Bir yazarın başka bir yazarın hayatını sırları, oyunları, sıkıntıları, maskeleri, mutlulukları, edebî tutkuları, ‘kutsallarıyla’ olduğu gibi anlatması zordur. Zaten tabiatı gereği bencil, kibirli, huysuz olmaya yatkın olan ‘yazar’ (anlatıcı değil) önce kendini, hayallerini, dünyaya dair dertlerini anlatıp ‘biricik’ ve sonsuz bir varlık olduğunu cümle âleme ispat etmek ve haliyle onaylanmak ister. Hâl böyle olunca çok sevdiği öteki yazarı hakkıyla anlatmak için harcanacak mesai hep biraz fuzuli görünür. Kelimelerin sağaltıcı ruh iklimiyle kuşatan yazı kardeşliğine rağmen hayranlıkla karışık kıskançlık da barındıran bir arzudur bu nihayetinde. Fani olma ihtimaliyle kemikleri titreyen bu özel türden sevdiği yazarları iştiyakla yüceltmesini, yazı sanatının inceliklerini, kusurlarını edebî bir lezzetle anlatmasını beklemek da okurun haklı beklentisidir. Ve ne yazık ki bunu içtenlikle isteyen ve yapabilen nadir bulunur.
Geçtiğimiz yüzyılda sevdiği yazarların hayatlarından destansı hikâyeler yaratan Zweig, Tolstoy’u anlattığı bölümlerden birinde bu işin sırrını da ifşa eden bir tesbitle başlar: “Bir sanat eseri, bir hayal ürünü olduğu unutulup varlığı bir gerçeklik olarak algılandığında en yüksek basamağına ulaşır.” O bunu söylerken Tolstoy’un eserlerindeki kurmacanın ötesine geçen gerçeklik hissinden bahsediyordu ama kendisinin de pekâlâ farkında olduğu gibi, yazarlarını anlatırken de benzeri bir bakışa sahip olmuştu. Okuyanlar bilir, muradı yazar biyografileri biriktirmek değil insanlığa yazarak başkasını anlama çabasının kıymetini göstermekti. Bunu kendisini unutarak yaptığı için bize eşsiz bir miras bıraktı.
Açık dedektiflik...
Nabokov tabiatı ve edebiyat algısı itibarıyla onun kadar şefkatli ve ‘fedakâr’ bir yazar değil belki ama tıpkı Zweig gibi muhtemelen kendini beslemek ve sanatlarındaki dehlizleri olanca çıplaklığıyla okura göstermek için içtenlikle çalışmıştı. 1948-58 yılları arasında Amerika’daki üniversitelerde verdiği derslerden oluşan kitapta (Edebiyat Dersleri) Kafka, Cervantes, Turgenyev, Flaubert, Çehov, Tolstoy’un eserlerini örneklerle çözümlüyor yazar. Hâlâ neden Türkçede yeniden yayımlanmadığını merak ettiğim bu kitabın başında okura ve öğrencilerine sesleniyor: “Benim derslerim, başka şeylerin yanı sıra, yazınsal yapıtların gizlerini bulup çıkarmaya yönelik bir dedektifliktir.” Fevkalade isabetli bir tesbit. Tam da böyle yapıyor çünkü ama sadece sevdiklerine. Onun abartılı Tolstoy hayranlığını, Dostoyevski’yi küçümseyen kibirli tavrını bilen bilir. Nabokov bazen cidden acımasızdır aslında. O derslere şöyle başlar: “Tolstoy, düzyazıda Rusların en büyük yazarıdır. Öncülleri Puşkin ve Lermontov’u bir yana bırakırsak Rus düzyazının en büyük sanatçılarını şöyle sıralayabiliriz: Bir Tolstoy, iki Gogol, üç, Çehov, dört Turgenyev. Bu biraz öğrencilere not vermek gibi bir şey; herhalde Dostoyevski ve Saltikov da, aldıkları kötü notları konuşmak için kapımda bekleşiyorlardır.”
Biliyorum, benim gibi Dostoyevski hayranları ona bu bilgiç küstahlığı yüzünden çok kızıyor ama durun hemen sinirlenmeyin, bu sadece başlangıç. Bakın ikinci büyük yazarı Gogol’ü nasıl anlatıyor... Tarihsel, toplumsal hatta genetik, psikolojik tahlillerin bir yazarı anlamaya asla yetmediğine, esas meselenin dilde, kurguda ve üslupta düğümlendiğine inanan büyük bir yazarın ironik çözümlemelerini dinlemek doğrusu yazı sanatına dair algımı her defasında biraz daha zenginleştiriyor. Onunla zekâyla ışıldayan gizemli bir edebiyat yolculuğuna çıkmak, eğlenceli ama gerçekçi masallar anlatan büyükbabanın elini tutup uzak yazı diyarlarında hayatla yeniden tanışmaya benziyor.
Gogol mizahından üstündür!
Nabokov’un Gogol’ünü okurken beni en çok heyecanlandıran özelliğinin, yalnız kalmayı, o ürkütücü ıssızlığı göze alarak düşüncelerini en çıplak haliyle ancak asla sıradanlaşmadan ifade edebilmesi olduğunu fark ettim. Büyük Rus yazarlarının o meşhur “hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık” klişesine çok aldırış etmeden onun neden önemli olduğunu anlatabiliyor çünkü. Bence her fırsatta müstehzi bir edayla dalgasını geçtiği eleştirmenlere de bu işin nasıl yapılması gerektiğini edebiyatın imkânlarıyla gösteriyor. Kurgusal metinler yazmaksızın sadece bir yazarı hak ettiği gibi anlatarak da ‘kalıcı’ olabileceğinin en iyi kanıtı sanırım Nabokov.
Onun benzersiz yazı sezgisi, yeteneği önünde saygıyla eğilen romancı genel geçer tesbitlere haklı olarak çok kızıyor; “Biri bana Gogol’ün mizahçı olduğunu söylediğinde, hemen o kişinin edebiyatla fazla haşır neşir olmadığını anlıyorum, Puşkin’in ömrü vefa edip, Palto ve Ölü Canlar’ı okusaydı, şüphesiz Gogol’ün bir ‘özgün eğlence’ tedarikçisinden fazla olduğunu anlardı” diyor mesela. Bu tesbitin hemen sonrasında onun Taras Bulba, Eski Zaman Beyleri gibi gençlik dönemi ürünlerini gırtlağımızdan aşağıya iteleyip duran Rus öğretmenlerine saldırıp hakikati o acı mizah duygusuyla okurun suratının orta yerine yumruk atar gibi söyleyiveriyor: “Gogol çok dehşetli bir uçurumun kıyısından geçmekteydi. Neredeyse, bir Ukrayna halk hikâyeleri ve ‘renkli aşk serüvenleri’ yazarı haline gelecekti. İfade aracı olarak Ukrayna diyalektiğini seçmediği için kadere (ve yazarın evrensel bir şöhret kazanma açlığına) şükran borçluyuz, çünkü aksi takdirde kaybolup giderdi. İyi bir kâbus istediğimde, Gogol’ü Küçük Rusya diyalektiyle, vodvil tarzı gülünç Yahudiler ve atılgan Kazaklar’la ilgili cilt cilt Dikanka ve Mirgorod hikâyeleri kaleme alırken görüyorum.”
Nabokov’un yazı sanatında çok önemsediği benzersiz üslubuyla anlattıklarını yüksek sesle kahkahalar atarak okurken yazarlığın loş odalarına dair sorgulamalarla beni zorlamasını da seviyorum. Gogol’ün ünlü oyunu Müfettiş’in gerçek hikâyesini anlatırken Puşkin’in ona anlattıklarından yola çıkarak bu oyunu yazmasını önerdiğini ancak onun teşviki olmadan da bu işe girişebileceğini söylüyor ve yine o alaycı tonuyla sorusunu okurunun gelecekteki hafızasına bırakıyor: “Bir sanat eserinin ‘gerçek bir hikâye’ye dayanıyor olmasından (ki bu genellikle yanlış ve her zaman yersiz bir inançtır) marazi bir şekilde tatmin olmamız ne tuhaftır. Yazarının da tıpkı bizim gibi, kendi başına bir hikâye kurgulayacak kadar zeki olmadığını öğrendiğimizde, kendimize daha fazla saygı duymaya mı başlıyoruz acaba? Yoksa nedense küçümsediğimiz bir ‘kurgu’nun temelinde somut bir gerçeğin bulunduğunu öğrenince, zavallı hayal gücümüzün kuvvetini mi artmaktadır? ”
Nabokov’un edebiyat dersleri bu alıntılardan da kolayca anlaşılacağı gibi sadece yazarların hakkındaki tarihsel gerçekleri, eleştiriyi, şatafatlı övgüleri, tuzaklı dedikoduları içermez. Onun edebiyata bütünlüklü bakışı bazen okuru biraz hırpalar ama insanın yazıyla ilişkisini akıllı hamlelerle tazelerken ‘o yazarın’ gerçeğini görebilmemiz için iç dünyasını aralayan yeni pencereler de açar.
İkinci sınıf yazarlar...
Gogol kimdi gerçekten? Bu sorunun cevabına dair ipuçlarını onun hakkında yazılmış onlarca inceleme ve biyografi kitaplarında rahatlıkla bulabilirsiniz muhtemelen ama kitaplarının hayatını yaşayan deha sahibi adamın, Nabokov’un deyişiyle gerçek yaşamda deha sahibi bir aktör olup olmadığını bilemezsiniz. Zaten onun derdi de size onun kim olduğunu göstermekten ziyade, önce Rusya’da sonra evrensel yazı dünyasında sanatının neden kıymetli olduğunu kendi diliyle anlatabilmek.
Bu kitapta ona asıl ıstırap veren şeyin ne olduğunu örneklerle ifşa edip, aniden gelen şöhretiyle çürüten marazi görüşlerinden bahsederken güvenilir gibi bir dost gibi uyarıyor. “Müfettiş ve Ölü Canlar’la ilgili tenkitlere veya eleştirmenlerin gözden kaçırdığı ayrıntılara dair yazılar kaleme almaya başladı. Bunlar çok acıklıdır; tabii eğer okuyucusuyla ya da kendisiyle dalga geçmiyorsa.” Ya da onu bitiren aşırı bilinçli ‘vaiz dönemine’ dair lafı hiç dolandırmadan söylüyor:” ‘Bir yazar ‘sanat’ nedir’ gibisinden sorularla ilgilenmeye başladığında, kaybolmuş demektir.”
Kuşkusuz bir yazarı anlatırken gerçekleri gizlemekle bayağılaşmak arasında incecik bir çizgi vardır. Eğer Nabokov, Ölü Canlar’ın ilk kopyasını Avrupa’ya gitmeden evvel o son gece Puşkin’in okumamış olabileceğini söylüyorsa, buna samimiyetle inanıyorsunuz zira o bu düşüncesini de anlamlı kılacak sağlam gerekçelerle okurunu ikna ediyor: “1837’den yani Puşkin’in vefatından önce yazdığı her şeyin, doğrudan doğruya onun tavsiye ve etkileri arasında şekillendiğine inanmaya gayret etmişti. Gogol’ün sanatı Puşkin’inden çok farklı olduğuna, ayrıca Puşkin’in böyle bir edebî arkadaşlıktan gayrı dertleri bulduğuna göre yazarın verdiği bu bilgiyi ciddiye almamak gerekir. Bu geceyarısı sahnesini aydınlatan kandili, hiç endişe duymadan söndürelim gitsin.” Herhalde bu cümle izaha muhtaç değil ama söyleyelim yine de. Zarif bir lisanla “uyduruyor” diyor.
Nabokov, bu muhteşem kitabın bir yerinde, uzakta kalmış hayatların üzerine düşen tuhaf gölgelerin hatlarını izlemekten hoşlandığını söylemiş. Ben de bundan hoşlanıyorum doğrusu. Öyle ki bu tutkum bazen eserlerinin önüne geçiyor bazen de onları yeniden okumam için beni fena halde kışkırtıyor.
“Gogol tuhaf bir yaratıktır ama zaten deha hep tuhaftır, müteşekkir okuyucuya akıllı eski bir dost gibi gelen, hayatla ilgili fikirlerini güzelce geliştirmesini sağlayan yazarlar, ikinci sınıf yazarlardır aslında” diyen diğer tuhaf yaratık Nabokov’u da kimselere benzemeyen duruşu ve elbette usta romancılığı yüzünden önemsiyorum. Çok katmanlı, birbirlerinin üzerine yığılan edebî hayat hikâyeleriyle onlara eşlik etmenin yazının sihrini çoğaltacağını bildiğim için yeni keşiflerime çocuklar gibi seviniyorum. Onun tarif ettiği gibi Gogol’ün tarzındaki boşluklarda ve deliklerinde kendi yaşamımım kusurlarını da görebiliyorum. O bana hepimizin dünyasının tek ama ‘bir’ olduğunu da anlatıyor çünkü. Komik olanla kozmik olanın arasındaki farkın tek bir sessiz harften ibaret olabileceğini söyleyen, Gogol’ün sonundaki ‘l’ harfinin yumuşak eriyen bir ‘l’ olduğunu, o harfi doğru telaffuz etmeden onu anlamanın mümkün olmadığını söyleyen huysuz Nabokov’u nasıl sevmem?
(Nikolay Gogol, Vladimir Nabokov, İletişim Yayınları, Çeviren: Yiğit Yavuz)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:04:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!