Nakşeden İzler (Anı roman 5)

Mustafa Cilasun
4155

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Nakşeden İzler (Anı roman 5)

Halkının refahını ve mutluluğunu, artırmak yerine,onları sürekli perişanlığa, mahkum ediyorsa,
Adına Parlâmento denilen, ve bu milletin temsil yetkisi verdiği, millet vekillerinin bulunduğu mekan,her on yılda bir,tedavülden kaldırılıp,tasfiye ediliyorsa,
Bunu da, millet adına yaptık,milletin ve devletin bekası için diyorlarsa,temsil yetkisi olan nice mümtaz şahsiyetleri,hiç suçları olmadığı halde,mahkum ediyorlarsa,
Kendi kuvvet dengelerini, korumak ve kurtarmak adına,kanun çıkartıp,milletin ali menfaatlerini, hiçe sayıyorlarsa,
Milletten habersiz, kendi namı hesaplarına çalışan,kon tür gerilla,ergenekon veya batı çalışma gurubu gibi,
Milletinin aleyhinde ve milleti yönlendirme adına, parlâmentonun dahi çözemediği, bir oluşuma alet oluyorlarsa,
Bu milletin, devleti için her zaman, kendini feda etmiş ferlerinin, temel hak ve hürriyetleri, gözlerinin içine bakılarak, ellerinden alınıyorsa,
Bu mübarek millete, cihan devleti olma, bahtiyarlığını gösteren, ecdatlarımızı, hiçbir zaman gün yüzüne çıkarmaz ve arşivlere mahkûm ediliyorlarsa,
Ve bu milletin, en büyük arşivi, Bulgaristan’a kilo ile, hurda kağıt olarak satılıyorsa, bunu da devlet bizzat kendisi yapıyorsa,
Devletin,devlet olabilme şartlarından birisi olan,milletinin genelinin, en büyük kutsiyetlerini, Allah, Kur’an ve Peygamber bağlamında ki İslam ve prensiplerini,
Arapların dini sayarak, ve en büyük tehlike olarak, hedef gösterip, bu kutsal değerlere savaş açıyorlarsa;
İşte ben, böyle bir devlete, dua edemem,etmemde mümkünde değil,çünkü bu şekilde yapacağım bir dua,
Bu millete, zulüm etmem manasına gelir,böyle bir küstahlığı, nasıl yapabilirim,bu cesareti ve dalaleti, kendimde nasıl görebilirim.
Bu millete, huzuru çok görerek yozlaştıranlar, asimile yapanlar, maneviyattan uzaklaştırarak, maddeye mahkum edenlerin,
Yaptıkları her bir eylemin, maksatlı olduğu, bu millet tarafından pekala bilinmektedir.
Fakat bunlar, batıl ve şer cephesinde, yerlerini almış, az bir paha karşılığında, en önemli değerlerini satmış, gafil, ışıktan mahrum olmuş, piyon gibi kullanılan, posası çıktığı vakit, alaşağı edilen, biçarelerdir.
Şu anda, bu görevi icra edenler, yani onlarda, bir zamanlar, bu kutsiyetlere inanıyorlardı.
Fakat, makam, şan ve şöhret onların mabetleri, beslendikleri mekanlar da, maalesef kıbleleri oldu, bu zavallıların.
İşte ben, bu şuur ve idrak içerisinde, tüm çevreme, etki alanıma giren herkese ve emanetim de olan, sevgili neslime, yılmayacağım,
Ömrüm vefa ettiği sürece, bu gerçekleri onlara durmadan,haykıracağım.
Ki yeter artık, bu milletin yıllarca çektiği zulüm, artık canımıza tak dedi, belki şu anda, kuvvet dengeleri, müsait olduğundan, yükselen ateşi, kontrol altına aldıklarını, zannediyorlar.
Fakat; ateşin ne zaman yükseldiğini, fark edemeyecekleri, günlerde uzakta değil, sancılı doğum, şafakta görünüyor!
Toplumun tüm kesimlerinde, kıpırdanmalar, hak aramalar, meydanlara çıkmalar ve sosyal açılımlar durmuyor, ardı arkası kesilmiyor,devam ediyor,
Halkımızda, baş gösteren bu temayüller, protestolar ve ta ciğerlerinden gelen, isyan çığlıkları bitmek bilmiyor.
Tahakküm odakları, sürekli gündem değiştirmeye,yönlendirmeye, suni çözüm yollarını aramaya koyuldular.
Yalakları da boş durmuyorlar, bir yandan ellerindeki medya faktörünü kullanarak, millete korku pompalamaya devam ediyorlar.
Sakın ha, sesinizi yükseltmeyin, yoksa askerler gelir diyerek,sanki yaptıkları, tüm politik açmazları,askerler istedi bizlerde uyguladık!
Mantığından hareket ederek, milletimizin, peygamber ocağı diye sahip çıktığı, kendi efratlarını hedef göstererek, eğer bir suçlu varsa, orası da genel kurmay karargahıdır, diyorlardı.
Zavallıların, basiretleri kapanmış olmalı ki herhalde, milletimizin kimlerin, neden ve hangi maksada binaen, aldıkları kararları, ve yaptıkları uygulamaları, bilmediklerini zannediyorlar.
Oysa ki bu yüce millet, her bir oluşumu, yakinen takip ediyor.
Nasıl ki bir anne, evladının yaramazlıklarına, gelişme çağındadır diyerek, sabrediyor ve mühlet vererek affediyorsa,
Fakat, bu müsamahaya rağmen, çocuk haddini aşınca, annesinden ummadığı bir zamanda, nasıl elinin tersiyle, vurup devirdiğini, sevgi ve şefkatinden men ederek alaşağı ettiğini, buda yetmedi mi, istemeyerek beddua eylemine baş vuruyor.
Yaratanına yöneldiğini, her vatandaş, mutlaka biliyor.
O nedenle bu millet,kararını geç verir fakat tam verir, onu da yakinen biliyorlar.
Ben elbette, babamdan farklıydım ve farklı olmak zorundaydım,zira yaşadığım olaylar ve kazandığım tecrübeler bana, başka seçenek bırakmıyordu.
Kayıtsız kalamazdım, aman boş ver diyemezdim, bana ellemeyen yılan, bin yaşasın gafletine düşemezdim, dolayısıyla her şeyi Allah’a ve ahi ret gününe havale edemezdim.
Akıl, mantık ve idrakimi, başkalarına emanet veremezdim, insan olma vasfımı, düşünme melekemi, askıya alamazdım
Hülasa beşer olarak kalamazdım, yani doğan bir çocuğun, tek başına, hayatını idame ettirmesi ve yaşaması nasıl mümkün değilse,
Çocuğu doğuran annesi, bizzat kendini feda etmek pahasına, gözü gibi ona bakarak, koruması ve ayakta kalabilecek koşulları sağlamaya çalışması gibi,
Akıl, mantık ve idrakimi, başkalarına emanet veremezdim, insan olma vasfımı, düşünme melekemi, askıya alamazdım.
İnsan olmak ise, kimlik kazanmaya,kendini tanımaya, bulunduğu ortamı sorgulamaya, iyiyi ve kötüyü,doğruyu ve yanlışı algılamak.
Hakkı ve batılı, aklıyla elde ettiği bilgiler ışığında, mukayese yeteneğini geliştirmek, tercih etme hakkını kullanmak, bunlar gelişim süreciyle orantılı olan eylemlerdir dolaysıyla;
Kul olabilme bilincimi, yurttaşlık hakkımı, en iyi biçimiyle, kullanmalıydım, araştırıp, sorgulamalıydım.
Onun için,benim tarafımdan bilinmeyenlerin, bir muamma gibi görünenlerin, içine girerek deşifre etmeliyim.
Doğruları tespit ederek,yoldaş olmalıydım,yanlışlara da gücümün yettiği ölçüde, fren vazifesi yapmalıyım.
Herkes beşer olarak doğar, fakat her beşer, insan olamaz, insan olabilmeyi başarmak ve kazanmak zorundayız.
Yoksa aksi davranış, tembel kalış, kendini bulamamış, mükellef duygusuna haiz olmamış ve sürekli başka insanların desteğine ihtiyaç duymaları,
İleri yaşta bulunmaları dahi, bu insanların beşer olmaktan kurtulmaları anlamına gelmez. Çünkü insanı insan yapan değerler, mutlaka ön planda olmalıdır.
Ve bu maksatlar doğrultusunda, tarikat olgusunu da, keşfetmeliydim.
Öyle de yaptım, bir arkadaşımın vesilesiyle, kumaş toptancısı olan hacı Ender beyin refakatiyle.
Cami kebir civarında bulunan, selamet apartmanının üçüncü katının kuzeyin deki kapının ziline bastık, biraz bekledik ve nihayet kapı aralandı, içeriye buyur edilerek, zatı muhteremin huzuruna geldik.
Sağ olsun hoş geldiniz diyerek, hatırımızı aldı,nereli ve kimlerden olduğumun, kısa bir malûmatını alarak, istihare rüyamı nasıl gördüğümü anlatmamı istedi.
Bende nasıl gördüğümü,olduğu gibi anlattım,dinledi ve karar vermiş olmalı ki; şöyle temkinlerde bulundular.
Teheccüt, yani gecenin bir vaktinde, kılınan namazı, hassaten kılmamı ve belirli vakitlerde, falan sayı kadar, tespih çekmemi,varsa kaza namazım,
Vakit namazlarından önce, veya sonra bir günlük, kılmamı, haftalık sohbetlere kendi oturduğum semt olan, Yenimahalle katılmamı söyledi ve hayırlı olsun dileklerinde bulundular, kapıda bekleyenleri düşünerek,müsaade istedik ve bizleri sağ olsunlar kapıya kadar uğurladılar.
İçimden Allah razı olsun bumuymuş tarikat! Diyerek rahatladığımı anladım.
Meğer girmek, ne kadar kolaymış,ben zaten söylediklerinin çoğunu,yıllarca yapıyordum, ibadete yabancı değildim.
Kulluk, bilincimi geliştirmek, yıllarca taklit ettiğim, fakat; teferruatına inemediğim, ibadet ve ta atimin, şuuruna ermek ve her şeyi hakkıyla yapmak, hedefindeydim.
Arkadaşım Mehmet ve Yakup’la karar verdik, sabah namazına, meydan camisine gidecektik.
Seherin o alaca karanlığında, mütevazı bir muhabbet ortamında, sanki kenetlenmiştik, aynı hedefteydik ve nihayet mekâna gelmiştik.
Meydan Camisi, çok büyük değil,fakat içine girince, derin sessizliği barındıran, ayrıca huzurlu ve feyiz olduğu hemen gözleniyor.
Mehmet ilâhiyatlı olduğundan, aramızda en bilgili oydu, mihrapların bir peygamber makamı olduğunu,
Bilen ve bunun şuurunda olan, hocaların arkasında namaz kılmayı, tercih ve tayinini o belirliyordu, bizler de memnuniyetle icabet ediyorduk.
Birkaç gün aynı camide, sabah namazını kıldık, feyiz aldık ve hayırlar dileyerek, camiden ayrılıp giderken, kendi aramızda sohbet ediyorduk, Mehmet bu caminin, imamlığını yapan hocanın,
Yahyalı’lı olduğunu, Mükremin hafız diye bilindiğini, ehli takva bir kişi olduğunu, hafızlık konusunda muhkemlik sıfatı bulunduğunu,
Çok muhterem ve muhabbetli bir insan olduğunu söyleyerek, bir ara, sizleri tanıştırıp sohbet ederiz inşallah dedi.
Bizler de, madem ki bu kadar muhterem bir insan, neden şimdiye kadar hiç tanıştırmadın, diyerek latife yapmıştık.
Mehmet’te fırsat bulamadım, merak etmeyin, hocamızın ellerinden öperiz, bir gün inşallah, diyerek mevzuyu kapattık.
Arada bir de olsa, yunus emre camisine gidiyorduk, fakat meydan camisinden aldığımız, huzuru her zaman,arıyorduk.
Bu camide de, yine hafız olan, müezzinlik görevini yapan, mütevazı ve iyi bir insan olarak tanıdığımız arkadaş,
Yunus emre camisi imamının, şerrinden daima korkan,hacı Ömer Kafa isimli, yaşlı olmasına rağmen, ilâhiyat fakültesi son sınıfında okuyan, güzel bir arkadaşımız vardı.
Şahsıma latife olsun diye, baş imam derdi,niçin böyle taltif ediyorsun, hocam dediğimizde,
Ben, senin kadar, cami hocasının hatalarını, yüzüne söylesem, senin kadar dirayetli olabilsem, başkada bir şey istemem, ama mümkün değil ben söyleyemem diyerek devam etti konuşmasına.
Sen hiç çekinmeden, direk yüzüne söylüyorsun, ben bir denemeye kalksam, bu camide beni mümkün değil durdurmaz.
Allah bilir ya, senden de çok çekiniyor, bunu bilesin deyince, arkadaşım Mehmet hemen atılarak, bu kardeşimden kim çekinmez ki, haddine mi düşmüş diye söyleyince, katılarak cami içindeki, hocanın mevkiinde gülmüştük.
Nihayet meydan camisinin müezzinlik kadrosunda olan, ve fakat hafız olması nedeni ile imamlık yapan, Mehmet’in övgüyle bahsettiği, hoca efendiyle yine, bir sabah namazından sonra, tanışma fırsatı bulduk.
Yahyalılı Hafız Mükremin hoca, on yıldır aynı camide görev yapıyormuş, oldukça uzun boylu, iri cüsseli, heybetli, orta kilolu, kına rengine benzer sakalı vardı.
Mat, oldukça ciddi birini beklerken, enteresandır ki, o heybet ve cüsseye rağmen, mütevazı olduğu her halinden anlaşılan, sevecen bir insan.
Bizleri, gözlerinin içi gülerek, sarılıp kucaklayan,ısrarla böyle olmaz diyerek, alıp Derviş bakkala götüren, orada bizlere kendi elleriyle seçerek tarttığı Üzümleri, yedirerek ikram eden,
Ve Allah için, her zaman beklerim, sizler gibi, yüreği Hak sevgisiyle yanan yiğitler, bizler, için iftihar vesilesi, diyerek sizleri;
Geleceğimizin, teminatı olarak görüyorum,sizlerle ne kadar, öğünsek azdır, temennisiyle, bizleri dualarla uğurladı, işte böyle mübarek bir insan.
Sen gel de şaşma, taaccüp etme, aralarında bin metre olmayan, biri camiden kaçıran ve müezzinini yıldıran bir hoca,
Bir diğeri ise, insanın gönlünü alan, imamlık mesleğinin saygınlığını artıran, cemaatin şevkini kamçılayan, oldukça mütevazı olan, bizlerde kalıcı izler bırakan, muhterem bir hoca,
Oysaki; yıllarca bu meydan camisinden, mahrum kalmama, vesile olan, çocukluk anılarımı buğulayan, her ezan duyduğumda, bu buruk acıyı hatırlatan,
Müsamaha ve şefkatten nasibini alamamış, bir hoca yüzünden yaşadığım, on yedi yıl içimde sakladığım, o hazin olayı, hocayı ve camiyi, sinemi yıllarca yakan anımı ve sırrımı,
Bu kez, aynı mekanda tanıdığım, Hafız Mükremin hocayı, tanıyarak, kalpten muhabbet duyarak,yırtıp atıyor,
Ve yıllarca hasret kaldığım, cami sevgimin, yeniden filizlenip, yeşerdiğini hissediyordum.
Bunu da Allah razı olsun ki, muhterem hocam, Hafız Mükremin efendi sağlıyordu.
Sen gel de, bir insan olarak,böyle bir hocayı sayıp, sevme, gıyabında hayırla yad etme ve her zaman arkasında namaz kılayım diye sabırla bekleme.
Mükremin hocamla samimi olmuştuk, dertleşiyor, güncel olayları konuşuyorduk, manidardır ki aynı hedefe doğru yol alıyorduk.
Gelişmelerden bizleri, mahrum etmeyin, haberdar edin ki, bilelim bizlerde, elimizden ne geliyorsa, çabuk davranıp seferber edelim,diyordu.
Mehmet’le millet caddesinde, bir iş için koşturuyorduk. Yeni mahallede oturan, Şaban ağabey diye bilinen ve baharat işleriyle uğraşan, zatı muhteremle karşılaştık.
Hal hatırdan sonra, Mehmet sitem dolu bir ifadeyle, biz sizden neler beklerken, siz ne yapıyorsunuz,
Allah aşkına Şaban ağabey deyince, bende merak ettim, acaba ne oldu ki, Mehmet hiç şahit olmadığım,böyle bir tavır sergiledi.
Şaban bey hayırdır, niçin böyle kahırlı konuşuyorsun, deyince, ağabey nasıl konuşmam,daha ne olacak,
Benim canım gibi sevdiğim, çok değer verdiğim, her şeyine kefil olduğum, Mustafa kardeşim,Bursa dan geldi ve iki haftadır boş, münasip bir iş araştırıyor.
Böyle muttaki bir insanın, nasıl boş kalmasına, fırsat verilir, hala anlaya bilmiş değilim, deyince.
Elhamdülillah, bende başka bir şey mi oldu, diye merak ettim, tamam o iş olmuş bil, yarın arkadaşımız gelsin, hemen işe başlasın demez mi.
Ben, hiç beklemediğim bir anda geliştiği için, hem çok şaşırmıştım, hem de, bir o kadar sevinmiştim.
Çok memnun olmuştum, böyle hayırlı dostlara, sahip olduğum için Allah’a, şükretmiştim.
Baharat ve paketleme şirketinde, çalışmaya başlamıştım, güzel gidiyordu, arkadaşlarla kaynaşmıştık.
Çalışanların çoğu, üç, dört kişi hariç, battal gazi ve Cafer bey mahallesinden, servis yapılarak getirilen, anneleri ve on yaşın üzerindeki çocuklardı.
İşin özetini yapacak olursak, Mersinden getirilen çimento torbaları ebat’ın da olan, karbonatlar, un torbalarına benzer pirinç unları,susam torbaları vesaire,
Bu malzemeler elenerek,çeşitli ebatlarda,ambalajlanarak,paketleniyor ve muhtelif vilayetlere pazarlanıyordu.
Kara biber, tarçın değirmen makinesinde, öğütülüyor, aynı sistem uygulanıyor, istenilen ölçüde paketleniyordu.
Benim görevim, satış mümessiliydi, fakat yapmadığımız işte yoktu,gayret göstererek, samimi bir şekilde çalışıyorduk, mal sevkıyatı ve pazarlamak için, sıkça şehir dışına çıkıyordum.
Niğde, bor, Kırıkkale, Ankara pazarlarında, Bedfort dingilli kamyonla, sevkıyatı yapıyor, Parti genel merkezine uğruyor, bazen de Erbakan hocayla görüşüp,dönüp geliyorduk.
Sivas,Malatya,Tokat,zile,Samsun pazarlarında, aynı işlemleri tekrarlıyorduk.
Adana, Mersin, Ankara, Samsun en fazla pazarlama yaptığımız illerdi.
Şehir dışına çıktığımız vakit, orta sınıf otellerde kalırdık,Şaban bey, her sabah namazından sonra, tespihini çekerken uyanırdım,
Kollarımızda, sırtımızda malları, ikinci, bazen üçüncü katlara çıkartırdık ki, nasıl olsa gücümüz yetiyor ve Şaban bey boş yere hamala para vermesin diye.
Ama, Allah var, takatsiz kalır, hış diye yığılırdık. Bilhassa yazın insanlıktan çıkar,dilimiz dışarı sarkardı.
Fakat, hiç önemli değildi, çünkü huzurumuz vardı,zaman zamanda ibadet için,fırsat bulamaz, aksamalar yapardık, diğer vakit namazlarında, telafi etmeye çalışırdık.
O yıllarda, iş yeri düven önünde, bodrumdaydı,Akıncılar derneği de, iş yerinin üzerinde üçüncü kattaydı.
Dernekle, fırsat buldukça, yakinen ilgilenir, elimizden ne geliyorsa, esirgemezdik.
Bildiri dağıtmak, sesimizi duyurmak, varlığımızı ispatlamak, kim tayin ederse, tereddüt etmeden, hedefe koşardık, görevi ifa etmenin huzuruyla döner, yeni projeler peşinde koşardık.
Fakat genelde sahipsizdik, heyecanlı gençler, hedef göstersen, gözlerini kırpmadan giderlerdi, ama bu böyle olmamalıydı,çünkü;
Hedef tespiti, strateji, lojistik donanım, bilgi birikimi, hiçbir zaman, olması gereken, düzeyde olmadı, ütopyamızdaki tasavvurlarla besleniyor, evlerimizden iaşeler getiriyorduk.
Bunca fedakarlığa rağmen, terbiyemiz gereği, öne çıkmıyor, heveslilerini dinliyorduk, dinlerken de sürekli içinden çıkılamaz, tezatları aynı anda yaşıyorduk.
Güzel sesli bir insan Kur’an okuduğunda her çileyi unutuyor, yeniden doluyorduk.
Çünkü özlemimiz Asrı sadetti, sürekli o günlerin, çileli sancılarını, çekilen sıkıntılarını,sabredilerek Allah’tan istenen,
Fetih müjdesini, gasp ve zulümlerini hatırlıyor ve yaşarcasına anıyorduk, bizlerin çektikleri bu sıkıntılar, ashabın gördüğü, zulüm ve meşakkat yanında hiç kalıyordu.
Ben fırsat buldukça,şehirde kaldıkça, tespit ettiğim, yeni öğrendiğim ne varsa Hafız Mükremin Hocama anlatıyor ve onunla paylaşıyordum.
O zaman akıncılar derneğinde tanıdığım, yeni Almanya dan gelmiş, gözü kara,fakat,ölçüsüz olan,
Sürekli bir olayın içinde bulunmamız şartmış gibi, panik yapan, kumral, mavi gözlü, biraz ukala, asi tavırlı olan, bu gencin adı Mehmet Kabaktı.
Böyle gençlere sabretmek ve seyretmek durumunda kalıyorduk çünkü, derneği bunlar mekan tutmuşlardı,geçim sıkıntısı, maişiyet derdi yoktu bunların.
Kiminin babası halıcı,diğerinin ki ise hastane caddesinde toptancıydı, ara,sıra bizim gibi gelen insanlar, nasıl söz sahibi olurdu.
Özlemimiz saadet asrıydı,kıyafetimiz de,dökümlü bir şalvar, şalvarın üzerine dökülmüş, yakasız bir gömlek, kafamda papak ve Bursa da bıraktığım sakal, oluşturuyordu.
Sinemde barındırdığım, o kadar çok soru vardı ki, çözemediğim fakat, mutlaka sormam gereken, ama kime, nasıl soracaktım.
Herkes ayrı bir maslahat gösteriyordu, sorunun içinden çıkamadığı zaman, mürşidine gönderme yapıyordu.
Akla, mantığa uymayan, yer, zaman mevhumu tanımayan, izahını dahi yapamayan,alameti farikalardan, bahsediyor, kalben inanmamızı istiyor, belki de farkında olmadan kendini avutuyorlardı.
Arkadaşım Mehmet’e soruyordum, vallahi bende, anlamaya zorlanıyorum, sabredelim diyordu.
Bu içimi kemiren sorularımı sorarak, mantıklı bir cevap alamayınca sohbetlerde, sıkıcı geliyordu.
Enteresandır ki, soru dahi soramıyordum, çünkü sadece adap risalesi diye, bir kitap okutuyorlardı, devamlı.
Zira yanlış anlaşılmak, hat safhadaydı o günlerde,korkuyordum, arkadaşlarım zanda bulunacaklar diye.
Evet tefekkürü mevt diye, rabıta diye, bir olgu bilmiyordum, daha sonra bunları kelime olarak öğrendim.
Fakat ölümü düşünmek, o kadar basit ve kolay mıydı, yolu, yordamı, bu kadar sığ mıydı.
Son nefesimi vermeden, o ana kadar bütün yaşantım, neye, hangi ölçüye göre şekillendi, mihengim var mıydı veya nasıl olmalıydı.
Ruhlar aleminde bulunurken, verdiğimiz söze iman ettiğimiz, evet Yarabbi sen bizim Rabbimiz sin, ahdine ne kadar ve hangi koşullarda sadık kalabildim.
Bunların muhasebesini yapmadan, kulluk bilincini kazanmadan, taklitten kurtulup, tahkike ermeden, günü birlik bir hayatın, sefasını veya cefasını nasıl çekerim.
Çaresiz kalıp, hastalandığımız da, yatağa uzanıp yatarken, her türlü beşeri isteklerimin açılımlarını sağladığım bu yatağı,
Gün evveli, mecalsiz kalmadan, cazibe merkezi olduğumuz zaman,son nefesimizin mekanı olarak, hiç düşüne bildik mi?
Allah’ın ve sevgili resulünün ve ashabının, müçtehit imamların, tavsiye ve telkinlerine, duyarsız kaldım, en önemli referans ve müstakim olan bu yolu, yol pusulası olarak, telakki etmedim.
Hayatımı idame ettiğim sosyal yapı, beni bana bırakmadı, sürükleyip bu hale getirdi, eşim, dostum, çevrem, hep benim gibi yaşıyorlardı diye söylenmem!
Çok canlı ve diriydim, istek ve heveslerim bitmek bilmiyordu, ona yetişeyim, tatmin edeyim derken, kendimi ansızın yatakta buluverdim birden, diyerek figan etmem!
Bunca yıl ve farkında olmadan yaşadığım ömrüm, ansızın nasıl geçmiş anlayamadım ve şu an inanın şaşırdım kaldım, diye feryat etmem!
Şimdi ne düşüneceğimi dahi, bilememenin aczini yaşıyorum, evet bu dünyada işimiz bitti belli ki gidiyoruz, diye kederlenmem!
Ama nereye ve nasıl bir yere, gideceğim hakkında mütereddit olarak, tabuta kefenlenip konacağız, salaca ya konup arkamızdan gelenlere bakacağız, diyerek hayıflanmam!
Tabuttan çıkarılıp üç metre kefenle, bizi hasretle bekleyen ve asla reddetmeyen, sergisi topsak olan, meçhulde derinliği bulunan kabir’e bir çırpıda konacağız!
Ruhumuzun terk ettiği dünya ve nimetlerini, bir mühlet sonra da kefen ve etlerimiz çürüyerek, iskeletimizi bir ati olarak neslimize sunacağız!
Sorgu meleklerine ne diyeceğiz, bilemiyoruz haşyet ve taaccüple şaşırıp kalacağız, kabir alemi ve azabı neyse onu mutlaka göreceğiz ve öğreneceğiz!
Cehennem çukurlarından olan, bir çukura mı, yoksa cennet bahçelerinden bir bahçeye mi, kapı aralandığını amellerimiz ölçüsünde karar verilerek, mahşer gününü beklemek zorunda kalacağız!
Korku, panik, haşyet duygularını, en büyük azıkmış gibi, hep yanımızda bulacağız.
Ve bu duyguların, sadece dünyaya ait olmadığını, çok geçte olsa nihayet anlayacağız!
İmanımızı, amellerimizi, hayırlı evlat ve varsa hizmetlerimizi, çok arayacağız beklide bulamayacağız, fakat tükenmeyen bir ümitle sürekli arayıp duracağız.
Ölümün ne demek olduğunu, ancak o zaman idrak edeceğiz ve en müşahhas biçimiyle öyle anlayacağız ki, fakat bunu anlamakta bizlere bir kurtuluş sunmayacak.
İşte akıl ve izan sahipleri bu aşamaları yaşamadan, hiç vakit geçmeden ve mühlet varken, varlık ve kuvvetimiz, hatta en canlı hislerimiz, bizleri terk etmeden,
Düşünmek, idrak etmek ve bunun, en büyük sermaye olduğunu bilmek, şan, şöhret ve makamların insana asli yet kazandırmadığını deruhte etmek ve anlamak durumundayız.
Ölümü, asıl ve bu tespitlerden yola çıkarak düşünmeliyiz, yoksa ölmüş insanların durumunu, tahayyül etmek, ibret almak için belki uygundur!
Bizimde akıbetimizin, nihayetini bilmemek ve sadece tasavvur etmek ne demek!
Aklederek irdelemek ve bu tespitlerden sonra düşünmek gerek.
Gariptir belki, fakat anlayamadığım, taklide müteallik olgular benim için, bir çıkış yolu olarak, görünmüyordu.
Şu an yaşamakta olduğum ve aramakla yorulduğum, problemlere, çözümsüzlüklere, çare olacak bir tek alternatif sunamıyordu.
Maşallah, inşallah temennileri, gerekçesiz olduğu sürece, çözümün kendisi olmamalıdır!
Hayatı anlamlı kılmak adına yaşarken, mesnetsiz ve içi boş saplantılara kolayımıza geldiği için niçin bel bağlıyoruz?
Düşünün ki, rızkını arayan bir insan, çok az bir sermayeyle ve biraz da borçlanarak, akmaz, kokmaz kanaatiyle,
Sakin bir mahallenin, kuytu bir caddesinde, kira bedeli az olduğu için, bir dükkan tutarak, sermayeyi tuhafiye işine bağlıyor ve nasıl olsa Allah kerimdir niyetiyle, müşteri beklemeye başlıyor!
Geçimini, dükkan masrafını ve ödemek zorunda olduğu borçlarını, buraya gelecek müşterilerden ve kasaya girecek paradan yapacağını zannediyor.
Bu tevekkel insan, aynı zamanda namaz kılıyor, tespih çekiyor, dua ve zikir ediyor, hatta boş kaldıkça kitap bile okuyor, hiçbir kötülüğe dahi bulaşmıyor.
Size göre bu insan, ailesini geçindirir, borçlarını öder ve sermayesini muhafaza ederek, müşteri kitlesine ulaşması mümkün görünüyor mu?
Tabi ki mümkün efenim, rızkı veren Allah’tır, nereye gidersen git, rızkın seni bulacak demek, bizlere çözümü sunacak mı?
Peki öyleyse rızkı aramanın anlamı nerede kalacak?
O zaman demezler mi ki, sünnetullah ne olacak?
Eğer o saf, samimi ve tevekkel insan, piyasayı araştırmaz, pazarda kendine malını satacağı piyasayı bulamaz, müşteri kitlesine ulaşamaz ve rekabet ortamında, kuvvet dengesini oluşturamaz ise;
İşte bu insan, büyük bir şevkle başladığı, oldukça umutlandığı, kendi ve çocuklarının geleceği için, ufuk sandığı,
Gözü gibi baktığı dükkandan ve dolayısıyla Allah tan umduğunu bulamaz.
Ve bu nedenle, borçlarını dahi ödeyemez, sermayesinin ve emeğinin hakkının ne olduğunu bilemez.
Netice olarak bu insan, karamsarlığa düşer, borçların ödeyemeyince panik başlar ve maalesef evinde huzuru dahi kaçar.
Düzlüğe çıkmak ve sükuna kavuşmak için, çıkış aramaya başlar, fakat, alacaklı durmaz kapıya dayanır ve zili çalar, zavallı kaçacak yer arar fakat uğraşmaktan feleği şaşar, takatsiz kalır. Şevk, cesaret, sevinç ve ümit bu insanın gönül dünyasında alabora olmuştur.
Arkadaş çevresi, boş ver üzülme Allah kerimdir derler, büyük bir imtihandan geçtiğini söylerler, fakat maddi bağlamda başka bir alternatif sunamazlar.
Allah’ın hiç insanı, gücünün yetmeyeceği bir yüke, tabi tutması mümkün değilse ve bizzat yaratan tarafından bu bir vaat ise;
İnsanlarda, akıl, bilgi, tecrübe, istişare ve tespitlerden oluşan, kuvvet dengesini, azimetini ve iradesini, sabır ve sebatını bilerek düşünmeli, buna göre de hareket etmelidir.
Nasıl kendini tehlikeden koruyorsa, yani aslanın pençesinden, timsahın dişlerinden, piton yılanının boğmasından, denize düşmekten, sağlam dişini pense ile çekmekten, vagonun altına girerek,
Allah’ın izniyle kaldırırım diyerek, ahmaklığa düşmüyor ve kendini sürekli korumayı biliyorsa;
Hayatımızın bütününde böyle düşünmek ve olmak zorundayız, yoksa tedbirsizlik, tevekkellik ve ahmaklık Allah için, bir imtihan vesilesi olamaz.
İşte bu ve benzeri mantıkla hareket edilince;
Rabıta eyleminde, sürekli mürşidi düşünmek, bizlere ne kazandırıyor ve bizleri nereye doğru sürüklüyor diye sorabilmeliyiz!
(devamı nakşeden izler 6 da)

Mustafa Cilasun
Kayıt Tarihi : 5.7.2007 10:54:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mustafa Cilasun