duygusu yok mu, ah...
Sadece yazın dünyası değil, yaşamın her alanında insan denilen riyâ dolu canlı ne yazık ki madalyonu ters yüz edebiliyor. Sanırım doğanın yasası bu! Ya da, tanımın kolayı...
Çile...Bülbüle çektiren gülün hasreti...
Aç insanın fırından yükselen sıcak ekmek kokusuna duyduğu o tarifsiz his...
Evi barkı olmayanın taş zemini yorgan döşek belleyip de içine akıttığı ırmakları gurur yapışı...
Ana - babanın evlada, evladın o yuva sıcağına ve sevgilinin yâr döşüne duyduğu özlemin dayanılmaz sancısı...
Düşen şehitlerin, yanan ocakların, yetim yavruların feryatlarında saklı çığ sesi...
Bazen bir afet bazen bir feryat, bazen cinnet...Farkeder mi ki? Çile çiledir; üşüttüğü elleri don ağaç eder ya...
Maddîyat...
Evet, yaşam için kaçınılmaz, zorunlu bir gereksinme, bir araç. Ama asla AMAÇ değil! OLMAMALI da! Bugün bu gerçek böyle algılanmadığı, bile bile ipin ucu kaçırıldığı içindir ki, biz içini boşalttık maneviyâtın. Ve cahil, bağnaz, art niyetli bir takım insanlar bizim bıraktığımız yerden aldılar masum çocuklarımızın, insanlarımızın yüreğini avuçlarına; kararttılar...
Belki de geç kalınmadı, hâlâ vakit var!..
Maneviyât önemli bir bağ; çekirdekten meyveye, aileden topluma, toplumdan dünya düzenine doğrudan etki eden - önemsenip doğru işlendiğinde- bilgi ile harmanlandığında olumlu ve barışık bir yaşamın varlığına dayanak olan, aksi halde sürekli kaos ortamına neden olan çok önemli bir unsur, MANEVİYÂT!
Maneviyât, bütün olan bir DEĞERLER silsilesi. Tek başına elbette ki bir şey ifade etmeyeceği gibi, sadece ne din, ne edep, ne şu, ne bundan da etkilenmez. Ama elbette din çok önemli bir unsurdur. Maneviyâtın en büyük dayanağıdır DİN olgusu. Her kişi, sosyal birim / toplum, kendi gelenek görenek , inanç , kültür ve değer anlayışına göre yaşam tarzı geliştirir ve bunun gereğini yapar/ yapmalı da. Din, yani inanç; kişi ya da kişilerin, YARATAN yani ALLAH ile KULLARI arasında olan gönül bağıdır. Orada, o iki öge arasında gizli kalır. Vecibelerine gelince;
Kimi açıktan yapar ibadetini kimi gizliden...Kimi tamı tamına kimi yarım yamalak... Ama burada önemli olan kişi ya da kişilerin birbirlerine değil, Allah' a /Yaratan' a /Rabb' e karşı duyduğu o engin aşk, gönül bağı, karşılıksız ve gösterişsiz gizli sevgi ve tabii bunun hayattaki duruşuna yansıyışı, yani; kâmil insan veya insa-ı kâmil duruşu!
Aynen Sayın, Ceylan Hocamızın da dillendirdiği gibi; yat kalk, şuna görün buna görünmekle değil; kalb-i bir icâzetle ve O'na karşı duyulan sevgi çerçevesinde ki sorumlulukla olmalı ibadet.
Bu durum aklıma basit görünen ama bana göre son derece düşündürücü ve üzücü nice örneklerden birisini anımsattı:
Henüz emekli olmadığım dönemler...Biliyorsunuz, devlet kademelerinde sık sık yer değişikliği, memur değişikliği, mevki değişikliği olur. Bizde de sıkça olurdu böyle değişiklikler. Enteresan olan, her müdür değişikliğiyle birlikte Cuma' ya gidenlerin sayısı, adı, şekli şeması , makamı da değişirdi. Yanisi, hocanın dediği gibi; aslolan ibadet değil, ikbâl beklentisi. İbâdet yani din ise kullanılan bir araç burada! Yazık...Oysa Ankara' da olsun Antalya' da olsun; evimin bitişiğinde cami ve sabahın seherinden yatsıya değin ; nefis ezan sesi ile ruhumu dinlendiririm; bu yaşam telaşesinden yorgun düşen ruhumu da; yeniden doğarım bahar gibi, kimseler bilmez, bilmesi de gerekmez! O duyguyu ifade edebilmek çok zor. Yüreğim öyle dolu ki bu hasletlerle, daima... Ama, şeklen beceremedim gitti, o başka ; Allah affede!
Sûre'leri okurken, dûa ederken yüreğinden akıp gelen o eşsiz ırmak yok mu, o eşsiz ırmak! Bir duygu sağanağı ya da, say ki ; gülistanda renklerin dostluğu...
İşte bu bağdır din' i de, dostluğu da, arkadaşlığı da, sevgiyi de, iyiliği de, şefkati de, merhameti de, tevazuyla dolu barışık, hoşgörülü bir yaşamın kırk kapısını açan, bu bağdır; MANEVİYÂT bağı!
Sen istemezsen -tek başına karanlık bir odada da olsan- yine de çalmazsın bir tek otu bile...Sen istersen, bütün gözler üstünde iken de çalarsın dünya malını; ruhun kirli ve fesatsan...
Sanaldaki dostluklar belli bir noktadan sonra tabii ki gerçekteki kadar net ve doyurucu değil, olması da beklenemez.
Çalıp çırpmalar zaten başka bir kokuşmuşluk... İnsanlar yazılanları kopyalayıp çalıp çırptıkları kadar karakterlerde de kısıtlamalarda bulunup, kendilerini gizleyebiliyorlar. Hiç bir zaman bu kimlik gizliliğini anlamış değilim ya...
Lâtife yapmaya gelince...
Lâtife yapmak öncelikle samimiyetlik belirtisidir tabii. Dostlar arasında olur böyle şeyler çokça. Ancak, lâtifenin de bir dozu, bir dayanağı, vurgusu, ışıltısı olmalı sanat erbâbı için. Hele ki şair için! Şair bilge olmalı, kendine güvenmeli ve lâtifesiyle güldürürken düşündürmeli. İronik bir söylem de olsa o lâtife içinde; asla bayağılığa erişmemeli. Sarı Lütfi' nin lâtifesi ise bilgelik seviyesinde, gerçek bir lâtife ama, onu algılayanların algılama frekansları aynı yönde titreşim vermediğinden, o noktada maraz doğabiliyor!
En baba yiğitlerin (!) yiğit sayıldığı bu handa;
-kendi sığ, karanlık düşüncelerine kurban edecekleri nice masumun kanına girmekten; ve böylelerin kışkırtıcı tahriklerine gelecek kadar derinlikten yoksun, alıngan, duygularıyla aklın sığlığında kaybolanların kılıç darbeleriyle
HAK katında asıl ibâdetlerini gönül erinciyle gerçekleştirir GERÇEK YİĞİTLER. Asıl o zaman kavuşur gerçek aşk' ına, gerçek yaşamdaki dostlarına; dik duruşu ve insanlara gösterdiği hakkaniyet anlayışıyla. Son derece açık ve anlaşılır bir lâtifenin bir insan hayatına son vermesi anlaşılır gibi olmasa da; bunun, iyi bir eğitim almış üst düzey bir yönetici tarafından gerçekleştirilmiş olması asıl düşündürücü yanı.
Zındık!...
Bugünkü 'Madımak' olayını getirdi aklıma! Merhum Aziz Nesin' in konuşmasını tahrikkâr görüp gerekçelendiren bazı kesimler, orada kendince bir kültür ve görev anlayışıyla bulunan onca masum insanın yanışına çanak tutarak ortak olmuyor mu zındıkların yanlışına? Aynı şey değil mi?
Kişi vicdanı, toplum vicdanı rahat mı böylesi kundaklamalar karşısında? Her yerde ve şekilde çıkacaktır zındıklar karşımıza. Peki, bu gibi durumlarda; kendi akıl izânımız ve sorumluluklarımız, vicdanımız nerede kilitli ? Ya da; kilitli mi kalmalı, adil mi, akılâne mi davranmalı?
Ortaçağ'ı , Ortaçağ' ın ürküten karanlığını bitiren Avrupa' ya, çağdaşlığın ışıklı yollarını açan yegane şey;
Var olan, yolunda gitmeyen düzene ve bu düzenin başındakine ya da bir takım kişi ya da kurumlara BİAT etmekle değil; bireyin dolayısıyla toplumun refahı için, eşit ve özgür bir yaşama giden yolun, başkaldırıdan geçtiğini; inancın, kişilere kulluk etmek olmadığı, Kiliselerin devlet işinden uzak durması gerektiği gerçeğiyle bir aydınlanma süreci başlatıldı ve bunun ağır bedeliyle bugünkü AVRUPA kurum ve kurallarıyla yeniden oluşturularak kurumsallaştırıldı. Demokrasi bilinci de bu anlayışla kökleşti, ta en derinlere. Bu yüzden orada yasalar ve kurallar, hukuk ve özgürlük herkes için eşittir ve kimse kanundan üstün değildir. İnsan merkezli ve demokrasinin işletildiği bir yönetim anlayışı hüküm sürdüğünden insanlar ve halk kitleleri tepki gösterebiliyorlar hemen her konuda ama.
Bugün, kimse 'din elden gidiyor' diyerek adam öldürmüyor, asıp kesmiyor, cehaleti din maskesiyle afyon gibi kullanmıyor ve eğitimin ne kadar önemli olduğu gerçeğinin bilincinde.
,
Neden benim ülkem de kurum ve kurallarıyla kurumsallaşmasın bir çok şey? Neden? nüfusunun yüzde doksan dokuzu müslüman olan ülkemde hâla 'din elden gidiyor' naralarıyla insanlar birbirine düşürülsün, gammazlansın, mimlensin, kapıları işaretlensin, neden? Benim ülkemin başı kel mi, neyi eksik Avrupa' dan? Benim ülkem' de hak ve hukuk öncelikle verilmemiş miydi kadına, insana, çocuğa...?
Sarı Lütfi katledildi de kimin başı göğe erdi? Kime kaldı bu dünya? Sultan Süleyman' a kaldı mı ki...
Ah, zındıklık! Ah zındıklar ah...
Kaldı ki;
Zındıklıkla suçlanarak yargılanan ve suçsuzluğuna rağmen mahkemede kul eliyle yapılan adaletin şaşan terazisinde aşağı düşerek Hakk' a kavuşan;
Aslında ise hasetlerin hedef tahtasında avlanan bilge Molla Sarı Lütfi' nin söylediği söz;
Dini, maneviyâtı yücelten, ibâdeti gerçek anlamda gönlüyle ve HAK için yapan kişinin ruhen mest halinde olduğunda etrafında olan biteni görüp duymayacağı, hissetmeyeceği (mecâzi anlamda) gerçeği, dolayısıyla;
Hz. Ali' nin de böyle bir ibâdet anında (mest halinde) sırtındaki ok temreni çıkarılarak, duyabileceği acıyı hissetmesine mani olunduğu; (kendinden geçişle) bu ruh haliyle O' nun tensel acıyı duymasının engellendiği örneğiyle aslında dini, maneviyâtı, inancı, ibâdeti ne kadar yüceltmiş olmakta! Olmakta ammaaa...! Ah zındıklık ahh!.
Yani, bu kadar güzel, anlamlı, dini yücelten, kat be kat değer katan bir söylemi canıyla ödeten anlayışa ve o anlayışı onaylayan şurekâya da ancak ' yazık!...' denilir.
Neyse...
Yine hoca muhteşem bir seri ile yepyeni ivme kazandırmış bu emek dolu çalışmasına. Hele şu şiir yok mu şiir! 'Son Söz Bizden Olsun:' derken, heyeceanla bekler oldum altında nakışlanan dizelerin içeriğini! 'NİYE?'
Sahi, niye diye sormayın bana! Yanıtlar, tarihin okumanızı bekleyen sayfaları!
Yanıtlar, bin bir çile ve emekle işlenmiş dizelerin mısra araları, sizi beklerken;
Siz de uzatın başınız pencerenizden dışarı, ey insan, ey canlarım! Şaşırtın okuyarak, sorarak, sorgulayarak, düşünerek, düşündürerek; uyandırın tarihi ; hak etmediği o tozlu raflarından! Daha ne kadar uyuyacak ya da uyutulacak?...
Türküler dizin Arguvan' dan, Barak' tan yarınlara rengarenk, dizin, şarkıları Itri' den, hatta Gazel, Nihavend...
Sarsın coşkulu sesler; yaban gülü olmasın duvar dipleri beyim! Daha dün değil miydi beşikteki o güller...Ne çabuk kopardı ki hoyrat eller, kim dinler?
Çocuk ağızlarında karanfilli sakızlar bir başka güzel kokar; sevgi baloncukları doldukça içlerine ; boom bom bom! Yalancıktan kim ölmüş? Ölüm korkusu nedir, bilmez saf çocuklar; taşı nasıl atar ki? Nasıl kıyar bir cana? Vardır elbet bir kursak, onları da atan kör kuyuya...
Ah gece! Sen ziftini her şeye bulaştırdın yetmedi de , çocuklar mı kaldı? Ne istedin o masum körpeciklerden? Onlar ki, farkında bile değiller! Onlar, süt ister, simit ister...Onlar gökkuşağı çizmek, kuzuları...Ve renkli camdaki hâyâl dünyasına ulaşabilmeyi...
Türk, Kürt, Çerkez veya başka bir köken, ne farkeder ki? Ne anlar o masumlar? Hepsini doğuran ana değil mi; bağrı yanık...! Ve her ana korkar balasını kurda kuşa yem etmekten! Titrer üstüne titrer de... Ahh....
Ağlamasın analar, ağlamasın çocuklar...
Defne dallarında kanatlanan güvercinlere su verin şadırvanlardan! Su verin ki; Allah' ın bereketi su verenlerin yüreğinde yeşersin bir kez daha; düşmesin şehitler, sönmesin ocaklar, yetim kalmasın evlatlar, kin ve öfke kıvılcımları su taşımasın kötünün körüğüne!
Binlerce medeniyete beşiklik etmiş bu canım ülkem, çocuk elleriyle barışı yoğursun, kıvama getirsin. Ve doyursun varoşların ve köylerin ve kentlerin büzüşmüş yorgun midelerini, dimağlarını ...Yalan yanlış yollardan toplasın çocukları; yine sevgiyle ıslık çalan, kalem tutan minik ellerin şahlanışıyla! O eller artık kalem tutsun, gözler kitap görsün! Böyle silinsin eşkiya dağlardan, böyle indirilsin...
Ve şiirleriyle ölen şehirlerim Gazi Antep' im, Kahraman Maraş' ım, Şanlı Urfa' m, İzmir' im...Efe'lerin efesi Aydın' ım, Manisa' m, ey heybetli Samsun' um; ışığınla ışıl ışılım! Amasya' ya' dan Erzurum' a, Ankara' dan Akdeniz' e, Anadolu' m; seslenmeli!
Birliğin ve kardeşliğin destanı; silahların gölgesinde kutlanan baharları çirkin emellerine alet edenlerin zifiri karasıyla, kurşun yarasıyla yazılmamalı! Bilgiyle... Kurşun kalem ve bir silgi darbesiyle...
İşte Tokatlı Sarı Lütfi gibiler olmalı ki dünya da barış gelişsin, ayrılıkçı düşünceler kalksın, öteki-ötekileştirilme saçmalıkları ağızlara alınmasın ve bütün çocuklar taşla silahla değil, oyuncaklarıyla oynasınlar, kalem alıp resim yapsınlar, şarkı söylesinler. Ve eğitimle sağlıklı bir nesil yetişsin; kimsenin yağı yağdanlığı olmaksızın rafine bir duruşla Hakk' tan, haklıdan yana olsunlar; net, özü sözü bir er kişi...
Bu çocuklar;
Başka kurtarıcılar bekleyerek değil; kendi kendilerinin ATATÜRK' ü olarak kurtarabilirler her bir çocuğun çalınmış yarınını ve ancak bu şekilde bozabilirler çocukların, kardeşlerin sırtından kan içerek / içirerek semizlenen sırtlanların oyunlarını...
Offf...!
Hocam, gerek yazı içeriği gerekse şiir o kadar muhteşem o kadar etkileyiciydi ki...Yorum ne demek! Sadece bir ucundan tutunmaya çalıştım kıyınızın...
Düşündürücü bu muazzam olduğu kadar güçlü kaleminize saygı ve dostlukla...
Bu şiir ile ilgili 2 tane yorum bulunmakta