Yavaş yavaş havaların ısındığı günlerdeyiz. Mart kapıdan baktırdı, sonra Nisan gülümsedi doğada yavaşça. 11 Haziran'da OKS sınavına girecek sekizinci sınıf öğrencileri için ise hava, mevsim normallerinin üstünde bir sıcaklık artışı gösteriyor sınav günü yaklaştıkça. Tam da ergenlik dönemleri ile kol kola yaşanan bu sınav stresi, her bir öğrencide fazladan bir sivilce, gerekli gereksiz çarpılan bir kapı, ebeveynlerin sürekli kendini yineleyen tembih cümleleri kılığında ortaya çıkabiliyor. Bu çocuklar günün yarısını okulda, yarısını dershanede geçirirken ne kadar destek görüyorlar çevrelerinden? Büyükleri ne kadar anlayışlı onlara karşı? Onların yaşamlarında oldukça etkin olan okuldaki ve dershanedeki öğretmenleri ne kadar destek, ne kadar köstek noktasındalar?
Bunları düşünmemin zeminini, oğlumla ilgili olarak okulunda katıldığım veli toplantısı izlenimleri oluşturdu. Okul öğretmenlerinin, dershane öğretmenleri karşısında kendi atıllıklarını neredeyse hiç bir sakınca görmeden dile getirmeleri şaşırttı beni. O öğretmenlere, onları kendilerine rakip gören yerden baktıkları için takındıkları tutumlar... Öğrenciye biz nasıl yardımcı oluruz noktasını çoktan aşmış kimlik savaşları...Ve bu savaşta peşinen kaybetmişlik kabulünün ya miskinliği, ya öfkesi ya da öğrenciye ceza mekanizması şeklinde işletilen üstünlük tavırları... Gülsem mi ağlasam mı bilemedim, tanık olduklarım karşısında.
Çözümsüzlükler
Tarihi bir gün önceden bildirildiği için pek çok veli toplantıya katılamamış, öğretmenler de belli ki son anda haberdar olup lütfen gelmişlerdi. Bir öğretmen, 'Artık çocuklarınızı dershaneye göndermeyin' gibi bir öneri ile geldi. Ancak bunu sınava tepkisellik olarak bile değil, kendi dersine gösterilen ilgisizliğe bulduğu çözüm olarak öneriyordu. Biraz sonra gelen diğer öğretmenin söylediklerinden ise şu anlaşılıyordu. Belli ki dershanedeki öğretmen konuları daha iyi anlatıyordu ve öğrenciler okuldaki öğretmenlerine biz bu konuyu dershanede gördük ya da haftaya göreceğiz diyerek anlatmamasını rica ediyorlardı. O da, niye ben daha kapsamlı ve öğrenciye hitap eden bir anlatma şekli gerçekleştiremiyorum diye kendisini sorgulamaktansa, tatil anılarını anlatmakta bulmuştu çözümü. Bir diğeri, ceza olarak zorlu sınav soruları hazırlamıştı. Ve öğrencilerin sınavdan başarısız notlar almalarını (özgüvenlerinin yitimi pahasına) kendi kişisel zaferi olarak görüyordu.
Tüm yollar sınava
Başka öğretmenleri dinleyecek takatim kalmamıştı. Kaldı ki sorun, iyi öğretmen kötü öğretmen konusu ile çözülebilecek gibi değil. Görünen tablo şu: Bu çocuklar her gün yollarda, test kitapları tepesinde savruluyorlar. Birkaç saat içinde başlayıp bitecek bir sınava endekslenmiş tüm gelecekleri. Ebeveynler, sanki bu sınavı kazanıp kazanamamak çocukların yaşamının sonuymuş gibi davranarak çocuklar için tüm yolları Roma'ya vardırıyorlar. Geçen senelerin okul puanlarını ezber etmiş, sürekli onları konuşuyorlar. 'Başaramayan çocuklara ne oluyor, nasıl bir halin içine düşüyorlar? ' sorusu kimsenin aklından geçmiyor bu safhada. Dershaneler en uygun şekilde reklam yapmanın, dolayısıyla bu işi olabildiğince çok paraya çevirmenin derdinde. Günde en az 150-200 adet soru çözmeye zorluyorlar öğrenciyi. Ki, isteneni başarmak için bunu yapmaktan başka çare de yok. Okuldaki öğretmenlerin bazıları, velilerle el ele verip çocukların yaşamlarını kolaylaştırma, bugünleri en az hasarla atlatmaları adına nasıl ve ne yapabiliriz diyecekleri yerde bir tür rekabet duygusunun çocuklar üzerinden tatmini peşindeler. Ya da iyi niyetli bile olsalar öğrenci için yapabilecekleri bir şey olmadığını düşünüyorlar. Bunun yaşamın bütünü içinde belli bir kesit olduğunun, ama öte yandan öğrencilerin seçecekleri meslekler kadar kimliklerinin gelişiminde de ne derece önemli bir süreç olduğunun kimse farkında değil.
Dökülen saçlar
Peki bu durumda çocukların cephesi nasıl? Velilerle toplantı sonrası konuşmalarımdan öğrendim ki, sınav girdabına girmiş çocuklardan birinin saçı dökülmeye başlamış. Bir tanesinin sabah altılara kadar ders çalışmaktan uyku düzeni tamamen bozulmuş. Biri yolda dalgın bir halde yürürken düşmüş ve kolunu kırmış. Başka biri, annesi günde 500 tane soru çözmeye zorladığı için sinir küpü olmuş. Bu girdaba bu kadar yoğun girmeyenler ise zaten üstünden geçmeyi başaramayacakları bir setle karşı karşıya olduklarını düşünüyorlar. Ya için için tamamen boş vermiş durumdalar ya da günlerini öyle böyle geçiriyorlar. Ancak değişmeyen şu ki, sonuçta onlar da gönüllü ya da gönülsüz olarak okul ile dershane arasında mekik dokuyor. Bu bakış açısıyla kendilerine karşı oluşturacakları güven duygusu daha bu safhada yıkılmış durumda. Ve elbette çabada noksan davransalar da, onlar için de aynı cendere, kıskacını açmış aynı açıyla bekliyor.
Yazık, bu çocuklar bizim. Edindikleri bilgi ile de, geçirdikleri psikolojik evrelerin ileriki yaşamlarına etkisi ile de geleceğimiz olacaklar. Ve yaşanan senaryolar böyleyse, bir yerlerde terslik var. Hani meşhur bir Karadeniz fıkrası vardır. Trafikte ters yönden yola giren Temel, radyodan duyduğu 'Trafikte ters bir araç var' anonsu üzerine 'Hangi biri, hangi biri' der. Bu fıkrayı ben tersine çevireceğim. İzlediğimiz bu sahnede Temel figürü yerine 'ergen çocuk' figürünü geçiriyorum. Ve bu çocuk, sınırları çizili bir yola gir-di-ril-miş durumda. Her şey onun üstüne üstüne geliyor. Ve şimdi hayretle soruyor: 'Hangi biri, hangi biri! '
Elbette ki, tek başına hiçbiri değil. Çocukluk ve ilk gençlik dönemi, sağlıklı insan gelişimi düşünüldüğünde dansla, müzikle, özgün yaratıyla, sanatla, merakların giderileceği sonsuz deney imkanları ile dolu geçmelidir. Çocuklarımız, daha altıncı sınıfın başından başlayarak kendilerini bir yarışın içinde buluyorlarsa, yapılması gereken en önemli şey; elbette yol ters olarak inşa edildiğinde o yolda mecburen belirecek araçlardan önce yolun kendisinin sorgulanmasıdır.
Aynur Uluç
28-05-2006 / Radikal İki
Aynur UluçKayıt Tarihi : 2.5.2006 11:17:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.