105.
İsviçre'li psikolog Kübler-Ross üzüntü ile ilgili muazzam şemasında keder dediğimiz şeyin beş evreden geçtiğini söyler. İnkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul. Bu hiyerarşiyi bütün ömrümüze yayabiliriz aslında. Çok sevdiğimiz birinin ölümünü ya da ondan ayrılma sürecimizi düşünün örneğin. Bu durumla karşılaştığımızda ilk yaptığımız şey hayır demektir. Hayır, olamaz, bu benim başıma gelemez, bir yanlışlık olmalı, sakin ol her şey yoluna girecek.. Bu acıklı inkar evresinin hemen ardından öfke evresine geçeriz. O'na ya da kendimize acımasızca saldırmaya başlarız. Olağanüstü enerjik bir evredeyizdir. Lanet olsun, canı cehenneme, canım cehenneme, herkesin canı cehenneme, defolsun gitsin, iyi oldu vs.. Sonra öfke yatışır ve pazarlık evresine geçilir. Olacakları ertelemeye ya da en azından sonuçlarını hafifletmeye çalışırız pazarlık evresinde. Öfkenin yerini kaybetme gerçeğiyle karşı karşıya kalmanın burukluğu alır. Hatalarımızı düzeltmek için umutsuzca çabalar, öfke evresinde ağzımızdan çıkan kötü sözler için özürler diler, tutamayacağımız sözleri arka arkaya sıralar ve bir çıkış yolu bulmaya çalışırız. Elbete nafile bir çabadır bu. Hiçbir sonuç vermez ve biz korkunç bir değersizlik hissiyle depresyon evresine geçmiş oluruz. Yapabileceğim hiçbir şey yok deriz, hiçbir şeye gücüm yetmiyor, elinden hiçbir şey gelmeyen zavallının tekiyim ben ve başıma gelen her şeyi hakediyorum. Bu evre en tehlikeli evre olmakla birlikte (ki uzunluğu durumun vehametine göre diğer üç evreden çok daha fazla olabilir) aslında ışığın görülmesi açısından iyileşme öncesi evre olarak da nitelendirilebilir. Eğer bir şekilde ölmemeyi başarırsak kabul evresine geçeriz. Öfke evresindeki sahte kabullenişin yerini gerçek bir tevekkül ve kabul alır bu evrede. Olanları kabullenmeye başlayıp kendimize akacak başka mecralar aramaya başlarız. Tabi bu sıralama herkes için genellenemez. Evrelerin sıraları kişiye ve duruma göre değişebilir. Ama bu beş evre, her telafisi olmayan kayıpla birlikte yaşadığımız ve ölene kadar da yaşamaya devam edeceğimiz manik-depresif ruh hallerimizin en net sığınaklarıdır..
..
Küçük insanların küçük hikayelerinden sadece büyük hayal kırıklıkları doğuyor.Ne yazık, en azından trajedi diyebilsek buna. Olmaz ama, olmuyor. Büyük adamların büyük hayal kırıklıklarına trajedi deniyor, küçüklerinkine sadece hayal kırıklığı. Masallarda, romanlarda, filmlerde çekilen asil acıların bizim zavallı acılarımızla uzaktan yakından alakası yok. Adam gibi ayrılık acısı yaşayamıyoruz mesela her şeyin suyunu çıkarıp herkesin burnundan getiriyoruz. Bütün çirkinliklerimizi kusarak birbirimizin yüzüne bakamayacak hale geliveriyoruz. Prensesini sonsuza kadar kaybeden şövalyenin soylu özlemini kitaplarda okuyoruz ancak. Ya da giden sevgilinin ardından iki damla yaş akıtıp acısını yüreğine gömen ve kendisi de dahil kimselere onun hakkında kötü söz söyletmeyen kadının soylu duruşunu filmlerde izliyoruz. Bizim düzenimiz her şeyi çamura bulamak üzerine kurulu. Gitti ya, terk etti ya seni, bas arkasından kalayı.. Önce böğürerek ağlıyor sonra geberinceye kadar içiyor ve bir süre kendimize acımaktan başka hiçbir şey yapmıyoruz. Sonra da bütün kabahati karşı tarafa yükleyip kendimizi temizlemek gibi iğrenç bir savunma mekanizması geliştiriyoruz. Ayrılığı da sevdaya dahil sayan güzel insanlar kalmadı artık. Geçmişteki güzel günlerin anısına en azından saygıyı korumayı becerebilsek keşke. Olmuyor! . Güzel olan her şeyi terk edilmiş olmanın kızgınlığıyla öfke sosuna bulayıp hatırlıyoruz tekrar tekrar ve elimizde hınç ve kinden başka hiçbir şey kalmayana kadar didik didik ediyoruz anıları. Önemli olan anlardır oysa, yaşadıkların, geçmişte sana hissettirdikleri, birikerek kendini gerçekleştirmene vesile olan küçük küçük mutluluklar. Hepsini birden tek kalemde silip ruhumuzu bir öfke tapınağı haline getiriyoruz. Ve bunun adına da sevmek diyoruz.. Bu yüzden de bizlerin arasında büyük trajediler yaşanmıyor. Hepimiz sadece büyük hayal kırıklıkları yaşıyor ve yaşatıyoruz...
..
Ona şu an çok ihtiyacım var; daha önce hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım ona. O kadar acil bir durum ki bu kalbimin ortadan ikiye bölünüp aşağıya, bacaklarımın arasına düşmesinden korkuyorum. Bunun kulağa komik geldiğini biliyorum. Otuz yaşını devirmiş bir adam olarak daha olgun davranmam gerektiğinin de bilincindeyim, ama olmuyor işte. İster çocukluk deyin, ister toyluk hatta delilik. Umurumda değil. Onun yanına gitmeliyim, yoksa sonsuza kadar kaybedeceğim..
Daha önce de buna benzer şeyler hissettiğim oldu. Aslında onu özlemediğim bir an bile olmadı ama farklı ve çelişik duyguları aynı anda yaşadığımdan olsa gerek, bir şekile kendimi tutmayı başarabildim. Ayrılığımızın ilk günleri acı ve öfkeyi birlikte yaşadım. Sonra sonra öfkenin yerini artık tüm hücrelerimde hissettiğim özlem aldı. Sonra özlem yeni öfke nöbetlerini beraberinde getirdi. Zaman zaman tekrar döneceği umudu yeşerdi, sık sık da onu tamamen kaybettiğim fikrine kapıldım. Ama hissettiklerimin herhangi birinde ısrarlı olup alışkanlık geliştirmeme izin vermedi zihnim. Manik depresif bir hal, bir uçta umutsuz bir aşk ve tutku; diğer uçta da iflah olmaz bir öfke ve kızgınlık olan dar bir koridorda bir ileri bir geri götürüp getirdi beni. Kendimi dünyanın en büyük haksızlığına uğramış hissettiğim zamanlarda onu bir kaşık suda boğmak istedim; ama o an karşıma çıksa boyununa sarılıp beni affetmesi için yalvarmaktan başka hiçbir şey yapamayacağımı da çok iyi biliyordum.. Terk edilen insanların terk edildikleri ilk zamanlarda yapabilecekleri bütün saçmalıkları yapıp düşünebilecekleri bütün aptallıkları düşündüm. Öfkem ve acım o kadar büyüktü ki bütün dünyanın bana acımasını istiyordum. Herkes bilmeliydi, vah vah demeliydi herkes, ilgi ve alaka göstermeleri gerekiyordu. Tek başına üstesinden gelemeyecektim bunun. Bundan daha büyük bir acı olamazdı sanki herkes bunu anlamalıydı, hiç kimseye bir şey anlatmama gerek kalmamalıydı. Herkes işini gücünü bırakıp benimle acı çekmeliydi. Ben hayatımın anlamını kaybetmiştim, onlar benim yanımda olup hiç konuşmadan beni anlamalıydı, beraber ağlamalıydık, beraber hüzünlü şarkılar söyleyip, beraber sarhoş olup, beraber öfke krizleri geçirip beraber... O kadar çaresiz ve zavallı hissediyordum ki kendimi, yüzüme "neler yaşadığını anlıyorum ve senin için üzülüyorum" der gibi bakan herhangi biri bile kanayan ruhumu biraz teskin edebilecekti. Olmadı. Belki ben onlara nasıl ihtiyaç duyduğumu hissettiremedim belki de onların çok işi vardı. Durup böyle saçma sapan hezeyanlarla ilgilenemeyecek kadar meşguldüler. Sonunda onlar da öfkemden nasiplerini almaya başladılar. Beni terk ettiği için ondan, beni anlamadıkları için onlardan ve elimden hiçbir şey gelmediği için kendimden nefret etmeye başladım. Hatta bir ara bölündükçe çoğalan bu öfkenin içimdeki aşkı bile alt ettiğini düşündüğüm oldu. Ama tüm bunların zavallı birer savunma mekanizması semptomu olduğunu o kadar iyi biliyordu ki bir yanım, içten içe beni yiyip bitiren sızı tek bir gün bile azalmadı.
O kadar üzgündüm ki, hayatla işimin bittiğini düşünmeye başlamıştım artık. Yaşıyor olmak için yaşamanın manası yoktu sanki. Ve tuhaf şeyler düşünürken yakalamaya başladım kendimi sık sık. Hızlı trenin önüne fırlamak, tabanca ya da gaz, yüksek binalardan atlamak, çalışan bir otomobille birlikte kendimi garaja kilitlemek, yarısı boşalmış rakı şişesine iki kutu xanax boşaltıp yavaş yavaş çözülmesini bekledikten sonra tek yudumda kafama dikmek, odamın kapısına ve camına çok sayıda asma kilit taktıktan sonra anahtarları kapının altından dışarı atıp odadaki bütün kitapları ateşe vermek.. Ama o kadar korkaktım ki tüm bunlar birer fantezi olmaktan öteye geçemedi..
Şimdi daha sakinim. Ve daha az öfkeli. Hala üzgün ve çaresizim evet ama biliyorum ki içimdeki sevgiyi öldürmeye hiçbir duygunun gücü yetmeyecek. Artık başka hiçbir şey umurumda değil. Tek bir şeyden eminim. Ona şu an çok ihtiyacım var. Daha önce hiç olmadığı kadar. Nasıl olur bilmiyorum ama onu görmek zorundayım. Yaptığım ya da yapmadığım her şey için özür dilemeliyim. Onu ne kadar çok sevdiğimi ve o olmadan her şeyin ne kadar eksik yaşandığını anlatmalıyım. Bir bebek gibi hiçbir şey bilmeden ayaklarının dibine atmalıyım kendimi, tutup ellerimden kaldırması için gözlerine bakmalı ve her şeyi onunla yeniden öğrenmeliyim. Geçmişteki doğruların ya da yanlışların muhasebesini yapmaktan vazgeçtim. Hiçbir şey, hiçbir yaşantı hiçbir söz umurumda değil artık. Nefes almakla alamamak arasındaki fark gibi bir şey şu an onu görmek ya da görememek. Olgun davranmak filan istemiyorum. Ağırbaşlılıktan da bahsetmeye kalkmasın kimse. Bilincim yerinde, sakinim, ne istediğimi çok iyi biliyorum. Benim şu an sadece ona ihtiyacım var. Daha önce hiç olmadığı kadar...
..
Bazı kitaplar etkisi hiç azalmayan huzursuzluk ve karamsarlığa neden olurlar. Vadettikleri temel duygu mutsuzluktur bazı kitapların. Bazı kitaplar ruhumuzu karartır ve çürümeyi hızlandırır. Yine de kayıtsız kalmamız mümkün değildir onlara. Gülümseyerek Kafka okuyamazsanız mesela. Herhangi bir T.Bernhard kitabının neden olacağı en temel his öfke ve pişmanlıktır. Palahniuk insan ırkının rezilliğini(Dövüş Kulübü, Tıkanma) , Oğuz Atay 'öteki'nin acımasızlığını (Tehlikeli Oyunlar) , Perec günlük hayatın basit ayrıntıları karşısında en donanımlımızın bile aslında ne kadar zavallı kaldığını (Yaşam Kullanma Kılavuzu) , Grossman -iki kişi ya da yirmi milyon kişi, hiçbir fark yoktur onun için- birden fazla insan herhangi bir şey için mücadeleye giriştiğinde aslında hiç kimsenin kazanmış olamayacağını (Yaşam Ve Yazgı) , Dostoyevski insanın kaybetmeye mahkum bir galip yahut kazanmaya mahkum bir mağlup olmasına neden olan 'kendisiyle kavga eden varlık' olma paradoksundan asla kurtulamayacağını (Suç Ve Ceza) , Musil her durumda yalnız olduğumuzu (Niteliksiz Adam) , Yusuf Atılgan er geç hepimizin delireceğini(Anayurt Oteli) hatta zaten deli doğduğumuzu (Aylak Adam) haykırarak anlatmaktadır bize.. Bazı kitaplar tehlikelidir, eğer bunlardan birine bulaşmamışsanız bugüne kadar ve bir şekilde elinize geçmişse kapağını açmadan önce bir kere daha düşünmeniz gerekir..
..
160.
Öfke nüfuz ederken şiddetle damarlarımıza
Ve kırmak birbirimizi başka her şeyden kolayken
Akıl etsek keşke o an ölümü ve ayrılığı
Ölümü düşünen insan kendini nasıl önemser?
Ne daha önemlidir mahkeme-i kübradan!
Ölüm fikri en büyük ego terbiyecisidir
Ölümün olduğu yerde öfke hükmünü yitirir.
Anlaşmak mesele değil elbet bir yolunu buluruz
..
206.
Hüznün en soylu ifadesidir erkek suskunluğu. Söyleyecek bir sürü şeyi olan ama ya hepsini tükettiğinden ya da hiçbir işe yaramadığını gördüğünden, sözleri içinde boğup uzun uzun susan bir adam varsa etrafınızda sakın üstüne gitmeyin. Bir kadının suskunluğu bir sürü anlama gelebilir ve son derece korkutucudur. Fırtına öncesi sessizlik deyiminin vücut bulmuş halidir bu durum. Ciddi bir süre sessiz kalan bir kadının (tabi böyle bir şey mümkünse) suskunluğu öfkeden beklentiye, pazarlıktan alıp başını gitmeye bir sürü ihtimali içinde barındırır. Muhtemelen o, etkili bir darbeye hazırlanmaktadır içten içe. Oysa çaresizlikten kaynaklı hüznün susturduğu adam çoğu zaman diliyle birlikte beynini de susturur. Pazarlık yoktur, öfke yoktur. Çaresizlik vardır. Biraz da yorgunluk. Yıllarca annem sustuğunda ve (nadiren olurdu bu) babam konuştuğunda oh dedim ben. (Anne, seni seviyorum, ama bu örneğe ihtiyacım vardı. Yoksa sen yine konuş hep..)
..
166.
Ölüyoruz işte. Yavaş yavaş ölüyoruz. Ama bazı geceler farkında olmuyoruz bunun. Hayata kaptırır gibi oluyoruz kendimizi. (Hayata kaptırmak, ne tuhaf laf) . Kendimizi olduğumuzdan çok daha güçlü zannediyoruz öyle zamanlarda. Oysa durum tam tersi. O kadar zayıfız ki aslında. Hayatın neon ışıkları kendisine doğru çekiyor bizi. Karşı koyamıyoruz. Kendimizi, herkes gibi bir şey zannediyoruz. Onlar gibi, onlardan biri gibi karışıyoruz aralarına. Aklımızdan geçmeyen şeyler yapıyoruz sonra. İddialı laflar edip, kendimizi vazgeçilmez gibi görüp, öfke,şefkat, kıskançlık, sevgi, nefret gibi zıt hislerden tek bir his yaratıp aklımızın ve kalbimizin kontrolünü o hisse bırakıyoruz.. Sonra bir yerlerde, ağaran şafakla birlikte ağır ağır kendimize gelip, kendi gerçeğimizle yüzleşiyoruz derin bir pişmanlıkla. Ölüyoruz işte. Yavaş yavaş ölüyoruz.. Tek başımıza..
..
305.
Öfke geçiyor. Korku geçiyor. Acı geçiyor. Zaman da. Ve başka şeyler de elbet. Her şey zamanla geçiyor ve zaman da her şeyle geçiyor. Geçenlerde bindiğim taksinin şoförü otuz beş yıldır taksicilik yaptığını söyledi bana. Aşağı yukarı yaşım kadar. Abi dedim, hiç mi sıkılmadın? Güldü, yok dedi. İlk bir kaç ay sıkılırsın, ilk bir kaç yıl bırakıp gitmek istersin, ilk on yıl para biriktirip başka bir iş kurma hayali kurarsın. Otuzuncu yıldan sonra ise bıçaklanmadan eve gidebildiğin her sabah için şükredersin..
..
Eğer birini gerçekten özlüyorsanız bunu doğru ifade edebilecek cümleleri saatlerce arasanız bile yazacak hiçbir şey bulamazsınız. Çok, pek çok, en çok diye devam eden cümleler birer ölçü ifade ederler ve bunların daha çoğu da hep mümkündür. Ama gerçekten özlüyorsanız söyleyebileceğiniz hiçbir şey yoktur.. Öfke, kızgınlık, kavgalar. Birer birer kaybolurlar ve geriye sadece o kalır. Bu sevgiden beslenen ama zamanla onun bile ötesine geçen bir duygudur. Tarifi mümkün olmayan ancak etkilerine bakarak gücünü hissedebileceğiniz bir his. Yumruk gibi takılıp kalır boğazınıza, her yerde sizinle beraberdir. Bundan kurtulmak için çabalar durursunuz ama nafile. Zaman zaman unutturur kendisini, geçer gibi olur. Sevimli bir çocuk bakışı, arkadaşlarla içilen bir kaç bardak rakı, günlük hayatın sıradan koşuşturmaları bazen o hissin üstünü örter gibi olur. Unutmazsınız ama, alıştığınızı zannedersiniz. Ve yalancı bir rahatlamaya doğru kayar bünyeniz. Ama sonunda, özellikle yalnız olduğunuz bir an gerçek çırılçıplak dikiliverir karşınıza. Özlüyorsunuzdur işte, bütün o yalancı rahatlamalarınız illüzyondan başka bir şey değildir. Küçücük bir şeyle kol kola çıkar karşınıza ve ruhunuzu yeniden kanatıverir o his. Bazen bir eşya, bazen bir şarkı, ya da telefonunuzun titreşivermesi.. Zaman mekan tanımaz. Ve böyle zamanlarda insanın en zavallı halini yaşarsınız. Çaresizsinizdir, uzaklaşmak istersiniz neredeyseniz, gülümsemeye çalışırsınız ama yüzünüzdeki tebessüm yeni boyanmış beyaz bir duvarda öldürülen sivrisineğin kalıntısı gibi iğreti durur.. Vicdan azabı gibi dolaşırsınız insanların arasında. Kurtulmaya çalıştıkça komik durumlara düşersiniz. Karmakarışık beyniniz ve paramparça ruhunuzla oradan oraya sürüklersiniz kendinizi bir süre. Zamanla bu hareketliliğin yerini acınası bir kabullenme alır. Artık eminsinizdir, özlemek sizin kaderinizdir. Ve bununla mücadele etmekten vazgeçersiniz. Unutmaya çalışmışsınızdır, ama olmamıştır. Sakinleşirsiniz artık, bu belki de en acı evredir. Beklemeye başlarsınız, kimselere bir şey anlatmazsınız. Hayat etrafınızda akıp gitmeye devam eder ve kimselerin sizin acılarınızı uzun uzun dinlemekle geçirecek kadar uzun zamanı yoktur. Kelimenin tam anlamıyla yapayalnızsınızdır artık. Beklersiniz, bu bekleyişin sonu var mıdır yok mudur bunu hiç kimse bilemez. Umudunuzu hiçbir zaman yitirmediğinizden bu umut size gereken sabrı da verir. Belki de çaresizlikten kaynaklanan bir sabırdır bu bilemeyiz.. Ama siz artık sesinizi çıkarmadan bir köşede sadece güzel şeyler düşünerek özlemeye devam edersiniz.. Ve özlemenin bu hali hiçbir dilde, hiçbir kelimeyle anlatılamaz.. Eğer birini gerçekten özlüyorsanız bunu doğru ifade edebilecek cümleleri saatlerce arasanız bile yazacak hiçbir şey bulamazsınız...
..
Hepimizin hayatı senaryosu kötü yazılmış bir tür filmdir aslında. Üçüncü sınıf video kuşağı filmleri gibi gerçek hayatta asla olmaz dediğimiz şeyler bir anda başımıza geliverir. Çocukken işler o kadar da kötü gitmez. En azından bir süre.. Belki de henüz kimse tarafından ciddiye alınmadığımızdan ve hayatımız içine sıçılacak kıvama gelmediği için keyifli bir oyun oynarız. Ama başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır. Eğer altı yaşındaysanız ve bir grup delirmiş yetişkin kendi aralarında konuşup, sizin biraz zeki olduğunuza ve okula başlamanız gerektiğine karar vermişse, artık hayat masumiyetini yitirmeye başlamış demektir. Sınıftan içeri adımınızı atar atmaz karşılaştığınız kahverenginin en aşağılık tonuyla boyanmış ve milyonlarca gerizekalı çocuğun sümüğü, yemek artığı, anlamsız karalamaları,tozu, toprağı, boku, püsürü ile ırzına geçilmiş okul sıraları yaşamınızın bundan sonrasının ne kadar boktan geçeceğinin sinyallerini verir gibidir. Üstüne bir de sizi tokatlamak için herhangi bir yanlış yapmanızı bekleyen, bekleyecek kadar sabrı olmadığında da hayal gücünün yardımıyla aklına getirdiği herhangi bir yanlışı sizinle ilişkilendiren öğretmen adlı denizanasıvari yaratık, yanağınızla birlikte ruhunuzu da tokatlamaya başladığında toplumsal bir histeri ve cinnet etkinliğinin tam ortasında kaldığınızı anlarsınız. İlk günden itibaren içinizde büyütmeye başladığınız öfke zamanla boyunuzdan ve yaşınızdan daha büyük olur ve hıncınızı etraftaki diş geçirebileceğiniz hububat beyinli insan yavrularından çıkarmaya çalışırsınız. Ve böylece insan ırkıyla aranıza aşılmaz büyüklükte duvarlar örme süreciniz de başlamış olur.. Belki de insan, sadece doğduğunda insandır, kim bilir? Büyümeyle birlikte bozulma da başlıyordur belki. Mesela adamakıllı konuşabildikten az bir zaman sonra küfür etmenin ne kadar çirkin olduğunu öğretmeye çalışırlar size. Ve siz içinizden, ağız dolusu küfür edemedikten sonra konuşmanın ne kıymeti var ki diye geçirisiniz. Üç yaşında, yemek içmek kadar doğal bir şey olan sindirim sisteminin boşaltım faaliyetiyle ilgili yasaklamalar dayatılmaya başlar ayrıca da istediğiniz zaman istediğiniz yerde pantolonunuzu indiremeyeceğinizi öğrenirsiniz. Dört yaşında iki yaşınıza kadar tebessümle karşılanan neredeyse bütün davranışlarınız birer azar yeme vesilesi haline gelir. Beş yaşında tamamen büyümeye başlar ve altı yaşında da insan olarak ömrünüzü tamamlayıp başka bir türe evrilirsiniz. Okul denilen ruh törpüsü mekanizma da bu mutasyonun gönüllü hızlandırıcısından başka bir şey değildir. Mesleğinden, kendisinden, çocuklardan, akıp giden zamandan, kırlaşmış saçlarından, herkesten ve her şeyden nefret eden bir grup öğretmen, çocukların gönüllülük esasına bağlı metamorfoza uğratıldığı yarı açık akıl hastanelerinin ekonomik zorunluluklar yüzünden ayak işlerini yapmaya mahkum edilmiş metazori hasta bakıcılarıdır.. Beş yaşına kadar her şey güzeldir. Altı yaşında hayat masumiyetini kaybeder ve ölür.. Ömrümüzün geri kalanı, bir tür şizofrenik kurgudan başka bir şey değildir...
..
199.
Birlikte bir şeyler yapan insanlara özeniyorum zaman zaman. Benzer hassasiyetlerle bir araya gelmiş, genelde birbirlerini çok da iyi tanımayan ama ortak dertleri olan insanlar. Bir şeyi protesto etmek için toplanmış insanlar mesela. Yumruklarını sıkarak yukarı kaldırıp hep birlikte aynı öfke ve sloganla bağıran insanlar. Aralarına girivermek istiyorum bazen. Ne için toplandıkları ya da neyi protesto ettikleri umurumda bile değil. Yeterince öğrenci dövemiyoruz yahut daha fazla orantısız güç kullanmak istiyoruz diyerek bir araya gelen bir grup polisle bile birlikte bağırabilirim. Ama sonra düşünüyorum. Lan ben insan sevmiyorum bir kere. Sonra ne toplumsal kaygılarım var ne de halkın mutluluğu gibi bir derdim. Peki diyorum o zaman, neden sevmediğim bir grup canlıyla beraber boğazım yırtılana kadar bağırmak istiyorum? Galiba özendiğim için! Bana kalırsa insanların deliliğe en yakın oldukları anlar birlikte, birbirlerine gaz vererek toplu işler yaptıkları anlardır. Tribündeki insanlara bakın mesela, ya da bir gecede halay çeken insanlara. Çap ve semptomları farklı da olsa tek bir ortak nokta var ortada. Delilik.. “Kitlesel zeka yoktur, bir grup insan bir yerde toplanınca ilk önce akıllarını ve bilinçlerini kaybeder ve grup dağılana kadar da onlardan her türlü tuhaflık beklenebilir” gibi bir şey okumuştum. Adam haklı. Yoksa halay nedir? Hep bir ağızdan hakeme küfür etmek nedir? Pankart sopalarıyla banka atm’lerine saldırmak nedir? Bunların hangisini yalnızken yapabilirsiniz? Deliyseniz yaparsınız ancak. İşte tam olarak bu yüzden sempatik geliyor bana bazen bu gruplar. Geçici bir süre de olsa delirme garantisi veriyorlar ve ben buna zaman zaman epey ihtiyaç duyuyorum..
..
136.
Öfkeliyim Gölge. Biraz daha somut bir şey olsan seni bile çiğneyip geçecek kadar öfkeliyim. Keyfin yerinde tabi, senin bir bedenin yok. Bense hem gövdemle hem de seninle uğraşmak durumundayım. Ve onlarla.. Onlar; birbirleriyle oyuncak gibi oynayıp sıkılınca bir kenara fırlatanlar, gecekondularından en afili kıyafetleriyle fırlayıp iliştikleri bar taburesinde kızların memelerine bakıp birayla birlikte ağızlarının sularını içenler ve memelerini her türlü bakılmama ihtimalini dışarıda bırakacak kadar arsızca sokağa salanlar, kapı önü değnekçileri, çiçek satan şoparlar, bir bok satmayıp para dilenen çocuklar, sevdiklerine açılamayanlar, masaya kapaklanıp hıçkıra hıçkıra ağlayanlar, tepeden tırnağa tere bulanmışken etrafa sahte gülücükler fırlatan garson kızlar, kafaları güzelleştikçe vahşi batının hızlı kovboyları edasıyla cep telefonlarına saldırıp zavallı mesajlar yazan egosu çürümüş mahluklar, ucuz hayaller, iğrenç pazarlıklar ve kalabalık ve gürültü ve duman ve et ve ter ve korku.. Korkuyorlar aslında Gölge, hepsi birer korkak. Yalnızlıktan korkuyorlar, unutulmaktan
Fark edilememek korkusu ödlerini koparıyor. En aşağılık ilgi bile yok sayılmaktan daha iyi geliyor onlara. Çünkü biliyorlar ki gerçekten yalnız kaldıklarında kendileriyle hesaplaşmaya başlayacaklar ve hiçbiri bunun üstesinden gelebilecek kadar güçlü değil. Ve ben Gölge bunları gördükçe deliye dönüyorum. Avaz avaz bağırmak istiyorum, siktirin gidin bir ağaç kovuğu bulun kendinize bir mağara bir oda bir her neyse işte gidin kapatın kendinizi.. Ama yapamıyorum. Kimselere bir şey söyleyemiyorum. Sonra da işte böyle kendime sarıyorum. Elimden hiçbir şey gelmiyor Gölge. Kalabalıkların arasında sabun köpüğü gibi dağılıp bu saçma sapan kompozisyonun bir parçası oluverecekmişim gibi geliyor, korkuyorum. Dağılıyorum aslında Gölge, kendi kendime, yavaş yavaş, öfke içinde küçülüp dağılıyorum..
..
Günün onbeş saatini falan yatakta geçiriyorum şu aralar. Uyuduğumdan değil, toplasan üç dört saat ancak uyuyabiliyorum. Yataktan çıkmıyorum, çıkmak istemiyorum çünkü ayağa kalktığımda yapmak istediğim hiçbir şey yok. Oda ısısı ne olursa olsun pikeye sarılıp boş boş duvarlara ya da televizyona bakıyorum. Bir an önce yarın olsun diye bekliyorum, yarın da bir sonraki yarını bekleyeceğim. Ne zamana kadar? Ayağa kalktığımda yapacak çok önemli bir işim olduğunu düşündüğüm zamana kadar..
Kafka'nın doğum günüymüş bugün. Belki de dün. Emin değilim. Onun çağında yaşasaydım gidip ona derdim ki, bu kadar üzülme, bak ben de her şeye çok üzülüyorum ama bi boka yaramıyor. Bir de Milena seni seviyor aslında ben biliyorum.. İyi ki doğmuş Kafka, yoksa kim tarif ederdi sıkıntının nasıl bir şey olduğunu..
Kalp kırdığım zamanlar üzülüyorum en çok. Ama öfke öyle sikik bir şey ki ne ağzından çıkanı duyuyor insan ne de gözü bir şey görüyor. Ve bizi birbirimizden koruyacak kimse yok. Evrensel bir lanet bu. Kesinlikle eminim en büyük hatamız insan içine karışmak. Sebep olanlara bir şey demiyorum bu kez, Allah herkesi bildiği gibi yapsın..
..
175.
Sen, bir sürü şeyin arasında fırsat buldukça beni düşünürsün; ben hep seni düşünürüm..
Sen, benimle birlikte çocukları, tabiatı, sokak köpeklerini falan seversin; ben bir tek seni severim..
Sen, eski türk filmlerine, trafik kazalarına, fakir öğrencilerine ağlarsın; ben yalnız sana ağlarım..
Sen, arkadaş sohbetlerinde, fotoğraf çekinmelerinde ve metruk meyhanelerde mütemadiyen gülersin; ben sadece seninle gülerim..
Sen, sıkıntı dağıtırsın; ben sıkıntı yaratırım..
Sen, seninle birlikte her şeye anlam katarsın; ben senin haricinde herkese öfke saçarım..
Sen, şiirlere layıksın, ben yazmalardan aciz..
Malumudur herkesin
..