O kadının adı, kokusuyla ruha işleyen o narin çiçekten geliyordu. Lakin, onun hikâyesi çiçeklerin solup gitmesi kadar basit değildi. Zira aşkın solması ile bir çiçeğin solması aynı şey değildi. Biri mevsimlikti, diğeri ise ömrün yükünü omuzlarında taşırdı.
İstanbul’un yıllara meydan okuyan taş sokaklarından birinde, sabahın en tenha saatlerinde, kahvesini içen bir adam duruyordu. O adam. Yahya Kemal’in “saf şiir” dediği o hakiki şiirin peşinde bir ömür geçirmiş, edebiyatın derin kuyularında kaybolmuş bir adam... Elinde tuttuğu kitap, Baudelaire’in *Les Fleurs du Mal*iydi. Melankoliyi severdi o adam, tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarındaki zamansız kahramanlar gibi. Ama en çok da, içindeki aşkı tek başına taşımaya alışmıştı.
Ve işte, o sabahın serinliğinde, taş sokaktan bir kadın geçti. O Kadın… Beyaz bir elbise içinde, saçları omuzlarına dökülmüş, gözlerinde adını koyamadığı bir hüzün taşıyan kadın. Onun yürüyüşü, Divan edebiyatındaki mazmunlarla anlatılacak kadar ahenkli, ama bir o kadar da Mevlânâ’nın şiirlerindeki gibi hakikati içinde saklayan bir sır gibiydi...
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta