Kendini, ruhunu, benliğini, hayata dair beklentilerini, hayattan aldıklarını ve hayata katabildiklerini sorguluyordu bu kez...En çok da hayattan yansıyanları ve hayata yansıtabildiklerini...Üç başlıkla özetleniyordu tüm bunlar...O üç başlığın engin anlamlar denizinde kavramlaşıyorlardı özünde...Okuma...Yazma...Konuşma....
Okuma...Hayata dair ne varsa okuma...Bazen kitap sayfalarında, bazen insanların yüzlerinde, bazense doğaya özgü her güzellikte...Taşta, toprakta, suda...Tüm canlı ve cansız varlıklarda...Yansıyan herşeyde...Yansıyışı okuma...Bazen gözle, bazen zihinle, bazense yürekle okuma...Aslında hepsiyle okuma...Çünkü hissetme, benliğine taşıma...Kendinde kılma, zamanla özümseyip kendi kılma...Okuma, onun hayatının ve benliğinin temelini oluşturuyordu, sonrasında yazma ve konuşma olarak çıktısını alacağı verileri oluyordu hayattan aldığı...Ona yansıyanlar oluyordu sonrasında yansıtacağı...
Yazma ile konuşma...Keşmekeşinde kayboldukları...Kararsızlığın amansız sürüncemesinde yitip gittiği...Sözler ve sözcükler arasında sıkışıp kaldığı...Diliyle ellerinin ezeli savaşı...Okuyup özümsediklerini dışarıya yansıtışındaki birbiriyle bir bütün ama bir o kadar da uzak iki kavram...İç içe ama kopuk...Birbirinin devamı ama önceliklerinde belirsizlik taşıyan...
Peki niyeydi bu keşmekeş? Niyeydi bu amansız sürünceme? Bu ezeli savaş ne zaman, nasıl ve en önemlisi niye başlamıştı? Sözlerin yerini niye sözcükler almıştı? Neydi içindeki sesle dışarı yansıyan sesin arasındaki farklılık? Sorgulamaları apansız ve amansız başlamıştı yine...Bir o kadar da acımasız...Benliğinin yorulduğunu hissetti...Belki de alacağı olası olumsuz cevaplardan doğan korkuları sarıyordu, yoruyordu benliğini...Yada kendini arayışında keşfedeceği yeni ‘ben’lerin heyecanıyla sarsılıyordu benliği...
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,