Yoksa sen acze düşmüş, kendini unutmuş, tebaa olmaktan, sürüklenmekten, yok olmaktan kurtulamazsın, sen seninle birlikte yok olacaklara seyirci kalamazsın, buna hiçbir şekilde hakkın yoktur, kesinlikle bunu bilmelisin.
Tam altı ay nişanlı kaldık, böylece yanlışlar yapmadan birbirimizi tanımaya çalıştık, kayın pederim olan Mükremin hocam ve kayın validem hacca gitmişlerdi.
Büyük kayın biraderim olan ve aynı zamanda Bedir camisinde, imamlık yapan Ramazan hocamda, kayın pederimle birlikte aynı evi paylaşıyordu.
Son derece anlayışlı, tahammüllü bol olan, sevgi dolu, emeğini esirgemeyen evli ve bir çocuğu bulunan, güzel ve gür sesini her fırsatta cömertçe arzu edenlere sunan bir insandı.
Nişanlımın küçüğü ve benim küçük kayın biraderim olan Ali hocamda, İmam hatip lisesinde okuyan, çalışkan, duygusal, kanaatkar, futbolu çok seven, fakat bunu babasından gizleyen, başı yumuşak, itaatkar çok sevdiğimiz bir genç arkadaştı.
Baldızlarım Emine ve Kamile de, Alinin küçükleri olan, evin sevimli, hizmet ehli, nişanlıma halı dokumasında katkıları bulunan kızlarıydı.
Kayın validem, titiz, temiz, becerikli ve sürekli bir işle uğraşan, kanaatkar, hayır öğütlü, ibadetine düşkün, hiçbir zaman şikayetçi olmayan, oldukça sabırlı bir hanımefendidir.
Mükremin hocamın evi, adeta bir imalathane gibi, her hafta bir karyola halısı dokunuyordu, bayanlar kendi kıyafetlerini dikiyorlar, asmalardan üzümler sarkıyor, salçalar kaynıyor, aş makarnalar kesiliyor, peynirler basılıyor,asma yaprakları kışlık olarak basılıyor, patlıcan, biber kurutuluyordu.
Hocam hiç boş durmuyor,boş zamanlarında bal ve halı satıyordu.
Hülasa on nüfusu barındıran bu ev, tek bir memur aylığına bağlı kalmıyor, şartları zorluyor, gıda konusunda sınır tanımıyordu, o kadar çok misafir geliyor ki, köyden, şehirden hepsine de yemek ve meyveler ikram ediliyordu.
Hizmet ehli hocam katiyen yılmıyor köyden, şehir dışından gelen dost ve akrabalarına hanesinin kapısını açıyor, onları yatılı misafir ederek, konaklama ihtiyaçlarını karşılıyor ve gidecekleri adrese refakat ederek işlerini bitiriyordu.
Hocamın bu denli gösterdiği tahammülü, sabrı, hizmeti, sahaveti şehir şartlarında yaşayan, ayrıca on nüfusu bulunan, fakat sanki bir çocuk sahibiymiş gibi, neşesinden, ibadetinden ve metanetinden hiç taviz vermeyen bir kimlik sahibi.
Bereketin ne demek olduğunu özümsemem, anlam bütünlüğünü bu hanede görmem, araştırmaya gerek duymadan idrak etmem, benim için oldukça yeterli bir sebeptir ve ayrıca bunu bizzat yaşayarak terennüm etmem bulunmaz bir nimettir.
Hiç unutmuyorum; bir gün baldızlar kayınvalidelere gelmişler, aş makarna kesmeye karar vermişler, annemize sürpriz yapalım demişler ve böylece hamuru yoğurmanın başına geçerek bir kıvama getirmeyi başarmışlar.
Daha sonra hamurun üzerine bir örtü serilerek, kuvvetli bir şekilde hamurun üzerine çıkarak çiğnemek ve açmaya uygun kıvama getirmek gerekiyormuş, Ramazan hocama ve bana bir şekilde, kuvvetli olduğumuz düşünülerek, ihtiyaç hasıl olmuş, burada bulunmamız bize olan talebi kolaylaştırmış.
Hamurun üzerine çıktık çiğnedik durduk, haylice de huzurluyduk, neşeli şen ve şakraktık, aniden elektrikler gitti, karanlıkta kaldık, ne yapacağımızı şaşırdık, karanlıkta her kez birbirine bakındığını hissediyordum zira, iş yarım kalamazdı.
Yan binalara baktık, lambalar yanıyordu, o zaman burada bir problem vardı, fakat elektrikten kimin anladığı bilinmiyordu, hatta anlayanda yoktu.
İnşaat elektriği kullanıyorlarmış, bu bakımdan binaya çekilen kabloda bir sorun olduğunu tahmin ediyordum, büyük bir ihtimalle kablonun kabuğu inceldiğinden şase yaptığını düşünüyordum.
Lakin mesafenin uzunluğu ve oldukça yüksekte bulunması, ayrıca karanlık olması, tedirgin olmamız için yeterli sebeplerdi, çünkü anlamadığımız bir işti.
Fakat çok karanlıktı, hiç bir ışık görünmüyordu, kablo nerede bilinmiyordu, oldukçada yüksek bir mevkide olması cabasıydı.
Uzanarak havada bağlantı yapmanın zaruretini düşündüm, etrafıma bakındım, eniştem ve kayın biraderim Ramazan hoca vardı, lakin bu işe kimse talip olmadı.
Öyle ya oyuncak değil ki bu elektrik işi, şakası dahi olmazdı alır devirirdi, üstelik bir şey göremiyorsun ki kim neylesin.
Bir müddet sonra bulunan mumlar yakıldı, mumun verdiği ışıkla, hamur işine devam edilmesi denendi, fakat netice alınamıyordu, bu şekilde çok geç kalınıyordu, birileri ortaya çıkıp ben yaparım demeliydi, çünkü her kez çaresiz kalmıştı, bayanlarda sessiz bir şekilde bulunanlardan medet bekliyorlardı.
İş verimi çok düşmüştü, neşenin yerini sükunet almıştı, elektriğin ne zaman geleceğini bilseydik ümitlenirdik.
Saat 21,15 i gösteriyordu hala çözüm bulunamamıştı, bir usta bulsak ki derhal çağırsak, bu manada her şey olumsuz gelişiyordu,hanımların mahzunlaşması ağrıma gidiyordu, mutlaka birilerinin çıkıp bu riski göğüslemesi gerekiyordu.
Ramazan hocam o dallara hiç basmıyor, enişte bey sanayici olmasına rağmen ben anlamam diyordu, dolayısıyla bu işi çözmek mecburen bana kalıyordu.
O halde hemen vakit kaybetmeden çözmeliydim ve uzun zaman alacak bu uğraştan hanımları mutlaka kurtarmalıydım.
Acele bir şekilde aşağıya indim, kablo istikametini belirledim, acele mum istedim gelmesini bekledim, yüksek yere çıktım, şar telin indirilmesini söyledim.
Mum geldi, getirene dikkat ettim nişanlımdı ve ortalık pek karanlıktı.
Nişanlımla rahat konuşmanın tam zamanıydı, ama ne mümkün iş bekliyordu ve bunun sırası değildi, farklı anlaşılır kaygısıyla, hal hatır dahi soramadım, sadece teşekkür ederek kendisini uğurladım.
Mumu yaktım, kabloya uzandım, nihayet kabloyu yerde bularak uzanıp elime aldım, bıçağı hazırladım, kabloyu uçlarından soyarak sıyıracaktım, kablo kabuğunun maksadı, korumak ve kamufle etmek olduğundan asıl öznesi dahilde bulunmaktaydı.
Doğal olarak kıyafetini çıkartıp, tamir için hazır hale gelmesi gerekiyordu, asliyeye ulaşmak için.
Nihayet asıl aktif bağlantıyı yaparak, yeniden telin üzerini bandajladım ve yeniden enerji verilmesini temin ederek, aidiyetinin yerine getirilmesini ifa edecektim.
Hazırlığımı tamamladım, mumu ağzıma aldım, kollarımla uzandım, kablo bağlantısını yapıyordum, yanan mumu dudaklarımla tuttuğum için, eriyen mum aktıkça sakalıma doğru nüfus ediyor ve tabi olarak donuyordu.
Ben acele ederek işlerin biranda bitmesine gayret ediyordum, bu bakımdan başkalarından haberdar değildim lakin açık olan camdan gülme sesleri geliyordu.
Bir baktım ki, benim ve düştüğüm komik halime katılarak gülüyorlardı.
Ben onlara tepki veremiyordum çünkü, yanan mum ağzımda bulunuyordu, dolayısıyla nasıl gülebilirdim, sonunda iş tamamlanmıştı ve şar telin kaldırılmasını söylenmiştim.
Evet nihayet zorda olsa elektrik arızası işini tamir yaparak, lambaların yanmasını sağlamayı başarmış ve böylece çok rahatlamıştım ve hemen şu meşhur cümleyi hatırladım.
“Bilgi insanı kuşkudan, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır”, deyimi ne büyük bir tecrübenin eseri olduğunu daha iyi kavradım.
Yukarıya eve çıktım neşeyle ve gülücüklerle karşılandım, aynaya baktım ki, henüz genç denecek yaşta olmama rağmen, sakalıma akan mum yüzünden bir anda ihtiyarlamıştım, sakalım beyazlaşmıştı.
Allah ömür verirde yaşarsak, yıllar sonra geleceğimiz bu hali, şanslı olduğunuzdan siz bu günden gördünüz diye söyleyince çok hoşlarına gitmiş olmalı ki epey güldüler, bende bu arada boş durmadım tabi gülenlere iştirak ettim.
Böyle muhabbetli,coşkulu ve az maliyetli üretime kimler talip olmaz ki.
İstanbul dan rahmetlik amcamın hanımı yengem geldi, kendilerini haylice özlemiştik, çok sık görüşme imkanımız olmadığından, dağarcığında biriken bir yıllık anılarını, dinleyerek,duymadıklarımızı, bilmediklerimizi yengem sayesinde öğrenme fırsatını buluyorduk.
Hal hatır ve hoş beşten sonra, yengem içini çekerek “ah Mustafa ah” deyince şaşırdım ve hemen dikkat kesildim, hayırdır yenge diyerek sorunca, duymadın mı dedi, bende neyi diyerek tekrar soru ile cevap verdim.
Bursa’daki fabrika iflas etti, kapandı gitti deyince öyle çok şaşırdım, bunun nasıl olduğunu merak ederek durmadan sorular sordum.
O kör olasıca Sabri var ya dedi, elinden tutup adam ettiğimiz, fabrikayı emanet ettiğimiz pis mendebur fabrikayı mahvetmiş, işçiler dağılmış, Mehmet usta denen o ahlaksız serkeş adam hovarda çıkmış, işe bakmamış, çalışan masum kızları ayartmış, sürekli karı, kız peşinde koşuyormuş dedi bir solukta.
Yengemden böyle argo kelimeleri duymam, durumun ciddiyetinin hangi noktada olduğunu anlamama yetiyordu.
Yengem konuşmaya devam ederek sen ne olduysa çok sinirlenmişsin, kimseye sormadan, hiç bir şey söylemeden fabrikayı bırakıp Kayseri ye gelmişsin.
Osman abin, senin yokluğunu çok aramış, çalışanlara sormuş, onlarda senin gayretlerini ve fedakarlığını anlatmışlar, başkada orada neler olup bittiyse hepsini, olduğu gibi anlatmışlar.
Fakat senin hiçbir günahının olmadığını, sana Sabri ve Mehmet ustanın çok haksızlık yaptıklarını ağabeyine anlatmışlar.
Fakat senin yaptığın katkıları geç anlamışlar hiçbir suçun, kusurunda yokmuş, Osman ağabeyinin Sabri’den duydukları hep iftiraymış, üstelik fabrikada senin gayretlerinle ayakta duruyormuş deyince yengem, inanın çok üzülmüşüm fakat Cenabı Hakka da hamd ettim.
Boşa söylememişler ya büyükler!
“Alma mazlumun ahını,çıkar aheste aheste” diye.
Artık düğün hazırlıklarını yapıyorduk,amcazadelerim olan Osman abi ve yaşıtım Mehmet yanlış bir anlama nedeniyle, kendilerinin yerine annelerini göndermişler, yengemde gene ne söyledin ki kızdırdın abini diye söylenince.
Peki yenge ben anlatayım sen dinle ve o zaman değerlendir bakalım, hak kiminle olacak, diyerek anlatmaya başladım.
Osman abime telefon açtım ve gayet nazik bir üslup ile düğüne davet etmek maksadıyla, diyerek sözlerime daha bitirmeden!
Mustafa ne düğünü, nereden çıktı şimdi bu, deyince canım sıkıldı, bak Osman ağabey ben size evleneyim mi diye sormuyorum, diyerek sözlerime devam ettim.
Dikkat buyurun düğünüme davet ediyorum, bu ne demek yani Mustafa deyince, benim ne zaman evleneceğime siz değil, ben ve ailem karar verir dedim ve devam ettim ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, ağabey!
Düğünümüzde içki bulunmayacak, kullanılmasına da müsaade etmeyeceğim, neden bunu söylemeye gerek duydun diye sorunca.
Biliyorsun ki Fitnat ablamın kocası İbrahim bey, yıllarca bana senin düğününde mutlaka rakı içeceğim derdi, o bakımdan her hangi bir tatsızlığa meydan vermemek için, durum hakkında bilgi veriyorum dedim.
Peki ya mutlaka içeceğim diye ısrar ederse ne olacak diye sorunca, bende o zaman şimdiden kanaatimi bildireyim, bu konuda ısrar edenleri davet etmiyorum dedim.
Osman abimde sağ olsun, sizlere nasıl anlattı bilemiyorum, Fitnat ablamda, beyi de çok gücenmişler ve dolayısıyla düğünüme gelmeyeceklermiş, neyse sağlık olsun diyerek konuyu kapattık.
Düşünüyorum; böyle bizzat şahsımla ilgili bir konuda nasıl toleranslı davrana bilirdim, buna hakkım ve yetkim hangi ölçülerde olabilirdi, böyle bir oluşuma katkıda bulunabilirliyim?
Alkol günümüzde, düğünlerin vazgeçilmez şartlarından sayılıyor ve enteresandır ki o gün, yani düğün gününde milli içeceğimiz sayılan ayran, alkol kadar tüketilmiyor.
Kullananlar hangi maksada binaen kullanıyor, insanı sıhhatli düşünmekten alıkoyduğu biliniyor, ağrasif tavırları kaçınılmaz yapıyor, düğün düzenini ve davetlileri, orada bulunanları oldukça rahatsız ediyor ve ayrıca kaçırıyordu.
Kullananlar genel olarak sevinçlerini teyit etmek için, manasızca silah kullanıyorlar, nara atıyorlar ve neden gerek duyarlarsa, güç gösterisini de ihmal etmeyerek yapıyorlar.
Maalesef, düğün sebebiyle kimsede müdahalede bulunarak seslenemiyordu, dolayısıyla iş çığrığından çıkana kadar seyirci kalınıyordu çoğu kez.
Mutlaka istisnalar da vardır, içenler ağızlarına ne aldıklarının farkındadır, hareketleri sakin ve oturaklıdır, belki de o an başka hülyalardadır.
Fakat; birey Müslüman bir kimliğe sahipse, kimliğinin kendine yüklediği her türlü sorumluluğu, yerine getirmek ve yaşamak durumunda ise, buna da mecbursa, o bakımdan asla kayıtsız kalamaz, seyirci olamaz, böyle bir oluşuma katiyen katkıda bulunamaz.
Yoksa yalnızca ismen tabelalaşmak, hiçbir anlam ifade etmez, bir saç levha olarak, hava şartlarına göre sallanmak, kişiliksizliktir.
Direnç ve mukavemetini sahibinin pekiştirdiği vida ile sağlamak, güneşte solmak, rüzgarda yıpranmak, yağmurda paslanmak ve dolayısıyla, tabela olmak!
Manadan yoksun, estetiği sinesinde taşımayan, cazibesi kalmayan, mahalle çocuklarının taş atma hedefi sayılan ve sadece kuşların konaklama yeri olan bir tabela.
Başka bir ifadeyle;
Kendine dahi faydası dokunmayan, yaşadığı hayattan yılan ve bıkan ve hatta korkan ve o nedenle de sürekli güçsüz ve zayıf kalan.
Çaresizlikten şaşıran, güç bulmak için içkiye, esrara sarılan, fakat her geçen gün kaybolan, herkesin acıdığı, kınadığı, kaçmaya çalıştığı ve hatta yitip yuvarladığı bir belirsizliği taşıyan, kimlikli tabela.
Ve kaybolmuş fakat bulunan, lakin okunamayan bir kimlik, ne işe yarar ve ne çare olursa, ancak o kadar faydası dokunan ilkesiz, mesnetsiz, hedefsiz ve o nedenle de belirsiz bir hayatın tabelalaştığını düşünün.
Hatırlayın, değil mi günü birlik yaşadığımız bu hayatta, karşılaştığımız, şahit olduğumuz, fakat çare olmaktan uzak kaldığımız ve yinede hala bu belirsizliklere kapı araladığımız...
Bulunduğumuz çevrede, katıldığımız etkinliklerde, kimlik sorunu her zaman karşımıza çıkmıyor mu, bu sorunlar, fertlerin problemi değil mi?
Her insan, üzerine düşen sorumluluğun farkında olsa,keyfiyet ve mecburiyeti ayırsa, toplu olarak yaşanılan mekanlarda, saygı ve duyarlılık ön plana çıksa, egolarımız bir müddet rafa kalksa, kimliğimizden ne eksilir?
İştirak edilen veya bulunulan ortama müspet ve kabul gören katkımız olsa, fedakârlık ve anlayış öncelikli olsa, daha iyi olmaz mı, bunlar yapılamaz mı, düşünen insanlar bunu başaramazlar mı?
Yeter ki samimi olalım, kendimizi avutmayalım, neyi niçin yaptığımızın farkına varalım, neticesinin muhasebesini bir yapalım.
Hayat devam ediyor ve o nedenle de, neslimizin geleceğini katiyen unutmayalım, elimizden geldiği kadar katkıda bulunalım, yanlışa adettir, töredir diyerek uymayalım ve uygulayana yardımcı olmayalım.
Taklitten sürekli mukallit olmaktan oldukça kaçınalım, bunları uygulamak çok mu zor, başarılamaz mı,bunlara alternatif olacak pozitif yenilikler yapılamaz mı?
Bunları önemsemediğimiz vakit tekamülün, terakkinin, sosyal açılımların ne anlamı kalıyor şöyle bir samimi düşünelim.
Değer yargılarımız, değişmez sandığımız, mümkün görmediğimiz, hayrete düştüğümüz onlarca örf hızlı değişim sürecinde dumura uğradı.
Sormadan, ne derler acaba demeden, mali yönümüzü düşünmeden, geleneklerimizi önemsemeden, küreselleşme adına öyle bir değişim yaşanıyor ki!
Ulaşım, koordinasyon ve teknolojik yenilikler sebebiyle, mıknatıs gibi adeta seni, sana bırakmadan çekiyor,direniyorsun,gücün kalmıyor,takatsiz kalıyorsun acındırıyor.
Bizler yeniliklere ve değişime hazırlıklı olamadığımız veya anlamadığımız için, bir süre tepki göstersek de, netice değişmiyor, yani bir şekilde kabul ediyoruz, kullanıyoruz ve uyguluyoruz, dolayısıyla müeyyidelerimizi bu şartlara göre tespit etmek zorunda bırakılıyoruz..
O zaman demek ki, zemin ve sıhhat şartları incelenerek, sosyal dengeler gözetilerek, yöresel asabiyetler terk edilebilir.
Onun yerine daha güzel, evrensel oluşumlara paralel olarak, konunun ön yargısız, bilgiyi tarafsız kuşanmış, halkı için ilim yapmış, toplumunu dışlamamışlar…
Milletini iyi tanımış, milletinin tarihini özümsemiş, gelişimini sosyolojik olarak incelemiş, halkının tepkisini, kutsallarını ve dünyadaki mevcut değişimi ve bu sürece katkıda bulunan ülkelerin, gerekçelerini ülkesi adına tahlil edenler…
Sathın stratejik temayüllerini, en güzel biçimiyle inceleyerek tespitler yapmak, ayrıca ve en önemlisi de, tarihin ibret derinliğinden ivme kazanarak gayret edenler…
Toplanan bilgileri ve oluşan projeyi, insanı, çevreyi ve ekonomiyi bilen uzmanlar kurulunun tartışmasına açmak, adına uğraşanlar…
Sempozyum, panel, açık oturum ve anketlerden oluşan, araştırma, etüt, inceleme ve çözüm üretme merkezlerinin kararlı ve tarafsız olarak denetimlerini artırmak, ayrıca bu merkezlere daha fazla yatırım yaparak, imkanlarını çoğaltmak, için çalışanlar…
Bu oluşuma halkın katkısını ve katılımın takibini yaparak, reaksiyonu ve aksiyonu sükunetle tahlil ederek, mukayese etmeyi başaranlar…
Tespit edilen, popülist yaklaşımları ve tahrik unsurlarını, ayrıca arşiv oluşturup değerlendirerek, ortaya çıkan projeyi mihenk nedeni saymak…
Ülkenin cumhur başkanı, devletin başı olması nedeniyle;
Bu teşekkül edilecek kurulu, o makama bağlayarak atama, görevden alma yetki ve sorumluluğunu bırakmak.
Meclisin bu kurula olan ilgisi ve katkısı oy bakımından referans sayılarak;
Muhtarların ve belediye başkanlarının, yatırım ve inceleme konusu projelerini özellikle seçmelerini sağlamak ve cazip projeye katılım zeminini oluşturmak ve bu konunun önemine vurgu yapmak asıldır.
Sürekli düşünmek, irdelemek, muhakeme etmek ve çözüm üretmek bireyler için tabi olan hasletlerdir.
Bende tabi olan ne varsa onları yapmak istiyorum, farklı bir şey değil, dolayısıyla her kez yapıyor benimde yapmam gerekiyor diyemem.
Düğün hazırlıkları olanca hızıyla devam ediyordu, düzen düzmek için öz mesture ve tesettür giyim ismi ile çalışan mağazalardan ihtiyaçları aldık, mütevazı olarak elimizden ne geliyorsa karşılıklı konuşarak düzen işini anlayışla hallettik.
Davetiyeleri bastırdım, çerezleri aldım, her işe ben koşturuyordum, mali yönden son derece kısıtlı bir bütçem vardı.
Öyle ki, gelin konvoyu için tuttuğum taksilerin parasını ödeyecek durumda değildim, onun için gün evveli taksi durağına giderek ön anlaşmamı ve ödeme programını konuşmuştum.
Hülasa eğer ben evlenirsem, evlenemeyecek hiç bir insan tanımıyorum demiştim, daha zorunu görmediğim için.
Çünkü yük tamamen benim üzerimdeydi, o günlerde Cenabı Hakkın yardım ve inayetini her zaman gördüm.
Düğünde yemek verilecekti, onun hazırlıkları ve malzeme alımları yapıldı, nihayet her bir hazırlık tamamlanmış, yeni çıkan sorunlar son derece hızlı biçimde çözüme kavuşturuluyordu.
Düğün herhangi bir salonda değil, evimizde yapılıyordu, yemeklerde arka bahçemizde dizilen masalarda ikram ediliyordu.
Bacılarım, yakın akrabalarım mutfak işlerini gayet güzel götürüyorlardı, seri olarak yemeklerini yiyenler kalkıyor, diğer misafirler oturuyorlardı.
Kına gecesi dini motiflerle yapılıyordu, karşı komşumuz Ağırnaslı Ahmet amcaların evine misafirler alınmıştı.
Hacı kılıç cami imamı Veli hoca ve düven önünden hastane caddesine dönüşteki solda bulunan cami imamı Mehmet Gacır hoca ile beraber ilahiler, kasideler ve sohbetlerle devam ediyordu.
Bizim evde hanımlara tahsis edilmiş, orda da benzeri uygulamalar yapılıyordu, sülalemizde ve mahallemizde ilk defa böyle farklı bir düğün olgusu gelen misafirler tarafından görülüyordu.
Alkol yoktu, çalgıcılar bulunmuyordu, nara atmak, güç gösterisi yapmak, bay, bayan karışık oturmak ve oynamak imkanı yoktu, oldukça sakin ve sükunetli geçiyordu.
Kınalar geldi dualarla yakıldı, sağdıç ve arkadaşlarım sağ olsunlar görevlerini ihmal etmediler, her zaman fedakarlık gösterdiler.
Nisan ayının dokuzuncu gününde, düğün konvoyu hazırlıklarını tamamlamış olarak ayrılmışlardı, ben evde kalmıştım.
Bacılarımdan büyük olan Hayriye ablam, gelininin koluna girerek ve babasından teslim alarak şehir turu yaptırmışlar.
Nihayet konvoyun korna sesleri uzaklardan duyulunca, annem ve diğer yakınlarım karşıladılar ve gelinlerinin koluna girerek içeriye aldılar.
Ben bahçenin kenarında duruyordum, pür dikkat bir vaziyette etrafı, oluşumları kolluyordum.
Aynı zamanda uzaktan bakarak, orda bulunmanın heyecanını, keyifli bir şekilde deruhte ediyordum.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, düğünümüz huzurlu bir şekilde, vukuatsız ve dualarla nihayet bulmuştu.
Babamın bir oğlu olduğum için, babamlarla beraber kalıyorduk, dolayısıyla aynı evi paylaşıyorduk.
Mütevazı, huzurlu ve hayatı dolu olarak yaşamaya başlamıştık, boş vakitlerimizde bahçemizi belliyor, ekiyor, sitil yapıyor, çapalıyor, ayrık otlarını temizliyor ve çaylarımızı yudumluyorduk.
Ben aynı işyerinde çalışmaya devam ediyordum, epeydir görüşemediğim gazete temsilcisi Zeki efendi;
Artık bu işi daha fazla götüremeyeceğim memleketim Edirne ye gideceğim, gel şu temsilcilik işini sen yürüt dedi.
Ben gazetecilikten ne anlarım ki temsilcilik görevini üstleneyim,dedim.
Sonra milli gazete abone sayısı 150-200 adet civarındaymış, bu rakamla büro kirası, dağıtıcı parası, kısacası masrafların çıkması mümkün görünmüyordu.
Dolayısıyla evimizi nasıl geçindireceğimiz belirsizdi.
Zeki efendi gazete bayisinde epey borç biriktirmiş, abonelerde güven kalmamış, sabit bir büro tutulmamış, şimdiye kadar temsilcilik ticarethanede yürütülmüş, yani temsilciliğin cazip olan hiçbir tarafı bulunmuyordu.
Fakat bir tarafta da bizim gazetemiz diye sahiplendiğimiz, bir gazetenin içler acısı durumu beni çok üzüyordu.
Çevremden, tanıdığım esnaflardan küçük bir araştırma yaptım, genel olarak yardımımız olsun diye alıyoruz dediler.
Çoğu zaman okumuyoruz bile, demeleri beni ayrıca çok şaşırtmıştı, çünkü günlük bir gazete mutlaka ihtiyaç olduğu için okumalı ve bu maksatla alınmalıydı.
Hiç unutmuyorum, Şerafettin Elmas taş’ı ve Hüseyin Ekinciyi bu arkadaşlar gazeteye abone olmamışlardı,uğraştık fakat yinede yapamamıştık.
Gerekçeleri ise tespih çekmeye ancak fırsat buluyoruz, onun içinde gazete alıp okumuyoruz demişlerdi ve bende çok şaşırmıştım zira hiçte inandırıcı gelmemişti.
Hüseyin Ekinci bir iş hanında halı ticaretiyle uğraşıyordu,Şerafettin Elmastaş ise Şaban beyin fabrikasının duvarlarını örüyordu.
Ben zikir etmenin,tespih çekmenin veya kitap okumanın günlük bir gazeteyi okumakla ne ilgisi var, hala anlayabilmiş değilim.
Yaptığım araştırmalarda bu gazetenin piyasa şartlarında prestij kazanması ve özellikle zihinlerde oluşan olumsuzluklardan temizlenmesi gerekiyordu.
O nedenle kararımı verdim,çalıştığım iş yerinden ilişkimi kestim ve bir hafta süreyle gazete nereden alınıyor,nasıl dağıtılıyor tespitlerini yaptım.
Abonelerin kimler olduğunu, iş ve ev adreslerini, bizzat bisikletle gezerek gazeteyi abonelere dağıttım ve böylece işi öğrenmiştim, dolayısıyla bu havayı teneffüs ederek, abone ve dağıtıcının psikolojik ortamını deşifre etmiştim.
Hemen acilen bir büro tutmam gerekiyordu, koltuk, masa, ne gerekiyorsa telefon dahil, bu zamana kadar hiçbir şey mevcut değildi, zira gazetenin kayseri temsilciliği adressiz olamazdı.
Hülasa bir temsilcilik bürosunun oluşumları için masraflara ve bunun için bizde bulunmayan paraya ihtiyaç vardı.
Ben kişilik olarak dost ve ahbaptan para istemeyi, borç olarak talepte bulunmayı, pek beceremem onun için talebimi bir müddet tehir etmeyi uygun görürüm ve şartlarım müsait olunca istediğimi gerçekleştirirdim.
Fakat bu iş geciktirilemezdi, zira günlük ve sürekli koşturmayı gerektiren bir iş tercihiydi, her kim işlerinin takip ve tespitlerinde, işinin gereklerini yerine getiriyorsa, başarıda aynı istikamette neticesini vereceği belliydi.
Sabah saat,7,30 civarında abonenin eline günlük gazete geçmiyorsa, saat,11.00 veya öğleden sonra geçiyorsa, o gazeteyi ve okuyucusunu bir düşünün.
Gazete bayilerinde saat 8.00 den önce gazete bulunuyorsa, aboneler neden dört saat sonra gazetesini okusun, üstelik Pazar gününün gazetesini de Pazartesi günü okumak zorunda kalsın.
Bu sorunların niçin düşünülmediğini ve neden çözümler üretilmediğini anlamak hiçte zor değildi.
Sorunların en önemlisi olan, günlük gazetenin dağıtımı yapılamadığı vakitler, İstanbul’dan gazete gelmedi diyerek, suçu gazetenin merkezine havale edilirdi veya neden gazete iki günde bir geliyor dendiği zaman, abonelerden paraları toplayamadığımız için, bayiden gazeteyi alamadık diyerek, kendilerinin güya masum olduklarını ima ederlerdi ve böylece işin içinden çıkarlardı.
Birde hiçte hoş olmayan, nezaket kurallarına asla uymayan biçimde, burçak dağıtımın sahibi Mustafa beyi gıyabında, özellikle milli gazetenin dağıtılmasını engellemekle suçlayarak, abonelere şikayet edilirlerdi.
Oysa ki dağıtım şirketi bir ticaret hanedir, siz müeyyidelerinizi yerine getirdiğiniz zaman, şirket para kazanıyor, neden size engel çıkartsın!
Sur iş hanının ikinci katında bir büro kiraladık, arkadaşım diş doktoru Orhan Aslanlaş beyin manevi katkıları her zaman olmuştur.
İslam mobilya isminde, mobilya imalathanesi bulunan sevdiğimiz güzel insan Hamdi Kamberli bey sağ olsun, senet karşılığında büroya koltuk takımını ve acele ihtiyaç duyulan her ne varsa almıştık.
Artık bizim gazetenin de şehrimizde bir temsilciliği vardı, hem de şehir merkezinde bulunuyordu, Hunat camisinin karşısında bulunuyordu, o bakından adresi ve ulaşılması çok kolay olan bir mekandı.
Şehrimizde temsilciliğini yaptığımız gazetemiz, artık abonelerimize erken saatlerde ulaşıyordu.
İki kişiden oluşan dağıtım ekibini ve dağıtımda kullanacakları bisikletlerini satın alarak, bu arkadaşların abonelere yetişmelerini kolaylaştırmaya çalıştık.
Gazete ve dağıtımın ne demek olduğunu, aksamaların nelere sebebiyet vereceğini, lakaytlığın ve umursamazlığın çalışanı saf dışı bırakacağını anlatıyordum.
Böyle bir iş dalı olduğunu izah ederek, elemanları böyle yetiştirerek, yeni abonelerin kaydını yapıyor, ayrıca sorunları dinlenerek tespiti ve çözümleri üretilmeye çalışılıyordu.
Temsilci olmam sıfatıyla, daha önceleri yıpranan ilişkileri, düzeltmek maksadıyla Java motorumla gelerek, ana bayiden gazeteyi bizzat kendim alıyordum.
Saat kaçta biliyor musunuz? sabah 04.30 veya 04.45 civarında, Ankara’dan kamyonla gazeteler gelir ve hemen tasnifi yapılırdı.
Ben kendi gazetemi alarak büroya giderdim, elemanlar gelene kadar abone tasnifini yaparak, dağıtılmaya müsait hale getirirdim.
Her güne böyle başlardım, gazetecilik mesleği çok farklı bir iş koludur, zeki, çalışkan, fedakar ve sabırlı olmayınca neticeye de ulaşmak gayri kabildir.
Ana bayi ye ben değil de görevli arkadaşı göndersem, en ufak bir sorunda gazeteyi alamadım diyerek geri geliyor, ne oldu, niye,neden, sorularına dahi sıhhatli cevaplar alamıyorduk.
(devamı nakşeden izler 10 da)
Kayıt Tarihi : 5.7.2007 11:07:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Mustafa Cilasun](https://www.antoloji.com/i/siir/2007/07/05/nakseden-izler-ani-roman-9.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!