Nakşeden İzler (Anı roman 6)

Mustafa Cilasun
4155

ŞİİR


5

TAKİPÇİ

Nakşeden İzler (Anı roman 6)

Bu dine inananların onca yaşadıkları zülüm ve çektikleri sıkıntılar, sadece bir imtihan vesilesi miydi, bunca zaman farkında olmadan bulaştığımız şirk illetinden, nasıl arınıp, kurtulacaktık, diye soramaz mıyız?
Ukba kelimesi, Dareyn kelimesi bizler için ne ifade ediyor, Allah’ın zatı ve subut’i sıfatlarını, niçin hakkıyla öğrenip ve idrak edemiyoruz?
Neden bunlara yabancı kalıyoruz, okumuyoruz, suya, yemeğe ve bir eşe duyduğumuz ihtiyacı, böylesi hayati konularda neden göstermiyoruz?
Oysa ki, bizlere bu hisleri veren cenabı Allah olduğunu biliyor ve bunu kabul ediyoruz, o zaman neden, onu tanımaktan korkuyoruz?
Peygamber efendimizi, hakkiyle tanıyor muyuz, Kuran’ı ahenkli bir şekilde okuyanın, kulağımıza gelen hoş ve güzel sesi haricimde, başka ne anlıyoruz?
Yer yüzünde en çok okunan kitabın, Kuranı kerim olduğunu biliyoruz.
Fakat hiç anlaşılmadan okunan kitabında kuranı kerim olduğunu bilmiyoruz.
Bu yüce kitabın anlaşılmamak üzere indiğini söyleyebilecek hiç kimse var mı?
Anlayanlar, ne yapıyor, neredeler, niçin sesleri çıkmıyor, niçin bunları konuşmuyoruz?
Kutbu cihan, gavsı azam diye makam tayin ettiğiniz, fakat hiçbir zaman, benim kendilerinden duymadığım,
Bu mübarek insanlar, onca zülüm ve tahripleri görmüyorlar mı, neden sürekli maslahat gözetiyorlar, şecaat askıya mı alındı, öyle bile olsa niçin,kimsenin haberi olmadı?
Yığınlarca insanlar, intisap edeli yıllar geçmiş, ama hala dar görüşlü, ufku kapalı, önünü göremeyen, fakat sorunları, başkalarına havale ederek,
Kurtulduğunu zannedenler, hat safhada, bunları Allah için benden başka gören kimse yok mu, bu kadar yozlaşma ve erozyon, ne zaman fark edilecek ve önlenecek?
Önderimiz, peygamber efendimizin, her şeyden ziyade, eğitim ve öğretime ne kadar çok önem verdiği malum, bu uğurdaki gayreti ve azmi, niçin dikkate alınmıyor?
Akıl, mantık sadece ticaret ve asvata da, acımasızca kendini gösteriyor, menfaat ve çıkarcılık maalesef fevkine çıkmış, ama hala birileri tarafından her nedense görülmüyor.
İyi niyetli, saf, dayanışma adına, cemaat ve ıhvan’ım,
Yani aynı yere intisaplı kardeşim diyerek, teslim olmak için gelen insanların, birileri tarafından aldatıldıklarını görmüyorlar, zira uğraş alanları tefekkür ve zikir!
Enteresandır ama, haremlik selamlık ve mahremiyet öyle anlaşılmaz bir hal almış ki, adeta tezatlar odağı olmuş.
O kadar farklı ve saklı ki, ilmihal kitaplarında dahi, konu olarak yerini alamayan, haremlik, selamlık bahsi, adeta yarışa çıkmış, koşu atları gibi.
Çok daha elzem ve bir o kadar öneme haiz olan, akaidi bilgileri sollamış, menzilde yerini almış, tesettür giyim diye bir de, yeni pazar oluşmuş!
Bizim, sizin, bacımız dediğimiz hanım kardeşlerimiz, bizlerden öyle kaçarlar ki, yüzlerini, gözlerini takva zannederek gizler kaçırırlar.
Ve hatta seslerini dahi öyle kısarak konuşurlar ki; adeta o an melek zannedersiniz mübarekleri.
El, yüz ve gözlerin ve hatta sesin haram olmadığı bir din anlayışını bunlar ne hale getiriyorlar, bilinç nerede kalıyor diye sormak lazım.
Fakat aynı hanımlar, pazardan mutfak masrafını ve kapıdan geçen seyyar satıcı ile pazarlığı veya sütçü ile gayet rahat şekilde ve hiç çekinmeden konuşuyorlar.
İhtiyaçları her neyse onu alıyorlar, bir mağazaya gittiklerinde, çarşı, pazar gezdiklerinde,oldukça rahatlar.
Aynı hanımlar resmi kurumlar dediğimiz, mekanlara gittiklerinde ise, merak ve şaşkınlık hat safhada oluyor, çünkü sosyal açılımlar öğretilmemiş, bilmiyorlar ki?
Neden bunlar hiç düşünülmez, geleceğin annelerine kalıcı çözümler üretilemez, her halde çıkmaz sokakta değiliz?
Bu insanlara, yön verenler, hedef tayin edenler, maslahat gözetenler, refahlarından taviz vermeyenler, her zaman tazim ve saygıyı hak ettiğini sananlardır.
Ey beyefendiler neredesiniz, nelerle uğraşıyorsunuz, insanların teveccühleri, çocuklarından esirgedikleri hediyeleri,sizleri çok mu meşgul ediyor,diye soramam mı?
Devletin tahakkümünden bıkmış, adı milli eğitim denen kurum adeta İslam’a savaş açmış, peygamber ocağı denen kışlada, mümin erat dışlanmış, millet adeta sahipsiz bırakılmış,
Kuran’a, peygambere İslam’a susamış, yıllarca hasır altı ettiği ne kadar ezilmişliği varsa, gözleri kapalı olarak, daldıkça dalmış.
Ve böyle çaresizlik içinde, aczi yetini sorgularken, ufukta oldukça sakin görünen ve gönül enginliğinde serinleten,fevkalade huzur veren bir limana çıktığında yaratana teşekkür ederek şöyle bir düşünmüş.
Ümmeti olduğu ve yıllarca özlem duyduğu sevgili peygamber efendimiz, her zaman kendi nefsini değil, ümmetinin kurtuluşunu ve huzurunu tercih eden, onun için her şeyini vakfeden ve her zaman çözüm üreten, özeli bulunmayan bir insan.
Asliye tinden ve aidiyetinden, taviz vermeyen, teklif edilen dünya ve nimetlerini reddeden, toplumunun her zaman sosyal dengelerini gözeten,
Her zaman zenginlerle değil, mazlumlarla olan, varlığını suffe sakinleriyle paylaşan, her bir sorunda baş vurulan, çözüm mercii olan,
Rahmet peygamberi olarak gönderilen, hepimizin yüreğini fetheden, şefaat cimiz olacağını müjdeleyen, aleyhi selatü vesselam efendimiz.
Önderimiz, hiç tereddüt etmeden, uğruna başımızı koyacağımız, o kutlu insanın, kainatın sonuna kadar, mesajının silinemeyeceği efendimizin, asrıydı.
Fakat o kutlu insanların, yaşadığı saadet asrını, iyice, anlayamadan, özümsemeden, kıyas etmeden, sosyal dengeleri düşünmeden, duyulduğu gibi yaşamaya kalkarsak,hatalarımız, maslahatlarımız gün yüzüne çıkarak sırtarır.
İşte çözümsüzlüğe, keşmekeşliğe, bulanık suda avlanmaya, o zaman kapı aralamış oluruz, o nedenle Allah’ın veli kulları, gecenin karanlığında ki bir yıldız gibi, cazip, çekici ve celbeden olurlar.
Gecenin o kuşatan esrarında, yıldızlar bizler için ne kadar muamma ise, hedefinden sapmadan, fire vermeden vuslata koşuyorsa, Allah’ın veli kulları da, ancak o kadar berrak ve şeffaf, olmak durumundadır.
Olduğunca, züht ve takvayı kuşanarak, dünya ve nimetlerine boğulmadan, efradının felahını temin ederek, en güzel şekliyle Allah resulünün, ilkelerine azimet dekliğinde yaşayarak hal ehli bulunan bir kimlikte, olmak zorunluluğu vardır.
Bu ölçü ve mihengi, kuşanmış olan, muttaki insanları, dareyn saadetine bir muştu sunan, Allahın hanif kullarını, Allah ve resulünün dostları olarak elbette aramalıyız, bağlanmalıyız, nasihat ve tavsiyelerine uymalıyız.
Fakat böyle güzide ve müstesna insanları bulana kadar, hiç boş durmadan, ve hatta yorulmadan Cenabı Hakkın lütfettiği, tüm enerjimizi ve asli hislerimizi,
Aklımızı, mantığımızı ve vicdanımızı, duygularımıza teslim etmeden, onun emrine vermeden, gerçeğe koşmalıyız.
Bu hedefte olmadığımız an, akıl ve mantığımızı askıya aldığımız zaman, öyle sorunlar çıkar ki, içinden çıkabilmek gayri kabil.
İşte o zaman neden bu hanım bacılar neden bizlerden kaçıyorlar, hiç konuşmuyorlar ve bir hoş geldiniz dahi demiyorlar, diye merak ediyorum.
Bacımız, namusumuz, diyerek onu baş tacı yapmışız, bu insanlar, tasada, sevinçte ve başlarına bir iş geldiğinde, bizim dışımızda, kimlerin kapısını çalacaklar, seyyar satıcının veya sütçünün değil herhalde.
Bir kerecik ağabey nasılsınız deseler, kız çocuklarımız köşe, bucak kaçmayarak, amca nasılsınız diyerek konuşsalar, kardeşlerim ne yapıyorlar diyerek, hatırlarını sorsalar, eksilirler mi, niçin onlara bu adabı öğretemiyoruz?
Her halde haram işlemiş olmazlar, kız çocuklarını bu eylemleri yapmaktan, sakındıran ne olabilir, hangi düşünce onları bu eylemden mahrum bırakabilir?
Kainatın sahibi, evrensel mesajın membaı ve onun sözcüsü olan peygamber, böyle oluşuma hiç rahmet eder mi, sorarım sizlere?
Sinemde çok daha huzur bulmam, mutmain olmam gerekirken, neden böyle perişanlığa talip olayım, neden bunlarla uğraşayım.
Yinede buna rağmen diyorum ki;
İnsan olarak yaratılmış olmanın hazzını, tarif etmek neredeyse mümkün görünmemektir.
Yaratan Rab, o kadar müteşekkil ve muazzam tanzim etmiş ki, bu oluşuma nereden ve nasıl bakarsak bakalım, bu harikulade eseri seyrettikçe, seyredeni adeta sukutu hayale uğratıyor.
Bu güzelliği keşfetmek, yaratılan gözüyle ne kadar mümkün, olmaktadır!
Bu aleme anlam kazandıran şaheseri, hangi ölçülerle tespit ederek, yaratanın azametini idrak edeceğiz!
Bu azamet ve haşmet karşısında, kul olabilmenin şuuruna nasıl varacağız?
Bunun idrakin tezahürü olarak, yaratana sevgi ve saygı ölçüsü nasıl olacak?
İnsanlar ilişkilerinin genelinde, kıymet, değer vurgusunu, saygı ve sevgi olgusunu yönlendirirken, kalb, beyin, nefs netliğini, çoğu kez sağlayamıyorlar!
Bu keşmekeşliği yaşantımızın bütününde niçin çözümleyemiyoruz?
İnsana fevkaladeliği kazandıran akıl, mantık, neden irtifa kaybediyor?
İlmin kaynağına ulaşmamız kesin bir çözüm olacak mı?
Duyguların geleneksel tabandaki terbiye metodu neden yozlaştı, yoksa yine nefis mi diyeceksiniz, başka sebep olamaz mı?
Ruhunu hangi an vereceğini bilemeyen o muazzam insana neler oluyor, sefalet ve zilleti niçin tercih eder hale geldiler?
Ölçü mihenk, tekabül ve terakki karşısında, kendini yenileyeme dimi?
Rehberin Kur’an olduğu kesin, önderin peygamber olduğu kesin, fakat yorumlayanlarında insan olduklarını unutmayalım!
Şura, meclis işlevini hakkıyla yerine getire biliyor mu, getiriyorsa evrensel bir dinin müntesiplerinin durumu neden içler acısı bir durumda?
Mahkum kim, yargıç kim, malayanilik nereye kadar devam edecek?
Hiç masrafı olmadığı halde sevgide, şefkatte bizleri cimriliğe iten güç nedir,buna karşı mukavemet hazırlığı neden yapılmıyor?
Bu hasletlerin bulunmadığı bir gönülde, kişi kendisiyle barışık olabilir mi?
Ebeveynimize gösterdiğimiz saygı ve hoş görüyü unutmayalım.
Evladı ayalimize karşılıksız sunduğumuz tahammül,sabır ve şefkatin membaı gönlümüzden kendiliğinden zuhur ediyor olması şaşırtıcı değil mi?
İşte insan ve insanlık bu güzel hasletlere, ne yazık ki, hasret bırakılıyor!
Bizler ve mükellef olduğuna inanan her kez, hiç durmadan ve yılmadan, gülü koklarcasına ve dikenine tahammül ederek, insanlara yaklaşmak zorundadır.
Kuşun yavrusunu sevmenin hassasiyetiyle konulara ve sorunlara çözüm arayarak, sunabilmeyi başarmalıyız.
Kendimizi, kişiliğimizi, katiyen ön plana çıkarmadan ve tevazuu elden bırakmadan kazanımlarımızı, ukbaya matuf yatırımlara dönüştürmeliyiz.
Letafetlerin ve izzetin manasının, sadece dünyaya ait olmadığı bilincini, mutlaka deruhte edebilmeliyiz.
Madem ki imtihan dünyası, işte o zaman sorunların psikolojik açılımlarını, yüce beyanı ve peygamber tefsirini net bir şekilde öğrenerek yaşamalıyız.
Ayrıca itminan olmuş bir gönlün sahibi olarak, aczi yetimizi ve şükrümüzü her halükarda ihmal etmeden sunabilmeliyiz ve bunu mutlaka başarmalıyız.
Neden bu soruları birilerine sormayalım ve bunların çözüm yollarını dondurarak, çözüm aramayalım ve niçin bu konuları konuşmayalım.
Oysa ki; zeka insana merak etmesi ve bilmediklerini öğrenmesi için verilmiştir, bir vazo olarak durması kimlerin işine yarar bir düşünelim!
Eğer her fert, kendi şahsına münhasır olarak, sorgulanacaksa, sadece, kendi aklından sorumlu tutulacaksa, mahşer gününde yaptıklarıyla haşrolacaksa,
Neden anlayamadıklarımdan mahrum kalayım, niçin kendi mantığımı, tespitlerimi, ferasetimi, askıya alarak, başkalarına havale edeyim.
Şayet bunları istemek, hata ve bir suç ise, onu da dinleyerek anlamaya çalışırım, sabrederim, boynumu eğer ve çeker giderim.
Fakat; sorarım hakkım olarak, neden suç sayılıyor bu haklı gerekçeler? İnsanların indi görüşleri, ön yargıları ve zanlarıyla yargılamalarına, niçin tahammül etmek zorunda kalayım.
Sabrım kalmadı artık, bu konuları anlayarak idrak eden, bir çözüm sunabilen ve mayası sevgi olan mücadeleden hiç kaçmayan yürekli yiğitler ararım.
Bizzat yaşadığım ve şahit olduğum, hayali sukuta uğradığım, o kadar çok asılsız, zan, iftira, dedikodu ve kişinin gıyabında konuşarak gıybet yapan insanlara, tanık ve şahit oldum ki, oldukça şaşırdım kaldım!
İnanın böyle ortamlarda, çoğu zaman şeytanı unuttum ve insanların şerrinden Allah’a sığındım.
Benim böyle bir kanaate, varmama vesile olanlar, daha yaşıyorlar, hayattalar, terki dünya edenler varsa Allah taksiratlarını affetsin.
Ben aciz bir kulum, bunu biliyorum ve buna rağmen Allah deyince;
Kainatı yaratan ve donatarak insanların hizmetine sunan, her türlü kötülükleri, haber vererek uyaran,
Müjdeci ve uyarıcı gönderen, gaflette olan geçmiş milletlerin, akıbetlerini hikaye eden, doğru yolu gösteren ve Kur’an gibi yüce bir kitabı vah yeden,
Bizzat yarattığı her şeyi, ibret olsun diye, ayetler gönderen, asıl dünyamızın, cennet olduğunu müjdeleyen, eşrefi mahlukat diye bizleri şereflendiren,
Yanılgılarımız da bizleri uyaran, bizlere rahmet peygamberi lütfeden, aklımızın aczi yetini ortaya seren, enaniyet, tekebbür ve şirki yerle bir eden,
Bizlere her zaman mühlet veren, hayatımızın devamı için rızk bahşeden, ne zaman son bulacağı, belli olmayan bir hayatın, ip uçlarını veren,
Azametini ve gazabını zamanla gösteren ve bu yaşam mühletinin, imtihan olduğunu bildiren, böyle yüce bir Rab olan Allah’a, niçin kayıtsız kalırız ve sürekli kendimizi aldatırız.
Akıllı olduğunu zanneden bunca insanlar, bir türlü demezler ki, bu nasıl bir akıl ki sahibini, geçici olan ve belirli bir sınırda kalan, dünya ve zevklerine mahkum ediyor.
Belki dersiniz, Allah bizim için gaip olduğundan, biraz duyarsız kalabiliyoruz.
Hepimiz biliyoruz ki, neye baktığımız önemli değil.
Neden baktığımız ve ne aradığımız, niçin aradığımız önemli!
Bilmekteyiz ki, akıl ve izan sahipleri, neden baktıklarını ve ne aradıklarını zaten biliyorlar.
Fakat bizler, kime ve niçin iman ettik, inandık dediğimiz, değerleri hakkıyla niçin bilmiyor ve tanıyor muyuz?
Evet ben, kulluk bilincimin idrakindeyim,diyen hanif kullara;
Sözümüz elbette yok, böyle muttaki insanlara, Allah hizmetlerini asan eylesin diye dua ederiz.
Fakat; benim gibi aciz bulunan ve bu nedenle kıvrananlara sorarız! Gaip olmayan;
Allah’ın bir kulu olan sabi çocuk, adet olduğu üzere süt annesine verilmiş, alan olmamış, sahipsiz kalmış,
Fakir fakat, gönlü cömert olan, Halime isminde bir kadına kalmış, oda sahiplenmiş, süt annesi olmuş,
Şeyma isminde, bir süt kardeşi kazanmış yetim, öksüz, yavrucak, nihayet inanmayan amcasının himayesine geçmiş,
Şefkate susamış, putperestlerden eminlik sıfatı kazanmış, bir insanın yaşaya bileceği, bütün çileleri yaşamış,
Ama sebat gösterip sabretmiş, tebessümü yüzünden hiç eksik etmemiş, başı dertte olan birini gördüğü zaman, kayıtsız kalmamış, sahip çıkarak, onun gönlünü kazanmış,
Hayatında bir kerecik olsun, zevke, sefaya dalmamış, kimseyi aldatmamış, böyle de yaşanıla bilineceğini, açık ve seçik herkese göstermiş,
Topumun en seçkinlerinden, tacir ve oldukça mal varlığı olan, saygı ile anılan, herkesin gönlünü asaletiyle dolduran,
Ancak bir hanımefendi olan, dul, gönlü açık, şefkat pınarlarından, sevgi fışkıran, sürekli hakkı arayan, yüreği onun için yanan, annelerin annesini seçmiş ve tek vücut olmuş,onunla kenetlenmiş.
Yirmi beş yaşında, Allah’ın kendine lütfettiği, tüm beşeri duyguları, en güzel haliyle, müreffeh bir şekilde yaşamış,
Kervan ticaretinden, çok olumlu emareler almış, bunu da sevgili zevcesiyle, saklamamış, her zaman paylaşmış, ona her şeyi anlatmış, ona gönlünün derinliklerini açmış ve hiç çekinmemiş.
Kendini, kimliğini sorgulamak ve yaşadığı karanlık ortama çare olmak maksadıyla, yüksek tepelere, o muhteşem sessiz derinliğe, Hira dağına çekilip, kendine yön verene yöneliyormuş.
Ve bulunduğu,hayatını idame ettiği ortam, kör düğüm olmuş, sosyal dengeler bozulmuş, zulüm,gasp haddini açmış,safahat ve zillet tavana vurmuş,
Çare aramış ve boş durmamış, çare aramış, sade ve yüreği yanan insanlarla, Hulfulfudul cemiyetini kurmuş,
Gaye olarak, tüm mazlumların, şehir’e misafir olarak gelenlerin, can ve mal emniyetini korumak, gerektiğinde bu zulmü yapan, zalimleri cezalandırmak,
Maksat caydırıcı olmak ve yaşadığı hayata bir anlam katmak,
Zalimlerin gözleri kararmış, fuhuş artık doğallaşmış, kuvvetin veya paran var mı, o zaman canımın istediği her şey meşrudur, kanaati yaygınlaşmış,
Geleceğin sevgili anne adayları, babaları tarafından kandırılarak, ıssız sahalarda avutularak ve çukurlar kazılarak, vahşetin doruğunu çıkarak, kız çocuklarının çığlıkları kulak zarlarını yırtarak ve acı içinde çırpınışlarına gözler kapatılarak,
Feryatlarını duymayarak, acımasızca gözlerine bakılarak, canlı ve bir o kadarda diri olarak, öldürülüyor ve toprağa canlı bir şekilde, gömülüyordu.
O dönemde kız çocukları, bir utanç vesilesi olarak görülüyor ve ailesinde, aşağılanmak kanaatini uyandırıyordu.
Bu kadar sapık, bir o kadar karanlık, hak, hukuk, adalet yok, sanki arşive kalkmış, gelenekler adına, Lat, Menat, Uzza adında, helvalardan putlar yapılırmış ve her türlü hadsizlik, kaynağını ondan alırmış.
Nefsin ne kadar çok hadsiz ve hudutsuz istekleri varmış meğer, onu panayırlarda sergiliyorlarmış, şeytan görünmüyormuş, zira zafere ulaşmış, zaten geneli şeytandan farksızlaşmış.
İnsana has, saygı, sevgi, vicdan, edep ve haya hissiyatı, maalesef sadece kölelere kalmış.
Şarap içmek, put yapmak,en büyük marifet sayılırmış,
İşte zulmün, en revaçta olduğu bir dönemde; o emin sıfatlı insan!
Yüreğini, ortaya koyarak ve hiç bir kimseden çekinmeyerek, ilke ve hedefleri istikametinde, yılmadan, yorulmadan, pislik ve kötülüğe ortak olmadan, putların önünde eğilip, diz çökmeden, gönül havuzunu oluşturuyordu.
En nihayeti sadece bir kuldu, bu insan fakat, kutlu günlerin haberini veren, azmin ve umudun meşalesini yakan, her geçen gün, etrafında halka oluşturan,
Çoğu gariban, ezilmiş, hakları ellerinden alınmış, gasp ehli, zalimler tarafından dışlanmış ve sahipsiz kalmış fertlerden oluşuyordu.
Hilmi, vakarı, azimeti, ruhsatı, dirayeti ve ihsanı, azık olarak kuşanmış, bir uyarıcıya ve müdafaacıya, yıllarca hasret kalmışlar, çölde suya değil de, böyle bir lidere susamışlar.
Yine geleceğin muştusu olan, o emin insan, Hıra dağında ki, inziva mekanını seçmişti.
Kaygılıydı, sessizliğin o kuytu derinliğini niçin burayı seçiyordu, karanlığın o zinde kasvetinde aradığı ne olabilirdi?
Gök yüzünde ki bulutlar, neden başkasını değil de, sadece onu takip ediyordu ve güneşin haşmetli sıcağından koruyorlardı.
Sevgili, biricik sırdaşı, asalet timsali, güzel eşinin, rahip olan dayısından duydukları, tesadüfü olamazdı,sabretmeleri gerekiyordu, her şeyde mutlaka bir hayır vardı.
Fakat bunları anlayacak olanlar, akıl ve izanlarını, nefislerinin emrine sunmamış, sefalet ve zillete bulaşmamış, yaşamları boyunca net, berrak ve harbi kalmış,
Her an asli yetini sorgulamış, mazlumların yanında yerlerini almış ve zalimlere karşı göğüslerini siper etmiş bulunan sayılı insanlardı.
Böyle insanların, toplumun seçilmiş fertlerinden olmaları son derece doğaldır.
O dönemlerde, insanı, insan yapan değerlere haiz olmak ve bunları yozlaştırmadan yaşamak, erdemli olmayı başarmak, toplumun saygınlığını kazanmak adına, oldukça önemli ve yeterli sebeplerdir.
Bir milletin değer yargıları, asimilasyona tabi bırakılmadıkları sürece, insani değer mevhumlarını muhafaza ediyor kanaatini baz alır isek,
Vizyon sahibi, dürüst, halkına seçenekler sunan ve onlar için kendini feda eden, ama her zaman halktan biri olarak kalmayı başaran liderler;
Her zaman millete mal olmuşlar ve halkının sesi, soluğu olarak sinesinde yerlerini almışlardır.
Bu güzide insanlar, tarih sayfalarına, hiçbir zaman silinemeyen, kalıcı bir iz bırakmayı başarabilmişlerdir.
İşte bu emin insan, insan olarak ve daha peygamber olmadan, içinde bulunduğu cemiyete ve sonra ki nesillere, fevkalade güzel örnek olmuştur.
Fakat bizler, henüz kendimizi tanımadık ki, hakkıyla o emin insanı nereden tanıyalım der isek;
Kendimizi deşifre etmemiz bu kadar zor olmasa gerek, zira yaşadığımız sürece, eşimize, çocuklarımıza, işimize ve özellikle nefsimize verdiğimiz önem kadar,
Kendimize zaman ayırarak, fiillerimizi sorgulayıp, muhasebe yapmaz isek, inanın ve emim olunuz ki,sadece kendimizi değil, bizleri referans kabul eden herkesi, aynı anda zillete götürürüz.
Madem ki, özellikle kendimizi ihmal ederek, düşünmek istemiyoruz, tercihimiz bu, o zaman emanetimizde olan eşimizin, çocuklarımızın ne suçları var, diye sormayalım mı, kendimize?
Onlara ben bakıyorum, bir lokma ekmek dahi, yemeye fırsat bulamıyorum, aç, açık kalmasınlar diye, gece gündüz çalışıyorum, diyerek kendimizi avutuyor ve kandırıyorsak, o zaman demezler mi insana,
Bu hezeyanların, iblisin vesvesesinden, başka bir şey olmadığını, bunu kendimizin dahi bildiğini! çünkü;
Allah’ın Rahman ve Rahim olan sıfatını,rızkların taksimini,tek sende olmayan ve her insanda bulunan akıl nimetini verdiğini,
Allah’ın çeşitli vesilelerle, kullarına verdiği rızkların, sadece bizden mi kaynaklandığını zannediyoruz!
Ve ne hikmetse artık böyle inanmaya başlıyoruz, bu kadar tekebbürü içinde barındıran, absürt olan inanış biçimleri bizim için mantıklı geliyor, Allah için düşünelim ve samimiyetle kendimize bir soralım!
Kendimize zaman ayırarak, heves ve keyfiyetin dışında, bütün içtenliğimizle düşünerek, gerçek gücümüzün ölçüsünün ne olduğunu, hiç merak ettik mi, bir gün deneyerek kendimize sorduk mu?
Hareket ve kuvvetin gerçek sahibi kim diye?
Hareket ve kuvvetin asıl sahibi olan, yüce Allah’ı sürekli ihmal ediyoruz ve buna devam ediyoruz.
Ne zaman hakkıyla ona yönelerek, gaflet ve dalaletten ve hatta kendimize ve efradımıza olan hıyanetten kurtulacağız?
Emanetimizde bulunan insanların, yemek, giymek gibi doğal ve fıtri ihtiyaçları olduğu kadar, kendinin, kim olduğunu, kime ait olduğunu, neye, hangi şekilde ve nasıl inanması gerektiğini,
İnançlarının gereğini öğrenerek, tercihini yapmaya, asli hüviyet’ini tanımaya, belki daha çok ihtiyacı vardır, bunları neden düşünmüyoruz diye soramaz mıyım?
Elbette ki, sahiplenme duygusunu veren Yüce Allah’ımıza, sonsuz hamt ederim,
İnsan olmayı ve yaşama biçimini öğreten Peygamberimize, selatü selam ederim,
Benim dünyaya gelmeme vesile olan, sevgili babam ve anneme, şükranlarımı sunarım.
Üzerimizde, bir dirhem dahi emeği olan herkese, teşekkürü her zaman bir borç bilirim ve onlara her zaman dua ederim.
İnsanların teveccüh gösterdikleri, akın ettikleri, böyle bir yola girmem ve bilmediklerimi öğrenmem, asıldı.
En azından müşahhas bir şekilde, tespit yapmam, dolayısıyla, zanda bulunmadan, yaşadıklarımı olduğu gibi yansıtmam, benim için büyük bir kazançtı.
İftira atmak, karalamak, çarpıtmak, kimlerin asli işi olduğu bellidir, hesap gününü düşünerek, bunu idrak edemeyen ve bu manada hayatına yön veremeyenlere sadece dua ederiz.
Allah hidayet versin, feraset sahibi kılsın, gerçekleri görmelerini sağlasın deriz.
Aynı baharat işinde, bazen iç piyasalara, sair zamanlarda şehir dışına sürekli giderek, siparişleri teslim ediyor ve pazar payımızı artırıyorduk.
Şaban bey sağ olsun, bazen müesseseye ait kırmızı fort bir minibüsle, bizleri Yahyalının kavacık mevkiinde bulunan, Hacı Hasan efendi dergahı diye bilinen, mekana götürdü ve ne hikmetse her zaman kalabalık ziyaretçi grupları mevcuttu.
Enteresandır belki fakat, mekanın kuşatan ikliminde, sessizliğin ön plana çıkması ve bunu edep sayması, oldukça farklı geldi bana.
Gizli ve özel sırlara çözüm sunması, yeşil yapraklı meyve ağaçların geleceğe ümit aşılaması ve o anda canlı, tefekkür keyfiyeti sunması, benim ufkumda çağrışımlar yaptı.
Henüz içeriye girmeden bir huzur kuşatmıştı benliğimi, adeta beni bir başka, diyarlara ve daha önce tanımadığım, mekanlara götürmüştü.
Duygularım galeyana gelmiş, feyiz ikliminde, gönlümün derinliğinde, şevk, heyecan, merak hepsi birden ve hiç beklemeden, hissiyat beni aniden ihata etmişti.
Sıra ile odaya pür dikkat alınıyorduk, oradan çıkanların yüzleri kızarmış, gözleri mahzunlaşmış, ayrılmanın hüznü, her tarafını sarmış bir ruh hali ile, başları öne eğik vaziyette, adeta şarj olmuş bir yürek serinliğinde bulunuyorlardı!
Yüzlerinden eksilmeyen tebessümle, bulunanlarla tokalaşarak, mutlaka en kısa zamanda, yeniden geleceğim, temennisinde bulunuyorlar ve Allah’a emanet olun dualarıyla müsaade alarak gidiyorlardı.
İçeriye girdik, etrafa baktık, insanlar halka olmuş bir vaziyette zatı muhteremin önünde ve dizlerinin üstünde oturuyorlardı.
Zatı muhteremin üzerinde, adeta kefeni andıran, beyaz ve uzun bir elbise, onun üzerine uygun bir yelek giyilmiş, başında özenle işlenmiş bir takke bulunuyordu.
Oldukça beyaz olan bir yüz siması ve yanaklarında beliren tebessüm, kuşatıcı oluyordu.
Canlılığı nişanesi olan sevinç, kendini hiç gizlemiyor, aşikar olarak gösteriyordu.
Güzele güzellik katan ve bir bütünü tamamlayan, ağarmış seyrek sakalı vardı.
Bu durum hayat ve memat denkliğinde bizleri tefekküre zorluyordu.
Yaşadığı dünyada, mahşerin haşyetini taşıyan, yüz hatları mevcuttu.
Allah’ın bir lütuf olarak verdiği tebessüm de cimrilik yapmıyordu.
Dalga, dalga her tarafa yayılıyor ve mecliste bulunanları rahatlatıyordu.
Sohbet vurguları bizleri adeta, yaşanılan mekandan çıkartıyordu.
Ukbanın derinliğine doğru yol aldırıyordu.
Peygambere tabi olmayı en büyük fazilet görüyordu.
Sahip olunan değeri, fevkalade bularak bizlere bu mirası tanıtıyordu.
Peygamber efendimizi o kadar çok özümsemiş ki.
Sanki o anı, onunla birlikte yaşayarak terennüm ediyordu.
Ve bizleri hissiyatın zirvesine çıkartıyordu.
Allah’ın cennetine girmek gaye değil, diyordu.
Cemalini görmenin asıl olduğunu vurguluyordu.
Hak rızasının önemini, insana hizmetin maksadını izah ediyordu.
Piri fani ölçeğine uygun bir hali, bulunuyordu.
Bedeninde fazla kiloları barındırmıyordu.
Sohbet ederken devamlı ağzı kuruyordu.
Gözlerinden biraz rahatsızlığı vardı.
(devamı nakşeden izler 7 de)

Mustafa Cilasun
Kayıt Tarihi : 5.7.2007 10:57:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mustafa Cilasun