Nakşeden İzler (Anı roman 2)

Mustafa Cilasun
4155

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Nakşeden İzler (Anı roman 2)

Davacı olan fakat, benim tanımadığım öğrenciler şikayetlerini dile getirip,polise yazdırdılar, üçü birden rapor almak için hasta haneye koştular.
Bana bir şeyler sordular,cevap verdim dinlediler,yazdılar fakat ne yazdılar bilmiyorum okuma fırsatını vermeden hemen imzalamamı söylediler,imzaladım.
Yarın mahkemeye götürülmek üzere,saat 17.45 civarında mahkeme saatine kadar nezarete bekleyeceğimi söyleyerek bu gün kendilerinin misafiri olacağımı ve kalacağım mekan olarak nezareti gösterdiler,içeriye girerek üzerime kapıyı killediler.
Nezarete girdim,acayip bir koku,her taraf pislik içinde,demir parmaklıklar var, fakat camları kırık,ayaz,rüzgar,kar savruluyor,soğuk mu hat safhada.
Üç tane çocuk yaşta hırsız yakalamışlar,yüzleri donuk,yere uzanmış yatıyorlar, sanki orada devamlı konuk, yer yok ki oturacak, alalım bir soluk,saatlerce dikildik durduk, tabii bu arada da haylice solduk.
Saat 23.45 i gösteriyordu,gelen giden çok, ama göstermiyorlar ki bilelim, soran hangi konuk.
En çok kahrolduğum konu,bir garip babam ve sevgili annem hiç istemediğim halde başıma gelen bu olayı öğrenince çok üzüleceklerdi,beni en çok yıpratan buydu.
Karnım acıkmıştı, polisler hışımla yiyorlardı, ikramda bulunmak ne demek, bir sokum azık, saatler geçmiyor,göz kapaklarım kapanıyor, aç ve susuz beklemekten olduk adeta bir kazık.
Saat 03.35 i gösteriyordu sesler geldi, göründü mırıldanan,göbeğinden gömleğinin çıktığını fark etmeyen, profili bozuk orta yaş bir polis.
Kapıyı açtı baktı, aniden copunu çıkartıp, hasret kalmış gibi, hırsızlara saldırdı, çocuk yaşlarda,çelimsiz perişan halleri vardı,on üç,on beş yaşlarında görünüyorlardı, hızını alamamış olmalı ki polis,yetmedi tekme,tokat neresine gelirse hiç acımadan vuruyor ve birde soluyordu.
Uykulu gözlerim, bir anda fal taşı gibi açıldı,hislerim donup kaldı,bir insan böyle mi dövülürmüş meğer, şaşırdım,sarsıldım,donup kalakaldım ve sadece baktım.
Polis ihtiyacı olan sporu her halde yaptı ki,hıncını içesiye aldı,çocuklar kan revan içinde kaldı,polis yere düşen copunu eğildi aldı ve başını kaldırarak bana manalı bir şekilde baktı.
Adımlayarak yaklaştı,copunu havaya kaldırıp, iki eliyle kıvırdı,baktım ki niyeti bozuk üzerime indirmeden copu, kolumu kaldırıp haykırdım,sakın ha dedim.
Şaşırdı kaldı, gözlerime bakıyordu,devam ettim,benim hiç suçum olmadığı halde,bura da bulunuyor ve mahkemeyi bekliyorum dedim.
Suçlu olmadığım kesin,eğer vuracak olursan, sakın unutma,seni mutlaka bulurum,bulamazsam eğer, karını,çocuğunu bulurum, perişan ederim bunu hiç unutma dedim.
Polis deli misin,dangalak mısın başıma bela olma diyerek,arkasını dönüp kafasını salladı,nezaretten ayrıldı, kapıyı kilitleyip gözden kayboldu.
Sabah saat 10.30 olmuştu,kapı açıldı,dışarıya çıktık,dünya varmış diye içimden geçirdim,bir yudum su içtim.
Bir müddet sonra mahkemeye çıkmak için ekip otosuna bindik ve adliye binasının yolunu takip ederek,kısa bir zaman sonra duruşma yapılacak mekana çıkmadan polis noktasında bekledik ve nihayet kapıya geldik.
Hakim; kumral saçlı,faulleri uzun,oldukça iri, fakat içi geçmiş,bana bakan,fakat boş gözlerle aranan,muhakeme yapacak mecali bulunmayan, mat birine benziyordu.
Bana hiç bir soru sormadı,dinlemedi,şöyle bir baktı,eliyle polislere çıkın der gibi, işaret yaptı ve mahkemeden ayrıldık.
Merakla bekliyordum sonuç ne oldu diye,sağ olsun polisin biri sıkıntımı anlamış olmalı ki,
Evinize gideceğiz,yatak,yorgan ve cezaevi ihtiyaçlarını alacağız deyince, tepemden sanki sıcak sular döküldü, bir anda aktı ve ayaklarıma indi.
İçimden bu nasıl bir hakim olmalı ki; hiç soru sormadan,söz hakkı vermeden,bir öğrenciyi ceza evine gönderiyor,diyerek hayıflandım,sarsıldım,düşünmekten kendimi alamadım.
Hukukun üstünlüğü bumu diyerek,hukuktan anlamayan biri olarak, hukuksuzluğun acısını,ilklerime kadar o an yaşamak zorunda kaldım ve anladım.
Senin Şeriatçı olduğuna dair şüphelerimiz var,aldığımız duyumlar da bu kanaatimizi doğruladı. Evimize uğradık,annemin şaşkın,üzgün,çaresiz bakışları eşliğinde,gerekli olan levazımı aldık.
Şaşkın ve biçare olarak annemle,babamla vedalaşarak,onlara metin olmalarını söyleyerek hüzünle ayrıldık,cezaevine doğru yol aldık ve nihayet cezaevine vardık.
Kapıdaki görevliler,şöyle bir baktılar,sağcı mısın, solcu musun diye soru sordular, sağcıyım dedim.
İyi o zaman senin saçlarını, tıraş etmeyelim diyerek kendilerince lütufta bulundular ve gardiyanların refakati ile, doğruca koğuşa yolladılar.
Kapılar açıldı,içerdekiler haber almışlar bekliyorlardı,geçmiş olsun diyerek bana sarılıp,kucaklaşıyorlardı.
Basık,sıkıcı,gün ışığından uzak bir mekan,odalar dar, sıkıştırılmış ikili ranzalar, herkesin gözünde muğlak bakışlar,çok değişik ve çarpık inanışlar,sanki her şey iç içe girmiş bir vaziyeti gözlemledim.
Efkarım dağınık,keyfim kaçık,sıkıntılarım,asabiyetim hadsiz ve açık,durumun ciddiyetini anlayanlar,hemen etrafımı boşalttılar, ihtiyacımı sordular.
Vakit daraldı ikindi namazımı kılamadım,şu duvarlardaki sembol resimleri uygun bir yere kaldırın da,kıbleye yönelip namaza duralım.
Saf,katkısız,berrak,olsun ki kıble gahımız,durunca namaza, dünya ve dertlerinden arınmış olarak,öyle bir namaz kılalım ki, kendimize gelip, sabır ve metaneti kuşanalım dedim.
Tam otuz dört gün tutuklu kaldım,Allah’ın izni ile Kur’anı Kerim öğrettim,otuz üç kişinin namaza, başlamasına vesile oldum.
Çoğu zaman cemaatle kılıyorduk,kendim sürekli kitap okuyordum,din, devlet, halk bütünlüğünün,maksatlı olarak tahrip edildiğini, basit bir şekilde yozlaştırıldığını hazmedemiyordum.
Entrika ve desiselerin odağında bulunan, çıkar çevrelerinin,milleti ve devleti işbirlikçileri ile nasıl perişan ve tarumar ettiklerini, düşünüyor,analizler yapmaya çalışıyordum.
Tutuklu kaldığım günlerde,idamlık,müebbetlik mahkumların,yalakaları tarafından ezilmek,emir uşağı edilmek istendim.
Reddettim; güreşmek bahanesi ile alt etmek istediler,becerip yenemediler, değişik oyunlar sergilediler, imtihan edip sorguladılar, ama tüm koğuşun önünde rezil oldular.
Davalarına ulaşmak için her şeyi göze alan ve meşru sayan,akıl ve izanı,çoğu zaman nefsi ve enaniyetiyle karıştıran,bu ahmak grupları;
Sonunda bölüp,parçalamak,güçsüz bırakmak için çıkar yol buldular, bana, sen Kur’an la çok ilgilisin,bizlerde Müslüman’ız ama,senin gibi düşünmüyoruz diyerek.

Ve şu andan itibaren seni, yeşil komünist olarak tanıyacağız ve öyle bileceğiz dediler.
Bu kanaate nasıl varmışlar biliyor musunuz?
Takriben beş ay önce, fuarda bulunan çay bahçesinde buluşmak üzere, fatih dernek başkanı ve yönetiminde bulunan üç arkadaşı beni ve arkadaşım Mustafa’yı davet etmişlerdi. Hakkımızda neler duymuşlarsa!
Konuşalım,tanışalım diyorlarmış.
Bize bu teklifi, bizim sınıfımızda bulunan Mustafa Saccıoğlu getirmişti,bizde tereddüt etmeden kabul ettik.
Maksat konuşmak ve tanışmak değil miydi,bizim için hiçbir sakıncası bulunmuyordu.
Bizler düşünce olarak sorunları konuşarak, karşı tarafı dinlemeyi bilerek, şiddet ve adavetten uzak kalarak, meselelerin çözüleceğine inanıyorduk.
Nihayet buluşmuştuk,başkan olan arkadaş,yüz hatlarında yorgunluğu, bakışlarında ön yargıyı barındırıyordu ve varlıklı bir aileye mensup olduğu fark ediliyordu ismi de Fatihti.
Diğer arkadaşları da maddi açıdan aynı düzeyde sayılabilecek,kolejde okumuş, çok bilmiş, aşağılayıcı tavırları ön plana çıkan,oldukça şımarık kişilerden oluşuyordu.
Dördü de Kayseriliymiş, fakat ben hem şehirlileri olarak, onların serkeş, kıvıran, birbirlerine aşırı sulu davranan, üslup ve tavırlarına şahit olunca!
Zengin bir ailenin çocuğu olmadığıma şükrettim ve Kayserili olmaktan haylice utandım.
Bizim fikir ve kanaatlerimizi biliyorlarmış, o nedenlerle kurgulu gelmişler.
Hal hatır sorduktan sonra, hemen mevzuu, milliyetçiliğe getirdiler ve hararetli bir şekilde, hiç fırsat vermeden, peş peşe sordukları sorularla, paniklememizi temin ederek, tesir altında kalmamızı istiyorlardı.
Hoş görü, nezaket ve muhabbet maalesef, ahmaklığın ve adavetin olduğu mekanlarda bulunmazlar, fakat bu değerler onları hiç bağlamıyordu.
Sordukları sorulardan bir tanesi bile seviyelerinin, şartlanmış olmalarının, akıl ve idraklerinin askıya alındığının, ip uçlarını veriyordu.
Ne diyorlar; iki kişi denize düşmüşler ‘e’, bunlardan ikisi de Müslüman’mış ‘e’, bunlardan birisi Türk boksör Mustafa Sandalmış ‘e’, bir diğeri de Muhammet Ali Kılaymış ‘e’, ve biz bunlardan hangisini kurtarırmışız.
Böyle absürd bir soruya, aklı başında bir insan nasıl cevap verirse, bizde aynı şekilde cevaplandırdık.
Fakat çok büyük bir hata yapmışız ki, cevabımız arkadaşların hoşlarına gitmemiş. Siz nasıl Muhammet Ali ile ilgilenirsiniz, bırakın onu, zenciler kurtarsın dediler, masaya yumruk vurarak şiddet gösterisi yaptılar. Tabiî bu duruma canımız sıkıldı, moralimiz sıfırlandı.
Ben böyle tavırlara tahammül ederek, sessiz kalmayı içine sindirecek, müsait bir yapıya sahip değilim.
Ayağa kalktım, bakın arkadaşlar, biz buraya sınıf arkadaşımız Saccı oğlunun hatırını kıramadık geldik.
Şu anda ortaya koyduğunuz tavır, sizin aczinizi gösteriyor, sakın ola ki bir daha bizim bulunduğumuz mekanlar da, böyle bir kepazeliğe yeltenmeyin.
Yoksa saygıyı, hoş görüyü sizler gibi rafa kaldırır, gereğini fazlasıyla size iade ederiz dedim.
Garsonu çağırarak hesabı istedim, çok fahiş bir rakam söylemişti garson, ama hamdolsun ki, üzerimde para mevcuttu.
Bir aylık harçlığımı tereddüt göstermeden garsona ödedim.
Onlar da bir anda boşta bulunduk, kusura kalmayın diyerek yanımızdan ayrıldılar, bizde Mustafa’yla onlara, arkalarından bakıyorduk, lakin acıyor ve üzülüyorduk.
Enteresandır fakat, vatan ve bayrak adına slogan atan bu insanlarda, görerek şahit olduğumuz, yumuşak ve yavşaklara haiz tavırları, bizleri daha da çok şaşırtmıştı. Bu tavırları kalabalıktan çekinmeden, fütursuzca sergilemeleri bizi çok düşündürüyordu, zira bu insanlar, lise gençliğine dava diyerek vatan millet Sakarya nakaratını atıyorlardı.
Benim muhatap olduğum ve zaman ayırarak adam sandığım ve tartıştığım bu arkadaşlardan kaynaklandığını bir kez daha öğrenmiş oldum.
İşte suçumuz, bunlar taraflarından şeriatçı olarak algılanmamız ve dolayısıyla yeşil komünist hükmüyle, yargılanmamızın nedeni buymuş.
O tartışmada babası halı toptancısı olan, babasının sermayesine güvenerek, koleji terk eden ve oldukça şımarık meziyetli tanıdığımız, Metin ismindeki sulu insan, diğer koğuşta iki aydır yatıyormuş, bazen görüşüyorduk fakat nereden tanıdığımı hatırlayamıyordum, sağ olsun o daha genç olduğu için beni tanımış.
Ve üç gün sonra koğuşta düzeni bozmaktan, disiplin kurulu kararı ile falakaya yatmama karar verildi.
“Falakaya yatmam, dayak yemem, benim için sorun değil”, diyerek konuşmaya başladım ve devem ettim, sorun olan, bu kadar yanlış ve haksız uygulamaları bulunan!
Vicdanlarınızın kabul etmediğini bildiğim halde, zulmü dava diyerek insanlara yutturmaya kalkmanız ve kendinizi bilerek aldatmanızdır diyerek, konuşmama devam ettim.
Koğuşta bulunan arkadaşlarımızın hepsi, yaptığınız zulmü görüyorlar ve göz yaşı döküyorlar, ama şerrinizden korktukları için, haksızlığınızı istemeyerek acı içinde yudumluyor ve söyleyemiyorlar.
Fakat ben, bu zulüm ve haksızlığın, hiçbir anlam ifade etmediğini, gözlerinizin içine bakarak, ses çıkartmadan, karşılık vermeden, tavrımla ve imanımdan aldığım kuvvetimle, hafızanıza nakşedeceğim.
Hayatınızda utanacağınız kalıcı bir iz olarak bırakacağım, bunu her zaman hissedeceksiniz… sakın bunu unutmayın diyerek ekledim.
Şamanizm’i savunan, idamlık mahkum olan, babası üç gün önce kurşunlanarak öldürülen, birkaç kez tartıştığım, iriyarı, yüz on kilo bulunan Mahmut isminde bir arkadaş.
Koğuşta bulunanların pek sevmediği, fakat idamlık olduğu için ses çıkartamadığı, itici bir tip olan bu adam, karşıma dikildi, gözlerini yere eğdi, hasmını görmüş ve eline fırsat geçmiş bir keyifle başlayarak!
Kum torbasına çalışır gibi, nefes nefese kalarak, ter boşalırcasına, takatsiz kalana kadar, üzerimde yumruklarıyla çalışma yaptı ve nihayet dili dışarı çıktı ve yere yığıldı kaldı.
Ne oldu yoksa yoruldun mu, sizlere hiçbir zaman, gücünüzün yetmeyeceğini söylemiştim, neden şimdi yüzüme bakamıyorsunuz, niye nefesiniz kesildi ve soludunuz, şimdi tüm koğuşa rezil, kepaze oldunuz.
İşte sizin davanız bu, hakkaniyet yok, insaniyet yok, maneviyat yok, ne olduğu belirsiz, ilkesiz ve mesnetsiz, gözü kapalı bir şekilde ve puta taparcasına!
Çıkar ve cürümlere koşarcasına, en yakın dostlarınızı dahi, menfaatiniz uğruna harcayarak ve kandırarak aldatıyorsunuz.
Evet ben İslam ve prensiplerini dava, Hz. Muhammedi önder, Kuran’ı rehber olarak kabul ettim, var mı itirazınız diyerek içimden geldiği gibi haykırdım.
Son söz olarak, bizler ölmeye veya öldürmeye değil, haksız yere kan döküp inletmeye değil, zulme götüren gayeye değil, parçalayıp yok etmeye asla talip değiliz ve olamayız da.
Yaşamaya anlam katarak, düşünmek varken, sükunetle tartışıp, konuşmak dururken, severek, sevilmek mümkün iken!
Yok etmek yerine, yetiştirmek için çalışmak, daha güzele koşmak, kainatın en şereflisi olmak, varlık aleminde mükemmeli yakalamak, daha iyi ve manalı değil mi?
Yaratana kul olmak bilinciyle koşarak, samimiyetle el açmak, yakarmak ve aczimizi idrak ederek, vuslatta olsak, hiç olmazsa dahi bu uğurda şehit olsak, daha güzel ve manalı değil mi?
İşte benim davam diyerek gönül verdiğim ve manada mücadele ettiğim yöntemim budur.
İlkelerim sevgi ve saygıdan beslenir, doğrularım evrensel mesajın bir simgesidir, dedim ve sustum.
Koğuşta bulunan insanlara, şöyle bir baktım ki, çoğu ağlıyor gözleri kıpkırmızı olmuş, şaşırdım ve bu duruma çok duygulandım.
Müsaade isteyerek, yavaş, yavaş aralarından ilerledim, gam ve kedere bürünerek, lâvaboya doğru yöneldim, tabiatıyla yüzümü yıkamak maksadıyla.
Hemen arkadaşlar koluma girdiler ve bana yardımcı oldular, bir kısmı kalkarak yol verdiler.
Musluğu açarak hazır hale getirdiler ve başına geçtiler, ellerimi uzattım, bir miktar su alıp yüzüme sürdüm.
Aman Allah’ım ne müthiş bir acı, bir daha denedim, daha çok acı çektim, yüzümü kaldırıp aynaya baktım ki, kendimi tanıyamadım, daha çok şaşırdım ve elhamdülillah diyerek şükrettim.
Yüzüm ala bora olmuş, sanki coğrafyaya dönmüş, gözlerimin feri sönmüş, öyle bir yakından baktım ki aynaya, falakaya yattığım andan, şu ana kadar hiç acı duymamıştım, zulme ve haksızlığa kilitlenip kalmıştım.
Düşününce içim kabardı, alev oldu yandı, hislerim canlandı, kuvvet kaslarımı sardı, onlarca insan direncine ulaşmıştım neredeyse.
Arkadaşlar haklı olduğumu, maksatlı bir şekilde zulme uğradığımı, benim yanımda olduklarını, ifade ederek kızgınlıklarını anlatmak isteyerek, söylenip durdular.
Konuşmalarına aldırmadım, kahrımdan kim kimim adamıdır, kim bilir diyerek içimden, tekrar aynaya bakarak hayıflandım.
Aradan üç gün geçmişti, ziyaret gününün zamanı gelmişti.
İsmi okunan mahkumlar, koşar adımlarla ve bir sevinçle hazırlanıyor, gözün aydın diyenlere de, eyvallah diyerek ilerliyorlardı.
İsmi okunmayanlar ise, ya başka ilden gelen mahkumlardı, yahut ta yaşarken insani değerlerden uzak kalmış, enaniyet’ini her şeyin üzerinde görmüş, zavallılardı.
Onlarda anlamış olmalılar ki hatalarını, kulakları seste, gözleri ümitsiz de olsa, uzaklardan gelecek sır dolu mesajı almak için teyakkuzda bulunuyorlardı, bu durumu izlerken kendimi alamıyor, hüzünleniyorum.
Ranzama uzanmış bir vaziyette, elimde bulunan kitabın, satırları okumaya çalışıyorum, fakat zihnim her nedense meşguldü, okuduğum satırları anlamıyordum, kitabın sayfalarına yine bakarken, ilgisiz gibiydim lakin, istemeden olanların sevinçlerini paylaşıyordum.
Bende her insan içinde var olan bir ümitle, ismimim çağrılmasını bekliyordum, ismi çağrılanlar da gördüğüm ümit, sevinç, neşe, koğuşu kuşatarak sarıyordu, fakat herkes bundan haz alıyordu, keder, hınç, kin, bir anda her nasılsa istirahata çekiliyorlardı.
Nihayet sabırla beklediğim, çağrılma anım gelmişti, ranzadan doğrularak elimdeki kitabı kapatarak, yastığın altına koydum ve bir hamlede kendimi yerde buldum.
Keyiflendim, koşar adımlarla görüşme mekanına, bir solukta hemen vardım, koridor oldukça kalabalıktı, görüş yeri beş ayrı kabinden oluşuyordu, içine girince üç aşamalı, demir parmaklı cam karşınıza çıkıyordu.
Dikkatli bir şekilde süzdüm ve baktım ki, karşımda duran, benin güzel yüzlü çilekeş anam, anne hoş geldin diyerek haykırıp, bağırıyordum.
Fakat nafile tanımamış olmalı ki beni, oğlum ben Mustafa Cilasun’un annesiyim ne olu,r çabuk bir haber ver de gelsin görüşeyim dedi.
Peki teyze hemen çağırıyorum, sen buradan ayrılma bekle, diyerek oradan ayrıldım, koridorda bir tur attım ve tekrar aynı yere geldim, yeni geliyormuş gibi yaparak.
Anacığım hoş geldin, nasılsın dedim, annem dikkatli bakıyordu yüzüme, fark etmiş olmalı ki halimi, pür telaş ve acı bir şekilde, ne oldu yüzüne oğlum dedi, ne kadar gizlemeye çalışsam da, beceremediğimi anladım.
Anne zannettiğin gibi değil, burada spor yapmak zorundayız, top oynarken düştüm, bu yüzden yüzüm yere geldi yüzüldü, fakat inanmadı, ikna etmek için, içim yanarak yemin ettim, yeminimi duyunca biraz rahatladı, annem yeminime çok itibar eder ve inanırdı.
Annemin yüzüne bakarken utanıyor, kahrediyordum, çünkü annemin gözü gibi bakarak büyütüp, emanet ettiği yüzümü, ben ne hale getirmiştim.
Yeniden yumruklarımı sıkarak, hak etmediğim halde, beni bu hale getirip, dava adına zulmü, reva görenlere ve bununla öğünenlere acıyarak hayıflanıyordum.
Canım anamın geldiğine, sevineceğim yerde, maalesef daha çok üzüldüm, yüreğim parçalandı, bir anda mahcubiyet ve aczi yet her tarafımı sardı, duman etti, içimi sızlattı ve yüreğimi dağıttı.
Ama olsun yinede, hayatımın en değerli varlığı olan, canım anamın, yüzünü görmem ve ayrıca, karşısına onu utandıracak, bir başka suç ile çıkmamam tek tesellim olmuştu.
Garip anam, bana iç çamaşırı ve kıyafetin yanı sıra, güzel şeyler getirmiş sağ olsun, çok ikram olmuştu.
Okul arkadaşlarım gelmişler, görüştük ve özellikle dostum Mustafa, zahmet etmiş unutmamış sigaramı getirmiş, çok ikram olmuştu.
Onun için Rabbıma, sonsuz şükürler olsun diye el açtım ve yakardım.
Ömrüm vefa ettiği sürece zillet, adavet ve enaniyetten ona sığındım.
Cezaevinde geçirdiğimiz günlerin, 34.günü olan bu gün, mahkemeye çıkacağımız gün olduğu için, gece dahi doğru dürüst uyuyamamıştık.
Zaman gelmişti artık, hazırlığımızı gün evveli yaptık ve mahkemeye çıkmanın heyecanını yaşıyorduk, nihayet gardiyanlar geldi ve o günkü listeyi okudular.
Hazır olanları hizaya koyarak, kelepçeleyip, dış kapıya doğru yöneldiler ve cezaevi aracının yanına geldiğimizde, beklememizi söylediler.
Askerlere teslim ederek, kendi görevlerini ifa ettiler.
Askerler daha sert ifadelerle, bizleri nizama koyarak, araca sıra ile bindirdiler.
Aracın içi hafif karanlıktı, sigara içenlerden epeyce bunalmıştık, fakat ses çıkartamıyorduk, zaten herkesin bin bir türlü derdi ve ümidi vardı.
Çünkü dert bir değildi ki, bunu biliyorduk, çektiğimiz her nefeste, hak etmediğimiz acılarımızı, içimize gömerek, çaresizlikten kıvranıyor ve adeta soluyorduk.
Nihayet cezaevi aracı durdu ve stop etti, anladık ki, bizimde yolculuğumuz nihayet bitti, askerler kapıyı açtılar fakat, gözlerimiz güneşten o kadar çok kamaştı ki, o an kimseyi göremedik.
Ellerimiz kelepçeli vaziyette, araçtan aşağıya indik ve askerler bizleri gözleri ile sayarak, adliye sarayının bodrumuna götürdüler, burada saatlerce dikildik ve öylece bekledik.
Donuk, sönük, kuşku ve merak bütünlüğünde, sütunları sayarak, gelen gidenlere anlıyormuş gibi bakıyordum ve bu arada askerler, arkadaşlar zaman geldi, haydi hazırlanın gidiyoruz, komutunu verdi.
Her nedense o vakit kalbimde, sonsuz bir heyecan hissettim, adeta yüreğim dışarı fırlayacak gibi atıyordu, fakat o an, nasıl bir savunma yapacağım, şablon gibi aklıma geldi, gece sabaha kadar düşünerek hazırlanmıştım.
Adliyenin bodrum kapısından çıktık, merdivenleri ve katları bir solukta adımlıyorduk, meraktan bekleyenlerimiz oldukça çokmuş, salonda onları görünce sevindik, hüzünlendik ve şaşırdık.
İstanbul dan rahmetli Ramazan amcamın, sevgili eşi Leyla yengemin de, gelmiş olduğunu fark ettim, lakin onlara da zahmet verdiğimi düşününce, istemesem de üzüldüm.
Sarılıp, hal, hatır soramadan, kendimizi biranda mahkeme salonunda bulduk, tarama özürlü, kalın gözlüklü, orta yaşlı bir avukat, bizim davamızı savunacakmış.
Hakim bey bizlere sorular yöneltti, cevap verdik, ve bir müddet bekledik, netice itibariyle tutuksuz yargılanmak üzere, serbest bırakıldık.
Tabi olarak heyecanım yatıştı, çok sevinmiştim, o anki coşkuyu tarif edemem, sarılan, öpen, kucaklayıp kahraman ilan edenler, hat safhadaydı.
Cezaevinin kapısına kadar, konvoy halinde gelerek, eşyalarımı alıp, çıkmamı bekleyen, oldukça kalabalık arkadaşlar içimi kabartıyordu.
Cezaevindeki arkadaşlarla vedalaşıp ayrılarken, idamlık ve kabadayı olarak bilinen, bağrı yanık Şereften;
Gardaş buranın huzurunun senimle bir başka olduğunu, çok geç anladık, yeni bulmuşken, kaybetmenin acısını yaşadıklarını ifade ederek, gönlümü almak istedi, koğuşun en kıdemlisinden bunu duymak, beni ayrıca sevindirdi.
Bizleri unutma seni çok arayacağız diyerek, haydi arkadaşlar dedi ve hep bir ağızdan çırpınırdın kara deniz, şarkısı söylenmeye başlandı.
Koro halinde söylenen ve oldukça gür seslerin koridorları çınlattığı, o güzel anın izlerini, kulaklarımda hala taşırım.
Gardiyanların, yalak ve salaklarını ayırdıktan sonra, kalanlarla vedalaşıp, cezaevi ana kapısından çıkınca, aklıma ilk gelen kafesten kaçan kuşlar oldu.
Tezahüratlar yaparak bekleyen, coşkulu kalabalığa karıştım, otuz dört gün boyunca, içimde sakladığım, kini, dışladım sanki yeniden kendimle barıştım.
Konvoy halinde evimize geldik, sevgi yüklü muhabbeti yere serdik, sofralar kuruldu ve bulunan nimetlerden nasiplendik.
Üç gün boyunca gelen, geçmiş olsun, gözünüz aydın diyen, sürekli nasıl geçti günlerin diye, sorarak merak edenlerin sayısı oldukça fazlaydı.
Takip edildiğimi bildiğim için, kırk beş gün sürekli müspet konuşarak, tespit etmiş olduğum, lâçkalık ve kokuşmuşluğu, öne çıkartmadım.
İlmi siyasetin gereği ve kuvvet dengesinin şartı, kanaat oluşturmak, gücü toplamak, söylem ve tarzlarında paralelliği aynı anda yansıtmaktır.
Potansiyel tespitinden sonsa, gerçekleri her yerde değil, yeri ve zamanı geldiğinde haykırmak, yanılgıda olanları sabırla ayıltmanın lüzumuna inanmaktır.
Nihayet okulu, zar zorda olsa, küçük bir vukuatla tamamladık, güya meslek sahibi olduk, onunla ilgili iş araştırmaya başladım.
Okul arkadaşım İsa, ağabeyinin elemana ihtiyacı olduğunu belirtti ve istersem onun yanında çalışacağımı söyledi.
Hiç tereddüt etmeden hemen kabul ettim, zira başka bir alternatifim yoktu ve çalışmak zorundaydım ve böylece demir doğramacı olarak, mesleğe ilk adımı attık.
Usta ölçüleri veriyor, bunları yap, hazırla yarın takacağız diyor, aynı zamanda orta ana dolu fabrikasında, çalışan biri olduğundan, çekip gidiyordu.
Saclar ölçüler dahilinde kesilip, doğranacak, sonra toparlanıp puntalar halinde kaynak yapılacak, spreyle taşlanacak ve akşama hazır hale gelecek.
Düşündüm, taşındım, bazen de şaşkınlıktan ensemi kaşıdım, bir çıkar yol bulamadım, usta benden o kadar çok şey istiyordu ki, şaşırdım, donup kaldım.
Yeni mezun olmuş, pratikle hiç yoğrulmamış, benim gibi acemi bir insanı, dükkanda yalnız bırakarak, onca iş başına sarılarak, ne yapılmak isteniyor diyerek söylendim.
Ne yaptım biliyor musunuz, hiç bir işe el sürmedim, bekledim, düşündüm, durdum, en sonunda dağılmış malzemeleri topladım, bir kenara koydum.
Kapıyı sıkıca kontrol ederek, kilitledim hemen arkadaşım İsanın yanına giderek, olanları bir solukta sıraladım ve kendisine anlattım.
Anlattıklarımı dinleyen İsa’nın, katılarak gülmesine ve gözlerinden yaş gelene kadar, bu eylemine devam etmesine şaşırdım.
Nihayet önemli değil, zaten böyle olacağını biliyordum demesi, çaktırmadan beni süzmesi, unutulmayacak kadar enteresan ve güzeldi. Fakat çok rahatlamıştım.
İsa beni bırakmadı, çay demledim birlikte içeriz, sabredersen az bir işim kaldı, beraberce birkaç yer daha var, oralara da bakarız dedi.
Benim yıllarca sanayi tecrübem var,ben dahi yapamam ağabeyimin sana yap dediği işi,üzülme zaten yanında da kimse çalışamıyor,diyerek teselli etti.
Birkaç yere baktık,haber vereceklerini söylediler,teşekkür ederek ayrıldık,yine sokakların arasına daldık,daha sonra İsa ile görüşmek üzere vedalaştık.
Evimize beni terk etmeyen efkarımla geldim,canım koç babam kapının önünde sandalyede sanki beni bekliyormuş gibi oturuyordu.
Selam verdim,nasıl olduğunu sordum,içeriye geçip soyumdum,iş kıyafetimi giyerek,bahçeyi bellemeye,kendime gelmeye koyuldum.
Bahçe ile uğraşırken dertlerimle,derinlere dalıyor hiç yorulmuyordum, zaman ilerlemiş ve alıp başını sessiz sedasız gitmiş,nihayet hava kararmıştı.
Bir ses geldi kulağıma,dönüp baktım ki annem, yemek hazırlamış,babamla bana bakıyorlarmış,ben hiç fark etmeyince,yemek soğumasın diye çağırmış.
Yemek atıştırırken,İstanbul da ki fabrikatör amca zadelerimden,Osman ağabeyimin aradığını,beni sorduklarını ve telefonla kendilerini aramamı söylemişler.
Onları biran düşündüm,İstanbul gibi dünya şehrin de, çocuk yaşta babasız kalarak,eniştesinin yanında yılmadan çalışarak,ayakta kalabilmeyi başarmış ve şahsına ait bir işyeri açarak kendi ayakları üstünde durmayı başarmış.
(devamı nakşeden izler 3 te)

Mustafa Cilasun
Kayıt Tarihi : 5.7.2007 10:40:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mustafa Cilasun