Yorgun, uykusuz ve aklına takılan yanıtsız sorularla eve dönen Gökçe, odasına kapanarak pillerin gücü kesilinceye kadar kasetten Zernişanın sesini dinledi. Gökçein odasının önünden geçerken duyduğu sese bir müddet kulak kabartan Yıldız Hanım, kızının kendi kendine konuştuğunu sanarak mutfağa geçti. Salona geri dönerken, içerden gelen sesin hâlâ kesilmediğini görünce kulağını kapıya değecek kadar yaklaştırıp dinlemeye çalıştı. Hassasiyetini kısmen yitirmeye başlayan kulakları ve içeriden gelen sesin gittikçe zayıflamasıyla duyduklarını net olarak algılayamadı. Ses kesildikten sonra da merakla odaya girdi. Yatağına sırt üstü serilmiş, gözleri kapalı ve kirpikleri ıslak kızının üzerine doğru eğilerek:
-Kendi kendinle ne konuşuyordun öyle? ... diye sordu. Yatağından doğrularak elleriyle gözlerini silmeye çalışan Gökçe:
-Konuşmuyordum dedi, dinliyordum. Kızının sözlerine inanmayan Yıldız Hanım:
-Bal gibi senin kendi sesindi diye itiraz etti, ne söylüyordun kendi kendine? Elindeki minik teybi annesine gösteren Gökçe:
-Söylemiyordum anneciğim dedi, dinliyordum sadece! Kızının bulutlanan gözlerine öfkeli bir bakış fırlatan Yıldız Hanım:
-Dinliyormuş... diye inanmadığını belirterek: Aç şunun sesini dedi, ben de dinleyeyim.
-Pilleri bitti anneciğim, sonra...
-Pilleri bitmişmiş... Bana gelince mi bitti? Git, pillerini taktır şunun, tez getir bana!
Gökçe, teybe pillerini taktırıp gelinceye kadar, gizlenen bir suçun kanıt veya ipucunu arayıp da bulamayan Yıldız Hanım, kızının getirdiği teybi hiçbir şey söylemeden kaptığı gibi odadan dışarı çıktı. Başa sardığı kasedi dinlemeye başlarken salonda dolanan öfke bulutu tepesine kümelendi. Şiir kısmını dinlerken kulaklarına inamadı. Kasedi üç kez başa sarıp aralıksız olarak dinledikten sonra pürhiddet Gökçenin odasına daldı. Solgun yüzlü kızına:
-Nasıl açıklayacaksın bakalım? diye bağırdı! Kime söyledin sen bunları? Anlat bakalım, bizden gizli ne dümenler çeviriyorsun?
-Ben söylemedim. Ölen kızın sesi... Zernişan dedikleri kız doldurmuş o kaseti, sonra da sevgilisine göndermiş.
-Ölen kız mı? ... Zernişan da kim? Kız sen hangi sokaklarda sürttün de böyle kirli pabuçlarla eve dönüyorsun ha? Anlat, tepemi attırma benim! Annesinin dişi bir kaplanın gözlerinden farksız bakışlarından ürken Gökçe başını öne eğerek:
-Kirli sokaklarda hiç işim olmaz! dediği anda Yıldız Hanım elindeki teybi kızın kafasına indirdi:
-İşi olmazmış... Yediği naneye bakmıyor da ağzı laf yapıyor haspanın... Kime düzdün bu destanı kız, keserim o dilini senin!
Dokunsan ağlamaya hazır olan Gökçe kafasına aldığı darbeyle ağlamaya başladı. Elleriyle başını tutarak:
-Yine haksız yere vurdun bana! dedi. O destanı ben nasıl yazayım? Gökçenin hıçkırıklarının dinmesini bekleyen Yıldız Hanım aniden aklına gelmiş gibi:
-Doğru söylersin kız dedi, sen kim o destanı yazmak kim? Sen ancak gezip-tozmayı, peşinde adam sürüklemeyi bilirsin! Başka ne meziyetin var ki senin?
Yıldız Hanım öfkesi yatıştıktan sonra teybi masanın üzerine bıraktı. Hıçkırıkları dinmeye yüz tutan Gökçeye:
-Korkma senin odun kafana hiçbir şeycik olmaz dedi. Bak bakalım teybin çalışacak hali kaldıysa o şiiri bir kağıda yazıp getir bana. Okumak için mikroskop gerektiren yazınla değil, biraz büyük harflerle yazıp getirirsin tamam mı?
Gökçe, annesi odadan çıktıktan sonra kafasında yarım yumurta büyüklüğüne erişen şişliğin üzerindeki elini çekerek avucuna baktı. Kanamadığına şükrederek, çizgisiz bir kâğıdın iki yüzüne sığdırabildiği şiiri, salonda sinirli bir halde bekleyen annesine okuma gözlüğüyle birlikte uzattı. Yıldız Hanım gözlüğünü takıp, şiir metnine göz attıktan sonra hırçın sesiyle:
-Git odana şimdi dedi, görünme gözüme!
Gökçenin sessiz ve ürkek adımlarla salondan ayrılmasıyla her mısrayı tek tek analiz ederek şiiri okumaya başladı. Okuması bitince gözlüğünü çıkarıp bir müddet düşündü. Bu şiiri kendisi yazamayacağına göre demek ki doğruyu söyledi! diyerek Gökçenin odasına geldi. Merhametin kırıntısını bile taşımayan tehditkâr sesiyle:
-Dilini koparmamı istemiyorsan bana bu şiirin hikayesini anlatacaksın dedi. İstesen de bu şiiri senin yazamayacağını biliyorum. Kimin bu şiir ve nedir hikayesi? Kime, ne amaçla okudun? Bana kuzu kuzu her şeyi anlat ve tepemi attırma! Yalan söylersen veya sakladığın bir şey olduğu hissine kapılırsam; koparırım o dilini haberin olsun, ona göre... En başından başlayıp sonuna kadar her şeyi eksiksiz anlatıyorsun bana. Haydi bakalım, anlatacaklarını dinliyorum.
Gökçe içinden geçen: Ben gerçeği anlatsam da, nasıl olsa sen işine geldiği gibi anlayacaksın! düşüncesini dile getiremeden; Edirneden otobüsle ayrıldığı andan eve dönüşüne kadar tanık olduğu olayları en ince ayrıntısına kadar bir bir anlattı. Annesinin, volkan gibi püskürmesini beklerken, Yıldız Hanım:
-Git, salondan gözlüğümü getir dedi, bakalım ne nişanıymış bu...
Yıldız Hanım, gözlüğü getirip sırtını dönerek önünde diz çöken kızının, başını öne bastırırken: Ah! ... diye bağırması üzerine:
-Ne oluyor sana? diye çıkışırken eli Gökçenin kafasındaki şişliğe takıldı: Bu şişlik de ne böyle? diye sordu. Gökçe kırgın sesiyle:
-Az önce teybi kafama geçirdin ya dedi, onun mirası işte!
-Bana gelince pabuç gibi uzuyor dilin. Babana da böyle konuşsan ya? ...
-Babam bu güne kadar bana elini hiç kaldırmadı.
-Kaldırmaz tabi, ikiniz de aynı kafadansınız çünkü... Uzatma, nerendeymiş bu nişan, göster!
İşaret parmağını ensesinin üst tarafındaki saçlarını aralamaya çalışan Gökçe:
-Buradaymış dedi, buraya bakacaksın.
Gökçedeki pembe doğum lekesini ilk kez gören Yıldız Hanım:
-Tuhaf dedi, ölen kızda da aynı leke varmış öyle mi?
-Aynı yerde ve aynı şekilde... Öyle söylediler. Dediğim gibi kızın resimlerini gördüm, aynen benim bebeklik ve okul resimlerim. Görsen kendin de şaşarsın! Bir müddet düşünen Yıldız Hanım:
-Hiç niyetim yok dedi. Baban geldiğinde marifetlerini ona da anlatırsın.
Alışverişten dönen Mehmet Bey elindeki paketleri masaya bıraktıktan sonra salonda düşünceli görünen eşine:
-Hayrola Hanım dedi, tuz yüklü gemilerini denizde batırmışsın gene! Bir şey mi oldu? Yıldız Hanım iğneleyici sesiyle:
-Kaptanı senin kızın olduktan sonra, limanlar daha çok tuz bekler! dedi. Git şu kızınla bir konuş bakalım, İstanbulda ne film çevirmiş sana da anlatsın.
-Film mi dedin! ne filmi hanım?
-Kendi kızına sorsana... Odasında...
Oturup birkaç dakika dinlenmeye vakit bulamayan Mehmet Bey, merakla Gökçenin odasına yöneldi. Eşini çileden çıkaran sakin haliyle hafifçe kapıyı çalarak, sefkat yüklü sesiyle içeriye:
-Boncuk, diye seslendi. Beni duyuyor musun? Müsaitsen yanına geleyim. Gökçe kapıyı açtıktan sonra:
-Buyur babişkom, hoşgeldin. diyerek babasını içeriye aldı. Kapının kapanmasıyla daha da sinirlenen Yıldız Hanım:
-Gören de: Monako prensesi uşağını kabul etme lütfunda bulundu sanacak be! diye kendi kendine söylenerek ayağa kalktı. Bu ne biçim baba kız ilişkisi? Adam baba mı, hizmetkâr mı belli değil; destur almadan prensesin huzuruna çıkamayan bir zavallı sanki!
Mehmet Bey, yüzüne bakmaya çekingen davranan Gökçenin çenesinden tutarak başını kaldırdı. Kızın lacivert gözlerinin derinliklerindeki hüznü okuduktan sonra kolundan tutarak:
-Gel şöyle oturalım Mavişim dedi. Annen küplerine binmiş gene, anlat bakalım ne oldu? Kızının sessiz kaldığını görünce her zamanki gibi elini saçlarında gezdirirken Gökçenin irkilmesiyle: Dur bakalım dedi, ne var kafanda öyle! Kızın kafasındaki şişliği muayene ettikten sonra: Bunu sana annen yaptı değil mi? diye sordu. Yanıt alamayınca ayağa fırladı.
Sabrın son çizgisinde elinde buz torbasıyla geri döndü. Gökçenin yastığını kucağına alarak:
-Boncuk, başını şöyle koy bakayım dedi. Biraz soğuk tatbik edelim, acısını ve şişliğini alır.
Gökçe, başını usulca babasının kucağındaki yastığa bıraktı. Bir anda kucağına şelale gibi dökülen ipek saçların arasında bakarken bile fark edilen şişliğin üzerine aralıklarla buz torbasını tutan Mehmet Bey:
-Annen, neye bu kadar sinirlendi? diye sordu. Annene anlattıklarını bana da anlatmak ister misin? Senin her davranışına kefil olduğumu bilirsin. Anlatmak istersen dinlemeye hazırım; anlatmak istemiyorsan üstelemem. Gökçe, beş dakikayı bulmayan bir sessizlikten sonra:
-Beni senden başka bu dünyada kim anlar ki babişkom... Anlatayım, nerede hatam varsa söylersin. diyerek annesine anlattıklarını babasına da tekrarladı. Kızının masumiyetine inanan baba kasedi de dinledikte sonra, yarı yarıya eriyen buz torbasını Gökçenin eline tutuşturdu:
-Bir saat daha aralıklarla fazla bastırmadan kafanda tutarsın dedi. Bu arada annenle biraz konuşayım. Ben gelinceye kadar odandan dışarı çıkma olur mu?
-Olur babişkom, benim suçsuz olduğuma inanıyorsun değil mi?
-Bütün kalbimle... Hiç şüphen olmasın. Yalnız dediğim gibi ben gelmeden odandan dışarıya adımını dahi atmıyorsun! Anlaştık mı?
-Tamam, babişkosunun dediğin gibi olsun.
Mehmet Bey salonda beş dakika kadar düşündükten sonra eşinin odasına girdi: Yıldız Hanım hâlâ şiir üzerine kafa yoruyordu. İnsanın mesleği ve ilgi alanıyla paralellik taşıyan hafızasının en güçlü sayfası, Yıldız Hanıma edebiyat alanını için ayrılmıştı. Bu şiiri daha önce hiç okumadığından emindi. Olağan koşullarda henüz yirmi yaşına değmemiş bir bir kızın yazabileceğine inanmak çok güçtü. Beklenmeyen bir ayrılıkla şafaksız geceye mahkûm olan çizgi ötesi bir aşkın, vuslat umudunu mahşer düşlerinin şafağına aktaran şiirin hüzünlü atmosferine gömülmüştü. Mehmet Beyin:
-Beğendin mi yaptığını hanım? Ne yaptın kıza öyle? ... diyerek önüne dikilmesiyle irkildi. Hatasını kolay kabullenen bir yapıya sahip olmadığı için Yıldız Hanım anında savunmaya geçti:
-Ne yapmışım ben?
-Daha başka ne yapmayı düşünüyordun? Kızın kafasını görmedin mi?
-Onun odun kafasına bir şey olmaz! Geç bunları... Anlattı mı sana marifetlerini? İki gün içinde resmen ruhlar aleminin tanrıçası filminde başrol oynamış! Anlattı mı sana? ...
-Merak etme, sana anlattıklarını bana da anlattı.
-Peki ya kasedi, dinletti mi sana?
-Dinledim hanım, kasedi de dinledim.
-Kime okumuş peki o kasedi? Onu da itiraf etti mi?
Gökçeyi önyargısız dinleyen ve kasede kaydedilen veda mektubunu soğukkanlılıkla değerlendiren Mehmet Bey, eşinin sabırsızlıkla gösterdiği duygusal tepkinin aksine sağlıklı bir zemine ayak basmıştı. Eşinin yanına oturarak kararlı bir ses tonuyla:
-Bu sondur hanım dedi. Bundan sonra kıza el kaldırmadan önce bana el kaldıracaksın! Yirmi yaşındaki kıza el kaldırıldığı da nerede görülmüş? Hem de yıllarca toplumda eğitim ve öğretim görevini üstlenmiş bir hoca tarafından... Dediğim gibi bu sondur. Bu konuyu da bir daha açmayacağım çünkü asla böyle bir şeyin tekrarı olmayacak. Benim asıl söylemek istediklerim daha başka: Senin henüz görüp algılayamadığın vahim bir durum söz konusu...
-Neymiş benim görüp de algılayamadığım vahim durum? Sesini alçaltarak eşinin kulağına yaklaşan Mehmet Bey:
-Hiç birşey söylemeden sadece beni dinle dedi. Anlatacağım: Teypteki ses Gökçenin kendi sesi değil. Ses benzerliği, Gökçenin anlattıkları, doğum nişanı... Bunların hepsi aslında tek resmin dağınık parçalarından başka bir şey değil. Parçaları bir araya getirdiğimde ortaya çıkan manzarayı şöyle görüyorum: Kasetteki ses Gökçenin kız kardeşinden başkasının sesi değil. Senin anlayacağın: Ölen kız Gökçenin kardeşiymiş! Aynı yaşta oluşları ve nişanlarına bakılırsa muhtemelen ikizi... Yanlız anlayamadığım birkaç nokta var: Gökçe, söz konusu ailenin çok zengin olduğunu, saray gibi bir evde yaşadıklarını anlattı. O kadar zengin bir aile bakamayacağı gerekçesiyle niçin bebeğini bir başkasına versin ki... Diyelim ki doğumdan önce çoğul gebelik olduğu anlaşıldı. Hiçbir annenin kâlbi kardeşlerin birbirinden ayrılmasına razı olmaz. O zaman geriye tek ihtimal kalıyor: Söz konusu aile de bebek sahibi olamadığı için bizimle aynı kaderi paylaşmışmıştır diye düşünüyorum lâkin, Gökçe o evde Yusuf isminde bir çocuktan da bahsetti. Sorduğumda çok güzel bir çocuk olduğunu ancak kendisine hiç benzemediğini söyledi. Aile, ilk bebekten sonra sonra o çocuğu da almış olabilirler mi diye düşündüm. Mümkün olsa da aklıma pek yatmadı. Öyle sanıyorum ki düşünerek bir sonuca varamam. Bu düğümü Sedat hoca çözebilirdi ancak Onun vefatı işimizi güçleştirdi. Geride bize yardımcı olabilecek bir tek hemşire hanım kaldı. Eğer yaşıyorsa hemşireyi bulup durumu netleştirmeliyiz. Neydi şu hemşirenin adı?
Dinledikleriyle karışan aklı karışan Yıldız Hanım o anda hemşirenin adını hatırlayamadı. Endişeli bir sesle:
-Hiç düşünmemiştim dedi durumun bu kadar vahim boyutlara ulaşabileceğini! Gördün mü odun kafalının başımıza ördüğü çorabı? Mehmet Bey sesini yükselterek sitemle:
-Adamın bam teline basıp durma hanım dedi! Ben sana ne anlatıyorum, sen neler söylüyorsun? Bütün bunlar kızın iradesi dışında gelişen olaylar değil mi? Gökçenin bu işte suçu ne? Bu olaylar doktorun Edirneye gelişiyle başlamadı mı? Sanki doktoru Edirneye Gökçe çağırmış gibi konuşuyorsun. Kıza taktığın kafayı biraz toparla da ne yapacağımızı düşünelim.
-Bellidir gezen pabucun ne getireceği! Sürtmeseydi sokaklarda gelmezdi bütün bunlar başına... Devrik cümle vurucu gücünü göstermişti. Sesini daha da yükselten Mehmet Bey:
-Adamı dinden imandan çıkarma hanım! diye bağırdı. Kızı o gün sokağa Git, bana dondurma al. diye gönderen sen değil miydin? Yedin mi dondurmayı şimdi! Cinleri tepesine üşüşen Yıldız Hanım:
-Bana bak... dese de cümlenin devamını getiremedi. Kavganın ateşlenen fitilini, Mehmet Bey işaret parmağını eşine uzatarak söndürdü:
-Sakın, yerimden kalkayım deme! Şimdi yersiz ve yararsız tartışmanın zamanı değil. Otur, oturduğun yerde... Sabah Bursaya gidiyorum. Döndüğümde evde bir vukuat daha işlendiğini anlarsam; her şey bambaşka olur ona göre...
Yıldız Hanım, eşinin kendisine karşı ilk kez bu kadar sert davranmasını Gökçenin babasını doldurduğu şeklinde yorumladı. Sinirli haline rağmen, kapıyı usulca kapatarak odadan çıkan eşinin ardından acı acı gülümsedi:
-Ayıklayın bakalım baba kız şimdi pirincin taşını! Demiştim sana: Bu kızdan çekeceğimiz var! diye, gör işte...
Gökçenin odasına dönen Mehmet Bey kızının kafasındaki şişliği parmaklarıyla nazikçe yokladı. Müşfik sesiyle:
-İnmiş biraz dedi. Birkaç güne kadar daha da iyi olur. Bak Boncuk ne diyeceğim: Okul arkadaşlarımdan birisinin daha vefat ettiği haberini haldım. Sabah, Bursaya gidiyorum. En kısa zamanda dönmeye çalışacağım, ben dönünceye kadar annenle takışma diyeceğim. Hatta mümkün mertebe gözüne fazla görünme, olur mu?
-Olur babacığım, sen istedikten sonra odamdan dışarı bile çıkmam.
-O kadar da değil, yani gözüne fazla görünme dedim. Bu akşam erkenden uyuyacağım. Benden bir isteğin var mı? Kısa bir müddet düşünen Gökçe:
-Bana biraz para ver babişkom dedi. Annemden isteyemem bilirsin. Mehmet Bey her zaman olduğu gibi:
-Tamam Mavişim istediğin para olsun diyerek cüzdanını Gökçeye uzattı. Paranın yarıya yakını alarak cüzdanı babasına geri uzatan Gökçe:
-Babişkosu kızına güveniyor değil mi? diye sordu. Mehmet Bey gülümseyerek:
-Elbette kızına güveniyor diye yanıtladı. Hatta kendisinden çok kızına güveniyor. Yalnız dediğimi unutma annenin gözüne fazla görünme, tamam mı?
-Tamam diyen Gökçe babasının boynuna sarıldı: Güle güle git, çabuk dön ama, unutma ki; beni dişi bir Bengladeş kaplanıyla beni aynı kafese kapatıp gidiyorsun!
Bengladeş kaplanı betimlemesi, Gökçenin annesine yakıştırdığı çarpıcı bir benzetmeydi. Yanaklarını kızının ellerinden kurtaran baba odasına geldiğinde uzun müddet düşündü. Soyunup yatağına uzandıktan sonra saatlerce uyuyamadı. Gökçenin kaplan tanımlaması aklında dolanıp durdu. Dalgınlaşan gözlerine eşlik eden dudaklarındaki acı tebssümle kızına vermek isteyip de veremediği yanıtı diline taşıdı: Keşke haksız olabilseydin kızım! dedi. Dişi ve vahşi Bengladeş kaplanı... Hangi sözcükler anneni bu kadar mükemmel anlatabilirdi ki... İşte, ben de o vahşi kaplanın sözde terbiyecisiyim, üstelik her an parçalanmayı göze alarak...
Bursaya gitmek için sabah erken saatlerde uyanan Mehmet Bey, sessizce evden ayrıldı. Gece yarısından sonra yatıp öğle saatlerinde uyanan Yıldız Hanım evdeki sessizliğe sinirlenerek salonda söylenerek dolaşmaya başladı:
-Herkes girecek bir delik bulmuş kendisine. Top oynuyor koca evde in cin! Kahvaltı için hiçbir hazırlık yapılmamış. Bu ne biçim ev be ya...
Yıldız Hanımın yankı bulamayan devrik cümlelerini odasında endişeyle dinleyen Gökçe, annesinin sinirle kapısını çarparak odasına kapanmasını fırsat bildi. Kendi sözleriyle gerekçesini hazırlayıp cesaretini yüklendi:
-Bombanın fitili ateşlendi kızım dedi, annen birazdan kapının önüne bırakır! Fırsat bu fırsat, hazır odasına kapanmışken sıvış bu evden. Babişkon iki üç gün evde olamayacağına göre kaplanı kafesinde tek başına bırakmanın bundan daha iyi fırsat olur mu? Kükresin evde tek başına üç gün de, aklı başına gelsin! Haydi kızım tam zamanıdır şimdi...
Teybi eline alarak sessizce odasından dışarı süzüldü, ayakkabılarını eline alarak her an annesinin arkasından sesleneceği korkusuyla dış kapıyı usulca kapatıp kendisini dışarı attı. Telaşla ayakkabıları ayağına geçirip caddede ardına bile bakmadan hızlı adımlarla kavşaktan kuyumcular caddesine saptı. Yolun karşı tarafına geçip Postahaneden Yusufu aradı. Gökçenin sesini duyan Yusuf sevinçle annesine haykırdı:
-Anne koş, Zernişan ablam arıyor dedi. Beklenmedik telefon Leyla Hanımın yüreğini ağzına getirmeye yetmişti. Yusufun elinden telefonu alan Leyla Hanım nasıl olduklarını soran Gökçeye:
-Nasıl olalım kızım dedi. Hâlâ şoktayız. Kendime geldiğimde sen çoktan gitmiştin! Bir şey konuşamadık. Ne olduğunu anlayamadım. Şu an bile bir rüyada gibiyim!
-Teyze izniniz olursa sizi ziyarete gelmek istiyordum.
-Bize mi gelmek istiyorsun? ... Tabi kızım buyur. Yusufum da çok sevinecek. Gittiğin andan beri çocuğu teselli edemiyorum. Zernişan ablam diye tutturup duruyor işte. İnandıramıyoruz bir türlü... Hoş, benim de ondan bir farkım yok ya... Şu an neredesin peki?
-Edirnedeyim. Henüz biletimi almadım. Siz izin verirseniz geleceğim.
-Buyur kızım, memnun oluruz. Yalnız biletini aldıktan sonra bize saatini bildir, seni terminalde alalım, olur mu?
-Size zahmet olmasın! adresi verin ben bir araba tutar gelirim.
-Dünyada olmaz kızım, dediğim gibi bize hangi otobüse bineceğini ve saatini bildir, kendimiz gelip seni otogardan alırız.
-Peki teyze, biletimi aldıktan sonra tekrar ararım sizi.
Mehmet Bey Bursaya varamadan İstanbula ayak basan Gökçe; otobüsten iner inmez, beline sarılan Yusufun:
-Abla, bizi bir daha bırakıp gitmeyeceksin değil mi? sorusuna muhatap oldu. Leyla Hanım, gözyaşlarını zaptetmek için yoğun gayret sarfettiği bu sahnede Gökçeye:
-Hoş geldin kızım. dedikten sonra Yusufun kolunu tuttu. Talihsiz kadının buğulu gözlerine bakan Gökçe:
-Hoş bulduk Teyze diyerek adım atmasına fırsat vermeyen Yusufun başını okşadı. Leyla Hanım:
-Güneşin altında durmayalım. diyerek Yusufun kollarını elindeki teypten başka eşyası olmayan Gökçenin belinden çözdü.
Evin emektar bahçıvanı sabırsız bir beklenti içindeydi. Yıllarca hizmet verdiği bu evde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı hissiyle aklından türlü türlü senaryo geçiriyordu. Ticari arabanın arka koltuğundan inen üç kişi için yeni bir hayatın başladığını sezerek eli ayağı birbirine dolaşıyordu.
Yusufun özlemle sarıldığı ablasını bırakmaya hiç niyeti yoktu. Peş peşe sıraladığı soru ve isteklerine Gökçenin yanıt bulmakta sıkıntıya düştüğünü anlayan Leyla Hanım:
-Oğlum müsade et ablacığın bir nefes alsın dedi. Uzun yoldan geldi. Terlemiş, yorulmuştur. Annesinin sözlerini duymamazlıktan gelen Yusuf:
-Abla beni yine Gülhane tarafına götürsün değil mi? diye sordu. Yemekten önce Gökçenin bir parça olsun dinlenmesini isteyen Leyla Hanım:
-Güzel kızım istersen gel de sana banyoyu göstereyim diyerek ayağa kalktı. Elini yüzünü yıka biraz kendine gelirsin. İstersen ılık bir duş da alabilirsin, yol yorgunluğuna iyi gelir.
Üst katın odalarından arka bahçeye bakan odanın kapısını açan Leyla Hanım:
-Geleceğini haber verince, bu odayı senin için hazırladım kızım dedi. Banyodan çıkınca odanda biraz dinlenirsin. Anlaşılan yanına başka kıyafet de almamışsın. Bu arada ben rahat edeceğin bir giysi bakayım. Birazdan masana bir bardak limonata getiririm, banyodan sonra zindelik verir. Kendi annesinden göremediği ilgiyi henüz yeterince tanımadığı Leyla Hanımdan görmeye başlayan Gökçe:
-Ne gerek var teyze bu kadar zahmete dedi. Elimi yüzümü yıkasam yeterdi be...
-Yaz günü uzun yoldan geliyorsun kızım. Güzelce bir banyo yap ve dinlenlen. diyen Leyla Hanım kapısını açarak banyoyu Gökçeye gösterdi.
Leyla Hanım alt kata indikten sonra odasını ve banyoyu gözden geçiren Gökçe: Dört ayak üstüne düştün kızım diye içinden geçirdi. Kaplan pençesinden kurtulup ceylanın boynuna sarılmak derler buna... Tadını çıkarmaya bak!
Gökçe banyodan çıktıktan sonra odasında masanın üstünde bulduğu limonata dolu bardağa baktı. Saçlarını kuruturken parmakla kapıya vurulmakta olduğunu duyunca:
-Efendim... diye seslendi.
Leyla Hanım kadife gibi sesiyle:
-Kızım sıhhatler olsun dedi. Sana giysi getirdim bir zahmet alır mısın? Kapıyı açan Gökçe gözlerinin içi gülen Leyla Hanımla göz göze geldi. Leyla Hanım elindeki hediye paketini uzatarak:
-Dar zamanda hemen alıp geldim, kusuruma bakmazsın artık. Üzerine uyacağını düşündüm, bir dene istersen... Gökçe beklemediği bu hediye karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Leyla Hanımın yabancısı olmadı lacivert gözlerini iri iri açarak:
-Ne gerek vardı teyze bunca zahmete dedi. Giyerdim kendi elbiselerimi... Gökçenin devrik cümlelerine gülümseyen Leyla Hanım:
-Şimdilik üzerine bunu dene dedi. Üstündekileri yıkayalım, onları sonra da giyersin. Lütfen hediyeni al, ben yemek masasını hazırlayayım. Hazır olunca aşağı inersin.
Paketi Leyla Hanımdan alan Gökçe merakla açtı. İnce pamuk ipliğinden dokunmuş, kar Beyazı, tek parça kısa kollu yazlık bir elbiseydi. Sol göğsündeki el işlemesi gül motifi, kol ağızları ve yakasının ibrişimle sırmalanmasına bakılırsa pahalı bir elbise olmalıydı. Ayna karşısında omuz kısımlarından tutarak elbiseyi üzerine tuttu. Akla ilk anda peri kızlarını düşüren yansımasına süzerken, Zernişanın at üzerindeki resmini hatırladı. Keşke şu an benim de saçlarım o kadar uzun olsaydı! diye hayıflanırken kâlbine yakıcı bir kıvılcımın düştüğünü anladı. Acıma duygusunun tetiklediği hüznün kıvılcımı kısa sürede yalımlara dönüştü. Göğsünden yüzüne doğru vuran ateşle ağzı kurudu. Ölmeseydi, belki de bu elbiseyi giyecekti, giyemem bunu! diyerek elbiseyi odadaki mor renkli kadifeyle kaplanmış koltuğun üzerine bıraktığında dili damağına yapışmıştı. Masadaki soğuk limonata bardağını kavradı, ilk yudumu aldıktan sonra boşalıncaya kadar dudaklarını bardaktan ayıramadı. Limon kabuğunun eşsiz aromasıyla yüreği ferahlasa da gözlerinin dolmasını engelleyemedi. Yatağın üzerine oturdu, hıçkırıklar boğazını düğümlenmişti.
Gökçenin salona dönmesinin gecikmesiyle yemeklerin soğuyacağı endişesine kapılan Leyla Hanım aceleyle üst kata çıktı. Kapı önünden:
-Kızım seni bekliyoruz içeriye seslendi. Giyindiysen beraber inelim, yemeklerimiz soğumasın! İçerden bir ses alamayınca telaşlandı. Sesini yükselterek: Kızım, beni duyuyor musun yavrum? ... Odadan hiçbir ses seda alamayınca tereddütsüzce kapıyı açıp içeri girdi. Gökçe henüz giyinmemiş sarıldığı bornozuyla yatağın üzerine oturmuş hıçkırıyordu. Telaşla:
-Kızım ne oldu sana diyerek yanına oturdu. yanıt alamadığı kızın titreyen omzuna elini atarak yüzüne doğru eğildi: Tatlım bir sorun var? diye üsteledi. Gökçenin bir yanıt veremeyeceğini anladığında kızı göğsüne çekip sakinleşmesini bekledi. İlk kez bir annenin sıcak göğsüne yaslanan gökçenin hıçkırıkları sesli ağlamaya dönüştü. Saçlarını okşamak için uzattığı eli, genç kızın başındaki şişliğe takılan Leyla Hanım:
-Aman Allahım! diye bağırarak ayağa fırladı. Sen kafanı çarpmışsın. Çabuk ayağa kalk, hemen üzerine bir şeyler giy seni hastaneye götüreyim. Konuşamayan Gökçe, Leyla Hanımım elini tutarak yanına oturmasını işaret etti. Kadın oturur oturmaz da kucağına uzandı. Kızın saçlarına el uzatamayan Leyla Hanım ne yapacağını kestiremez bir halde tedirgin beklerken Gökçe ağlamaklı sesiyle:
-Korkma teyze dedi. Kafamdaki... şişlik... burada olmadı. Edirnede...
Yemek masasında sabırsızlıkla annesi ve ablasını bekleyen Yusuf kapıda belirdiğinde Gökçenin hıçkırıkları henüz dinmemişti. Sitemkâr sesiyle:
-Ablam niçin ağlıyor anne? diye sordu. Leyla Hanım ilk anda Yusufa ne yanıt vereceğinini bilemedi. Gözleri Gökçenin koltuk üzerine bıraktığı elbiseye takılınca:
-Ablan, otobüste valizini unutmuş dedi. İçinde sevdiği kıyafetleri kalınca ona çok üzülmüş! Hem sen üzerine vazife olmayan işlere karışma bakayım. Aşağı in, bizi bekle birazdan geliyoruz.
-Üzülmesin, gider yenisini alırız değil mi?
-Tamam yemekten sonra gider alırız. Haydi sen aşağı in bizi bekle. Ablan üstünü giysin hemen geliyoruz.
Yusuf düşüne düşüne alt kata inerken Leyla Hanım:
-Niçin bu kadar üzüldün kızım? diye sordu. Farkında olamadan bir kusur mu işledik yoksa? Nisbeten sakinleşen Gökçe gözlerini silerek parmağıyle elbiseyi işaret etti:
-Mümkün mü üzülmemek teyze dedi. Kızınız yaşıyor olsaydı belki de bu elbiseyi o giyiyor olacaktı diye düşünürken, bir ateş düştü göğsüme! Yüzüm yandı, dilim damağım kurudu. Getirdiğiniz limonata ilaç gibi geldi o an. Ne kadar üzüldüğümü bir anlatabilsem...
-O da senin gibi ince ruhluydu. diyen Leyla Hanımın sesi Zernişanın dinmez özlemiyle titedi: Güzeller güzeli yavrum bir gün bile beni incitmedi. Evin içinde dolandıkça ayak bastığı her yere güneş doğardı. Evim şimdi ruhumla beraber karanlıkta kaldı kızım! Neyse, bunları sonra da konuşuruz. Lütfen hediyemi kabul et, elbiseni giy. Yusuf, senin geleceğini duyduğu andan beri: Yemeği ablamla beraber yeriz. diyerek ağzına tek lokma bile atmadı. Ben aşağı ineyim de daha fazla sabırsızlanmasın. Haydi kızım sen de üstünü giy de aşağı gel.
Enginar dolması, Gökçenin ilk kez yediği ve en çok beğendiği yemek oldu. Kuzu kıyması, pirinç, dereotu ve karabiberi zeytinyağıyla buluşturan enginar yemeğinin, üzerine içilen bir bardak soğuk su, tadını saatlerce damakta bırakıyordu.
Yemekten sonra masayı toplamasına yardımcı olmak isteyen Gökçeye müsade etmeyen Leyla Hanım:
-Lütfen sen zahmet etme kızım dedi. Ben masayı toplarım. Rica etsem Yusufla biraz ilgilenir misin? Beraber bahçeyi gezersiniz. Bu yaz salıncağına hiç binmedi. Yarım saat kadar sonra kahvelerimizi içer birlikte alış verişe çıkarız. Gökçe, alış verişe çıkma fikrine şaşırmıştı:
-Birlikte alış verişe mi çıkarız dediniz?
-Evet, öyle söyledim. Sen valizini otobüste unutmamış mıydın? Şimdi aratsak da bulduramayız. En iyisi mi alış verişe çıkar yeni bir valiz alırız. Buna Yusuf da çok sevinir.
Yarım saat sonra Gökçeyi Kahve içmeye çağıran Leyla Hanım, kızın peşini bırakmaya niyetli olmayan Yusufa çıkıştı:
-Ablanı kızdırma sonra bizimle alış verişe gelmez ona göre... Haydi sen şimdi bahçıvanın yanına git ve birazdan verişe çıkacağımızı haber ver. Bir ihtiyacı olup olmadığını öğren ve bizi bekle tamam mı?
Uzaklaşan Yusufun arkasından bakan Gökçe:
-Allah bağışlasın teyze dedi, çok akıllı bir çocuk! Konuşmasına bakılırsa sanki büyümüş de küçülmüş. Leyla Hanım aklındaki kuşkunun sorularını diline taşımanın fırsatını bulmuştu:
-Kendinden hiç bahsetmedin kızım dedi. Senin kaç kardeşin var?
-Keşke benim de böyle bir kardeşim olsaydı. Benim hiç kardeşim olmamış.
-Niçin olmamış? annenle baban başka çocuk istememişler mi?
-Hayır, öyle değil. İsteselerde başka çocukları olmamış. Evlendiklerinden on yıl kadar sonra dünyaya gelmişim. Leyla Hanım kuşkularını pekiştiren bu yanıttan sonra:
Gel şimdi kahvelerimizi içelim diye Gökçeyi salona götürdü. Kahvenin köpüğünden ilk yudumu aldıktan sonra:
-Sana valiz ve bazı şeyler alacağız. Başlangıçta konuşalım da sonra mağazadayken İstemem! diye tutturmayasın.
-Ne gerek var ki teyze... Siz bana bu enginar dolmsının nasıl yapıldığını tarif ediniz yeterli. Gidince anneme enginar yapayım çok seveceğine eminim.
-Annen enginar dolması yapmasını bilmiyor mu?
-Sanırsam bilmiyor. Manavda gördüğümde sormuştum anneme. Kaynatılıp suyu içiliyor, karaciğere iyi geliyor. demişti. Almadan eve dönmüştük. Hep başka yemekler yaptım.
-Evde yemekleri sen mi yapıyorsun?
-Annem yemek yapmayı ve bulaşık yıkamayı hiç sevmez. Hizmetçilere de kovduktan sonra evin bütün işleri bana ve babama kaldı. Gökçenin anlattıklarını tuhaf bulan Leyla Hanım:
-Annenden biraz bahsetsene nasıl bir Hanım, Bir işte çalışıyor mu? Aranız nasıl?
-Anlatsam da inanamayacaksınız teyze. Babamı çok üzüyor. Beni de üzüyor ama babişkomu üzdüğüne ben daha çok üzülüyorum. Edebiyat öğretmeniydi. Emekli olduktan sonra daha da sinirli oldu.
-Peki ya kafandaki şişlik... Onu da annen mi yaptı? Gökçenin suskun kaldığı bu soru üzerine Leyla Hanım: Anladım dedi demek o yaptı...
Gökçenin daha fazla üzülmesini istemeyen Leyla Hanım kahve fincanını elinden bırakıncaya kadar başka soru sormadı. Gökçein anlattıklarıyla kuşkularında haksız olmadığını anladı. Kendisine bile itiraf etmeye çekindiği gerçek yavaş yavaş su yüzüne çıkıyordu. Gökçeyi gece evde misafir edebilirse konuyla ilgili yanıtsız sorusunun kalamayacağına emin olarak:
-İstersen kalkalım kızım dedi. Ben elime yüzüme bir su çarpayım. Sen de istersen odana çık, bir an önce hazırlan da gidelim.
Üst kata çıkan Gökçe Leyla Hanımın beklediğinden de erken inerek:
-Teybi nereye koydunuz? diye sordu. Doktordan emanet almıştım, geri verecektim. Leyla Hanım genç kızın kolundan tutarak:
-Yarın götürüp verirsin dedi. Rica etsem Yusuf için bu gece bizde misafir kalır mısın? Hem sana enginar dolmasının nasıl yapılacağını göstereceğim. Tarif etmekle olmaz, nasıl kesilip doldurulduklarını görmen gerekiyor.
-Arkadaşım Nilayın yanına gitmeyi düşünüyordum.
-Yarın gidersin, bu gece bizde misafir olursan ben de Yusufda çok seviniriz. Annenden babandan çekiniyorsan eve telefon et.
-Bizim evde telefon yok ki... Hem babam bu sabah Bursaya gitti.
-Sizin evde telefon yok mu! Nasıl olur! ...
-Ben daha orta okuldayken annem telefonu kestirdi. Kısa bir müddet düşünen Leyla Hanım:
-Sebebini tahmin edebiliyorum dedi. Baban Bursaya mı gitti dedin?
-Bir arkadaşının vefat ettiğini öğrendiğini söyledi. Baş sağlığına gitti. Birkaç gün sonra dönermiş.
-Peki annen yalnız kalmaya nasıl razı oldu?
-Haberi yok annemin şu an burada olduğumdan! Babamın da... Bir anda karar verdim işte... Şaşıran Leyla Hanım:
-Böyle bir şeyi nasıl göze alabildin? diye sordu. Gökçe haklı olduğuna inanan bir ses tonuyla:
-Ne yani dedi, babam dönünceye kadar öldürsün mü beni annem! Zaten uykudan uyanır uyanmaz söylenmeye başlamıştı, ben de çaktırmadan sıvıştım evden! Babam geri dönünceye kadar İstanbulda kalacağım.
Gökçenin, yaptığı yanlışlıktan dolayı pişmanlık duymayacağını anlayan Leyla Hanım:
-Belki de doğrusunu yaptın demeye dilim varmıyor, anneni evde tek başına bırakmasaydın daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Neyse, olan olmuş artık... Biz de dar zamanda uzun muhabbete tutuştuk. Haydi tatlım, daha fazla gecikmeden çıkalım.
Satın alınan valiz ve geceliğin parasını Leyla Hanımın ödemesine razı olmayan Gökçe, Yusufun Gülhane parkını gezme isteğine karşı çıkamadı. Eve dönünceye kadar birbirini bırakmayan Gökçeyle Yusufun eli, terlemekten su içinde kaldı.
Akşam yemeğinden sonra televizyon karşısında uyuklayan Yusufu odasına götürüp yatıran Leyla Hanım. Gökçeyle konuşacak yeterli zamanı buldu. Leyla Hanımın ikram ettiği limonatayı yarılayan Gökçe:
-Sizin yaptığınız limonata niçin bu kadar nefis oluyor teyze diye sordu. Yüzüne bir gülümseme yayılan Leyla Hanım:
-İşin sırrı limonun kabuğunda dedi. Limonu kabuğuyla birlikte rendeleyip şekere yatıracaksın. Limonata yapmak istersen bir de öyle dene.
-Olur teyze, denerim gidince tarif ettiğiniz gibi deyince Leyla Hanımın yüzündeki gülümseme daha arttı:
-Siz evde de böyle hep böyle devrik cümlelerle mi konuşursunuz? diye sordu.
-Annem daha güzel konuşur diyen Gökçe aklına takılan soruyu sordu: Kızınız niçin vefat etti teyze, İstanbul gibi yerde doktorlar bir çare bulamadı mı?
-Nasıl olduğunu biz de anlayamadık. Sanki bir anda olup bitti diyerek Zernişanın hazin öyküsünü anlattı.
Leyla Hanımın hüzünlü sesiyle anlattıkları dinleyen Gökçenin de gözleri dolmuştu. Uzun süren bir sessizlikten sonra ağırlaşan havayı değiştirmek isteyen Leyla Hanım boşalan bardağı elinde unutan Gökçeye:
-Sabah annenden biraz bahsetmiştin dedi, Peki babanızla aranız nasıl? Umarım O da anneniz gibi size haşin davranmıyordur. Babanızdan biraz bahseder misiniz, annenizle nasıl tanışmışlar?
-Babişkom melek gibidir diyen Gökçe, aydınlanan yüzüyle anlatmaya başladı: Annem öğretmen olduktan iki yıl sonra tayinini Edirneye yaptırmış. Babamla şöyle olmuş tanışmaları: Bir gece yarısı diş ağrısı yüzünden uyuyamamış. Nöbetçi eczaneye gidip ağrı kesici ilaç istemiş. İlaç fayda etmeyince tekrar eczanenin yolunu tutmuş. Eczacı da babama telefon ederek acil bir hasta olduğunu muayenehanesine gelmesini rica etmiş. Gece yarısından uykulu bir halde annemi gören babam rüya gördüğünü sanmış. Çok beğenmiş annemi. Kanal tedavisi, dolgu, tartar,... derken defalarca annem babamın diş kliniğine gidip gelmiş. Annnemin tedavisinin bittiği gün babam üzgün görünüyormuş. Annem sebebini sormuş. Babam da: Keşke diş hekimi siz olsaydınız da hastanız ben olsaydım! demiş. Annem niçin böyle bir dilekte bulunduğunu sorunca babam: Her gün bir dişimi çektirmek için sana gelirdim demiş. neticede seni otuz iki kez görme şansım olurdu! Annem gülmeye başlamış: Hiç dişi olmaya bir adamla işim olmaz benim deyince Babişkom fırsatı kaçırmamış. Gülerek anneme: Peki benim dişlerimin hepsi sağlam diye bana evet diyecek misin? diye sormuş. Annem yanıt vermek yerine: Göreceğin her gün için bir dişini feda etmek ha! ... Nasıl geldi aklına böyle bir şey? diye sormuş. Babam da Kerem ile Aslının efsanesini oracıkta anlatıvermiş anneme. Babamın edebiyata olan ilgisi, okuduğu kitaplar ve yazarlar muhabbetlerini koyulaştırmış...
Gökçenin anlattıklarını merakla dinleyen Leyla Hanım:
-Bir dakika diyerek Gökçenin sözünü kesti. Kerem ile Aslı efsanesinde böyle bir konu mu var?
-Bana da anlatmıştı babam: Aslının babası hem keşiş hem de dişçiymiş. Kerem diş çektirmek bahanesiyle Aslıyı görmeye gidiyormuş. Her seferinde: Yanlış dişimi göstermişim ağrıyan dişim çekilen yanındakiymiş... diyerek sağlam olan bütün dişlerini çektirmiş!
-Eee... Babanızın hikayesine dönelim sonra ne olmuş?
-Sonunda cesaretini toplayan babam annemi istetmiş. Annem önce biraz nazlanmış ama Onun da gönlü varmış. Sonunda evlenmişler ama on yıl geçse de bebekleri olmuyormuş. Çok üzülmüşler doktor doktor dolaşmışlar sonunda ben dünyaya gelmişim!
-Allah nazardan korusun kızım, inşallah bahtın da senin gibi güzel olur. diyen Leyla Hanım Gökçeye annesinin rahatsızlığının nasıl başladığını sordu.
-Tam olarak ben de bilemiyorum. Hatırladığımdan beri sinirlidir. Ben orta okula başladıktan sonra bazı arkadaşlarım telefonla evi aramaya başladıklarında çok sinirlendi. Tanıdık arkadaşlarıma evi aramamalarını söylüyordum ama tanımaklarıma engel olamıyordum. İkinci sınıftayken annem evin telefonunu kestirdi.
-Anlıyorum diyen Leyla Hanım aklına takılan son soruyu sordu.
-Geçen seneki üniversiteye giriş imtihanlarında Edirne mi yoksa İstanbulda mıydın?
-Geçen yıl İstanbulda sınava girmiştim, bu yıl da...
-Niçin İstanbul? ... Edirnede de pekâlâ imtihana girebilirdin?
-Niçin İstanbulda sınava katıldım? Şunun için: Lalelide bir dairemiz vardı, Ben lise son sınıfa gelinceye kadar içinde kiracı oturuyordu. Kiracı çıktıktan sonra, babam üniversiteyi kazanırsam barınmam için daireyi hazırladı. Yanıma kendi sınıfımdan bir kız arkadaş alarak fakülteye birlikte devam ederiz diye düşünüyordu. Kısmet değilmiş geçen yıl istediğim bölümü kazanamadım. Yani Zernişanın kazandığı bölümü...
-Senin kırmızı bir araban var mı? Bu soruya şaşıran Gökçe: Aslında annemin arabası ama ben kullanıyorum. Yani gerektikçe... Siz nerden biliyorsunuz teyze? Haa... şimdi anladım: Doktor anlattı değil mi?
-Hayır, Ferhat değil... Zernişanımın kendisi anlattı. Sizi sınav günü görmüş! Geldiğinde yüzü bembeyaz kesilmişti! Gözlerimin önünden hiç giymiyor o sahne! Sesi hâlâ kulaklarımda... Yavrum ısrarla: Ben kendimi gördüm! diyordu. İnanamamıştık. İmtihan heyecanı ve uykusuzluktan hayal görüyor hükmünü vermiştik. Şimdi daha iyi anlıyorum: Yavrum, seni görüp kendisini görüyor sanmış! Durmadan: Aman Allahım! Ben bu kadar güzel miydim? deyip duruyordu. Seni çok güzel bulmuştu... Hoş, ben de şimdi aynı fikirdeyim ya! Gökçe gözlerini iri iri açarak:
-Ne diyorsunuz teyze? hayretle sordu. Zernişan beni mi görmüş? Nasıl olur?
-Arabayı siz kullanıyormuşsunuz. Bir büfenin önünde arabadan inip bir şeyler almışsınız.
-Evet hatırlıyorum: Sınavdan çıktıktan sonra Edirneye dönüyorduk. Annem soğuk kola ve kâğıt mendil istemişti... Gökçenin sözünü kesen Leyla Hanım:
-Ve siz büfeden aldıklarınızı ön koltukta oturan annenize arabanın açık olan camından naylon poşet içinde uzatıp yerinize geçtiniz. Sonra da arabanız yumuşak bir kalkışla harekete geçti değil mi? Zernişan defalarca böyle söyledi. Gökçe fazla düşünmeden:
-Aynen öyle oldu dedi. Yalnız o kızınızı zaman görmedim. Görsem unutmazdım. Leyla Hanım içini çekerek:
-Göremezdin kızım dedi. Çünkü yavrumun o an ayakta durabilecek gücü kalmamıştı. Olur da bir gün o büfenin önüne yolun düşerse yan tarafında bir akasya ağacı göreceksin. Talihsiz yavrum düşmemek için işte o ağaca sarılmıştı. O zaman anlattıklarına inanmakta güçlük çekmiştik. Meğerse birtanem her zaman olduğu gibi yine doğruyu söylüyormuş.
Gökçe, dokunsalar ağlayacak hâle hale gelmişti. Leyla Hanımın da kendisinden farkı yoktu. Gökçe ağlamaklı sesiyle:
-Zernişanın at üstündeki resmini gördüğümde gözlerime inanamamıştım dedi. Zamanı geriye almak mümkün olabilseydi; büfeye değil, hemen o akasya ağacına koşardım. Kendisini bir kez görebilmeyi ne kadar isterdim...
Leyla Hanım, Gökçenin gönlünden kopup gelen sözcüklerin dudaklarında biçimlendiğinin farkındaydı. Genç kızla ilgili olarak aklına takılan bütün sorular netleşmişti. Vakit gece yarısına yaklaşırken:
-Karşı karşıya gelseydiniz, kim bilir sen de ne kadar şaşırırdın! Leyla Hanım sözlerini şöyle tamamladı: Yavrum seni canlı halini, sen onun resimlerini gördün. Üzücü olan: Birbirinizi hiç göremeyeceksiniz, acı olan da bu işte! ... Geç oldu kızım, sen de yorgunsun. Odana çık istersen, uyumaya çalış.
Gökçenin salondan ayrılmasından sonra Leyla Hanım bundan sonra neler olabileceğini düşündü. Genç kızın, Zernişanla ikiz kardeş olduklarına dair kuşkusu kalmamıştı. Kader, ikizlerden birisine kardeşini dramatik bir biçimde gösterdikten sonra birbirinden ayırmıştı. İkizlerin gerçek annesinin kim ve nerede olduğu sorusu, Leyla Hanımın uykuya dalıncaya kadar aklında dolanıp durdu.
Odasına çekilen Gökçenin yorgunlukla ağırlaşan göz kapakları yatağına uzandıktan kısa bir süre sonra kapandı. Yıldız Hanımın: Kendisine karşı öz güveni gelişsin! düşüncesiyle tek başına yatmaya alıştırdığı Gökçe, gece yarısından sonra yatağındaki hafif sarsıntıyla uyanıverdi. Gece lambasının solgun ışığı altında uykuyla mahmurlaşmış gözleri ayak ucundaki silüeti olduğundan daha büyük gösterince korkuyla gözlerini kapattı. Kâlbine ani gelen çarpıntı kısa sürede uykusunu dağıtınca aniden gözlerini açıp yatağına otururdu. Silüetin Yusuf olduğunu anlayınca hayretle:
-Yusuf, dedi. Ne yapıyorsun böyle gece yarısı?
-Abla senin yanında yatabilir miyim? Çok özledim...
-Yok daha neler... Bu da nerden çıktı şimdi? Kocaman çocuksun. Tek başına yatmaya korkuyor musun?
-Abla sen eskiden Hayır! demezdin. Nolur yanına biraz uzanayım.
-O ablan değilim ben. Git kendi yatağına yat. Uykum gelmez benim böyle...
Çocuğun söz dinlemeye niyeti yoktu. Gökçenin söylediklerini anlamamış gibi davrandı, pikeyi kaldırarak altına saklanıverdi. Ablası olmadığını söyleyen genç kızın sözlerine aldırmadan hemen uykuya dalmış gibi davrandı. Arada mesafe bırakarak yatağına uzanmak zorunda kalan Gökçe, Yusufun yavaş yavaş aradaki mesafeyi kapatarak kolunu beline dolamasına engel olamadı. Son hareketi başını genç kızın göğsüne uzatmak olan Yusuf içine çektiği birkaç derin nefesten sonra uyuyakaldı.
Sabah kahvaltısı için masayı hazırlayan Leyla Hanım Yusufu yatağında görmeyince üst kata çıktı. Gökçenin odasının kapısı açıktı. Genç kızın uyandığını sanarak kapıdan seslendi:
-Günaydın kızım, kalkıysan aşağı iner misin kahvaltı edelim.
Sözlerine bir yanıt alamayınca odaya attığı ilk adımla donup kaldı! Oğlu, misafir kızın göğsünü yastık yaparak, elini beline dolamış bir halde uyuyordu. Leyla Hanımın sesiyle uyanan Gökçe, kendisine sarılarak uyuyan Yusufu göğsünden uzaklaştırmaya vakit bulamamıştı, gözlerini kapatıp sessiz kalmayı tercih etti.
Gördüğü manzarayı yüreği burkularak seyreden Leyla Hanım geriye adım atarak odanan çıktı. Merdivenin cilalı ahşap korkuluğundan elini çekmeden yavaş yavaş inerken; Zernişanın ömrünü noktalayan kaderin, Gökçe için yeni bir sayfa açtığını hissediyordu.
-Dilerim ki, iyi şeyler yazmış olsun! diyerek masada yarım saat kadar çocukların kahvaltıya gelmelerini bekledi.
Süt dökmüş kedi gibi masaya sessizce oturan Yusuftan sonra gelen Gökçe:
-Günaydın herkese! dedikten sonra Yusufun karşısındaki sandalyeyi çekerek masaya oturdu. Leyla Hanım renk vermeden:
-Günaydın kızım dedi. İnsan bir yerde ilk kez yattığında yerini garipser. Nasıl geceyi rahat geçirebildin mi di? Gökçe Yusufa bakarak:
-Çoook... diye sözcüğü uzattı.
Annesi, kahvaltı masasında ablasının gözlerine bakarak gülümseyip duran Yusufa, tatlı sert bir üslupla:
-Kahvaltını yapsana diye çıkışmış gibi göründü: Ablana bakıp ne gülüp duruyorsun öyle, bir durum mu var? Yusuf bir sırrı saklıyormuş gibi:
-Yok, dedi. Gökçe de:
-Yokmuş, teyze... diyerek Yusufu desteklerken gülümsüyordu.
Gökçe, öğleye doğru evden ayrılmak isterken peşini bırakmak istemeyen Yusufa:
-Söz veriyorum dedi. Edirneye dönmeden önce gelip bir gece daha kalacağım. Merak etme başka zaman yine gelirim. Leyha Hanım, Yusufu kolundan çekerek:
-Ablan söz verdi mi gelir yavrum dedi. Beraber enginar dolması yapacağız.
Gökçe, arkadaşı Nilayda bir gece kalmayı düşünürken ailenin ısrarı üzerine iki gece kaldı. Öğleye doğru Nilayla beraber evden ayrıldı. Nişantaşına geldiklerinde Gökçe valizindeki teybi çıkarıp Nilaya uzattı:
-Ben gelmesem daha iyi olur dedi. Doktorun emanetini teslim et hemen geriye dön. Beni sorarsa teybi sana bırakıp Edirneye döndüğümü söylersin! Doktorun yanına beraber gideceklerinin hesabını yapmış olan Nilay:
-Ne yani, ben doktorun yanına yalnız başıma mı gideceğim? diye sordu.
-Aynen öyle şekerim. Teybi bırakır bırakmaz hemen dönersin. Oyalanma. Beni Edirnede biliyorsun, tamam mı?
-Peki dediğin gibi olsun.
Nilayın dönmesi beklenen de uzun sürmüştü. Hızlı adımlarla gelen arkadaşı:
-Seni sordu dedi. Edirnede olduğuna zor inandırdım. Çok ısrar etti, bir yalvarmadığı eksik kaldı. Telefon numaranı istedi, mümkün olmadığını söyledim. Lütfen, bir kez de olsa beni arasın söyleyeceklerim çok önemli! dedi. Ben de: Gelirse veya bana telefon ederse söylerim diye söz verdim.
-Uzaklaşalım hemen, seni takip edeceği tutar da yalanımız anlaşılır. Belli mi olur? Tüyelim haydi!
Hızlı adımlarla caddenin karşısına geçen iki çocukluk arkadaşı, giyim, süs eşyası ve parfüm malzemesi satan mağazaların yoğunlukta bulunduğu pasajın kalabalığına karıştı. Nilaya leylak rengi yazlık bir gömlek alıp hediye eden Gökçe, Yusufa da baskılı bir tişört satın aldı.
Pasaj çıkışında Nilayla vedalaşıp ayrılan Gökçe, gönlünden kopup gelen sese uyma cesaretini bulamamıştı. Ferhatı görmeden eve geri döndüğünde Leyla Hanımı salonda yalnız buldu. Yusufu sorduğunda:
-Nerede olacak, senin odanı kokluyordur dedi. Ablamın kokusu geliyor! diye çocuğu iki gündür sabahları senin yatağında buluyorum.
-Canım benim, diyen Gökçe valizinden satın aldığı hediye paketini çıkardı: Yusufa baskılı bir tişört aldım dedi. Üstünde güneş, deniz ve palmiye ağacının resmi var. Hele güneşe doğru kanat çırpan martıları görünce çok sevinecek.
-İstersen odana çık da kendin ver, sürpriz olsun.
Hediye paketiyle ablasını karşısında bulan Yusuf panter gibi sıçrayıp gökçenin boynuna asıldı:
-Abla bir daha gitme olur mu? diye sitem etti.
Çocuğun ağırlığıyla öne bükülen Gökçe, boşta kalan eliyle Yusufun kolunu gevşetmeye çalışırken:
-Bırak, bir dakika nefes alayım! dedi. Bak, sana ne hediye aldım?
Leyla Hanım salona yalnız dönen Gökçenin gözlerine bakarak: Yusuf niye inmedi? anlamında başını salladı.
-Aldığım tişörtünü seyrediyor aynada dedi. çok beğendi.
Gökçeye oturmasını işaret eden Leyla Hanım, mutfağa geçerek üç bardak limonatayla geri döndü. Yerine oturduktan sonra biraz düşünüp Gökçenin gözlerine baktı.
-Ferhat nasıl görünüyordu? diye sordu. Gökçe, gönlünden geçenlerin gözlerinden okunacağı hissiyle:
-Görmedim, diyerek başını öne eğdi. Teybi arkadaşım Nilaya verdim. O götürüp verdi. Nasıldı bimiyorum. Leyla Hanım, Ferhata teybi Gökçenin vereceğini düşünmüş ve yanılmıştı.
-Kendin götürüp versen daha iyi olmaz mıydı? diye sordu. Gökçe kesin bir dille:
-Yarasını deşmekten başka ne işe yarardı ki... diye düşüncesini belirtti. Böylesi daha iyi olur diye düşündüm. Beni Zernişan sanıyordur.
Leyla Hanım, Gökçeyi önsezisinden daha düşünceli ve ince ruhlu bulmuştu. Yeni tişörtünü giyerek aşağı inen Yusufa:
-Çok yakışmış, güle güle giy. dedikten sonra: Git bahçıvana söyle dört tane enginar kessin. Söyle: Dereotunu da unutmasın.
Gökçe, enginar dolması yapmanın püf noktalarını Leyla Hanımdan görerek öğrendi. Yusufun ısrarı ve Leyla Hanımın ricasına uyarak bir gece daha İstanbulda kaldı.
Leyla Hanım sabah erkenden kestirdiği enginarları, bir demet dereotu, ve yıkayıp ütülediği elbiseleriyle Gökçenin valizini hazırladı. Genç kızı terminale götürüp Edirneye uğurlarken, ağlamaklı haliyle ablasına el sallayan Yusufu:
-Ablan söz verdi, geri gelecek. diyerek teselli etmeye çalıştı. Üzülme, yakında geri gelir.
*
Yıldız Hanım ilk gece boş odaları çılgınca dolanıp durdu. Kendi kendine tahditler savurdu. Dinmek bileyen öfkesiyle salondaki eşyaları kırıp döktü. Mutfakta billûr sürahiyi tezgahta parçalarken kesilen eliyle can derdine düşünce aklı başına geldi. Elini sardıktan odasına kapanıp saatlerce Gökçenin dönmesini bekledi. Sızlayan eli sabaha kadar uyumasına izin vermeyince ikinci güne bitkin başladı. Uzun zamandır sokağa yalnız başına çıkmaya korkuyordu. Kendisine yemek yapmak bir yana dolaptaki yemeği ısıtıp yemeyi bile beceremedi. İkinci geceyi de yalnız geçirince; kocasıyla, kızının sözleşerek evi terk ettikleri fikrine kapıldı. Günü sadece su içerek geçiştirdi. Yaşadığı terkedilmiş duygusuyla ikinci gün morali tamamen çöktü. Yalnız başına yaşayamazdı! Bu gerçeği anladığı üçüncü gece aklına yerleşen intihar etmek düşüncesiyle yaşama dair umutları tüketmişti.
Bursadan dönen Mehmet Bey evin halini görünce gözlerine inanamadı:
-Aman Allahım, korktuğum başıma gelmiş! dedi. Ben yokken evde Üçüncü Dünya Savaşı çıkmış... Boncuuuk! Boncuk nerdesin? Seslenmesine bir yanıt alamayınca salona daldı. Kimseyi göremeyince: Hatuun! diye bağırarak mutfağa koştu. Kapı önünde farkına varamadan üzerine bastığı bardak parçalarının kırılmasıyla ayakabılarını çıkaramamış olduğuna şükretti. Cam bardak ve porselen tabaklar tuzla buz olmuştu. Gökçe ortalıkta görünmüyordu. Odadan odaya koşturdu. Eşini, yarı baygın halde yatağına serilmiş olarak buldu, Kolundan tutarak:
-Hanım bu ne hâl? diye sordu. Ben yokken ne oldu bu evde, Gökçe nerede?
Yıldız Hanımın yatağında oturabilecek kadar mecali kalmamıştı, dili damağı kurumuş konuşamıyordu. Kolunu zorraki kımıltadarak elini işaret etti. Sargı kurumuş kanla kesik yaraya yapışmıştı. Yarayı pansuman eden Mehmet Bey sağlam bulduğu bir fincanla su getirdi. Eşinin başını kaldırarak içirdi. Dudakları ıslanan Yıldız Hanım:
-Beni terkedip gittiniz sandım dedi. Yaşamak istemedim! Mehmet Bey sabırsızla
-Boncuk...dedi. Boncuk nerede? Yıldız Hanımın:
-Sen gittikten sonra hiç görmedim, peşine takıldı sanıyordum.
Mehmet Bey içinde tuttuğu nefesini rahatlıkla geri verirken kapının zili çaldı:
-Boncuk da geldi işte! Evin anahtarını yanına almamış olmalı, diyen Mehmet Bey kapıyı açtığında karşısında postacıyı görünce yüzü değişiverdi. Postacı, şapkasıyla kulak kepçesinin üzerine sıkıştırdığı kalemi çekerek:
-Gökçe evde mi? diye sordu. Mehmet Bey:
-Henüz dönmedi dedi, bir şey mi oldu? Kalemi uzatan postacı elindeki defterin boş bir sırasını göstererek:
-Siz imzalayın, buyurun dedi. Şurayı... İki gündür üniversite sınav sonuç belgelerini dağıtıyorum.
Mehmet Bey, imza karşılığı postacıdan aldığı uzun zarfı: Ya kazanamadıysa... endişeyiyle açamadı, Gökçenin çalışma masasına bırakarak mutfağa geçti. Günlerdir aç kalan eşini hafif yemeklerle yavaş yavaş beslemek gerekiyordu. Aceleyle kaynattığı süte yarı yarıya su ilave ederek ılıklaştırdı. Bir saat arayla az şekerli iki fincan süt içince gözlerine fer gelen Yıldız Hanım, akşama doğru Mehmet Beyin et suyuyla hazırladığı pirinç çorbasından sonra dizlerindeki dermana da kavuştu. Yatmadan önce eşine tuzlu ayran hazırlayan Mehmey Bey:
-Yarın ayaklanırsın Hanım dedi. İyi görünüyorsun. Yıldız Hanımın bilinci yerine geliyordu:
-Baksaydın Gökçenin kâğıdına dedi. Gene kazanamamıştır bence... Mehmet Bey zarfı açmaya elinin varamayacağını düşünerek:
-Gelince kendisi açsın dedi. Ne kadar meraklansam da açamıyorum bir türlü. Yıldız Hanım:
-Gelince... diye sözcüğü tekrarladı. Sırra kadem bastı bu kız. Kaç gündür hangi Cehennemin dibine girdi Allah bilir...
-Endişe etme, bence yarın dönmüş olur.
-Dönermiş... Sen gelmeseydin, döndüğünde ölümü bulacaktı benim! Dönerse tabi... Bursada ne oldu peki, anlatmadın. Bir müddet düşünüp kafasını toparlayan Mehmet Bey:
-Feride Hanımı ikinci günün sonunda zor buldum dedi. Yaşlanmış, bir ayağı çukurda. Sanki öyle bir olay hiç olmamış gibi o kadar ketum davrandı ki, bütün ısrarıma rağmen ağzından tek kelime dahi alamadım. Senin anlayacağın: O kadar yolu boşuna tepmiş oldum.
Yıldız Hanımın öfkesi, yerine gelen bilincinin bir adım önündeydi. Evde yalnız başına bırakılmak için eşinin kızıyla birlikte sinsi bir plan yaptığı kuşkusu aklına yerleşmiş, cinleri yine tepesinde uçuşup duruyordu:
-Akılsız başın derdini ayaklar çeker! diye boşuna dememişler tabi... Ne işin var Bursalarda senin? diye sesini yükselti. Bu kız hangi yılanın deliğine girdi be? Çıkıp gelse de şu ortalığı biraz toplasa bari!
Gökçenin yanlış bir adım atmayacağına kalben emin olan Mehmet Bey, eşini müşfik sesiyle eşini sakinleştirmeye çalıştı:
-Endişe etme hanım, rahat ol dedi. Bence yarın gelmiş olur. Gökçe, yanlış bir şey yapmaz. Yatıp dinlenmeye bak. Ben de çok yorgun ve uykusuzum. İyi geceler...
Öğleye doğru ancak uyanabilen Mehmet Bey kahvaltıdan önce eşinin elini pasuman ederken:
-İyi gönünüyor dedi, endişe edecek bir durum yok. Yıldız Hanım güne yine sinirli başlıyordu:
-Siz evde olsaydınız bütün bunlar gelmesdi başıma! dedi.
-Anlaşılan şekerin düştü, kahvaltı hazırlayayım.
-Ekmek almaya giderken gazete almayı unutma!
Hafif bir kahvaltıdan sonra Yıldız Hanım balkona geçip gazetesini karıştırmaya başladı. Mehmet Bey kırılıp dökülen eşyalara bakıp kara kara düşünürken Gökçenin sesini duydu:
-Babişkom, evde misin? Yerinden fırlayan Mehmet Bey:
-Boncuk, diye bağırdı. Çıkarma ayakkabılarını!
Salonun kapısında dikilip kalan Gökçe:
-Buraya ne olmuş be! diyerek hayretle babasının yüzüne baktı: Ortalık, Mohaç Şavaş Alanına dönmüş böyle! Annem nerede?
-Balkonda... Gazetesini okuyor.
-Annem... Balkonda! ... Ev bu haldeyken gazete okuyor öyle mi? Ne yaptınız be siz böyle? ...
-Annen yalnızken böyle yapmış. Dönünce evi bu halde buldum. Üstelik elini de yaralamış!
-Elini mi yaralamış? ... Gidip bir bakayım.
Gökçenin kolunu tutarak gitmesine izin vermeyen Mehmet Bey:
-Gözüne hemen görünme dedi. Ben haber verdikten sonra. zaten biz evde yoktuk diye burnundan soluyup duruyor. Gel benimle. Ayakkabılarını çıkarma yerler cam kırıklarıyla dolu...
Gökçeyi mutfağa götüren Mehmet Bey:
-Evi temizleyelim dedi. Mutfaktan başlayalım. Cam kırıklarını toplarken dikkat et ellerin kesilmesin. Sen, niçin anneni yalnız bırakıp kayboldun Boncuk? Nereye gittin?
-Ben kaybolmasaydım, belki de benim parçalarımı yerden topluyor olacaktın şimdi! Sen daha gider gitmez söylenmeye başladı. Korkup kaçtım işte. İstanbula gittim. Gökçeye hak verse de bunu belirtmek istemeyen Mehmet Bey:
-Neyse, sonra konuşuruz dedi. Önce annene geldiğini haber vereyim, biraz sakinleştikten sonra yanına gideriz. Evi temizlemek epey zamanımızı alacak.
Mehmet Bey mutfağa geri döndüğünde Gökçe yerleri süpürmeye başlamıştı. Bir saat içinde mutfak kullanılabilir hâle gelince:
-Annene bir bakıp geliyorum dedi. Belki istediği bir şey vardır.
Yıldız Hanım susamıştı, soğuk kola istedikten sonra:
-Gözüme görünmeye yüzü yok değil mi? diye Gökçeyi sordu. Ne oldu sınavın sonucu? Sesinizin kısıldığına bakılırsa bu senede de kazanamadı üniversiteyi demek, öyle değil mi?
-Henüz söylemedim, kızcağız mutfağın temizliğini yeni bitirdi. Yemek yapacağız, salonu da temizledikten sonra bakarız. Kazansa da, kazanmasa da; dünyanın sonu değil ya! Niçin bu dert ediyorsun kendine...
-Kazın ayağı hiç de öyle görünmüyor! Senin de ödün kopuyor değil mi açıp bakmaya. Zerre kadar umudun olsaydı şimdiye kadar yüz kere açıp bakmıştın. Kim bilir belki de bakmışsındır, kazanamadığını söylemeye dilin varmıyordur, ne dersin öyle olabilir mi?
Mehmet Bey bir yanıt vermeden geri döndü. Salondaki cam, tabak ve vazo kırıklarını toplamaya başlamış olan Gökçeye:
-Annen susamış boncuk dedi. Soğuk kola istedi. İstersen gidip hemen al da gel.
-Daha iyi bir fikrim var, diyen Gökçe belini tutarak doğruldu: Limonata yapayım biz de içeriz babişkom. Gökçenin yıkadığı limonları kabuklarıyla birlikte rendelediğini gören Mehmet Bey:
-İçer mi dersin? diye sordu. Gökçe kendinden emin bir şekilde:
-Bayılacak! dedi. Görürsün.
Babasıyla birlikte balkona gelen Gökçe, billûr kadehle limonatayı annesine uzatırken Yıldız Hanım:
-Bu kadehleri niçin çıkardın diye kızına çıkıştı. Gökçenin bir yanıt vermek istemediğini gören Mehmet Bey:
-Hanım, başka bardak bıraktın mı ki soruyorsun? dedi. Gökçe kendi eliyle hazırladı sana buyur afiyetle iç.
-Ben kola istemiştim. diyen Yıldız Hanımın limonata içmeye yanaşmadığını gören Gökçe:
-Lütfen anneciğim dedi. Kırma bizi, bir yudum al, beğenmezsem söz gidip sana kola alacağım.
Gönülsüzce bardağı alan Yıldız Hanım, bir yudum tattıktan sonra kadehi boşalıncaya kadar dudağından çekemedi. Boş kadehi uzatırken Gökçeye:
-Markası ne bu içeceğin? diye sordu. Yeni mı çıkmış? Yanıtını Mehmet Bey verdi:
-Satın almadık, Gökçe kızımız limonla kendisi hazırladı. Gökçenin üzerindeki elbiseye göz gezdiren Yıldız Hanım:
-İyi dedi, git bana bundan bir bardak daha getir! Gökçenin yüzü aydınlanır gibi oldu. Annesi limonatayı beğenmişti. Sıra enginar dolmasıyla sürpriz yapmaya geliyordu. Enginarları doldurup kısık ateşe koyan Gökçe yemek pişinceye kadar babasıyla salonun temizliğini de tamamladı.
Yıldız Hanım yemek masanına oturduğunda mutfaktan salona yayılan nefis yemek kokusunu içine çekerek:
-Günlerdir açım dedi. Ne yemek yaptınız? Çabuk getirin.
Mehmet Bey halinden memnun görünüyordu:
-Gökçenin sürprizini bekle dedi. Birazdan servis yapar.
Gökçenin masaya getirdiği enginar dolmasına bakıp:
-Bu ne biçim yemek? diye sordu. Gökçe gülümsüyordu:
-Enginar dolması dedi. İstanbulda Leyla Hanımdan öğretti. Nefis oluyor, çok beğeneceksin. Yıldız Hanım neşesi kaçmıştı:
-Yemem ben bunu diye itiraz etti. Enginar dibiyle yapılır. bu ne böyle atom bombasının gibi garip bir şey!
-Limonatayı da: İçmem! demiştin... diyen Mehmet Bey, eşinin söylediklerine aldırmadan yemekten bir kaşık alıp yuttuktan sonra Gökçenin yüzüne bakarak:
-Ben ömrümde böyle yemek tatmadım dedi.
Yıldız Hanımın inadı, açlığına anında yenik düştü. Yemeği tattıktan sonra tabağı önüne çekerek bitinceye kadar sesini çıkaramadı. Yemekten sonra masayı toplayan Gökçenin hareketlerini gözleriyle izleyen Yıldız Hanım:
-Sınavın sonucu ne oldu? diye sordu. Söylemeyecek misiniz daha? Saadete gelelim artık! Gökçe:
-Sınav sonucu mu? diye tekrarlayınca Mehmet Bey:
-Açmadık hanım, sınav sonucunun geldiğinden kızcağızın henüz haberi bile yok. dedikten sonra Gökçeye döndü: Zarfı odanda masanın üzerine bırakmıştım. Git getir Mavişim, annen meraktan çatlamasın! Gökçe sakin tavrıyla masayı sildikten sonra zarfı alıp salona getirdi. Mehmet Bey:
-Kazanamadıysan sakın üzülme Boncuk! dedi. Dünyanın sonu değil ya... Sakin ol, otur da aç bakalım.
Gökçe yemek masasındaki yerine tekrar oturup zarfı açtı. Sınav sonuç belgesini okuduktan sonra hiçbir şey söylemeden babasına uzattı. Yıldız Hanım:
-Adamı çatlatmayın be! diye bağırdı. Ne deliler gibi elden ele dolaştırıp duruyorsunuz. Ne yazıyor? Mehmet Bey de sesini çıkarmadan belgeyi zarfıyla birlikte Yıldız Hanıma uzattı. Sonuç belgesini inceleyen Yıldız Hanım:
-Kazanmış ya! diye sesini yükseltti. Ne artislik yapıyorsunuz. İnsan sevincini belli eder be... Mehmet Bey rahatlamıştı. Gökçeye sevgiyle baktıktan sonra:
-Ne yapsın kız? diye sordu. Eteklerine zil takıp oynasın mı? Kazanmış işte, yetmez mi bu?
Eşinin sözleri Yıldız Hanımı sinirlendirmekten başka bir şeye yaramadı. Elindeki kâğıtları Gökçeye doğru uzatarak:
-Geçen sene kazanamadığın zaman gözünden tek damla yaş gelmedi, şimdi de kazandığın halde yüzünde bir tebessüm bile yok. Duygusal bozukluk mu var kızım sende, nedir? ... Mehmet Bey yıllardır en keskin sözlerini sakin bir halde söylemeye alışmıştı. Yıldız Hanımın gözbebeklerini aradı:
-Olgun kişilikler gözyaşlarını içine akıttıkları gibi bazan sevincini de belli pek etmezler dedi. Hatırlıyor musun geçen yıl kazanamayınca kıyameti koparmıştın, bu yıl kazandığı halde yine aynı şeyi yapıyorsun. Hanım bunun üçüncü şıkkı yok: Bir sınav ya kazanılır ya da kaybedilir!
Gökçe tartışmaya katılmadı, mutfağa geçerek kapıyı örttü. İki fincan kahveyle geri döndüğünde tartışması henüz sona ermemişti. Anne ve babasının kahvelerini verdikten sonra hiçbir şey söylemeden tepsiyi masaya bırakarak evden dışarı çıktı.
İçinden gelen bir ses her şeyin değişeceğini söylüyordu. İstediği bölümü kazanmasına sevinememişti bile. Derin bir acıma duygusu ile gizli bir hüzün kıvılcımı gönlünde yalazlanmış yangına dönüşmüştü. Başta Zernişan olmak üzere Leyla Hanım, Yusuf, ve babasına acıyordu. Kaplana benzettiği annesi yüreğinin yarısını katılaştırmış, melek gibi gördüğü babası diğer yarısını yufkalaştırmıştı. Tek beden tek yürekte iki ayrı kişilik barındırıyordu. Peşine düşen zengin ve şımarık erkeklere karşı annesinin kişiliği ile vahşi bir kaplan kesilip acımasızlığını sergilerken; düşkün ve zavallı insanlara ise yüreğinin ceylan yarısıyla ağlıyordu. Dilenen bir yaşlı, umutsuz bir hasta, aldatılan bir sevgili, hele dövülen bir çocuk kimseye gösteremediği gözyaşlarının sel olup akmasına yetiyordu ancak gözyaşları gizliydi kimseye gösteremezdi; babasının dediği gibi içine akıtırdı.
Kimi insanlar uzun uzun düşünürek bir şeye karar verirken, kimileri duygularına göre hareket ederdi. Gökçe bunların dışındaydı. Şekillenmiş bir karar kendiliğinden kafasına takılır, düşünmesine fırsat vermeden Gökçeyi harekete geçirirdi. Yine öyle olmuştu, telefon kulübesine girerek aklında kalan numaraları aradı. Ferhatın sesini alınca:
-Söyleyeceklerinizin çok önemli olduğunu, sizi aramamı istemişsiniz dedi. Sizi dinliyorum. Ferhat bu sesi çok iyi tanıyordu, Heyecanla:
-Zernişan, konuşmamız lâzım dedi. Ne halde olduğumu sana anlatamam. Bu kördüğümü senin yardımın olmadan çözemem. Bana yardımcı ol. Konuşup işin aslını aydınlığa kavuşturalım.
-Karanlıkta kalan bir şey yok. Zernişan olmadığımı söyledim. O kız için inanınız ki ben de sizin kadar üzülüyorum. Herkes üzülüyor ama kimsenin elinden bir şey gelmiyor işte...
-Bana Zernişan olmadığını söyleyip durma. Yarın Edirneye geliyorum. Saat tam ikide o çay bahçesinde seni bekliyor olacağım...
-Boşuna zahmet etmeyiniz, gelmeyeceğim. Boş yere kendinizi üzerek geri dönmüş olursunuz. Ferhat kararlılığını vurguladı:
-Sen gelmesen de, ayak bastığın toprağa kurban olmak için geliyorum Zernişan!
Gökçe bir anda sarsıldığını hissetti. Ferhatın gönlünden koparak dilinde biçimlenen bu sevgi cümlesi, yüreğinin kaplan ve ceylan yarılarını birbirinden ayıran keskin bir mızrak gibi göğsünü bulmuştu. Söyleyecek söz bulamayınca sert bir hareketle telefonu Ferhatın yüzüne kapattı. İsteksiz adımlarla geri dönerken büyüdüğü ev ve yaşadığı şehre yabancı kaldığına hissediyordu.
Kavurucu yaz sıcaklarının hüküm sürdüğü günlerdi. Sıcaktan asfaltı eriyen yollar zift kokuyordu. Selimiye yokuşunda bulabildiği bir ağaç gölgesine arabayı park eden Ferhat, çay bahçesine gelerek umutla Zernişanı beklemeye başladı. On dakika kadar sonra Gökçenin gelmekte olduğunu görünce duygu tufanına yakalandı. Ayağa kalkarak perinin süzülerek gelişini izledi.
Gökçe, Leyla Hanımın hediye ettiği kısa kollu yazlık elbisesini giymişti. Yaz güneşi, kısa kesilmiş bakımlı saçları ve duru çehresinde parlıyordu. Büyüleyen gözleriyle bir an Ferhatı süzdükten sonra:
-Kördüğüm... dedi. Nedir çözmek istediğin kördüğüm? Ferhat yol boyunca hayal ettiği: Hoş geldiniz efendim. cümlesini Zernişandan duyamamıştı. Kırgın bir sesle:
-Sen böyle değildin Zernişan dedi. Böyle davranmanı hakketmedim. Aşk, tutku, ayrılık ve anılarmınızın bedeli bu soğuk karşılama olmamalıydı!
-Size gelmeyiniz dedim, değil mi? Dinlemediniz. Neyse kördüğümün söyle ve çöz bakalım.
-Sen böyle konuşmaya devam edersen, kördüğüm üstüne kördüğüm atmış olursun Zernişan. Bir yıldır bedenim İstanbulda sürünürken, ruhum Edirnede dolaşıyormuş. Niçin bu şehirdesin, kiminle yaşıyorsun, seni sevenleri yüzüstü bırakmanın sebebini söyle? Kim sana ne sundu ki sevdiklerini ve seni sevenleri yüzüstü bırakıp uzaklaştın? ... Ya da hangi tehdide boyun eğdin Zernişan? ...
Yanlarına gelen garsondan su isteyen Gökçe:
-Ne tehdit var, ne de kimsenin bana sunacağı bir şey... dedi. Acı kaybınız sizin gerçeği kabul etmenizi engelliyor olmalı. Ben sizin Zernişanınız değilim. Bir ailem var benim. Kimseyi de yüzüstü bırakmış değilim... Kördüğümünüz buysa çoktan çözülmüş ama farkında olmak istemiyorsunuz.
-Demek ki bir ailen var ha! Niçin tanıştırmıyorsun beni? Zernişan değilsin öyle mi? Peki söyler misin: O çocuğun adının Yusuf olduğunu nasıl bildin? İlk kez geldiğin bir evde telefonun üst katta olduğunu nasıl biliyordun? Vahiy mi geliyor sana? Nasıl açıklayacaksın bunları, Ya doğum nişanına ne demeli? Cevap ver haydi! ...
Ferhatın sesini yükselterek sorduğu soruların yanıtını Gökçe de bulamıyordu. Ferhatın gözlerine bakarak:
-O an konuşan sanki ben değildim dedi. Kendim de anlayamadım nasıl olduğunu. Bilim adamı olduğunuza göre bu konuda belki sizin bir açıklamanız vardır. Asıl kördüğümü ben çözemiyorum, size ne oluyor be!
-Bu o kadar da zor olmasa gerek. Şu hikayeyi baştan anlatsan diyorum. Niçin Edirnedesin, evlendin mi yoksa? ...
-Size hikaye değil gerçeği anlatıyorum ancak kafanızdaki saplantı gerçeği anlamınıza izin vermiyor, ya da işinize öyle geliyor. Kaç kere söylemem gerekiyor anlayabilmeniz için? Adım: Gökçe diyorum size. Ailemle yaşıyorum. Anlatacak bir hikayem de yok benim. Buraya kadar boşuna zahmet ettiniz, ben gidiyorum!
Ferhat şakındı. Gökçenin söyledikleri inandırıcı gelmiyordu. Ayağa kalkan Gökçenin bileğine sertçe yapışarak emredici bir ses tonuyla:
-Bana bak dedi, Zernişan olmadığını söyleyip duracağına, niçin böyle davranmak zorunda kaldığını anlatmaya başlasan daha iyi edersin! Gerçeği bilmek istiyorum, yerine otur ve anlatmaya başla!
Ferhatın bileğine yapışmasıyla, tenine sinsi bir uyuşukluğun yayıldığını hisseden Gökçenin gözleri kendiliğinden kapandı, farkında olmadan içini çekerek:
-Doktor Bey, lütfen bileğimi bırakır mısınız dedi. Ferhatın bileğini bırakmaya niyeti olmadığını anlayınca tekrar yerine oturup: Bırak bileğimi artık diye tekrarladı.
Gökçenin bileğini bıraksa da tetikte bekleyen Ferhat, on dakika genç kızın hikayesini anlatmasını boşuna bekledi. Dirseklerini masaya koyarak elleriyle yüzünü saklayan Gökçe sonunda Ferhatın sabrını taşırdı:
-O güzel kafandan hangi şeytanî düşünce geçiyor tahmin etmek zor değil diyen Ferhat, daha sonra bedelini ağır bir biçimde ödeyeceği: Kösem Sultan, ellerini yüzünden çek ve anlat artık! cümlesini ağzından kaçırıverdi.
Güzelliği ve yardımseverliğiyle olduğu kadar, çeşitli saray entrikaları ve kınalı parmaklarını devlet işlerine sokmakla adı anılan, aslen Rum bir papazın kızı olan Anastasyaya benzetilen Gökçe; ellerini yavaşça yüzünden çekti. Yüreğindeki kaplan, kafesini parçalamıştı! Kaplanın gözlerindeki vahşi güzellik ve hışım Ferhatın gözlerini yakaladı. Gökçe karşı konulması mümkün olmayan sesiyle:
-Kalk, gidelim dedi. Beni on adım geriden takip et. Çözmek istediğin kördüğüm boynuna dolanmış olarak geri döneceksin!
Ferhat, süt dökmüş kedi gibi yerinden kalktı. İçtiklerinin parasını ödemek bile aklına gelmedi, Gökçenin peşine düştü. Gökçe ardına bakmadan hızlı adımlarla kavşağı geçip evlerinin önüne gelince durup Ferhatın yetişmesini bekledikten sonra kapıyı açıp içeriye seslendi:
-Babişkom, evde misin?
-Evdeyim boncuk, gel. diyen babasının sesini duyunca Ferhata döndü:
-Beş dakika bekle babamla konuşacağım.
Beş dakika geçmeden kapı açıldığında Ferhatın karşısında Gökçe değil babası vardı. Mehmet Bey kısa bir müddet Ferhatı süzdükten sonra:
-İçeri buyurunuz doktor bey diyerek geri çekildi. Ferhatı salona alan Mehmet Bey oturacak yer gösterdikten sonra beklenmeyen misafirinin karşısına geçti. Kısa süren tanışma faslından sonra: Gökçe konu hakkında biraz bahsetti dedi. Buyurun sizden dinleyelim. Ferhat söze nereden başlayacağını bilemedi. Biraz düşündükten sonra:
-Efendim, siz Gökçe diyorsunuz; ben Zernişan diyorum. Özeti bu...
-Başınız sağ olsun! Sevgilinizi kaybetmişsiniz, doğru mu anlamışım?
-Bence kaybetmedim. Bana öyle söyleniyor! Mehmet Bey gözlerini kısarak bakışlarını Ferhatın üzerinde tuttu:
-Acı gerçekleri kabullenmek bazan zordur. Sevgilinizin vefatı sizi ziyadesiyle üzmüş olmalı, bu konuda sizi anlayabiliyorum. O kız Gökçeye çok mu benziyordu.
-Efendim benzemek şöyle dursun. Kendisi diyorum.
-Anlaşıldı doktor Bey, konuşarak sizi ikna etmek mümkün görünmüyor diyen Mehmet Bey sesini yükselterek kapısı açık odaya seslendi: Boncuk, albümlerimizi getir.
Hazırda beklediği anlaşılan Gökçe anında salona girerek kucağındaki albümleri babasına uzatarak geri döndü. Üç albümden ikisi tamamen Gökçenin resimlerine ayrılmıştı. Mehmet Bey düğün resimlerinden birkaç tane gösterdikten sonra Gökçenin bebekliği, çocukluk yıllarına ait yaş günleri ve ilkokula başladığı günlerin resimlerini barındıran albümü Ferhatın eline tutuşturdu. Ferhatın beş dakika kadar süren çocukluk dönemine ait resimleri incelemesinden sonra Mehmet Bey:
-Şimdi daha dikkatli bakınız doktor bey, diyerek ortaokul ve lise yıllarına ait resimleri kapsayan ikinci albümü Ferhata uzattı.
Okul önlerinde yalnız başına, arkadaşları ve öğretmenleriyle çekilmiş topluluk resimlerini tek tek gözden geçiren Ferhat; Gökçein uzun saçlı bir tek resmine dahi rastlayamadı. Genç kız, bütün resimlerinde kısa saçlıydı.
-Bayramlarda, benim bizzat çektiğim video kasetleri de var diyen Mehmet Bey, resimlerde başını kaldıran Ferhatın asılmış yüzüne baktı: Kızımın, ölen sevgiliniz olmadığına şimdi ikna oldunuz mu doktor bey?
Ferhat şaşkınlığını ifade edecek söz bulamıyordu. Uzun müddet düşündükten sonra:
-Benzerliğin bu kadarı kardeşler arasında bile olmaz dedi. ancak tek yumurta ikizlerinde olur! Sizin ya da eşinizin İstanbuldaki Semih Bey ve Leyla Hanımla bir akrabalığınız var mı? Albümleri, Ferhatın elinden alan Mehmet Bey kesin ifadeyle:
-Söylediğiniz kişileri, ne ben ne de eşim tanımayız bile! dedikten sonra: Konuşacak bir şey kalmadığına göre artık gidebilirsiniz! demek ister gibi Ferhatın gözlerine baktı.
Bulduğunu sanırken Zernişanı kaybettiğini yeniden anlamaya başlayan Ferhat:
-Ben müsadenizi rica edeyim efendim. diyerek ayağa kalktı.
-Kızımın, vefat eden sevgiliniz olmadığını anladığınıza göre Gökçeyi rahat bırakırsınız! diyen Mehmet Bey, Ferhatı gönderdikten sonra düşünceli bir yüz ifadesiyle albümlerdeki resimleri karıştırmaya başladı.
Ferhat, bulduğu sandığı sevgilisini yeniden kaybetmenin üzüntüsüyle geri dönerken; Gökçe, annesinin kaplan hışmına uğradı. Kocasının, Ferhatla görüşmesi esnasında salona girmemek için bütün sabrını tüketen Yıldız Hanım, Deli olarak nitelendirdiği doktorun evden ayrılmasından sonra:
-Bu da mı gelecekti başımıza ha! diye hakırdı. Kaldı mı kız peşine takılmadık kimse? Defol bu evden! Gözüm görmesin... Katil edeceksin beni!
Gökçe korkuyla babasının arkasına sığındı. Babasının:
-Dur hanım, bu kadar sinirlenecek ne var? diyerek sakinleşmesi için bileklerine yapışarak annesini koltuğa oturtmasını fırsat bilerek odasına koştu. Aceleyle birkaç parça eşyasını valizine doldurarak hızla salona döndü:
-Telefonu bağlat babişkom dedi, ararım seni.
-Boncuk nereye? ... diye ayağa kalkan Mehmet Beyin eline yapışan Yıldız Hanım:
-Bırak gitsin, dedi. Cehenneme kadar yolu var! Zebanileri bekliyor.
Gökçe, canından çok sevdiği babasının yanaklarını avuçlarına alamadan evden ayrıldı. İstanbula kalkmak üzere olan otobüse tam zamanında yetişerek Edirneye veda etti.
Akşam yemeğini hazırlamakla meşgul olan Leyla Hanım, valizini salona bırakarak mutfağa sessizce süzülen Gökçenin farkında olamadı. Arkasından uzanan pamuk gibi eller gözlerini kapattığında, dudakları gayriihtiyari:
-Zernişan! sözcüğüyle aralandı. Uzun zamandır kimseden böyle bir hareket göremeyen Leyla Hanımın gözlerinden ellerini çeken Gökçe:
-Kolay gelsin teyze dedi. Ne yapıyorsun tek başına?
Leyla Hanım:
-Akşam yemeği için hazırlık yapıyorum. diyerek Gökçeyi uzun müddet göğsünde basılı tuttu: Geldiğini duyamadım. Ne zaman geldin?
-Henüz geldim, Yusuf nerede?
-Arka bahçede olmalı, kim bilir hangi ağacın dalına gamlı baykuş gibi tünemiş seni düşünüyordur. Leyla Hanımın benzetmesine gülen Gökçe:
-Gidip baykuşumu daldan alayım dedi.
Leyla Hanım, o gece Yusufu odasına götürüp yatırdıktan sonra Gökçele uzun uzadıya konuştu. Gökçeye karşı babasının değil de annesinin tahammülsüz davranmasına akıl erdiremiyordu. Göz kapaklarının ağırlaşmakta olduğunu hissederek:
-İstersen biz de yatalım kızım dedi. Yarın biraz erkenden kalkar, alış verişe çıkarız. İki gün sonraki düğün için kızıma şöyle göz kamaştırıcı güzel bir elbise alalım. Gökçe merakla sordu:
-Düğün mü dediniz, kimin düğünü?
-Nesrin Hanım adında eczacı bir arkadaşım var. diyen Leyla Hanım anlatmaya başladı: Talihsiz bir evlilik yapan kızı kocasından ayrılmıştı. Eczanesine kalfa yetiştirmek üzere Musa adında bir çocuk almışlardı. Çocuk dürüst ve çalışkan çıktı. Kısa zamanda neredeyse tek başına eczanenin işlerini çekip çevirebilecek kadar dört elle işe sarıldı. Musa altı ay kadar önce Anadoludaki ailesi İstanbula getirdi. Musanın abisi ile Nesrin Hanımın kızı birbirlerini sevmişler. Nesrin Hanım da razı olunca evlenmeye karar vermişler. İki gün sonra düğünleri var.
Ertesi gün yanına Gökçe ve Musayı alarak alışverişe çıkan Leyla Hanımın eve döner dönmez ilk işi telefonla Nesrin Hanımı aramak oldu. Düğüne gelirken yanına Gökçeyi de alacağını ve Zernişana benzerliğini anlattıktan sonra sözlerini şöyle tamamladı:
-...Önceden haber vereyim dedim: Yanımda Gökçeyi görünce şok geçirip bayılmayasın!
Nesrin Hanım davetiye götürdüğü Bilge Hanımdan da Gökçe adını duymuş çok meraklanmıştı ancak düğün telaşından Leyla Hanımla görüşme fırsatı bulamamıştı.
-Başımın üzerinde yeriniz var. Buyurunuz geliniz, sizleri bekliyorum diyerek telefonu kapattı.
Nesrin Hanımın saygın kişiliği ve sosyal çevresi, tanınmış bayan bir ses sanatçısının düğüne renk katacağı duyurusu ile bir araya gelince düğün salonunda boş masa kalmadı. Kimi davetlilerin ayakta izlemek zorunda kaldıkları düğün; gelin, damat ve takılardan ziyade Gökçenin büyüleyici güzelliği ile akıllara kazındı. Leyla Hanımın bulmak için bir gününü harcadığı leylak rengi ipek elbise, içindeki peri kızıyla gecenin en çok konuşulan konusu oldu. Davetlilerden Zernişanın vefat ettiğini bilenler, Leyla Hanımın yanında Gökçeyi görünce gözlerine inanamadılar. Özellikle bayanlar, gelinle damat salona ininceye kadar Gökçeyle Leyla Hanım hakkında konuşup durdular:
-Ayyy Şıp diye düşüp bayılacağım şimdi! Zernişan değil mi bu?
-Ta kendisi!
-Aman Allahım sen aklımı koru!
-Bunun kızı bir sene önce ölmemiş miydi?
-Ölmemiş demek ki baksana! ...
-Kızını öldü gösterip kimden saklamış ki?
-Mübarek de saklanmayacak gibi değil ki, baksana şu kızın güzelliğine!
-Bu kız saçlarını hiç bu kadar kısa kestirmezdi.
-Düğün için yaptırmış demek ki.
-Baksana şu erkeklerin haline: Hepsi de gözlerini dikmiş kıza bakıyor!
-Kedinin ciğere baktığı gibi...
-Bakana değil, baktırana bak sen!
-Bakılmayacak gibi değil ki, peri kızı sanki.
-Hiç peri kızı gördün mü?
-Karşımda işte!
Bilgen Hanım, Ferhatla düğüne en geç gelen davetliler arasındaydı. Nesrin Hanım dans pisti olarak ayrılan alanı çevreleyen ön sırada boş bıraktırdığı masaya Bilge Hanım ve oğlunu oturttuktan sonra gözleriyle sağında iki masa ilerideki Leyla Hanım ve yanında oturan peri kızını işaret etti. Gökçeyi farkeden Bilgen Hanım kâlbinden ince bir telin koptuğunu hissetti. Annesinin yüzündeki sararmayı farkede eden Ferhat telaş ve endişeyle:
-Anne, iyi misin? diye sordu. Bilge Hanım eliyle dudaklarını perdeleyerek Ferhatın kulağına eğildi:
-Baksan oğlum dedi: O kız burada! Leyla Hanımın yanında oturuyor.
İki gün önce Edirnede umutlarını tüketen kızı görünce içini çeken Ferhat
-Kadere bak! diyerek sustu.
Alkış sesleri arasında salona inen gelinle damadın ilk dansından sonra, Gökçeye dansa kaldırmak isteyen dört gencin de teklifi karşılığını bulamadı.
Bilge Hanım düğünden ziyade kaçamak bakışlarıyla Gökçeyi izliyordu. Genç kızın dans tekliflerini ısrara yer bırakmayacak şekilde reddettiğini görünce: Bu kızı ancak sen dansa kaldırabilirsin! imasıyla oğlunun gözlerine baksa da; Ferhatın aklında: Kızımın, vefat eden sevgiliniz olmadığını anladığınıza göre Gökçeyi rahat bırakırsınız! diyen Mehmet Beyin cesaret kırıcı cümlesi dolanıyordu.
Davetlilerle tek tek ilgilenen Nesrin Hanım, dostluğuna büyük önem verdiği Bilge Hanımın masasına gelince:
-İnşallah yakın bir zamanda doktor beyimizin düğünü için de böyle bir araya geliriz, temennisini belirttikten sonra: Ferhat dans etmeyecek mi? diyerek gözleriyle Gökçeyi işaret etti. Bilgen Hanım gönlünden geçenlerin ifadesi olan bu soruyu:
-Benim dileğim de bu, şeklinde yanıtladı. Zernişan geri gelmiş dedi. Deminden beri kaç kişi önünde eğildi de, kızcağız elini vermedi.
Ferhatın, Gökçei dansa kaldırmasını gönülden dileyen Nesrin Hanım, eliyle işaret etmeye çekinmeden:
-Şu peri, kendisini dansa kaldıracak Âdemoğlu için yeryüzüne inmiş, diyerek gülümsedi. Elinden tutan olmasa uçup geri gidecek haberiniz olsun, ona göre...
Annesi ve Nesrin Hanımın ısrarlarıyla yerinden kalkan Ferhat, Leyla Hanımın oturduğu masanın önüne gelince izleyenler nefeslerini tutup pürdikkat kesildiler. Leyla Hanımın elini öpen Ferhat bir adım geri çekilerek perinin büyüleyen gözlerine bakıp elini uzattı:
-Bu dansı bana lütfeder misiniz? diye sordu.
Gökçenin yüreğindeki kaplanın kükreme zamanıydı. Özgürlük, asalet ve kudretin sembolü olan ormanların efendisi; vahşi güzelliğiyle kahredici öfkesini Gökçenin gözleri ve diline taşıdı. Leyla Hanımın da nefesini tuttuğu anda peri kızı, bir müddet Ferhatı süzdükten sonra buz gibi soğuk bir sesle:
-Kösem Sultan dans etmek istemiyor! dedi.
Boşlukta asılı kalan eliyle canlı heykele dönüşen Ferhata annesi kadar Nesrin Hanım da üzülmüştü. Salonda başlayan gülüşmeler üzerine gecikmeden Ferhatın yanına varıp kolunu indirdi. Gururu kırılan Ferhat, takı faslından sonra düğünün bitmesini beklemeden gözyaşlarını içine akıtan annesiyle eve döndü.
Leyla Hanım düğünde alamadığı sorusunun yanıtını evde aldı. Ferhata niçin bu kadar sert davrandığını üsteleyince, Gökçe akıldan silinmeyecek keskin bir yanıt verdi:
-Ben, Zernişandan arda kalan aşkın mirasına talip değilim! dedi. Benden Zernişan olmam isteniyorsa; bunu ancak Yusuf ve sizin için yapabilirim, Ferhat için değil! ...
Gönülden koparak söylenen bu sözler, Leyla Hanımın kısa sürede Zernişan kadar Gökçeye bağlanmasına sebep oldu.
Düğün gecesi Leyla Hanımın yanında Gökçeyi gören Kayanın avukatı, düğün salonundan erken ayrılarak telefonla Kayayı aradı. Avukatın içkili olduğunu anlayan Kaya duyduklarına inanmasa da içine bir kurt düşmüş oldu. Ertesi gün Avukatın bizzat gelerek anlattıklarıyla; Zernişanın ölmüş gibi gösterilerek aldatıldığı sanrısına kapıldı. Karanlık adamların eşiğini yeniden aşındırmak zorunda kaldı. İki gün sonra elde ettiği bilgilerle çılgına döndü. Adamlarına Semih Beyin derhal bulunup getirilmesini emretti. Apar topar Kayanın karşısına çıkarılan Semih Bey uzamış sakalları ve çökmüş yüzüyle zavallı bir haldeydi. Kaya, bir hükümdar edasıyla:
-Bre Melun! diyerek sözlerine başladı. Seni sokaktan almışık, adam etmişik, Mal mülk sahibi yapmışık, saygın insanlar arasına katmışık... Karşılığı bu mudur?
Semih Bey, Zernişanın vefatından sonra yüzüne bile bakmayan Kayanın karşısına niçin çıkarıldığını bilemiyordu. Gözlerindeki korkuyla:
-Size karşı ne hata işledim ki... diye korkuyla titrerken Kaya gürledi:
-Yediğin naneyi bana mı soruyorsun bre... Kızı niçin saklarsın. Bilmez misin ki benim şehzademin gözdesi olacaktır.
Saklanan kız, şehzade ve gözde kavramlarıyla aklı daha da karışan Semih Bey:
-Neden bahsettiğinizi anlamadım efendim dedi.
-Bal gibi biliyorsun bre nankör, Zernişandan bahsediyorum!
-Zernişan öleli bir sene oluyor!
-Hâlâ inkar mı ediyorsun? diye zıvanadan çıkan Kaya, Bana borcun var! dedikten sonra adamlarına döndü: Senedi getirin, imzalasın.
Tarih ve miktar kısımları boş bırakılarak Semih Beye imzatılan senedi elinde sallayan Kaya, borç ve tarih hanesindeki rakamları okumuş gibi:
-Zor ödersin bu parayı dedi, üstelik günü de yaklaşmış, şu Zernişan işi istediğim gibi gitmezse borcuna karşılık dükkanını elinden alırım, haberin olsun. Yıkıl karşımdan şimdi! ...
Gökçe, Leyla Hanım ve Yusuf ile rüyasında görse inanılmaz güzellikte günler geçiriyordu. Zernişanın kazanıp da kaydını yaptıramadığı bölüme bir yıl sonra kendisi kaydını yaptırdı. Üniversite ortamı, ders ve arkadaş hayalleriyle hazırlıklarını tamamlayan Gökçe, sabırsızlıkla Üniversitenin açılmasını beklerken; fırtına öncesinin sessizliğinde hazırlanan akıl almaz tuzaktan habersizdi.
(On birinci bölümüm sonu...)
İrfan YılmazKayıt Tarihi : 17.5.2012 23:56:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.