Ben mektupların da tıpkı insanlar gibi “yazanın” iradesinden bağımsız kaderleri olduğuna inanırım. Kâinatın boşluğunda bir süre sahipsiz uçurtmalar misali kaybolmuş gibi yaparlar ama yıllar sonra hınzır bir çocuk, belki kıskanç, hırslı bir kadın, meraklı bir araştırmacı ya da vefakâr bir yayıncı tarafından gün ışığına çıkarılıp özgürlüklerine kavuşurlar mutlaka.
Sonra büsbütün kimsesiz olanlar vardır. Yazılıp gönderilmeye cesaret edilemedikleri için bir köşede ümitsiz, yorgun bir kedi gibi okşanmayı bekleyenler. Ketum bir sevgilinin suskunluğunda pineklerken hayatı ıskalayanlar... Uzun bir yalnızlığın acısını hayatta bir kez bulanacak benzersiz bir sevdaya tercih eden kekeme adamın ağırlığıyla kamburlaşan sert mektuplar vardır. Yaşarken başkalarını kırmamak adına taammüden saklananlar, “erkek yazar” olmanın rahatlığından payını alamamış kadınların nakış misali örüp sakladıkları zarif mektuplar da vardır... Onlar kitapların arasında, bavullarda, rutubetli sandıklarda, gizli çekmecelerde, bazen eskiciye verilen bir paltonun cebinde, dingin ama huzursuz bir mutluluk avuntusuyla oyalanıp dururlar. Ben insanın karanlık yanını merak eden yazarlar gibi onların gölgede kalan müphem talihleriyle dost olmak isterim. Orada daha evvel görmediğimiz yanık izleri de saklıdır çünkü. Henüz harabeye dönmemiş hayallerin kuytusunda tembellik yapmalarını severim. Kâğıtlara sinen mırıltılarda, coşkulu bir nehir gibi çağlayan duyguların, uçması yasak kuşların kederli ötüşünü, bitmeye mahkûm bir aşkın çıtırtılarını işitirim.
Nâzım Hikmet’in ancak “kelimelerle” birlikte olabildiği Piraye’ye yazdığı yüzlerce mektubu karıştırırken buna benzer düşünceler akıp gidiyordu içimden. Hayır, onlar, gizemli, genellikle romantik, kırılgan, ağdalı, önceden tasarlanmış bir edebiyatın tınısını yansıtan mektuplar değil. Tam tersine gündelik hayatın sıkıntılarını, parasızlığı, çocukların eğitimine dair tavsiyeleri, hapishanede çürüyen bir hayatın buruk izlerini, edebiyata, kendi şiirine, yakın dostu Kemal Tahir’in romanlarına dair tesbitlerini içeriyor. Yine de benim için en çarpıcı yanı, her seferinde “Karıcığım” diye başlayan mektuplarda bir erkeğin kendisini kelimelerle, varlığıyla, bazen öfkesiyle iyileştiren kadına tutunuşundaki çaresiz sevgiyi kutsayışı oldu.
Oğulları Memet Fuat kitabın başında, annesi Piraye Hanım’ın, “Ben öldükten sonra ne isterseniz yapın, yaşarken olmaz” dediğini hatırlatıyor. O bu ricaya sadık kalmış, annesi de çoğu tarihsiz olan beş yüz mektubu oğluna kolaylık olsun diye yıllara göre ayırıp iplerle bağlamış. İşte o sonsuz “hayat ağacı”, Nâzım’ın 1993’ten 1950’ye kadar, on yedi yıl boyunca, muhtelif cezaevlerinden yazdığı mektuplarla yeşermiş, büyümüş, köklerini çok derinlere salmış. Piraye, onları kocasının cezaevinde yonttuğu ceviz ağacından tahta bir bavulda saklamış.
ne ayıldım
ne ayılabilirim
ne ayılmak isterim
başım ağır
dizlerim parçalanmış
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta