Hafızanın kuyusunda uyuyan sözcüklerin derin bir uçurumdan aşağıya tıpır tıpır yuvarlanan taşlar gibi şimdiki zamanın içine düşüvermesi beni ürpertir. Onların göremediğimiz kayalara yıllarca nasıl sıkıca tutunabildiğini düşünürüm her seferinde. Geçenlerde bir arkadaşıma kendisi gibi olamayan ‘sıkışık’ insanların korkularından, ümitsizliklerinden bahsederken o garip sohbetten bir an hatırladım. Telefonda konuştuğum yazar o sırada buralarda da ünlenmeye başlayan Irvin Yalom’du. Onunla romanları hakkında röportaj yapıyordum. Belki biraz vakit sınırlı olduğundan, biraz lafı dolandırmaktan hoşlanmadığım için ama sanırım en çok da genç olmanın küstahlığıyla ikinci romanını pek beğenmediğimi itiraf edivermiştim. Psikiyatrisi hasta ilişkilerini sorguladığı ‘Divan’ı mesleki donanımına, akıl oyunlarına, teknik bilgilere kurban ettiğini düşünüyordum. Buna karşın ‘Nietzsche Ağladığında’yı sevdiğimi söyleyince sebebini zihnimde beliren ilk düşünceyle anlatmamı istedi, hastalarından birisiyle konuşur gibi… İlk aklıma gelen, kitaptaki basit ama parlak cümlelerden birisiydi: “Bir şeyi entelektüel olarak bilmekle duygusal olarak bilmek arasında çok ciddi bir fark var, öyle değil mi” dedim. Aynı zamanda bir psikiyatri profesörü ve iyi bir analist olduğu için güldü tabii seçtiğim bu alıntıya. Sonra dürüstlüğü aniden açılan bir çakı gibi kullanmaktan utanıp özür diledim ondan. Yine güldü ve bu defa kızıyla konuşur gibi şefkatle cevap verdi: “Eğer içinde senden daha baskın bir ‘sen’ varsa onu gizlememek iyidir, kendin olmak zordur ama başka biri olma çabası daha zordur. İnsanı öfkelendirir, suçlu hissettirir, yorar, bir dolu dert, iyi ki söyledin”.
Son zamanlarda malûm sebeplerle kışkırtılan öfkenin, şiddettin toplumu nasıl içten çürüttüğünü hep beraber izliyoruz. Kim olduğunu bile henüz idrak edememiş, aidiyet duygusunun hazin yoksunluğuyla sarsılan gençlerin saldırganlığını trajik buluyorum. Televizyonlarda her akşam horoz dövüşüne çıkartılan ‘öfkeli oyunculara’ biraz acıyorum. Bir de taammüden ‘kötü’ olmaya çalışan yazarlar okuyorum, sahte kavgalardan medet uman, sanal âlemlerde yapay gaddarlıklarla avunan, bir türlü kendisi gibi olamayan insanlar görüyorum. Ve onların o çaresiz hallerine tanık oldukça ‘kötülük’ taklidi yapmanın kötülükten daha sığ olduğunu düşünüyorum. Acımasızlık, şiddet, öfke gibi dürtüler iki tarafı keskin bir kılıca benzer ve tıpkı iyilik, şefkat, merhamet gibi hakikidir. Eğer bir gerçekliğe dayanmıyorsa insanı olduğundan daha aptal ve epey zavallı gösterir bence. O maskenin ardına gizlenenlerin er geç ‘taklit’ olduklarını anlarsınız.
Korunaklı delilik
Saplantılarını, öfkesini, şiddetini, acısını, melankolisini iyi sanata dönüştürebilmiş özel ve her anlamda en farklı yazarlardan birisi 20.yy’da yaşadı. Thomas Bernhard, yazarlık hayatına nefret edilmeyi, anlaşılmamayı, unutulmayı, küçümsenmeyi göze alarak başladı ve aynen öyle bitirdi. Sözcüklerin zehirli iktidarıyla dış dünyaya açılan o kabuklu hali sahiciydi çünkü. Yıkıcı ama aynı zamanda sağaltan edebi üslubuyla kendisini, mağdurları, yenilenleri bu dünyanın bütün ‘kötülüklerine’ karşı korumak ister gibi mücadele ediyordu sanki.
Ben Türkçeye ilk çevrilen ilk kitabı “Wittgenstein’ın Yeğeni”ni okuduğumda çok şaşırmıştım. Okuduğum hiçbir romana benzemiyordu. Karakterler vardı ama belirgin bir olay kurgusu yoktu. Hiçbir şey olmuyordu, hayat sıkıntılarıyla kendini tekrar eden bir döngünün içine sıkışmıştı. Koyu bir ümitsizlikle, kederle örülmüş atmosferde, zıplayıp duran cümleler ve sonsuz paragrafların ardından nefessiz koşarken yazarı hem sevmek hem de bir an evvel onu terk edip kaçmak istiyordunuz. Ama sonra nasılsa karanlığıyla, ‘deliliğiyle’, sırlarıyla, hayatına tesadüfen giren okurda bile ürkütücü bir bağımlılık yaratıyordu. Bernhard, ödüllerden, gazetelerden, matbaacılardan, edebiyatçılardan, doktorlardan, tiyatrodan, operadan, burjuvalardan, sistemden, aristokrasiden, aşağıladıkları her şeyden nefret eden ama yine de onlarsız yaşayamayan kahramanları hakkında bildiğim kadarıyla pek konuşmadı. Belli bir ideolojinin temsilcisi gibi görünmedi. Röportaj vermeyi pek seven bir yazar da değildi.
Her kitabında yakın çevresini ve kendisini yazdığını, dedikodu yaptığını, acımasızca hakaret ettiğini düşünenler bile onu ilgiyle takip etmekten, okumaktan kendilerini alıkoyamadılar. Öfkesinden fazlasıyla nasibini alan yazarlar, sanatçılar hatta dostları bile ona dava açmış hatta akıl hastanesine kapatmayı bile düşünmüşlerdi. Topluma göre bu ‘deli’ yazar, ülkesinin düşünsel hayatına ve sanatına ihanet ediyordu. Hâlbuki o bildikleri anlamda deli değildi ve kötülüğe, acımasızlığa tahammül etme gücünü nasıl koruduğunu sanatoryum yıllarını anlattığı kitabın satır ararında daha en başlarda yazmıştı: “Paul’la aramızdaki tek fark Paul’un kendi deliliğinin onu tamamıyla avucuna almasına izin vermesi, benimse en az onunki kadar büyük olan deliliğimin beni avucuna almasına hiçbir zaman izin vermememdir”. Sanıyorum biraz da bu kontrolü asla elden bırakmayan tavrı nedeniyle Bernhard okurun gözünde sadece kendisini, gözlemlediklerini anlatan, sayıklayan, tekrarların sıkıcı tuzağına düşen sıradan bir yazar olmadı. Nadiren konuştuğu söyleşilerinden birinde romanlarındaki takıntılı karakterlerin doğru anlaşılabilmesi için sabahtan akşama kadar kendisini yüzlerce defa öldürdüğünü söylüyordu.
Kendi sesini taklit edemez
Gazetede çalıştığı yıllarda kısa gözlemlerinden oluşan bir kitabı yayımlanmıştı. Kitaba da ismini veren ‘Ses Taklitçisi’ bana onun yazıyla kendisi arasına koyduğu mesafeyi ve sevmediği sanılan ‘insanı’ yüceltişini düşündürür nedense; O ve dostları operada ses taklitleri yapan bir sanatçıyı davet edip daha önce hiç duymadıkları bambaşka sesler çıkarmaya ikna ederler. İstediklerini yapar, onların hiç duymadığı daha az ünlü sesleri de taklit eder. Gösterinin sonunda ondan kendi sesini taklit etmesini isterler. Yapamaz. Hiçbir şekilde kendi sesini taklit etmeyi beceremez.
Modern Avrupa edebiyatının en önemli yazarlarından birisi olan Bernhard’ın sesini taklit etmek de imkânsız bence. 20. yüzyılın müzik dehası Glenn Gould’u anlattığı son dönem romanlarından ‘Bitik Adam’da, bir sanatçı olarak durduğu yeri de tarif ediyor: “Wertheimer Glenn’i durmadan sanatçılığı yüzünden kıskanıyordu, bu sanatçılığa şaşırmayı, hele hayran olmayı kıskanmadan beceremiyordu, bunu yapabilmenin koşulları bende de yoktu ve yok, ben asla bir şeye hayranlık duymadım ama hayatta bir çok şeye şaşırdım… Wertheimer’da bu yetenek asla yoktu, hiçbir biçimde yoktu diye düşündüm. Wertheimer’ın aksine, ki o mutlaka seve seve Glenn Gould olmak isterdi, ben asla Glenn Gould olmak istemedim, hep kendim olmak istedim…”.
Müzik ve edebiyat
Bernhard, babasın istemediği bir çocuk olarak dünyaya geldi. On sekiz yaşındayken ağır bir akciğer hastalığına yakalandıktan sonra iki sene sanatoryumda kaldı. Çocukluğunu ve gençliğini anlattığı otobiyografik beşlemesine orada başladı. O dönemde kendisini büyüten, edebiyat ve felsefe sevgisini kazandıran yazar büyükbabasını ve annesini kaybetti. Daha sonraki yıllarda Mozarteum Akademisi’nde müzik ve oyunculuk eğitimi aldı. Onun müzik tutkusu, iç içe geçmiş, kendi anlamlarının etrafında dairesel hareketler çizen cümlelerin formunu, sesini de etkilemiş kuşkusuz. Şiddeti, öfkeyi, acımasızlığı, dilin imkânlarını kullanarak böyle yüksek bir sanata dönüştürebilen başka bir yazar var mı bilmiyorum. ‘Odun Kesmek’te yine onu sessizliğin içinde bir çığlık gibi duyuyoruz: “Yıllarca onlarla dost olmuşuz ve birden yaşam boyu dost değiliz ve neden birden böyle olduğumuzu bilmiyoruz. Onları o kadar çok seviyoruz ki, bu sevgi içinde hastalanıyoruz ve bizi iterek kendilerinden uzaklaştırıyorlar, kendi sevgimizden nefret ediyoruz, diye düşündüm. Biz hiçbir şeyiz ve onlar bizden bir şey yapıyorlar ve bu yüzden onlardan nefret ediyoruz. Bir hiçtik, derler ya hani ve onlar bin bir külfetle bizden bir dahi yapıyorlar ve onlar bizi dahi yaptı diye onları hiç affetmiyoruz, sanki onlar bizi ağır suçlu yapmışlar gibi, diye düşündüm berjer koltukta”.
Şiddetin, öfkenin dili, başkalarını hatta kendisini bile taklit etmeyen usta bir kalemin gücüyle lirik, kederli, ironik, kalıcı edebiyata dönüşebilir. Yeter ki gücünü hakikatten, samimiyetten alsın. Akşama çöpe gidecek yazılarla öfkeli numarası yapanlar ilgimi çekmiyor ama dili iyi kullanan, insanı derinlikli hikâyelerle anlatan edebiyatçıları şuursuz bir rahatlıkla aşağılayan, kendilerinden başka hiç kimsenin ‘akıllı’ olmadığına inanan yazar türüne naçizane bir tavsiyem var; konuşurken, özellikle de yazarken ‘kötü insan’ taklidi yapmayın. Mümkünse, olabiliyorsanız, öyle olabilmenin kıymetini idrak edebiliyorsanız gerçekten olun! Aksi takdirde yaşlı bir hanımefendinin fevkalade zarif bir biçimde söylediği gibi “film seyrederken artistik kuvvetli olunca uykumuz geliyor”.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:23:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!