Oğul - 2 Şiiri - Gürkal Gençay

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

Oğul - 2

(dağlarda “mem u zin” idiler./ koyaklarda destan, dargeçitlerde hılbéste, zozanda türküydüler/ parçalandılar, asimile edildiler/ ve direnmenin bedelini ölümler ile ödediler.// tanrısal merkezlere koydular güçlüler kendilerini/ ve aynılaştıramadığı bahçelere “öteki” dediler./ kafatası avcılığı, türcülük ve inatçı bir istilâcılık; onurlu insanın giymeyeceği bir kirli çul,/ hiçbir ülke, mutlu bir evden daha iyi değildir Oğul! ..)

-I-
çay tadındaki gecenin yarıları
ve günün bin sağımlık yaraları,
hep yalnız yaşanırdı bu kentlerde.

karakışa hazırlanan badas duvaklı bu şehirler,
bir hırka bir lokma terbiyesi,
kendinden feragat etmenin ezberi,
ve yorgun gülüşleriyle
eskilerden bir görüntü gibi
dağların manzarasına uzaktan karışırdı.

-II-
uzak yerler süslerdi hayallerimizi...
müstebit yangınların uğrulandığı sevinçlerimize,
başak ağırlığınca dokunan şıvgınlar;
ve filhakika yaşanılan karanlıkların
ardından anlaşılan (konuk) aydınlıklar,
bir eski sandal,
ve sonu gelmeyen okyanuslar,
o meraklı, o çekici serüven,
ve uzaklar...

-III-
bir içsel sessizlikte, vakur
sırtımızı yasladığımız dağlar,
şengal, cudi, munzur, asi, gabbar
ve toroslar,
tarihin acılarla yoğrulmuş tozlu anılarını nisyan ile sakladığı
ihanetle boyanmış antik anadolu
ve doğurgan acısıyla içimizdeki uzaklar.

hayatın içindeki tek gerçekti
dilin dile destansı gezgincilikle kırk kapıya taşıdığı.

ve o taşınandı özlenen...

bir kuşatmacı coşku fazlalığı ile,
yollarına bakışlarımızı astığımız
belki de hiç gelmeyecek olandı
o
hep
beklenen...

{bu çağrı hiçbir yerde kıyametin(!) bağıcıları kadar yakın değildi.}

-IV-
tüm yitirdiklerimiz yüzen küldü
derin boşlukların rengiyle, içinin karası yüzüne vurmuş sularda.
kızılca kıyamet içindeydiler,

onlar yaşamın bütün renklerini doğuracak olandı,
onlar;
derinlik sarhoşluğuna direnen
amforalardı,
ve hiçbirinin yüzü kalmadı
hüznün ayazmasında yunmuş sephia fotoğraflarda...

-V-
ey zebunküş! ..
ey hevalê kulaban! ..
artık başladı, kendisiyle yaşadığı ikilemin viran badiyesinde,
meçhul askerlerin amok koşusu,
ve “öleceğiz” diye haykırdı gözlerimiz...

ki; iki ateş arasında dengeyi kurarken beyaban,
yenirceye ımık ımık işlerken bu amansız berdelacuz
“ölümü bekletmeyeceğiz! ..”

ve her bağbozumu sonrası,
dibeğe inen alkışçı tokmak sesleriyle
yaşamın tüm melâmetli çelişkilerinin
en önemli metamorfozunda/ yetip kendine
avuçlarımızda yeşeren umudun çağasıyla
“oğul” olup geleceğiz...

-VI-
ve son sözünü söyledi;
buzlu camların ardına gölge bırakan vücut izleri.
ve bir yusufçuk türküsü gezdi
kurutulmaya bırakılan incir sergilerini.

{ yaşam; alev almış kibrit gibi, kolayca söndürülebilir bir şeydi.}

-VII-
bir umut vardı beni ayakta tutan,
bir arayış
ve muhkem bir gece;
ve gözün gözü görmediği ağyar gecelerin tanıklığında
isa’nın sembol rengi
maviye sırtını vermiş tarlada ayınga,
bu topraklar,
bu sular,
ve kekeme bir zamanın altında çocuklarını bekleyen hanuman,
ebedi günahın belirsiz mahremiyeti gibi
varoluşun yalnızlığı ile kaybolmuş renklerin kentinde
kaçak tütünü sakladılar yüzyıllarca.

ve kutsalın tahtı göklerin
bilinmezliğine yerleştirdiler gördüklerini...

-VIII-
kâbussuz, bağırtılı uyanışlarla bölünen uykular
ve düşler hayat gibiydi
elle tutulamıyordu karagelincik.
bu harman döküntüsü,
besi suyu,
bu hamd, bu şükür,
ve her geçen gün, //
yaşanılan deneyimin hikâyesiydi...

bize kalan içsel olanla bütünleşmekti
ve hep diri tutmaktı
içimizdeki münkir serüven duygusunu.
takılmıştık bir kere simurg’un kanatlarına;
insanı döndüren benliğine,
ele avuca sığmayan kuşlarımız vardı,
bilinmeyene ulaşıp, bilinir kılmanın çabasıyla havalanan
kanatyaralı baysungurumuz, becedimiz...

en zor olanı arıyorduk biz
içimizde olduğu halde...

-IX-
sesine aksiseda veren dağları düşle
adı, adım olsun.

bütün barikatları yarıp geçen çağlayanları,
en sevdi haliyle şenliklere kucak açan yaylaları,
beş sütun,
ve inancın yüzü suyu hürmetine
dünyanın merkezine dokunan sarı yağmurları.
ve şiirsel bir adalet için yaşanan kavgayı düşle hiçbir arenaya sığmayan
ve kavganın sunduğu hürriyeti,
bir unutulmuş kitap arasında kuruyan ılgın otunu
yasak şehirlerin tek tek tutuştuğu,
kapısı kara kilitlerle örtülmüş suyuna,
toprağındaki iyi /dişi/tohuma,
birer birer cemre düşürdüğün
bir ülke düşle.

adı adın olsun...

-X-
kendi sesinle konuştuğun/ diline bergüzâr
ve kendi beyninle düşündüğün, anne yüreği gibi temiz
anne sütü kadar helâl...
olmayan iki ayrı değer,
ya da iki kelime
ve üç çağ yangını arasında
azmış, yayılmış feodal yaranı onarmaya soyunduğun
bir ülke düşle.

bir ülke ki;
ne yana düşmüş acısı? ..

/ acısı adım olsun! ../


Gürkal Gençay
01.Eylül. 2003. Cumartesi / S - 13:57
Deniz Köşkleri / İstanbul
*
*
*
{ Yeğenim Oğul Gençay'a. }

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 1.10.2007 01:09:00
Hikayesi:


Epikriz: Peritoni + Colon CA

Gürkal Gençay