Nargile Şiiri - Hüseyin Kotan

Hüseyin Kotan
171

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

Nargile

İnce boyunlu billur sürahideki su
önce titredi, sonra fokurdadı.
Göbekten çekilen nefes,
Diyaframdan inince mideye,
Birazcık yandı.
Sipsinin ucundaki dumanı,
Bir daha çekti, su bir daha fokurdadı,
Dudaklardan sakince boşaldı.
Hint kumaşından örgülü marpuç’u
Özenle sehpaya bıraktı.
Yanında oturan dostuna baktı.
Sular köpük köpük olmuş,
İlk siren vurmuş, halatlar çözülmüştü.
İskele arkada kalmıştı.
İlk iki nefesten sonra,
Kamil Ağa’yı bir huzur yumağı sarmıştı.
Sevecen gözleri gülüyordu.
Ayakların nasıl?
Yine erken gelmişsin, beni beklememişsin.
İyiyim şükür, yürüdüm.
Namazı Konak’ta kıldım.
Sandalye gıcırdadı.
İki eski dostu bir hüzün sardı.
Dolma gibi yumulmuş, gül yaprağına sarılmış,
İstiflenmiş harlanmış lüle tısladı.
Meşe kömüründen ince bir duman havalandı.
Demlenmiş nanenin kokusu genzine varmış,
Koyun güttüğü günlere uzanmıştı.
“yüce dağ başında harman olur mu?
Kama yarasına derman olur mu?
Çobanı vuranda iman olur mu?
Çobanım, çobanım ben bir çobanım
Sen bir ağa kızı, ben bir çobanım”
Sürüyü serince bayıra, kavalını alır
Şöyle bir yanlanır üflerdi.
Dilsizdi kavalı ama çok şeyler söylerdi.
Her bastığında ezilen, üzerinde hoyratça gezilen toprak...
Çok cömertti, neler vermezdi ki
Bazen koklar uzun uzun bakardı.
Karıncaların say’ını kollardı.
Yorulunca uzanır, dağarcığı yanında uyurdu.
Toprak, ilk kaynak son duraktı.
Anası öldüğünde çok ağlamış,
Gözlerinden ne de çok yaş akmıştı.
Mezara girdiğinde, o kokuyu almıştı.
Ana kokusu, yar kokusu...
Sağ yanına yatırdığı anasıydı.
İşte orası vatanıydı.
Çiçekler, böcekler, renkler, kilimler...
Toprakta şehitler, toprakta şahitler...
Ondan gelenler ona dönecekler.
Haram yiyenler, doymak bilmeyenler,
Bütün ayıpları örten, sırları gizleyen,
Bizi her an bekleyen.
Öyle bir sevgili ki usanmaz.
Öyle bir sevgili ki uslanmaz.
Öyle bir sevgili ki doymaz.
Akıllı delilerin, deli akıllıların macerası toprak,
Şeyh Şamil’in Kafkasya’daki nefesi,
Fahrettin Paşa’nın Medine’deki mucizesi,
Son kurşun, Kore’de bir şahadet şerbeti,
Bağdat’ta bir yalelli, Yemen’de yanık bir türkü...
Toprak gelendir, gidendir, âşıkların menzilidir.
Sevgilinin yurdu, en sevgiliye giden yoldur.
Birden uyanmıştı, sürüsü çok uzaklarda kalmıştı.
Daldın yine...
He ya, kaval çalıyordum.
Uzandı marpucu sehpadan aldı.
Billur sürahi bir daha fokurdadı.
Nanenin o hoş kokusu ve dumanı,
Dudaklarından taştı.
İki demli çay... Çaysız olmazdı.
Hele sırada tavla vardı.
Yön değiştirdiler, karşı karşıya geldiler.
Sedef pullar siyah ve beyazdı.
Hani bahtı kara ya, siyahları aldı.
Zarları avuç içinde salladı Kâmil Ağa.
Şöylece bir ileriye uzandı.
Hani o su baskınında, bana yardıma gelmiştin.
O nasıl seldi, o nasıl suydu.
Damla damla yağdı çoğaldı.
Tufan gibi her yanı sardı,
Ne tarla ne bostan kaldı.
Kırdı, yıktı, döktü.
Sen gelmeden az önce ahırın damı çöktü.
İçerde bir sürü hayvan, nasıl bağrışıyordu.
Anam yok, babam hasta,
İyi yetişmiştin Pala.
Bu şeş bu da beş, kendine bul bir eş.
Her yer dolmuştu, her yer su olmuştu.
Çatlayan dudaklara hayat,
Kuruyan toprağa nebat, su,
Hızır’a dirilik sağlayan, cennetin altından akan su,
Dikeni, gülü besleyen, dereyi, çayı süsleyen,
Arıda bal, yılanda zehir, kıvrım kıvrım kıvrılan nehir,
Selamet sahiline giden, su ile gelen, sudan geçen,
Parmaklardan akan,
Gönül ateşi ile ısınan su,
Kerbela’da ölüm olan, nasırlı ellerde özlenen,
Yerin dibinde gizlenen, temizlenen,
Topuk darbeleriyle gelen, su,
Aziz ve leziz olan, rengi olmayan,
Şimdi gazap olmuştu.
Gücü çoğaldıkça çoğalmıştı.
Sevdalıları buluşturan tahta köprümüzü bile almıştı.
Her şeyi sudan yaratan bildirdi.
Su neden yaratıldı, bilinmedi...
Her şey alttan donarken, o üstten dondu.
Sevdaları yakın eden Yunus’tu.
Hep denize gidense suydu.
Gözün yaşı, tövbenin başı,
Âşıkların sırdaşı,
Yiğitlerin kârı, civanmertler vakarı su
Gül suyunda ıtır, yemekte lezzet
Yağmurda bereket...
Bazen bembeyaz lapa lapa,
Oyna Pala...
Fazla düşünme, atacağın gele.
Çaya uzandı bir yudum aldı.
Sessizce düşünüyor oynuyorlardı.
O kahvede sanki sadece onlar vardı.
Dedem anlatırdı.
O ormandaki gözeleri toplardı.
Yalaklı çeşme yapardı.
Bazen bir masura, bazen bir hilal, bazen dört kamış,
Yaz, kış akardı.
Kurdu kuşu içsin de kansın.
Hal diliyle şükretsin, aşka boyansın.
Gölgeler uzuyor, Pasaport kalabalıklaşıyordu.
Körfezden esen rüzgârda tozlar, küller oynaşıyordu.
Kat kat gök kubbe, derin maviliklerde,
Bulutlar kümeleniyordu.
İskeleye bağlı kayık, bir inip bir kalkıyordu.
Güneşin son ışıklarında, kirli sular yanıyordu.
Havayı derince içine çekti, attığı zar gele gelmişti.
Pala güldü, şansı dönmüştü.
Ömrünün hesabından bir nefes daha çekti.
Zarları avucunda tuttu, bekletti.
Yine başlama Pala! Beni yorma.
Geceden yorgunum, biraz da uykusuzum.
Yasemin kaynatmalı, Pala ile oynamamalı.
Ses, nefes, koku, bunlar hayatın tohumu.
Marpuca uzandı, sipsiyi ağzına aldı.
Göbekten derin bir nefes çekti.
Pala göğüsten içerdi.
Su şişede fokurdadı, duman yoktu.
Kahveci çırağı geldi, ateşi yeniledi.
Bir nefes, bir nefes daha,
Nanenin kokusu genzini yaktı.
Üfleyerek çektiği dumanı bıraktı.
Ateş harlanmış, kor kendi rengini almıştı.
Toprağın kucağını yurt, havayı binek edinmiş,
Rüzgârdan kamçısı, hayatın bir parçası,
Demirde, taşta, ağaçta gizlenmiş,
Hem korur hem korkutur.
Hayret, dehşet ve saygı,
Medeniyet yolunun başlangıcı,
İçimizde yaşayan sevda, içimizdeki kandil,
Cennet’te parıldayan, Cehennem’de yanan,
Nefsine aldanan insan,
Demire hükmeden, gönülleri yakan ateş,
Ateşle oyun olmaz, ateşsiz de olmaz,
Aşığın başına gelen, kirleri temizleyen,
Gül... Bülbül... Gülistan...
Huzuru kıskanan insan,
Tur dağı, Tuva vadisi,
Verilen yed-i Beyza,
Taşa düşen, havada harlanan zamansızların işi,
Gövdesi şişe, kömürü meşe,
Mekânı köşe, ortamı neşe,
Nargile...
Tutmacı maşa, olursa şifa,
Gönüle sefa, canım nargile...
Başgarson bağırdı, Cemre...
havaya, suya, toprağa düşen cemre.
Çırak; elinde nargile, telaşla gitti içeriye.
Sırtı ağrımıştı, güneş de menziline varmıştı.
Birbirimizi bir türlü yenemedik.
Hadi kalkalım, bir dolmuş yakalayalım.
Kol kola girdiler.
Heykelin sağından karşıya geçtiler.
Beklediler...
Rüzgârda savrulurken hayalinle düşüyorum.
Aklıma sen gelince, ağustosta üşüyorum.
Pala mutlu, pala neşeli, pala bilmez ki içimi.
Dilim susunca kirpiklerim ıslanır.
Hasret gelir de yüreğime yaslanır.
Çaresini bulamadım, onu unutamadım.
Kamil Ağa ile Pala, yürüyordu kol kola.
Ağa kızı, ağa kızı, ah ağa kızı...
“yüce dağ başında harman olur mu?
Kama yarasına derman olur mu? ”
Ben toprağım, ben havayım,
Ben ateşim, ben suyum,
Ben insanım,
Dört güzeli seçtim,
Ben Pasaport’ta bir nargile içtim.

Hüseyin Kotan
Kayıt Tarihi : 9.3.2009 22:50:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Nizamettin Korucu
    Nizamettin Korucu

    Kıymetli Hacı Hüseyin Ağabeyi,
    Çile ile yoğrulmuş mısralarınızı dört nesneyi ruhlarda estiren mısralarınızı dura dura okudum. Emeğinize değmiş. Allah razı olsun.

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Hüseyin Kotan