Oğul - 1 Şiiri - Gürkal Gençay

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

Oğul - 1

(sen doğmazdan önce; hiçbir tanrıya istida vermedik/ geçmedik şıh evinden, yatır kapısından/ ve hiçbir ilâha da niyaz etmedik/ tesadüfle göğerdin varoluşun toprağından./ bu doğum ki; belgisiydi kendiliğindenin./ yani, sınırda bir komşunun çocuğu olabilirdin,/ belki de doğduğun coğrafyada yaşayan farklı bir din,/ ya da bir başka etnik kimlikte doğabilirdin./ işin yalnızca yaşadığın yeri temiz tutmak olmalı/ aynı evin gibi; / yattığın yerin, yattığınca aslanı./ ırkçılık, aidiyet ve mensubiyet, insanı eder kul,/ nerede yaşıyorsan, oralısın Oğul! ..)

-I-
/saat çalışıyordu.../
köküne sızan zehrin süreli öfkesi
bendegi ile yüreğimi sıkıyordu.

şimdi fırtına patlayacak diyordum,
ezberlenmiş ağırlığımı/ bir avuç kanda susarken plaza de mayo,
şimdi biraz daha kuduracak deniz
ve dalgalanacak gözlerimin pınarında
açıkgörüş heyecanıyla çağlayan
acemsuyu.

bir ihtilalci zaman tutuyordu
başülkenin yüzüyitik köşebaşlarını.
biliyordum;
artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı,
yükselen bağbozanların
gökyüzüyle yorgun buluşması gibi
daha da derinlerde aranacaktı
geçmişin kırılgan izleri.

ve bizler;
tamamlayacaktık
yoksulluklar içinde
sunturlu yolculuğumuzu.
oluşu tamamlayan akrepler,
kendini hayata sunan yelkovan
ve alışkanlıkların tinsel geometrisi,
bunca ölüm
kozasında kendini çevreleyen
behresiz bir zamanın içinde
yaşamı vareden ritmi yakalıyordu.

kulakları sağır eden yankıyla
ve kanı un eden hegemon çarklarla
/ saat çalışıyordu.../

-II-
mermerin ve çeliğin
ve kızıl denizçiçeklerinin
hayat bulduğu yerlerde,
hiçbir kundağın kuşatamayacağı
ateşkanatlı çocuklar doğuyordu çığlık çığlık.
çekmişti perdesini güneş,
adı yasaklı,
ve dili,
ve sevdası yasaklı sabahlara;
zulmet içinde
gövdeye yürüyordu özsu,
ve bir kelebek soluğunda yitiyordu
yırtılan gecesinde şafağın
aydınlık.

-III-
mayısa çocuklar düşüyordu
dağ ateşlerinden kopan
uçkunlar gibi;
ve düşüyordu büyük bariyer kayalıklarından
duvarlarla örülü iç dünyanın
rengiyle kuşanmış yüzüne habatkâr coşkusu.

-IV-
göbek bağlarını
elleriyle koparıyorlardı
ki onlar,
hasretiklimi beşiklerin gerillası.

ki onlar, rivayeti atlaslara serili sınırları aşan
ve özgürleştiren,
birlikte türküyle söyleştiği
kısrağı briz yeleli çocukları.

-V-
mayıs çocukları;
izlemekle kalmayıp
birer birer katılıyorlardı hayata
kan içindeydiler
ve beşaret
suskundu hepsi.
toprağın, suyun
ve ateşin
keşfetmek için sırrını
revan oluyorlardı fevt’in topukkıran sıratına.

o sır ki,
yaşamın sırrıydı
ve bu yollardan ancak
zamanı anlamıyla çoğaltıp
kendinde biriktirenler gibi
tevekkel serdengeçti suskuyla
hayatın gizini
çözmeğe soyunanlar geçiyordu.

ve yeniden
güldürebilmek için
dünyanın yüzünü,
badyasında
onurlu
rüzgârlar
taşıyanlar;
başka bir yol olmadığını
biliyordu.

-VI-
varlığın
yüze yansıyan ifadesi yollar,
yaşanan bütün zamanların eklektik hikâyesiyle;
birer birer
ve binlerce
mayıs çocuğu sağanağıyla
ıslanıyordu.

ve mut,
bereket;
ve kan içinde esenlenen sevinç,
viran şehirlerde kaybolan acılardan doğuyordu.

-VII-
üç kere adını fısıldadı
babası kulağına;
“benga... benga... benga...”
sol ayağına kına yaktı anası
ve adının baş harfini,
göbek çukuruna nakışladı.
ve içine koyarak işkenceleri,
tagallübü, acıları,
darağaçlarını, idamları,
tabutlukları,
müntehir genç ölülerin
gözlerine kan oturan besmelesiz mezarlarını,
ve öperek kavganın
sınır tanımayan çoğalmasını;
sessizce sundular yaşamı.

-VIII-
anası,
üç kere
kulağına adını fısıldadı;
“şewat... şewat... şewat...”
öyle bir fısıltıydı ki bu,
sanki;
alacakaranlığın mutlakçı tutanaklarını yırtan
bilenmiş bir çığlıktı.

-IX-
gözlerine kan sıcaklığında
yağmur kaçmıştı,
benim için ağlamadığını biliyordum.
özgür adımları vardı
kıtalardan kıtalara koşan,
yitirmekten sakındığı değerleri vardı
ve hayata koşarcasına kaçıyordu,
göbekbağıyla zincirlendiği karanlıklardan.

tamalgıya atılan her adımda,
vücudunun dirildiğini görüyordum.
çıkarıp siyahları/ kotanın yırttığı toprağın karnından
yol aldığı kehkeşan ülkesinde
kendisiyle buluşmayı başlatıyordu.
korkusuz telâşları vardı
içsel uçurumları birer birer aşan,
sığınakları tetikliyordu gözleri,
tunları, kuytuları
ve bir düş zamanının arifesinde
otuz simurg-u anka havalanıyordu
saçlarının sarısından.

-X-
ben, göğsümü gere gere
ve nevmit bir iç kanama ile
aldanıyordum.
mersiyeli geçiş ayinleriyle
yaşamın limanına inen
sokak aralarında takipleştik.

geç kaldığımız bir yabancılaşmayı,
ve unutuşun ayasındaki çelik suyu aşmadaydık
ve çıkarmıştık
bütün kuşandıklarımızı,
çırılçıplaktık.
içimizden yıldızların döküldüğü
bir dilsiz akşamdaydık.
hissettiğini biliyordum,
yağmurlarla çoğalmıştı gözyaşları.
göksellikle ilişkilendirilmiş,
güneyli rüzgârlar esiyordu.
ve sessizliğimizin içinden
çıngırak sesleriyle
gölgesiz yozcular geçiyordu.
bilekte büyük kavgalar, inatçı
yürekte serhıldan,
pusu, ölüm,
avuçta toprak,
toprakta tohum biriktiriyordum.

-XI-
“ben - sen - onlar” ın
“biz” sesine dönüştüğü yerlerde
kimbilir kaç albatros çığlığı
takılıyordu balıkçı ağlarına.
çığlıkların anlamı,
yaşamın kendisinde gizliydi belki de;
karanlığın,
ve karanlıkların kuşattığı
gecelerin gölgeler arasında görülen tansık gizi
belki de bizde saklıydı.

-XII-
ceplerim sırılsıklamdı.
sırılsıklamdı orkinos,
sualtı şehri, porfir, mercan rampası,
zındandelen,
leyleklerin yuvaları,
arpağanlar
ve toprağın hava kadar derinleştiği yerde
saklanan tohum.

-XIII-
gece olmasa
gün doğmayacaktı,
biliyordum;
memede külü savrulmuş bin umut biriktiriyordum.

-XIV-
o;
iskeleye vardığımızda
kendini bıraktı.
yalınayaktı.
başlangıcın rengi bir mendille,
el salladım ardından.
en asi sesimizle
türküleri örttük yakamozların üstüne
ve söyleyebilmek için barışın türküsünü,
hayra yorup uyanmalıydık
künyesi kavgaya sürgün rüyalardan.

-XV-
zaman hep bir şeyleri getirirdi,
kendi yatağına alışmış
suyun ahengi gibi.
birçok şeyi de alıp götürürdü,
yankısını geçmişten alan
geceyi ve gündüzü kor ateşte yakarak;
bağıntılıydı zaman.

-XVI-
çıldırmalıydı an,
çıldırmalıydı su,
taşmalıydı yatağından
ve ruhumuzu okşayan güzel ses gibi,
geçmeliydi
kum saatinin içinde patlayan
fırtınalardan.
hayat bir yarış gibi yaşanmalıydı
ve artık uyanış zamanıydı,
saçakaltlarına saklanan atalet uykusundan.

-XVII-
hayat, doğumdan yitime
iki bez parçası arasında faklanmıştı.
ve şimdi,
itiraf ettiğimiz kadim yaralar,
cebimizde bir de ölüm vardı.
ağlayan ufkunda gökkuşağına sözümüz,
şarap
ve yeniden
daha iyisi kurulacak hayata,
ve umuda bilenen,
çifte su verilmiş
mutlu çocuk sesleri vardı.

-XVIII-
artık onu durduramazdı
dalgaların en azgını,
hiçbir balıkçı ağı da tutamazdı,
akarnalar, apoşiler
ve cesedi hiçbir sahile vurmazdı.
ve bu yolu paylaşanlar
birlikte eylemenin güzelliğiyle
düşlerine yangın taşıyan / sonucu da paylaşacaklardı.

-XIX-
aramak yarısıydı bulmanın,
aramak hiç duraksamadan
ve soldurmamak için çatı boşluğuna sinen çiçekleri
doğru olanında buluşulmalıydı yolların.

-XX-
yağmur daha yağmadı,
çocuklar söylemeğe durdular
bir ağızdan;
/ -“az kaldı! ..” /

çıktılar sütrelerin, siperlerin ardından
ıslanmak güzel şeydi,
gözbebeklerine kadar yunmak
ve kaçılmamalıydı;
yaralarını onaran amonyak yağmurlarından.

eksik bırakılmış tunç yontu gibi
yüzümüzdeki acının sessiz çığlığına banmış soğuk zamanlarda,
ve ardına selleri takan yağmurlarda bile
asla boş kalmazdı orman.

-XXI-
sürekli yenilenen bir döngüyle
o; yüreğimin tapınağında,
bütün günahları kendinde arıtmaktaydı.
çarmıhta isa’ydı.
kalplerin derinliklerini
hallaç pamuğu gibi atan hallac-ı esrar,
karmati’lerin
ve mezopotamya’lı ayaklanmacı zencilerin
hallac-ı mansur’u,
darda pir sultandı.

-XXII-
insanın,
düşüncenin,
ve çığrından çıkan tarihin çekirdeğindeki anın öykülerinde;
yarınlara “hoşçakal” demeyenleri,
bizi kendinde uyanmaya zorlayanları,
nice ağır yükü yürekle taşıyanları
ve kendi küllerinden
doğanları
varedebilmek için yarattım onu.

-XXIII-
yok oluş,
ve bütüne ulaşmak
zamanın içinde bitmesiz bir koşuydu.
bilirdim;
her başlangıç bir sonu taşımaktaydı,
ve her son bir başlangıcı.

ve bilirdim ki,
yok oluş diye bir şey yoktu.

-XXIV-
zıtlardan doğan dünyaya;
özgürlüğün rengi
ve mezra-u botan’da deliorman yeşil’i,
sevginin ortak kesiştiği odaların sarı’sı,
ve yüzyılların ihmaliyle oluşmuş
terkiplerin kırmızı’sı;
yani yaşamın
ve
üretkenliğin
bütün renkleri,
“o ki; teslim olmayanların rengi”
soyuttan somuta,
nezrolmuş anaların rahminde
yılgısız zindankıyısı gecelerine mayısın
kök salmıştı.

-XXV-
ürküten bir sosyal patoloji
her şeye egemendi,
ve sarmıştı geceden fecri,
mezrayı, köyü, taşrayı,
coşkulu törenlerin yapıldığı meydanları.
bir yanı gülüyordu evlerin,
bir yanı meyus,
yuvgular altındaydı;
ve sırrını paylaşmayan ketum duvarlar
kehribar rengi yanığı.

oysa yaşanabilirdi bir ortalama sevda,
işte bu yüzden
fethedilmeliydi vücudun coğrafyası.

her şey zıddı ile vardı
ve çoğalarak gidenlerin yerine
bu diyalektik ile üretecektik yaşamı.

(biliyorduk; artık tanrı değildi insanlar! ..)

Gürkal Gençay
13. Ağustos. 2003. Pazartesi / S - 13:00
Deniz Köşkleri / İstanbul
*
*
*
{ Yeğenim Oğul Gençay'a. }

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 28.8.2007 00:24:00
Hikayesi:


Epikriz: Kardiyak Arrest

Gürkal Gençay