Nazan Bekiroğlu Şiirleri - Şair Nazan Be ...

3 Mayıs 1957 günü Trabzon'da doğdu. Edebiyata ilgi duyan bir ailenin üç çocuğundan en küçüğüydü. Babası, “Hedef” adlı mahallî bir gazetenin sahibiydi ve edebiyatın yanı sıra Osmanlı tarihine ilgisi vardı. 14 yaşında iken babası vefat etti. Babası, İçinde Bir Sızı Var adlı hikâyesinin kahramanı olmuştur.
İlk ve orta tahsilini Trabzon'da yaptıktan sonra Erzurum'a giderek Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi (1979) . Öğrencilik yıllarında halk edebiyatı ve Orta Asya estetiğinin peşinde idi. Bunu bir ...

Nazan Bekiroğlu

Üzerinden her zaman geçtiğim bu yol, üzerinden her zaman geçtiğim yol değil. Ölü bir şehrin, her bir penceresinin ve kapısının arkasında ölü insanların bekleştiğini bildiğim ölü sokakları. Bir sabah kalkacağım ve baktığım aynada benim olmayan bir yüz göreceğim sanıyorum. Yüzüm, tam on iki yıl evvel benim olan yüzden bu kadar farklıyken yine de aynada benim olmayan bir yüz görmekten korkuyorum. Ya ruhumuzun aynaları? İki uçak arasında hava limanının lüks kahvaltı salonunda bu bol çocuklu, bol kahkahalı ve bol ışıltılı birlikteliğimiz esnasında sen. Ruhumun aynası. Hayatta hiçbir dostun ihaneti insanın kendisine ihaneti kadar acı olamaz. Bizim ihanetimiz iki katı. Hem kendimize ve hem de birbirimize.

Oysa biz, oysa biz. Onca yılılk fakülte fırtınaları boyunca, yaşadığımız yurdun yoksul ve yalnız odalarında, pencerelerimizi soğuk ve mehtaplı gecelerin kar renkli doruklarına açmadık mı? Dağlarla gök yüzünün birleştiği yeri sahiplenmedik mi? Kaç kez birlikte, daima birlikte, hep birlikte, deniz altlarının durgun su bahçelerinden, antik çağlardan kalma, güzelliğin ölçüsü, omuz başları kırılmış, mermer beyazlığında heykel parçacıklarını toplamadık mı? Mercan sepetimize doldurmadık mı? Önümüzde açılan yepyeni âlemleri, gözlerimiz kamaşarak ve adım adım birlikte keşfetmedik mi? Yorgun ağustosların çığlık çığlığa eylüllüllere dönüştüğü mahmur ikindilerde, Üsküdar’ı ömrümüzde ilk defa, ilk defa ömrümüzde Üsküdar’ı görmenin hazzını yaşamadık mı? Sonra, sonra bir imaj saltanatının, bizi her bir darbesiyle serseme çeviren bir imaj sağanağının altında, her adımda boynuna ve göğsüne kadar sırılsıklam, ilk aşkalarımızın birbirimize açabildiğimiz dokuları kadar sırılsıklam, Üsküdar’ın dar, aralık, gri ve gecikmiş hanımeli kokan sokaklarından içeri destursuz dalmadık mı? Daha evvel, çok evvel, belki bezm-i elestten bu yana, bizi dağıttıkları yerlerden kendimizi toplamaya kalkmadık mı? Bunun böyle olduğunu ve başardığımızı sanmadık mı? Hattâ hattâ, evet, başarmadık mı? Bile bile aldanarak, gelin bizi aldatın, bize öyle görünün, biz hazırız, diyerek; tahta cumbaların bir gölge arkasından, mor bir yaşmak yığını arasında bir çift ahu gözün bizi izlediğini, bizi gözlediğini dahası bizi özlediğini sanmadık mı? Bu insafsız tecrübeye gönlümüzün ne kadar dayanacağından kuşkulu, o bir çift sürmeli ve kara gözün bizi nereye kadar çekeceğini hesaplamaksızın, ya da hesaplayıp da aldırmaksızın, bir bizim bildiğimiz o yerde, alışıldık bir anahtarı çıkararak aralamadık mı kapıyı? Dar değil miydi bu kapı? Ama biz dar kapıyı aralamadık mı? Dar kapıyı seçmedik mi? Sonra her bir yanımızı, varlığımızın her bir zerresini görünmez ve muhayyel mutriblerin terennüm ettiği nağmeler esir almadı mı? Teknoloji çağının son çeyreğinde biz, yalnız ve eksik iki arkadaş, dostluğun tüm çağrışımlarıyla orada birbirimize sadakat yeminleri etmedik mi? Güzelliğimizi muhafaza edeceğimize dair birbirimize söz vermedik mi? Böyle olunca bütün eksiklerimizin, bütün boşluklarımızın dolduğunu hissetmedik mi? Yalan olduğunu şimdi çok acı bir biçimde farkettiğimiz üzre, bunun sırrını artık bulduğumuz birbirimize fısıldamadık mı?

Söylesene onlar biz değil miydik? Eğer onlar biz idiysek, şimdi işte tam on iki yıl sonra, iki uçak arasında hava alanının lüks kahvaltı salonunda bu bol çocuklu, bol kilolu ve pırlantalı, bu bol boyalı ortamda, bu yanıp sönen ışıklar altında, ‘aktarma için bir saat vaktimiz var, görüşelim’, randevularıyla bir araya gelenler kim? Söylesene kim? Ve neden böyleyiz?
Oysa ne kadar güzeldik. Ne kadar güzeldik. O üzerine eğildiğimiz sarı ve mühreli yapraklarda, kebîkeci yenmiş kitaplarda, o rüzgâr kokulu sınıflarda, ancak Paris’i yaşamış, ne hevâ-yı bağ sâzed ne kenâr-ı kişt mârâ mısra’ıyla başlayan Dede efendi bestesinin güfte sahibini merak edebilecek hocaların kılavuzluğunda, ancak ‘berhudâr ol’ evlâdım diyebilecek güzellikte hocaların açtığı ruh iklimlerinin eşiğinde gelinebilecek bir yerde, her mektubu sahibine götüren beduh adlı meleği öğreninceye kadar, Ahmet Cemil’le Lâmia’nın, Lâmia’nın belki haberi bile olmayan aşklarına sığınmadık mı? ‘Bihter kendisini önce rüzgâra sonra Behlül’e verirken’, onların bir zamanlar gerçekte var olduklarını ve yaşadıklarını sanmadık mı? Onlar gibi, ama ancak onlar gibi, bir zamanlar var olmuş güzelliklerimizin bir gün bitebileceğini hiç düşünmedik mi? İşte şimdi bu gün yok olabileceklerini neden düşünemedik? Suat, umutsuz aşkının nağmelerini, eşine ancak on dokuzuncu asırlarda rastlanabilecek piyanoların melankolisi eşliğinde gönlüne gömerken, biz orada değil miydik? Onların yaşadıklarına, sanmak bile değil, dosdoğru inanmadık mı? Yaşadıklarının en yakın müşahidi bizzat biz değil miydik? Bizim de pencerelerimizden Meşrutiyetten kalma beyaz yelkenliler ansızın, apansızın geçmedi mi? Ne kadar güzeldik. Ne kadar güzeldik. Hatırlıyor musun, ne kadar güzeldik.

Devamını Oku
Nazan Bekiroğlu

Kendisine "Cehennemim ve cennetim" diye fısıldayan araf yazgılısını "Dante'm benim" diye avutmayı bilen Lâmia Hanım en önemlisi Meriç'in her halinin farkındadır. Evli, çocuklu, görmez olduğunun. Her haliyle kabul eder onu. Yokuşlara sürmeden, kendisi için bir seçim yapmaya zorlamadan, bir şeyleri terk etmeye, yok saymaya, reddetmeye mecbur bırakmadan. Çünkü Lâmia Hanım bilir ki bazı seçimlerin sonu yoktur. Bazı seçimlerdense seçmemek evlâdır. Meriç'in böyle bir seçimden salimen çıkamayacağını, bölüneceğini ve böyle bir bölmeden geriye de sadece sıfır kalacağını bilir. Bir bakıma trajedi-kıran kadındır Lâmia Hanım.

Devamını Oku
Nazan Bekiroğlu

“Şair Nigâr Hanım çalışması esnasında en büyük problemim öznelliğimin beni tehdit etmesi oldu. Beni biraz tanıyanlar Nigâr Hanım’la özdeşleşeceğimi düşünüyorlardı. Fakat başka bir şey oldu. Onunla özdeşleşmedim ben, zamandan, mekândan ve cinsiyetten azade bir şekilde Nigâr Hanım’a âşık oldum.”

Öznesi iki dünya arasında ürpertili bir salınım olduğundan, Şair Nigâr Hanım’ı ben de iki dünya arasında yazdım. Şair Nigâr Hanım doğu ile batı arasında, güftesi şarklı, bestesi garplı kırık bir hikâyeydi. Ben düş ile gerçek, kurgu ile hayat arasında kaldım.

Şair Nigâr Hanım benim doçentlik tezim. Halide Edip Adıvar’ın 21 romanını teknik açıdan tahlil etmeye yeltenen telâşeli bir doktoranın ardından doçentlik tezi hazırlamaya sıra geldiğinde hocam Orhan Okay’la “Ne yapabiliriz? ” diye düşündük önce. Hocam, doktora tezimin teknik meselelerle sınırlı bir çalışma olmasından bahisle, kütüphane ve arşiv çalışmalı, dipnotlu, belge ve bilgiye ulaşan klasik bir araştırma yapmamın uygun olacağını işaret etti, “Eski hocaların çalışmaları gibi.” Bana birkaç da isim önerdi. Bunların kim olduklarını hatırlamıyorum bile. Ama içlerinde Nigâr Hanım’ın ismi dikkatimi çekti ilk anda. Onun hakkında fazla bir şey bilmiyordum oysa. Hayatımın Hikâyesi isimli kitabı görmüştüm. Bir de çocukluğumun içinde geçtiği babamın kütüphanesindeki Hayat Tarih mecmualarından birinin kapak resmini hatırlıyordum. Nigâr Hanım’ın bir rüya güzelliği ile poz verdiği meşhur yaşmaklı portre. “Nigâr Hanım” olsun dedim.

Devamını Oku
Nazan Bekiroğlu

Kelimelerin hastalıkları varsa eğer,”ihanet” mutlaka cüzzamlı olmakla suçlanmıştır. Oysa, soluğumuz kadar yakındır da biz onu bambaşka yerlerde ve kendimizden çok uzakta bilmeyi yeğleriz. İhanet hayatımızın ta kendisidir,dikkatli bakın, göreceksiniz.

İhanet daima iki uçlu.Gerçekleşmesi için bir muhatap gerekli ve bu yanıyla aşka benziyor.Bu yüzden değil mi ki ihaneti yaşayanlar,büyük aşkları yaşayanlar kadar ünlü ve daima çift isimle anılıyor bu öyküler.Habil ile Kabil söz gelimi.Leylâ ile Mecnun.En trajik olanı galiba İsa’nın son akşam yemeği ve İşte insan. Hıristiyan batıda her şey bu çok eski ihanetin etrafında döner ve çarmıhlar artık daima omuzlardadır.Sezar’ı asıl öldüren yediği hançerden daha çok Brütüs’ün,olmaması gerektiğine inandığı bir yerdeki mevcudiyetini görmesidir.Genç Osman için de öyle. Evvelâ sarayının kapısını emanet ettiği bostancılar ardına kadar açarlar bâb-ı hümayunu ihtilâlcilere,ardından o kadar güvenerek sığındığı Yeniçeriler emanete ihanet ederek alıverirler “Osman Çelebi”nin canını.Gerçi Yeniçeriler çok çaba sarf etmişlerdir ama artık kaldırılmış bulunan 28.ortanın adı yoklamalarda her okunuşunda yeri göğü inleterek yok olsun diye bağırmaları bile alınlarındaki bu ihanet lekesini temizlemeye yetmez. Esasen Genç Osman’a ihanet edenler arasında kısacık saltanatında tutulan güneş ve yüzlerce yıldan beri ilk kez donan Boğaz sularının da kendine özgü bir yeri olması gerek.Halk, ölümüne o kadar çok ağlayacağı padişahın,sağlığında uğursuzluğuna inanmıştır.

Osmanlı’yı kuşkusuz çok az şey Kırım Hanı Murad Giray’ın Viyana kapılarındaki ihaneti kadar yaralamıştır.Üstelik Giray, bilerek yapmaktadır:Bilirim,dine sığmaz,ihanettir cümlesini sarf etmiş olması bile tutmakla yükümlü bulunduğu köprüyü müttefik kuvvetlere hoyratça açmasına mani olamaz.

Devamını Oku
Nazan Bekiroğlu

Züleyha Yusuf’a bir mektup yazmaya başlayınca
“Yusuf “diye başladı,”Yusuf ” diye bitirdi.
Gördü ki hitaptan öteye geçemedi.
Anladı ki aşkın namesinde ser-nameden öte kelam yok.
Ve Züleyha’nın lügatinde “Yusuf”tan öte sözcük yok

Devamını Oku
Nazan Bekiroğlu

duy beni yazılmış ve yazılacak olan bütün hikayelerin kadın kahramanları.
bütün o yaşanmış ve yazılmış olan,
bütün o yaşanmamış ve yazılmamış olan
hikâyelerin kadın kahramanları.
kadınlar ve kızlar,
dişil ve doğurgan,

Devamını Oku