Eski şehrin masalsı manzarasını kucaklayan televizyon stüdyosunda, kavanozun içine hapsedilmiş kelebekler misali camlara yapışınca gürültüden büsbütün arındırılmış sessiz bir hayatı tasavvur etmeye çalıştım. Varlıkların, nesnelerle ahenkle salınışını, tabiatın onu yok edenin yeteneğiyle zarif minarelerde buluşan uyumunu hissederek o ‘geniş’ ânı olduğu gibi hafızama kaydedebilmeyi diledim. Bilincin, hayal gücünün kuşattığı evren karşısında duygularını ifade edemediği için hiç durmadan çığlık atan insanlığın hali pek bir zavallı göründü bana. Hâlbuki hiçbir şeyin, ne yıldızların, ne tarihin, ne de geleceğin bize ait olduğunu görebilmek için durup biraz susmak gerekiyordu.
Oradan çıkınca hiç acele etmeden yavaş adımlarla yürüdüm. Zamanın sert iklimine sürtüne sütüne parlayan iri taşlı, yosunlu dik yokuşlarda biraz soluklandım. Rutubet, baharat, sandık içi, ahşap tozu, yanık kahve, tütsü, gülyağı, kalaylanmış bakır, kömür, kokularıyla kendinden geçen çarşıların çıkmaz sokaklarında kayboldum. Ben doğmadan çok önceleri yazılmış bir hikâyede dolaşır gibiydim. Başkalarının gözünden yorgun yüzüme bakınca herkesin kendi bahçesinde büyük bir ‘sır’ olduğunu gördüm.
İki ebedi karanlık arasında...
İnsan onu olgunlaştıran coğrafyadan haliyle etkileniyor. Beş asır evvel mihrap duvarına konan ilk taşla doğan Süleymaniye Camii’nin önünde durup, kişisel hafızanızı tazelemeye çalıştığınızda hatıraların uçuculuğuyla yapayalnız ve belki biraz da önemsizmiş gibi ‘tek ve tenha’ hissediyorsunuz. Ancak ne tuhaftır ki aynı bilincin uyanışıyla açılan ‘sonsuzluk’ karşısında evren de küçülüyor.
Camiye girince vaktiyle Sinan’a muhalif olanların Sultan Süleyman’a çökeceğini söyledikleri kubbenin zarafetine bakıp gülümsedim. O görkemli yapının koynundan sarkan kandil ışıkları, mevsimlerle renk değiştiren nakışlı camlara yansıyordu. İçerde fısıltılarla ibadet edenlerin huzuruyla gevşeyince kafeslerden sızan huzmelerinin ısıttığı halıya usulca oturdum. Ve beni yakından tanıyan kimsenin yadırgamayacağı bir rahatlıkla çantamdaki Nabokov kitabını açıp ilk cümlelere baktım tekrar: “Beşik bir uçurumun ucunda sallanır ve sağduyumuz bize, varoluşumuzun iki ebedi karanlık arasındaki kısa bir ışık çakmasından başka bir şey olmadığını söyler. Bu iki karanlık birbirinin tıpatıp aynısı olsa da, insan kural olarak, doğum öncesindeki uçuruma, yetişmeye çalıştığı diğer uçuruma nazaran daha serinkanlı şekilde bakar.” Başımı kaldırdığımda öbür karanlığın kıyısında dolaşan ihtiyar bir kadının bana şefkatle gülümsediğini gördüm. Hafızası ona ne anlatıyordu acaba? Yakında sona ereceğini bildiği bu maceranın sonunu da eksik kalan hayalleri, rüyaları gibi kabullenmeye çalışıyordu muhtemelen.
Dostoyevski’yi sevmezdi
Varoluşu kısa bir ışık çakmasına benzeten Nabokov, kimi yazarları acımasızca eleştiren alaycı küstahlığına rağmen o ‘aydınlık’ süreçte tanık olduklarını, şiirin kanlı mendilinde saklayarak anlatan bir yazar. New Yorker dergisi için yazdığı makalelerin toplamından oluşan bu kitap, okuduğum hiçbir otobiyografiye benzemiyordu. Ama yine de yaşadığı dönemin silinmeye mahkûm izlerini, hatıralarından süzülen parçacıklarla, kayıp çocukluk, gençlik imgeleriyle birleştirerek yazdığı makaleler beni pek şaşırtmadı. Onu tanıyan okurun bildiği incelikli anlatımı bir yana, romanlarından da eksik etmediği ironik tavrıyla kendini gözetlerken bile o malum ‘yazar kibrine’ fazlasıyla sahip olduğunu hatırlatıyor.
Hiç de mahrem olmayan anılarının peşinde koşarken “konuş hafıza” dedim kendime. Hatırlıyorum; gençliğin başıbozuk heyecanıyla onun yüzünden ciddi ciddi kavga ederdik. Amerika’da yaşarken yaratıcı yazarlık dersleri veren Rus ve Avrupa edebiyatı profesörü Nabokov, Dostoyevski’yi acımasızca eleştirir, hatta fena halde küçümser çünkü. Koyu bir Tolstoycudur o. Çehov, Gogol ve Turgenyev’i de öğrencilerine severek anlatır ama Dostoyevski’yi neredeyse Rus düzyazı geleneğinin dışında tutar. İşte bu yüzden onun zengin anlatımına bayılmama rağmen, inatçı bir çocuk gibi muhteşem bir yazar olduğunu kabullenmek istemezdim. O kim oluyordu da benim ‘deli prensimi’, biricik Dostoyevski’mi aşağılıyordu? İtiraf etmeliyim ki, yıllar sonra kitabının önsözüne koyduğu notu okuyunca, benim ince dudaklarıma da yazarın müstehzi tebessümü yapıştı. Onun da zaafları olan ‘sıradan’ bir insan olduğunu görüp rahatladım herhalde: “Yaşayanları incitmemek ve ölüleri üzmemek için, uygun gördüğüm bazı isimleri değiştirdim” diyor. Acaba tam olarak kimleri kastediyordu. Herhalde gerçekten çok sevdiklerini...
Edebiyatın dedektifi
Kendi deyişiyle daha ziyade ‘renkli işitme’ diye tanımladığı yeteneğiyle yazdığı bu kitap, vaktiyle ‘ahlaksızlığın başyapıtı’ ilan edilen Lolita’daki kahramanı Humbert’in kendisi olup olmadığı sorusunun peşinde koşanlara ya da benzeri yazar dedikoduları arayanlara hitap etmiyor haliyle. Bir gün Türkçede tekrar yayımlanmasını ümit ettiğim Edebiyat Dersleri’nin girişinde, “Benim derslerim, başka şeylerin yanısıra, yazınsal yapıların gizini bulup çıkarmaya yönelik bir dedektifliktir” diyordu. Hayatına yaptığı şey aslında tam da bu. Hatta belki daha mesafeli ama çok daha titiz bir ‘kendine yolculuk’.
Onun hakkında ne bilmek isterdiniz? Asil bir hayata doğduğu, Rusçadan evvel İngilizce ve Fransızca öğrendiği, sıkı bir futbol tutkunu, kaleci, kelebek avcısı ve koleksiyoneri, satranç oyuncusu olduğu, ucunu sivriltip durduğu kurşun kalemiyle yazdığı, evliyken İrina asıllı bir Rus’la tutkulu aşk yaşadığı, Lozan’da bir hastane odasında öldüğü gibi somut, çıplak bilgiler bir yazarın ne kadarını anlatabilir bize? Görüneni zaten edebiyat tarihçileri yazıyor ve onu rakamlarla, belgelerle merak edenler bu türden ‘hap bilgileri’ yutuyor. Hiç saklamadığı halde kolayca görünmeyeni, kimi zaman dingin kimi zaman fena halde hırçın olan iç sesiyle yine yazarın kendisi gün ışığına çıkarabiliyor sanırım. Her ne kadar romanlarına dair ipuçları verse de okuru hemen uyarıyor: “Okuyucu bu eserin çeşitli yerlerinde, romanlarıma yapılmış göndermeler bulacaktır ama genel olarak sözkonusu romanları yazmanın meşakkati bana yeter! ” Böyle diyor yazar ama hatırladıklarını edebî zevki, estetiği böylesine yüksek, rafine bir anlatımla ifade edebilmek daha az meşakkatli değil bana kalırsa.
Onun kameriyesi...
Çocukluğundan beri yazdığı şiirleri genç yaşında kendi parasıyla yayımlayan yazar, bu makalelerin birinde şiire başlama ve ondan vazgeçme ânının hudutlarını iyice esneterek yazmış. Bu bölümün başında da sizi götüreceği ruh iklimini nasıl yaratacağını doğrudan söylüyor: “Şiir yazma ilhamının uyuşukluk verici çılgınlığının üzerime çöktüğü 1914 yazını yeniden kurmak için, tek yapmam gereken bir kameriyeyi gözümün önüne getirmek. Ben o zaman on beş yaşında, ince ve uzun bir delikanlıydım ve o temmuz ayında çok sık yağan gök gürültülü sağanakların birinde kaçıp kameriyeme sığınmıştım.” Bu girişten sonra herkesin bir zamanlar sahip olduğu ve unutmadığı için her fırsatta sığındığı o gizli ‘kameriyeyi’, has şiirin damarlarını besleyen unsurlardan beslenerek öyle derinlikli bir bakışla anlatıyor ki, bir an evvel hafızanızın tortusunda birikenleri sözcüklere dönüştürmek için dayanılmaz bir istek duyuyorsunuz. Yine de uyarmalıyım. Her zamanki gibi acımasız en çok da kendine ama asla yaşadığı ânın ‘biricikliğine’ değil.
İlk aşkı Tamara’yla (Kızın ismini değiştirmiş ama aynı renkteki başka bir isim koymuş. Onun için sözcüklerin buluşma noktası, nasıl birleştiği, ânın ayrıntılarındaki duyguların mimarisi çok önemli) yaşadıklarını anlatıyor: “Halka açık parklarda, şiirlere konu olmuş yolların beyaz dantelâsı altında yürürdük. Soğuk banklarda birbirimize sarılıp otururduk; evvela bankların düzgün kar örtüsünü, sonra da eldivenlerimizdeki karı temizlerdik. Müzelere musallat olmuştuk. Hafta içinde müzeler, sabah saatlerinde uyku verici ve ıssızdı; hem de dondurucu pusa ve doğu cephesindeki pencerelerden görünen, kızarık bir aya benzeyen kızıl güneşin tersine buralar gayet sıcaktı. Sakin arka odalara giderdik...”
Sözcüklerin rengi
Gün boyu dünyanın uğultusuna kulaklarımı tıkayarak, bulutların arkasına saklanıp beklenmeyen bir anda gülümseyen mahcup Güneş’in ısıttığı banklarda yazarın ‘hafızasını’ okuyup, mahremiyete yazıya inanarak sahip çıkabilmenin soyluluğunu düşündüm. Melankolik kedilerin dolaştığı daracık sokaklarda yürürken, ‘Nil’in suları kadar eskiye giden yumuşak, gri, üç gövdeli Rus harflerini’ ve onların İngilizcedeki, Fransızcadaki karşılığını görüyordum. O bunu çocukken keşfetmişti, kişisel, toplumsal hafızamızı ebedi kılan sözcüklerin sesleri, renkleri vardı. Onca yazarı birbirinden ayıran da sözcükler âlemine hayat veren nefesleriydi.
Tanrı’nın evindeyken okuduğum o temkinli cümleyi hafızamın taş duvarlarına iyice kazıdım: “Yaşamdan tat almanın koşulu, onun tadını haddinden fazla çıkarmamaktır.” O, hayatın tadını başka hiçbir şeyin yerini dolduramayacağı edebiyatın hazzıyla çıkardı. Hafızasını konuşturmak için ‘bir destanın parçalarıyla uğraşan tarihçiler misali kuyrukluyıldızları ve gelgitleri’ izledi. Bir balıkçının tahta köprü korkuluğuna bıraktığı teneke kutunun parıltısını herkesten başka türlü anlatabilmek için hem yüreğinin, hem de keskin zekâsının ‘görsel titreşimlerini’ dinledi.
Edebiyat, nihayetinde Nabokov’a göre iki kürek kemiğimiz arasındaki ürpermeydi.
Onun çok sevdiği mavi kelebeklerin kanat çırpışlarını anımsatan ılık bir ürperme...
* Konuş Hafıza, Vladimir Nabokov / İletişim Yayınları
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:10:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!