(parçalanan kana dönmüş denizi; şimdi hangi ressam, hangi tuvale düşürebilir! ../ kararmış kanın rengi ve varlığın kutsi feri yerine, gözbebeklerine sinen lâin barut kokusunu / hangi paradoksal öfke, hangi başıbozuk ayaklanması düşürebilir tarihin onmaz mitolojisine. / kâr etmez artık yüzdürsen de, çatalağızlara sakladığın gemileri/ ve tutuştursan kendi çocuklarını yutan bednam denizleri. / kâr etmez / ki geçmektedir zaman, adını verdiği soykütükçü şövalenin gölgesinde. / artık nafiledir, altın çağ ve yitirilmiş cennet söylencesiyle muştulanan şarap / ve / zer-î sikke ve de pul / unutma ki, gem vurulmuş kutsal dehşetin çatışkısında / kan; / kanla yıkanır Oğul! ..)
-I-
gökyüzünün buzakesmiş mavisinden çaldık sana yazdıklarımızı
bir ertelenmiş çağrı mevsiminde
aşıp bütün kazuistik hudutları
ölülerin badas renginden getirdik solgun beyazı.
bilirdik;
teslim edilen hiçbir örtü getiremeyecekti barışı.
ve ilk yangın,
kaderci şimşeklerle vicahen
tutuşturacaktı
yaraları dağlayan arabulucu yağmurları.
-II-
güçlü ile zayıfın savaşı değildi bu...
ey yazıcılar, sorgucular!
ey birbirinin varlık sebebi softalar,
münker, nekir ve kiramen kâtibin melekleri,
ve tarihin rahlesinde günahın risalesini tutanlar,
bu “iyi ile kötü”nün savaşıydı.
artık bırakmayacaktı yerini fatalist yakarışlara,
içimizde çelik ışıltısıyla duran erdem
aynacıların zor zamanlarda dayattığı
kar fırtınalarının ayağının turabında.
ve ilk aynaz yok edecekti,
dişlerinden kan sızan delibaltayı...
-III-
uğradığımız her yitik şehirde seni tükettik
gecenin özgeci elleriydi koynumuzda avuttuğumuz.
bu hain ıssızlığa rağmen ürküsüz/ korkusuz
kendimizi arkadaşlar arasında gibi hissettik.
gerçekle düş arasında bir geçitteydik
ekşi elma mayhoşluğu kuşatmıştı sesimizi.
kan,
barut,
askeran,
ve hazana biat etmiş renklerin formel töreniyle
avuntularımıza gizlenen ilk gözağrısı senfonisi,
bir sayfa kitap,
ve duman,
ve sevdamız; (ki geçiş ondadır)
düşlerimizi ısıtmaya yetmedi...
-IV-
yüzyıllar öncesinde jan boji’nin
iki kişi olan her yerde yaktığı meşaleyle
kuşaklara yol veren bu eşikten geçecektik.
ve intiharlara dayayıp alnımızı
gemlenmiş kuşkunun ateşine gövdemizi verecektik.
ve ateşin davetine uyan promethieus’u
zeus’un çelik gagalı kartalından esirgeyecektik...
-V-
yeşil adalar arıyorduk biz,
bıçak keskinliğine sakladığımız külhan öfkeyle,
beyaz gelinliği içinde buzullar arıyorduk.
doğrunun yanındaydık
evrensel dengenin rengiyle kuşanan doğanın.
bunun için alnımız aktı,
saklı ölümün zehrini içen bağrımız açık.
ve bunun için nice belaya bulaşmıştık,
üstümüzde bıçak ışıltılı kümülüsler,
torbamızda kuru banak,
ne badireler atlatmıştık.
ama rüsva etmemiştik kendimizi
ve alnımız rengi gelinliğiyle
yitik çağların keşfine çıkmış buzulları bulacaktık.
hayalin ve ben o kadar tenhaydık ki;
gelişinle çoğalacaktık...
-VI-
bir deli poyraz tutmuştu kıyılarımızı.
ölgün ayışığına asılan beslengi salgın,
mülteci balıkçıl fırtınaları,
eflâtun çığlığıyla bir kılıçbalığı yarası;
sözlerimize geçit vermediler.
ve dizlerine kadar günahtaydı yazgıcılar,
mavi ışıklı adamlar,
nebbaşlar,
ve bütün sedef ustaları...
-VII-
hayalin ve ben,
iki ateştik.
ve kırk kişiydik...
ertelenmiş zamanları aydınlatmaya soyunan kırk mum,
kırk bektaşi sırrı,
kırk makam
aynı yürekte yanıyorduk.
aramızdan eksilenler oldu...
sağucu çoban yıldızının türküleriyle
silindi gecesefaları gözlerimizden bir anda.
bu yol, bu yordam
ve kurudu toprağın bengisuyu.
bir nihavent hüzün dokundu tavhanelerin kapısına;
susmam gerekiyordu.
ağlıyorduk...
-VIII-
kırılgan hazinesiydin ülkesi çalınmış “ciran”ın.
berdel’in son umudu...
ve bendegânın,
“mahir”ce yazılan kitapların,
dürüstlüğüne teslim “inan”ların, vedianın.
yoksulun işgal edilmiş sofrasında ekmeği/ suyu,
bir dost çınlama kulağında,
saksısında ay gözesi çiçek,
hayallerine dilek kuyusu,
yüzgörümü karasevdasına.
uykusuna karabasan,
ve yatağına kıvılcımdın bedhahın.
ki, bu altsınıfın helik helik çoğaldığı duvarda
varsılı, yoksulu;
ikisi de birbirine vurgundu.
ve biz, sevdalandığımız için
şimdi daha da güzeldi baskın yemiş dağlar.
ve bütün “deniz”ler senin kıyılarına komşuydu...
-IX-
ve bir gece; karar verdiler
deniz tanrısı ve kızkardeşi keton.
tahakkümünü yıkmaya egemenlerin
dinlerin, abidelerin,
ve çıplak etimize kanlı tuğrasını vuran uğursuz sanrıların.
ve doğurmaya karar verdiler üçüncü gorgoyu.
böylece korunacaktı yeryüzü
gazabından tanrıların...
-X-
ve bir gece;
silmeğe karar verdik seni abadilerden,
anıştıran kebir-î tabletlerden,
tüm mısraları sessiz harflere mahkûm ettik,
imlaları kaldırdık yazıtlardan, betiklerden
ve bıkıncaya kadar “nokta nokta”ların yerini değiştirdik.
tanrıların, nebilerin, dinlerin
ve tanrılığa öykünen dahhakların
başatlığına, zulmüne karşı;
demirci kawa’nın örsüyle sınırlar aşmaya seni seçtik...
-XI-
bazen, ne olduğunu bilmek,
ve değişimin kefenlediği alacakaranlığı farketmek için
gergefinde uykulu gözler birikmiş
hasım duvarlara çarpmak gerekliydi.
bu anlamsız prizma içinde
siyah;
kan davası,
ve omuzu geniş aktörler
boşluğa bırakıyordu kirleticiliğini.
ve açlıkla sorgulanmış yüzümüzle
mayıslara nasıl bir ülke bıraktığımızın hesabını veremeyecektik...
-XII-
bu anakronik arenada hiçbirimiz savaşçı değildik...
bir kuru gazel sancısıyla güze yenilmişti
ateş sağdığımız güneş;
sanki kurbandık...
{ ve hiçbir kurban kuzular kadar masum değildi }
bilirdik;
kan sıcağı bir aşkla bağlanmak yetmiyordu ışığa,
hep bir şeyler eksikti,
kıyısına yatak serdiğimiz ateşülkesinde bir şeyler yitik.
ve hangisini vuracağımızı bilemiyorduk
kuşatıldığımız gerçeküstü bariyerlerin.
belki çok acele etmiştik kurtulmak için elinden tanrının
belki gecikmiştik.
{ ve bizler de masum değildik }
kelepçe yangısı kuşatmıştı elleri/ bilekleri,
ve çekilmişti yüzümüzün kanı,
belki de kendimize yenilmiştik.
yağmalanmıştık, balasına kan emziren bir kucakta
darmadağındık.
anladık ki, hedefsiz olmamalıydı yolculuklar,
uğrunda can bırakılan savaşlar,
ve biz; bulduklarımızla yetinmemeliydik...
-XIII-
ve bir gece;
seni silip bütün kitaplardan,
fırtına kanatlı atlarıyla tanrılara meydan okuyan
pegasos ve khrysaor’a kardeş ettik;
medusa’nın boynundan akan bıçak ışıltısı kandan...
-XIV-
doğacaktın;
perseus’a inat, bütün tapınakları yıkacaktın.
bayrakları kıvılcıma boğacak,
sınırları parçalayacaktın.
yakacaktın sırça köşkleri,
şatoları, hanayları
ve iyi niyetli medusa’nın başını/ söküp athena’nın kalkanından,
ve güç alıp saçlarına gizlenen yılanlardan
ülke uğrularına sîn edecektin, yaşadıkları hanları, sarayları...
-XV-
ayıngacıların üstünden,
ve zifiri zından karanlığından
yüreknuruyla serçeler uçacaktı arkaçlara.
zagros dağlarından urmiye’de bir göle
gölgelerini bırakacaklardı.
borçsuzluğun silueti dokunacaktı,
goncası açılmamış bahçenin parça parça satıldığı işbirlikçi bir aksata vakti
bu bezirgân sofrasında alçakça vurulan kanatlara...
/ mücadele ederken de düşünülebilir... başkalarının, normal olduğunu sandıkları sürrealist bir hayatın sürgününde... hayvani doğadan uzaklaşmadan... değil mi ki, o ev hep bize ait... ve biz de o eve! ../
Gürkal Gençay
01.Eylül. 2003. Cumartesi / S - 13:57
Deniz Köşkleri / İstanbul
*
*
*
{ Yeğenim Oğul Gençay'a. }
Kayıt Tarihi : 6.10.2007 19:32:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
''Oxymoron'' - Yanyana gelmesi mümkün zıtlar
![Gürkal Gençay](https://www.antoloji.com/i/siir/2007/10/06/ogul-4-3.jpg)