Muzeyyen Baskir : Hayatı, Biyografisi, E ...

0

ŞİİR


27

TAKİPÇİ

MUZEYYEN BASKİR HAYATI

Muzeyyen Baskir ....Şubatın sekizinde kova burcunda......gelmişim dünyaya biraz hengameli bir hayatım var.....her kese her şeye küstüm uzun bir zaman...
şimdi önce kendimi affetmekle bağışlamakla ve sevmekle başladım sonrada herkesi affettim her kesi bağışladım her kesi.........edebiyatı ve şiir okumayı çok seven biriydim ama şiir yazmayı elli ustu yaşımda keşvettim bir arkadaşımın önerisi doğrultusunda.((selam olsun ona.))



BENİ HATIRLAMAK İÇİN
GÖZLERİMİ:gün ışığını,bir bebeğin yüzünü,bir kadının gözlerinde ki sevgiyi görmemiş bir adama verin.
KALBİMİ:kendi kalbi ona acı vermekten başka bir işe yaramamış birine verin.
KANIMI:bir otomobilin enkazı altından çıkarılmış olan gence verin.Verin ki torunlarının oynadığını görene dek yaşasın.
BÖBREKLERİMİ:haftadan haftaya yaşaması makinaya bağlı olan birine verin.
KEMİKLERİMİ:alın ve sakat bir çocuğun yürümesinin yolunu bulun.
Eğer bir şeyleri gömmeniz gerekiyorsa,suçlarımı,hatalarımı,insanlara karşı olan önyargılarımı gömün.
Günahlarımı şeytana,ruhumu tanrıya verin.Eğer yeri gelir de beni hatırlamak isterseniz bunu size ihtiyacı olan birine yardım ederek yapın.Eğer tüm bu isteklerimi yapıyorsanız ben sonsuza dek yaşayacağım....

BUTUN ORGANLARIMI BAGISLADIM.....HADI SIZDE DUSUNUN.................................................................

‎ '' Hiç, bir insanı unutmak,
bir insandan vazgeçmek,
bir insanı hayatından sonsuza kadar çıkartmak zorunda
kaldın mı hiç?
Hani ölmüş gibi,
hani uzatsan da elini tutamayacağını bilmek gibi,
her an kapından içeri gülümseyerek gireceğini bekleyip
ama aslında hiç gelemeyeceğini de bilmen gibi.
Ne zor şey değil mi ölmediğini bilmek,
ama ölmüş gibi ulaşılmaz olması artık o insanın sana,
ne kadar katlanılmaz bir gerçek değil mi
sen hala bu kadar sevgili iken?
Özlemek,
bu kadar özlemek,
etini kemiğini yakarcasına özlemek…
çok kötü değil mi?
Bu kadar özleyip onu görememek,
ona dokunamamak,
onu işitememek,
artik sonunun “Pi” hali değil mi? Biliyorsun değil mi?
Ne kadar umutsuz bir arayıştır o,
kalabalık caddede geçen binlerce yüze bakmak
belki bir kez daha görebilmek için o yüzü,
belki biraz önce geçti bu kaldırımdan diye düşünmek,
belki şu an arkamda yürüyen insanların içinde bir yerde demek,
belki şu an üzerimdedir gözleri diye paranoyalar yaşamak,
Ne zordur değil mi?
Ne kadar eritir insanı farketmeden.
Sen de biliyorsun değil mi bunları?
Bir sinema koltuğunda sen de iki kişi gibi oturdun mu hiç?
Hiç iki kişi gibi zevk aldın mı bir konserden yalnız başına?
Güzel bir kafe keşfettiğinde,
güzel bir film seyrettiğinde,
güzel bir şarkı dinlediğinde,
güzellikleri oranında eksik kaldıklarını hissettin mi
paylaşamadığın için onunla.
Bir barın kalabalığında hiç yarım vücudunla sallandın mı ortada?
Hiç iki kişilik beyninle yarım insan olabildin mi?
Baktığında aynana sadece yüzünün bir yarısını gördüğün
oldu mu hiç?
Sana hayatındaki en büyük yoksunluğu yaşatandan
nefret edemediğin zamanlar oldu mu hiç?
Gözünün içine baka baka kolunu, bacağını kesen bir insanın yüzüne
sevgi dolu bir gülümseme ile bakabildiğin zamanlar
oldu mu hiç?
Hayatta inandığın bütün değerlerini altüst eden birisine
aşk şiirleri yazabildin mi?
Onu içinde korumanın seni yok etmek olduğu zamanlara
feda oldun mu hiç?
İçinde ağlayan çocuğa umut şarkıları söyleyemediğin,
özlemini,
susuzluğunu,
açlığını gideremediğin zamanlar oldu mu hiç?
Kanayan yarasını gördüğün,
ama merhem olamadığın zamanlar.
Gücünün,
hani o tanrısal gücünün,
bir çocuğun ağlamasını susturamayacak kadar olduğunu
gördüğün zamanlar
oldu mu hiç?

Hiiiiiiiç…

Hiiç…

hiç…

bir hiç… ''
can dundar

Vazgeçebilmek bir erdemdir.
Bir deli güzel meziyettir ki insan kolay kolay kavrayamaz önemini.
Gençken daha zordur buna vasıl olmak.
Ama öyle gençler vardır ki ihtiyarlardan bilgedir, o başka.
Geri kalan çoğumuz seneler geçtikçe anlarız vazgeçebilmenin kıymetini.
Hayat öğretir bize.
Hayat ve bir de kronikleşmiş hatalarımız.
Kimilerimiz ise hiçbir zaman öğrenemeyiz ya.
Dersimizi almayız. Dün nasıl isek yarın da aynen öyle.
Genelde zannediyoruz ki vazgeçmek bir zayıflık belirtisidir.
Hatta bir nevi korkaklık, adeta acz.
Halbuki tam tersidir bence.
Ancak kendine güvenen, karakteri sağlam ve komplekslerden arınmış olan insanlar vazgeçmenin erdemine vakıf olabilirler.
Şu hayatta yaşadığımız sorunların çoğunu vaz-ge-çe-me-diğimiz için yaşıyoruz aslında.
Israr ve inat ettiğimiz için. Takıntılarımızdan dolayı.
Takıntı ile tutkuyu birbirine karıştırıyoruz sürekli, oysa ne kadar farklılar.
Nasıl da zıt.
Gelin bu pazar bir de başka bir pencereden bakalım kendimize, ilişkilerimize ve bilhassa vazgeçemediklerimize!

Onda da bir hayır var..

Seviyoruz diyelim, birini seviyoruz, hem de ne çok, ne derin, ölesiye.
O kişi de aynı şekilde aşkımıza karşılık veriyor diyelim.
Ama sonra, zamanla, tavsıyor muhabbet, örseleniyor.
Kazara delinmiş bir balon gibi sürekli hava kaçırıyor, küçülüyor.
Giderek canlılığını yitiren bir ateş gibi sönmeye yüz tutuyor.
Gün geliyor, sevdiğimiz insan bizden ayrılmak istiyor. İnanamıyoruz. Yıkılıyoruz. Kalbimizin etrafında bir yumruk, demirden zırh gibi sıkıyor, nefes alınca bile canımız yanıyor.
Dayanamıyor, heyheyleniyoruz.
Kabullenemiyoruz. Israrla onu elimizde tutmaya çalışıyoruz.
Sinirleniyor, öfkeleniyor, hatta sözlü ya da fiziksel şiddete başvuruyoruz.
Şiddetin olduğu yerde muhabbetin yeşeremeyeceğini anlayamadan.
Mesele şu ki gururumuza dokunuyor, nefsimize ağır geliyor böyle terk edilmek. Öyle çünkü. İnsanız ne de olsa.
Etten ve kemikten ve billur bir kalpten müteşekkil.
Oysa unutmamak lazım ki nefsimize ağır gelen şeyde bizim için hayır var.

Bırakmak Lazım..

Peki ne yapmalı? Zor da olsa, bırakmak lazım.
Gitmek istiyorsa sevgili, madem ki budur onun güzel gönlünün dilediği, agulu dilinin söylediği, kenara çekilip yol açmak lazım gidene.
Vazgeçebilmek.
Aşk ancak özgürlükten doğar, özgürlükten beslenir.
Özgürlüğün olmadığı yerde ne tam anlamıyla aşk vardır, ne dostluklar.
Diyelim bir mesleğimiz var, uzun zamandır icra ettiğimiz bir kariyer.
Ama öylesine mutsuz ediyor ki bizi, içten içe kemiriyor.
Kimse bilmiyor. Göremiyor.
Lakin her gün mesleğimiz bizden bir şeyler kopartıp alıyor.
Etimizden et, ruhumuzdan ruh çalıyor.
Gene de ısrar ediyoruz. Bırakmıyoruz kariyerimizi.
Değil istifa etmek bir gün bile ayrı kalmayı aklımızın ucundan dahi geçirmiyoruz. Başka türlü yaşayamayız, var olamayız zannediyoruz.
Bu mesleğin bizi ve çevremizdekileri mutsuz ettiğini bile bile.
Göz göre göre. Peki neden?
Hep aynı mesele; vazgeçemiyoruz da ondan.
Vazgeçmeyi bir mağlubiyet olarak algıladığımız için.

Sevinçten Çalanlar...

Diyelim ki makam sahibiyiz. Nice işler yaptık bu koltukta.
Bir bürokrat, bir politikacı, bir vali ya da bir okul müdürü.
Ama öyle bir an geldi, gitme vakti çattı, seziyoruz.
Artık yerimizi bir başkasına bıraksak daha iyi olacak sanki.
Şu veya bu sebepten ötürü. Ama olmuyor. Yediremiyoruz kendimize. Yapamıyoruz işte.
Kabuğuna tutunan midye misali elimizdeki otoriteye yapışıyoruz.
Neden? Hep aynı refleks.
Çünkü vazgeçemiyoruz.
Örselenmiş ilişkiler, tavsamış evlilikler, insanı içten içe kemiren meslekler, yaşama sevincimizden çalan kariyerler…
Hepsine aynen doludizgin devam ediyoruz, sırf ama sırf vazgeçemediğimizden.
Gabriel Garcia Marquez en sevdiğim ve en dikkatli okuduğum yazarlar arasında oldu her zaman.
Bende derin izi var.
Seneler var ki birçok romanını döne döne okurum.
Romancının bir söyleşişinde söylediği bir sözü ise hiç unutmam.
Nasıl yazdığını soran bir gazeteciye şu cevabı verir: “Vazgeçerek! ”
Yazarlar için en büyük sınavdır bence yazdığından vazgeçebilmek.
Diyelim bir roman kaleme alıyorsunuz
fakat bir yere gitmiyor.
Ya da bir karakter geliştirdiniz ancak bir türlü istediğiniz gibi olmuyor.
Elinizde yüzlerce sayfa var. Kıyamazsınız atmaya.
Silemezsiniz kolay kolay. İnat edersiniz o yolda.
Halbuki Marquez diyor ki, bazen 120 sayfa yazar, 80 sayfasından pat diye vazgeçerim.
Geriye kalan o 40 sayfa, işte odur yazarı bir sonraki aşamaya taşıyacak olan tılsım.
Ama o 80 sayfayı atmadan bu 40 sayfayı bulamazsınız.
Ormanda yolunu kaybeden yolcu gibi dolanır durursunuz.
Çemberler çize çize.
Vazgeçebilmek insana netlik getirir.
Zihnimizi, kalbimizi fazla eşyaların karman çorman etkisinden kurtarır.
Bir berraklık kalır geride. Hüzünlü bir durgunluk. Ama bir o kadar sakin, âlimane.
Demem o ki dostlar, vazgeçebilmek lazım.
Eğer bir yol bizi mutlu etmiyorsa onda körü körüne sebat etmek yerine, nefsimizi kendimize rehber kılmak yerine, bırakabilmek lazım.
Yazamadığımız kitapları, çekemediğimiz filmleri, geliştiremediğimiz projeleri, yürütemediğimiz meslekleri ve artık bizi sevmeyen sevgilileri bırakabilmek.
Vazgeçebilmek, bazen en güzeli!

ELIF SAFAK...........


Karşımdasın işte...
Bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni.
Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim.
Kalbime gömdüm sözlerimi, ceset torbası oldu yüreğim.
Tıkandığım o an,
Elimi nereye koyacağımı şaşırdığım o an işte,
Aklımdan o kadar çok şey geçti ki takip edemedim.
Ellerim boşlukta, ben darda kaldım.
Ellerim buz gibi, ben harda kaldım.
Bir senfoni vardı kulağımda çalınan,
bitti artık hepsi...

Köşeme çekildim, hani hep kaldığım köşeme.
Bakış açım belli oldu yine.
Geride kalan, ardından bakar gidenlerin.
Bir meltem olacak rüzgarım dahi kalmadı benim.
Dağlara çarptım her esişimde.
Yollara küfrettim her gidişinde.

Demiştim sana hatırlarsan:
Önemli olan zamana bırakmak değil,
Zamanla bırakmamaktır..
Şimdi bana, geçen o zamanın
Unutulmaz sancısı kalır

Gittiğim eğer bensem, söyle bana kimden gittim?
Sende yoktum zaten ben, ben yine bende bittim...
NAZIM...

BAĞIŞLA
Ya zamanından çok erken gelirim..
Dünya'ya geldiğim gibi,
Ya zamanından çok geç,
Seni bu yaşta sevdiğim gibi....
Mutluluğa hep geç kalırım.
Hep erken giderim mutsuzluğa..
Ya herşey bitmiştir çoktan,
Ya hiçbirşey başlamamış...
Öyle bir zamanında geldim ki yaşamın,
Ölüme erken,sevgiye geç..
Yine gecikmişim bağışla sevgilim..
Sevgiye on kala,ölüme beş......

AZİZ NESİN

KALEMINDEN DUSENLER BANA OLSAYDI
YANI BENIM ICIN YAZSAYDI KALEMIN DEMISTIN YA

BILMIYORSUN
BIR KEZ DUSUNUNCE SENI
KOCA BIR YIRMIDORT SAAT OLUYORSUN
BU DENLI YER KAPLADIN GOZLERIMDE
BU DENLI GUZEL KIMSESIZLIGIME BIR GUNAYDINSIN

SEVDA SOZCUGUNUN TARIFINI
HANGI ANSIKLOBEDI ANLATILIR SAKIN SOYLEME
BILMIYORSUN
GULERKEN KAHKAHALARIN AGLAMAYA DONUSMESI
VE IKIMIZDEN BIR UZAKLIK BULUSMASI

COK KUCUK GULDUGUMU HEP
VE KOCAMAN DAGLARIN YIKILDIGINI ICIMDE
BILMIYORSUN
TOPUKLARIMDAN VURULDUGUNU SUREKLI UMUTLARIMIN

CANIM.....DIYORSUNYA BAZEN,CANIMMM
BAKMA ANLAMAZ GORUNDUGUME
BILMIYORSUN
YUREK SESI KAGITLARA SIGMAZ,CANIMI YAKIYORSUN

ZAMANSIZ NE COK BEKLEDIGIMI SENI
GUFTE YANLIZLIGINDA BESTESIZ
BURUK SARKILAR TAKILIYOR DILIME
VE BILMIYORSUN
EN COK SENDE KIVRANDI
UMUDUMUN ZIRVESINDEKI COCUKLUGUM

KALEMINDEN DUSENLER BENIM ICIN OLSAYDI DEMISTIN
SANADIR
BU KISA ZAMANDA BUKADAR SEN OLUSUM
ICIMDEKI OFKENIN
YANAKLARIMDAN DOKULUSU BU YUZDEN
BILMIYORSUN
SUCLUSU DEN DEGILSIN,CUNKI,,,, SEVGILI DOSTUM
GOZLERIME SURULECEK MAVI KALMADI

.....6 3 2011....MUZEYYEN BASKIR

Buruk bir mutluluk yaşarsın
Kimselerin bilmediği zamanlarda
Her aklına gelişinde
Yada
Aklından hiç çıkmayışına
Gülümsersin
Hüzünlü ve yarım gülümsemelerin
Sıcaklığı yayılır yüzünün kıvrımlarına
Bilinir bilinmez bir şarkının içinde
Kaybolarak
Kopar dağılır bir şeyler

Giderken durduramadık birbirimizi
Ellerimiz yetmedi
Sen giderken ben sesimi geceye verdim
Kaldır gözlerini karanlığa bak
Sesimi gör gecede çığlık çığlığa
Sesimi kaydırma
Gecenin isimsiz sabahında

........alıntı.........

ÜLKEME BENZER GÖZLERİN

Ülkeme benzer gözlerin
Bazen ahulu
Bazen buğulu
Deler geçer yüreğimi
Kirpiklerin ağulu

Ülkeme benzer gözlerin
Bakışın
Bir direnişin manifestosu
Kapama gözlerini
Kaybederim sevdamı
Ben sensiz şaşarım
Şaşırırım yolu

Ülkeme benzer gözlerin
Denizlerince bilge
Toprağınca üretken
Dağlarınca uslu

Nehrince çılgın
Güneşince sıcak
Baharınca coşkulu

Kaşların Kafkas kartalı
Fırat’tır coşar deli dolu
Yeşilinde Dicle akar
Dağlar dayanmaz bakışına
Çeliği büker
Bir işmarınla
Bin yiğit baştan çıkar

Ülkeme benzer gözlerin
Gâh düşlü
Gâhı telaşlı
Sevgi dolu
Güzünce yaşlı
Çiçeğe durmuş papatya gibi gülüşlü
Umut dolu gözlerin maviye çalar
Ondördünde ay gibi bakar
Anadolu gibi asil ağırbaşlı

Ülkeme benzer gözlerin
Bazen eser bir deli rüzgar
Türküye durur
Yemyeşil bir selvi bir çınar
Kimi zaman kine
Dirence kesmiş yüreğin
Belli ki için için kanar
Belli ki kendini
Kökünü kökenini
Belli ki geçmişini
Yitmişini arar

Ülkeme benzer gözlerin
Kavgan sınıfsal
Acın cinsel
Her yanda kin
Örselenmiş sevdan
Harami
Hoyrat ellerde
Dişlenmiş memelerin kan kokar

Bilirim
Bu sahte
Bu eğreti
Bu düzmece
Bu bet bu beter
Bu lanet düzeni
O bakışların utancı yakar

Bilirim
Cinselliğin
Sınıfsallığın
Köleliğin zincirini
Yine sevdan kırar
Bir umudum sende
Bu dokuz kapılı zulmün kalesini
Yıkarsa
Bu gözlerin hıncı yıkar

Sen ki asi
Sen ki asil
Sen ki güzel narin,
Sen tertip sen düzen
Sen güllerce kibar
Sen ki nazlı nazenin
Sen cilve işve cazibe
Ve sen ki dilber

Kolay değil
Durman duyarsız kalman öylesine
Kolay değil
Asiye, anne
Soyulana Sövülene
yar olmak kolay değil
Ezilene sözcü
Direnene dövülene gözcü olmak da öyle

Havva Anamız ki
Bedelinin cennet
Bedelinin sürgün
İblis
Ve nefisle kavga
Olduğunu bile bile
İsyan etmişken
Gelmezken ipe sapana sen
Örgütlemişken Adem Baba'yı yasağa yulara

Korkağa, yalakaya
Yalağa yalamığa helalli olmak
Hırsıza haine hanım olmak
Hele ki sülüğe sümsüğe nikahlı olmak
Ölümden de beter

Ülkeme benzer gözlerin,
Sen ki

Gördes’li Makbule
Sultanahmet’te Halide, Nakiye
Erzurum’ da Nene Hatun
İzmir de Asker Saime
Amasyalı Adil kızı Zeynep
Tarsuslu Kara Fatma
Osmaniy’de Kılavuz Hatice, Tayyar rahmiye,
Erzincanlı Osman kızı Emine
Binbaşı Ayşe Kadın

Bimem ki hangi sayfaya sığar
Her dağa
Bir karış toprağa
Batarsa güneş seninle doğar
Ögürlüğe,azatlığa
Her güzlliğe
Mührünü vurmuş adın

Sen yar
Sen ana
Sen ki
Kadeş’e mürünü vuran kadın Tavana

Üretken Kibele
Sen özgür kadın amazon
Sen ki
İsa’ya
Musa’ya
Mustafa Kemale
Yani sen
Güneşe
Güzele
Gülüşe gebe

Troyalı Helen’den
Aslı’ya Şirine
Şu çile çeken annene;
Sevdasını taşır nice aşkların
Güvercin gibi barışın
Bir salkım üzüm gibi kardeşliğin
Hasrettir sevgiye
Çalışmaya ve bilgiye

Yaprak gibi bölüşmeye
Bahar durmuş toprak gibi üretmeye
Susamışın bayrak gibi hürriyetine
O olmayası
O kahrolası
İlk aletin keşfinden bu güne
Kalmışsın
Gücün merhametine

Bilmez misin
Bu zehri
Bu kahrı
Bu çamur çepel nehri
Bu cünüp, bu cenabet şehri
Yıkayıp yursa
Göz yaşların yıkar

Başağa durmuş buğday benizli
Karanfil gibi esmer
Gül gibi pembe
Çiğdem gibi beyaz tenli
Bir nice güzelin
Özlemini taşır
Hakkın adaletin
Aşkın sevginin
Eğersiz amasızının
Hesapsız kitapsızının
En basit bir canlı kadar özgür olmanın

Ülkeme benzer gözlerin
Gözlerinde görürüm
Haini laini
Riyayı yalanı
Gözerinle gülerim
Sevdanın
Sevişin
Sevincin
Sevginin
En safını
En yalınını
En özelini

Gözlerinde yaşarım
Devrimin
Değişimin
Eytişimin en hasını
En güzelini

Can demişim sana
Canan demişim
Yar demiş yanmışım
Yaren etmişim
Ayağım taşa takılsa
Adını anmışım

Gülüşünü gül
Ninnini türküme dil
Saçını sazıma tel
Yüreğini sevdama yol etmişim

Bilirim
Kanını
Cananını
Sevdanı
Her şeyini
Her yanını verdin
Ölümüne sevdin bilirim

Sen ki asi
Sen ki asil
Sen ki güzel narin,
Sen erenler evliyalar
Nice yiğitler anası
Sen vefa,
Sen cefa
Sen Meryem
Sen Havva
Kanını can etmişsin
Kara sevdalısına
En acılısına yavrunun
En belalısına yârin

Gelmişim kapına
Son umudum yeşilinde
Gök mavisinde
Gözlerinin
Zeytin karasında

Üçlerin
Kırkların yedilerin
Yüzü suyu hürmetine

Göklerin
Denizlerin
Toprağın ve yıldızların
Havada uçan
Dalda açanların
Yerde bitenlerin sevdasına
Düşenlerin
Düşünenlerin
Yitip gidenlerin
Hakkına hatırasına
Tut da elini
Al götür sevdanı yarınlara
Sen veririsin bilirim
Aşkın da acının da en güzelini

Çocukların
Çiçeklerin
Kuşların böceklerin hatırına
Ne olur
Allah aşkına
Ülkene sevdana ve özgürlüğüne
Kapama gözlerini

Mahmut NAZİK 13.04.2009 Mersin


[[[[[[[....SUSMAM ASALETİMDEN,HER LAFA VERECEK Bİ CEVABIM VAR AMA BİR LAFA BAKARIM LAF MI, BİR DE SÖYLEYENE ADAM MI DİYE......-MEVLANA.....]]]]]]]]
ARALIK'TA İSTİKLAL'E GELME

Sana sımsıkı sarılmak istiyordum...bir kez görsem,bitirsem içimdeki özlemini bu kadar zor gelmeyecekti senden,sevginden vazgeçmek... Nasıl olsa alışkınım ya seni görmemeye, galiba böyle de başarabilirim... ‘Ama eğer hissedersen hayatından çekildiğimi bana sana geri dönmemem için şans dile ‘ Neler yazmak istiyorum sana bir bilsen, tek yapabildiğim yazmak olduğundan yine yazıyorum işte! Seni daha önce de yazmıştım ama bu kez bir daha yazmamak üzere, seni beynimde,içimde bitirerek yazıyorum,yada bitirmek isteyerek... Ne kadar sürer bilmiyorum ama ben senden,sevginden vazgeçmek istiyorum. Yine senden habersiz... Ben seni severken de senden habersiz sevmiştim. Belki de kendimden bile habersiz. Dünyaları etrafında döndürmek isteyen bir kalbi bilerek isteyemezdim. Kendimden ve senden habersiz ‘HERŞEYİM’ olmuştun sen... öyle ya sen bir taneydin; eşin benzerin yoktu yeryüzünde,yoktu senden daha güzel güleni. Yaşanmamış ve yaşamamış olsam bile sen özeldin. AŞK özeldi... ‘Yağmurda aşk başkadır’ diyenlere gülüyordum ama bende yağmurda üşüyen ellerini severek başladım seni sevmeye... Aralık’ tı... İstiklal e hiç o kadar güzel yağmur yağmazdı... önce aldırmadım seninle güzelleşen herşeye...

.........alıntı................
ZAMAN
Sinsi bir hırsızdır belki; ya da zavallı bir gardiyan. Herkesten bir şeyler çalıp götürendir: çocukluk hatıralarını, bayram heyecanlarını, ilk aşkını ya da en sevdiklerini… Bu, ona verilmiş bir görevdir aslında. Çünkü zaman, hayata biçilmiş tek kıyafettır.

..........alıntı...........

Bugün fazlaca buruk bir günümdeyim.Dost kelimesinin derinliğini daha iyi anlıyorum.Dost...Bir çırpıda söylenebilen, ama pek anlaşılamayan bir kavram dostluk.
Dost kimdir? Çok zaman kelimelerin basitliğine aldanıp hiç de düşünme gereği duymayız.Öylesine kelimeler deriz.Zaman ilerledikçe, yaşamın içine yerleştikçe, yaşam ile olan kavgalarımız sertleştikçe, ömürdeki sayılı günlerden gün eksildikçe dost kim, kime göre dost sözleri dimağımı zorluyor.Kavramların ikinci, üçüncü hatta beşinci boyutlarına doğru bir yolculuğa çıkıyoruz hayal penceremizden.Aşıklar mısralar fısıldıyor bir yandan kulaklarımıza;
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır.
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır.
Yine her zamanki şair mizacımıza sığınıp, dingin bir limanda fırtına öncesi sessizliği yaşarken bir başka halk şairi giriyor konuşmaya;
Dünya malı senin olsun
Bir dost bir post yeter bana.
İşte böyle engin ve ulvi düşünceler hayatımızı örerken, bir yandan para ve tüketimle sarhoş olmuş modern dünya hiç de bu düşüncelere kulak asmadığını söylüyor. İnsan insana yaşamanın en büyük erdem olduğu daha ne kadar söylenmeli, daha kimler ve kaç kişi tarafından söylenmeli acaba diye düşünmeden edemiyorum.Sevgi çemberi o kadar büyük bir çember ki içine tüm insanlığı bol bol alabilir.Yeter ki kişi dostça, dost gönlüyle o çembere girmeyi istesin.
Al avuçlarına
Ve götür lütfen
Senin kadar güzel yüreklerin
En güzel diyarına.....

.............alıntı..........
Keşke (1)
Yalın ayak gezdiğimiz sokaklarımız olsaydı keşke. Çığlıklarımız olsaydı, tepelerden aşağı yankılanan. İsyanlarımız ve direnişlerimiz olsaydı, çıkmaz sokakları yıkıp geçen. Vefalarımız olsaydı, gün yüzüne çıkmayan aşklarımıza. Sevmekten korkmadığımız anlarımız olsaydı. Bir tepemiz olsaydı yemyeşil, dur durak bilmeden koşsaydı yüreklerimiz. Çırılçıplak hislerimizi yüzümüze vursaydı rüzgâr. Utanmasaydık sevmekten ve hissetmekten. Keşke sen olsaydın. Yağan yağmur olsaydın bütün benliğimle hissettirseydin bana kendini. Toprak koksaydın yağmurun ardından, içime çekseydim seni. Sonra güneş olsaydın ısıtsaydın beni. Sen ve ben, biz olabilseydik. Beraber açsaydık gözlerimizi doğan güneşe. Biz olabilseydik senle. Hep bizli olsaydı kurduğumuz cümleler. Hep birbirimizde bitseydi kara geceler. Sen hep umut olsaydın. Umudum olsaydın keşke. Keşke benle olsaydın hep. Yanımda olduğun anlar uzakta olmasaydın hiç. Seni sevmeme izin verseydin de en son anlarda sevseydim seni. Delilikler yapsaydım senin için. Utanmasaydım sevmekten, özlemekten Seni seviyorum derken kızarmasaydı yanaklarım. Uçsuz bucaksız sevseydim seni ve bıkmasaydım seni sevmekten keşke izin verseydin de sevmelerimin en güzeli sen olsaydın keş keleri atsaydım boş bir çuvala kaçan aşklarımı yakalamaya çalışmasaydım hiç Ben hep seni sevmeyi istedim sen, seni sevmeme izin vermedin. Keşke hiç keşke deme şansım olmasa, keşke bu yazıyı hiç yazmasaydım da sayfalar dolusu seni seviyorum diye çığlıklar atsaydım kâğıtlara. Keşke sevgimizi mühürleseydim. Bizi okusaydı tüm gözler, tüm sözler bize imrenseydi. Her satır başı senle başlasa, seni sevmede bitseydi. Ben hep biz olmak istedim sevgili. Oysa sen hep sendin tektin bir kişilikti senin oyunun ve ben de artık. Benim arkamda sadece koca bir keşke ve hayallerdeki sevgim kaldı. Şimdi söyleyebileceğim tek cümle:hoşça kal biz merhaba sen ve ben.


Handan Koca.............alıntı
mavi ve ısalktı gece...1...

Seninle her yer ışığa kesiyor bende... Sana dokunmak, sevebilmek seni... İçimde hissetmek. Büyü gibi...Bir mucize olmalı bunun adı...

Garda, seni bırakıp şehirden çıktığımda araba gidiyordu ama; ben kalmıştım yanı başında... Çok özeldi... İnanılmaz güzeldi gece... Gecemiz kalmıştı geriye işte...

Giderken, büyülü gözlerle bakmıştı bana... Dudaklarının kırmızımsı hallerinden dökülüvermişti sözleri... Her vedada, bakışları ürkek olurdu nedense... Yaşanmışlığa dair; eksik kalacak her şey diyordu... Gözleri, içinin gözyaşlarını saklar gibiydi... Ama; yüzü hüznünü ele veriyordu... İçinin yağmurlarını hapsetse de; yüzlerinde ayrılık hüznünün bulutları kümelenmişti sanki...

Neye karar verirsem vereyim, ne kadar yaşarsam yaşayayım, ya da bundan sonra seni hiç görmesem de... Hayatımın aşkısın... Seni seviyorum... Biliyorum senin hayatının aşkı olmadığımı...

Ama gördün ya beni, sevdin ya, dokundun ya gözlerime. Zamanını verdin ya bana... Teşekkür ederim. Hiç bir nefes bu kadar ısıtmadı içimi inan... Hiç bir beden bu kadar zevk vermedi... Hiç bir göz bu kadar yıldız taşımadı bana... Hiç bir kalp, benim için dünyanın en güzel müziğini yapmadı atışlarıyla... Yağmurumsun benim... Her yağmurda sen oluyorum inan...

Teşekkür ederim tüm yüreğimle...

Hiç bitmeyen özlemimsin... Sevgimle kal...

Seni seviyorum, nefes kadar...

El salladım ardından... Öksüz bir çocuk gibi kalmıştım geride... Öylece oturdum kaldırımın kenarına... Yoldan geçenleri seyrettim anlamsız bakışlarla... İki sevgili el ele tutuşmuş yürüyorlardı... Sarılmışlardı birbirlerine... Sevgileri eksikmiş gibi geldi nedense... Herhalde kıskanmışımdır; bilmiyorumki...

Hızla sağa sola giden araçlar... Telaşlı bir simitçi, ayakkabı boyacısı... Gara hızla girip çıkanlar... Bir piyango satıcısı... Yolcu kapma telaşında taksiciler...Her yerde ayrılığın hüznü var...Kavuşmanın tatlı bir telaşı da...

Trenin kalkmasına da daha saatler var... Aklım da gecede kaldı işte... Her gidişinde de yağmur yağardı nedense...

Dışarıda gök gürlüyor...Şimşekler gökyüzünü dövüyor... Yağmurda yağdı yağacak... Birazdan her yer toprak ve sen kokacak...

Ne de güzel başladı yağmur...Ellerimle tuttum tanecikleri...Yüzlerime,bedenime düşmelerini seyrettim bir süre... Kokladım doyasıya havayı... Boynunun arkasını kokladığım gibi... Sen kokuyordu toprak... Sen kokuyordu gece... Yağmurum vardı işte; bak... Sen vardın... Islaklık... Şehvet... Özlem vardı içimde... Ipıslaktı dışarısı... En mahrem yerlerin gibi... Benim olan... Sadece bana ait yerlerin gibi...

Seninle yağmurlu bir havada sevişmeliyiz bir tanem... Denizin diplerinde de... Her yerimiz toprak olmalı sevişmekten... Her yerimiz biz olmalı...Biz kokmalı gökyüzü...Zaman durmalı,gece maviye çalmalı... Çok özledim seni şimdiden... Siyah elbiseni... Ve içindeki seni... Çok özledim diyebildi sadece...

Birden içimi bir ürperti kapladı... Buz gibi oldum... Biri kafama balyozla vurmuşçasına sersemledim aklıma gelen düşünceyle. Ya sana bir şey olursa... Ya seni hiç göremezsem bir daha...

Lütfen yaşa, ne olur. Hayır, hayır dayanamam buna. Şairin de dediği gibi' gözlerinin dokunduğu her mekân memleketim'...sensiz olamam ki ben. Sanki... Sanki değil hep varmışsın bende...İçimde...İçimin en gizli yerlerinde...

Mucizemsin, masalımsın, rüyamsın benim. Senin olmadığın dünyayı istemiyorum ben de...

'Yarım kalmış bir hikâyeden daha çok kanayan hiçbir şey yoktur'...diyordu yazarın birisi...Ne kadar da doğruymuş sözleri...Sanki, gidişinle eksik kalıyordu her şey...Bir öykünün hangi dilimini yaşıyorduk bilmiyordum...İstemiyordum bitmesini hikayemizin...Kurşuni bir hüzün çöktü içime...Sensiz, hayatım yarım kalmış bir hikâyeydi işte...

Kaldırımda kalakalmıştım öylece...

Mavi bir geceydi... İki insanın nefesi aydınlatıyordu odayı... Şehrin tüm ışıkları, sanki bir bedende toplanmış gibiydi... Tatlı bir telaş vardı içimizde... Biz, biz değildik sanki... Zaman, bildik zamanların dışında atıyordu...

Evren, yaşadığımız gezegen değildi... Her şey bu dünyanın dışında akıyordu... Ve gök arabalarına binmiştik ikimizde...Sonsuz katlı bir gökyüzünün, bilinmez bir katında iniyorduk sessizce...Yeryüzü çok uzaklardaydı işte...

Müziğin ahengine bırakmıştık kendimizi... Dönüyorduk, sadece dönüyorduk sonsuz bir boşlukta...Dudaklarımız yer çekimine inat buluşuyordu ve daha da yükseklere uçuruyordu bedenimizi...

Siyah bir elbise vardı üzerinde...Acelece saçlarını düzeltmiş,hafif bir ruj sürmüştü dudaklarına... Dansın büyüsüne uymalı her şey demişti sessizce... Gözlerimiz buluşurken, koluna kazıdığı minik martının kanatlarının sesi geliyordu sadece... Müzik, martının kanat sesleri... Ve mavi bir gece...sonsuz boşluk,kenetlenen eller...Kıvrım kıvrım uzayan zamanda yiten bedenler...



Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Dudaklarım gerisin geriye çekildi; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve 'hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi' dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim. Beklerken, özlemenin hangi geçitleri geçilmez kıldığını, hangi duyguların insanı hayata kazandırdığını, basite indirgenmiş hüzünlerin geceleri dinlenmeye müsait şarkılarla şahlandığını anlatamadım. Evet, bilmiyordum. Bilmiyordum, kelimelerden arınmış bir cümle kurar gibi sevişmeyi. Sevişirken sözlük kullanıyordum hala. Ama, seni seviyordum. Ve sevdiğimi, sevgimi anlatma telaşıyla hata üstüne hata yapıyordum sana. Sana yaklaşamıyordum. Yasaklanmıştın adeta. Çiğnemeye çalıştığım yasak olsan da, uzak dursan da, o korkunç şeklini korusan da, farketmiyordu hiçbir şey. Küçük bir ateş. Küçücük bir ateştin sen. Sönmekten ürken bir ateş. Bir su damlasıyla bütün görkemini kaybedebilecek bir ateş. Aşkın mecali kalmamıştı. Sessizce sokuldum yanına. Acıyla irkildin. Gülümsedim. Gülümsememe anlam veremedin elbette. Kimdi bu? Ne istiyordu? Tanımadığın biri. Hatıralarını darmadağın etmeyi planlamış bir yabancı. Fuzuli bir beden, karşındaki. Usulca uzandım,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Kimi geceler penceremden uzayı seyrederim. Uzayın adını ben koymadım. Uzayın adını yıldızlar, gezegenler kendi aralarında kararlaştırmışlar. Rahatlatır beni o. Bütün yağmurlar, uzayın derinliklerinden gelip yağar diye düşünürüm. Yağmurlar başka galaksilerden gelip yağar. Romantizme uyum sağlamak için de değil. Öyle. İşin gerçeği budur. Yağmurlar, bu dünyaya ait sanma. Bembeyaz bir yalnızlığın olmalı senin de. Lekesiz bir yalnızlık. Lekelenmeye müsait bir yalnızlık. Tedirginliğini buna bağlıyorum seni seyrederken. Pişmansın. Pişmansın kapıp koyveremediğin için sanki. Elinde olsa, avaz avaz bağıracaksın sokaklarda. 'Neyim ben? ! ' diye haykıracaksın. Olmuyor tabii. Olmuyor. Sıyrılır gibi lüzumsuz bir yerden, sıyrılıp kendi affına sığınıyorsun. Beni anlayacağın günler gelecek. Beni de göreceksin. Benimle tamamlanacak bir şeye benziyorsun çünkü. Korkma lütfen,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Çocukluğumdan söz etmek isterim sana, eğer sıkılmazsan. Bir gün otururuz evde, ben sana hayatımı anlatırım dakika dakika. Kaç yaşımdaysam, o kadar yıl sürer konuşmam. Çay pişiririz. Çaydanlığa su yerine votka koyarız sen dilersen. Sonra da sen anlatırsın: Sevdiğin filmleri, sevdiğin parçaları, sevdiğin canlıları, sevdiğin... hep sevdiğin şeylerden konu açarsın. Ben sıkılmam. Ben seninle sıkılmamayı seni ararken öğrendim. Seni hayal ederken keşfettim sıkılmamanın azametini. Bir insan, bir insanı sıkamaz. Bir insan canı isterse sıkılır. Hacimler açarım sana içimde, dolman için, oraya akman için. Hacimler açarsın bana; çağlayarak gelirim. Endişelenmen gereksiz,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Olması gerektiği kadar fedakar biriyim aslında; daha fazlasını umma açıkçası. Endişelerim, ideallerim, halletmeye çalıştığım meselelerim var. Başkalaşmaya çalışıyorum. Gözardı edilmiş tutumlar edinmek hoş. Değişmek, hiç de zor değil. Yalnızca özgür olabilsem, sorun kalmayacakmış gibi sanki. Anlaşılmak istiyorum: sevdiğim bir şarkıyı herhangi biriyle paylaşırken aynı duyguları hissetmek arzusu bu. Evet, tıpkı bu. Sese, ahenge kapılırken, kendini müziğin ritmine verirken yanında bir diğerinin olabilmesi; görkemli bir anda birlikte sadeleşebilmek. Birlikte dansedebilmek gibi. Sen hastayken başucunda birinin sabaha kadar oturması gibi. Arada bir alnındaki teri silmesi, üstünün açılmamasına dikkat etmesi gibi. Bir başkası için hayatta kalma çabası gibi sanki. Ölmek için değil, yaşamak için uğraşmak gibi. Ummadan, hayal etmeden, sıradan, olduğu gibi.doğal. Ve ciddi. Ciddi ciddi hayatla mücadele edebilme gücü. Bu gücü yanyanayken yaratabilme yeteneği. Ben bu yeteneğin bir parçası olarak sokuluyorum sana. Masallarla geliyorum. Efsanelerle geliyorum. Herhangi bir insanın birikimiyle geliyorum aslında. Artniyetsizim. İnan,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Bazı sorulara cevap bulamadım; kuşkusuz gerekli de değildi bu. Soruyu soru halinde bırakıp sahici yanını korumaya çalışmam, cehalet mi sanıldı acaba? ! Bedenlerin bedenlerden istedikleri, ruhların, ruhlardan çıkarttıkları, karşılıklı acıların birbirlerinin etkisini arttırdıkları vakitlerde düştün aklıma. Aklıma yayıldın. Ne kaybedebilir, ne kazanabilirdim ki artık: Ortadaydım işte! Bir başkasının mal varlığına dönüşmeden yaşayabilmenin yalnızlığıydı bu. Hayır! Melankoli diye adlandırma bu durumu; ortak bir açı yakalayamama sorunu galiba. Her kadın gibi doğurmak hevesi, her erkek gibi dağların doruklarında biraz gözden ırak hüzünlenme denemeleri aslında. Kusura bakma, kafam biraz dağınık,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar da yapabilir. Kızmamalısın. Darılmamalısın eğer bir kardeşlik varsa aranızda. Sevgi, hoşgörü takıntıları da değil. Bir elmanın kırmızı olması, bir gülün öyle kokması, bir derdin halledilmesinin ardından gelen ferahlık kadar sıradan ve güzeldir hata yapmak da. Aşka çılgınlığın yakıştığı çağları neden unutalım? Neden tarihin çuvalına tıkalım tatlı serseriliği, az biraz sergüzeşt olmayı? ! Ilımlılık mı kurtaracak insanlığı? Alttan alma mı örtecek bunca çirkefi, zorluğu, belayı? Demokrasi, senin saçlarından güzel olamaz. Senin yüzünden daha güzel olamaz krediler, faizler, repolar, tahviller. Dünyanın en uzun gecesi 21 aralık değil, beni terkettiğin gecedir. Beni üzdüğün, yorduğun, yıprattığın gecedir. Bir kabahat mi gerçekten kendi dışında birine hayranlık beslemek? ! Gerçekten kırıyorsun beni,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Birinin peşindeyim ben; tanımsız bıraktığım birinin. Sessizliğin doyurduğu, biçimli ve endişeli birinin. Düşüncelerimi zapteden, kelimelerimi korkutan birinin. Yanında huzurlu uyuduğum, mutlu uyandığım birinin. Onunla olmakla, onunla birlikte yaşamakla gizli bir gurur duyduğum, asla kıskançlığa ya da sahiplenmeye dönüşmeyen bir tutkuyla bağlandığım birinin. Onu arıyorum göğe her baktığımda; bir melek gibi uzanıp yüzüme dokunacağını tasarlıyorum. Bütün aşkların payına düşen şiddetten arınmış, başkalarına aynı/ birbirimize farklı koktuğumuz bir sevginin yolu bu. Cesaretimi ondan alıyorum pervasızca ve yine ona ben cesaret veriyorum mücadele ruhunda. Bir sır gibi saklıyoruz misafirliğimizi. Hüzün bitince geri döneceğiz çağımıza. İnsanlığa karışmaya hazır yapışık kalpler taşıyoruz aşkımızda. Bizim aşkımız hakikaten beden gücü gerektiriyor akıl kadar. Yapacak çok işimiz var. Dövüşecek çok düşmanımız var. Kucaklayacak çok arkadaşımız var. Bizim sebebimiz bu. Bizim fazlalığımız bu. Belki de iksirimiz. Kanayan yüzlerle çevrili bir gezegende, fırtınaya karışan bellek tozlarımızla, erdemlerimizle, ideallerimizle ayaktayız. Yalan söylemiyorum

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Evet, sen de isterdin sanırım huzurlu yaşayabileceğin bir hayatın planlarını yapabilmeyi; kolaya indirgenmiş, biraz fazlayı aşırılıkta aramayan, ölçülü bir heyecanla kritersiz bir maceraya aday kahraman olmayı. 'Rüzgara dur, yağmura yağma, mevsime değiş' demeyi; doğru, hepimizde biraz tanrıyı kıskanmak var galiba. Bütün günahlar da buradan kaynaklanıyor adeta. Hırslarımızın, çekincelerimizin odağı burası. Kazanmaktan çok, kaybetmeyi göze alabiliyoruz. Çikolata bile kurtlanabilir. Dondurma erir. Çiçek solar. Galiba önemli olan, onları yerinde yaşamak, yerinde korumak! Birer hatıraya dönüşseler bile! Kaç ölüme kaç doğuma şahit olduğunu hatırlayabiliyor musun? Sevmek, ifade edebilmek kadar, ifadeyi unutmamaktır da.

Şimdi sessizce uzaklaşmalıyım. Çünkü beni anlamadığını, anlamak için uğraşmadığını, hatta bunu önemsemediğini biliyorum. Aynı otobandaydık ve birimiz birimizin yanından geçip gitti. Hafızasızlığı, gurur saymanın adil yanı! . Hangimiz süratliydik; önemi kalmadı. Hangimiz daha özveriliydik; bunun da.. umarım mutlu olursun. Bunu bir çöküntü anında da söylemiyorum. Hiç kimse aldatmadı ötekini; yalnızca böyleydik işte! . Yüzüme öyle bakma nefretle,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Benden uzaklaştıkça, bana ait olandan yakanı sıyırdıkça rahatlayacağını, herşeye yeniden başlayabileceğini sanıyorsun. Kimbilir, doğrudur belki de! . Adımın yaşamadığı, adımın özlemle anılmadığı yerlerde kime umut verebilirim ki zaten? Romantizmin tehlikesi büyük! Romantizmin tehlikesi büyük! Romantizmin esrarı büyüleyici! Romantizmin kanına girdiği insanlar bencil ve hırslı!
Ben seninle birlikte yaşlanabilecek kadar erken yola çıkmayı istemiştim; maceramız uzundu çünkü. Maceramızın tahakküm altına alınamayacak kadar mükemmel olması, donanımımızla ilişkiliydi. Ynni, sen ne kadar sevecensen, ben ne kadar yıpratıcıysam.. o da o kadar mükemmeldi. Özveri denebilir buna. Evet, buna özveri demek beni mutlu ediyor. İnsan, özverinin çocuklara ad olarak verilebileceği bir dünyada tanımını kaybediyor. Bu kaybedişteki kaosun ritmiyle çekiliyorum sana. Sen bir mıknatıssın şeffaf ve ben, çekilirken sana içimdeki alelade metal parçalarıyla, kan şekerim düşüyor, ağzım düşüyor, ellerim.. en çok da ellerim düşüyor! . Sakın ha üstüne alınma,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Ben seni kırmak için yaratılmadım. Uzun zamandır seni planlıyorum haksızca; cezalandırılacak kadar mı yabancı, tanınmaz ve suç yüklüydüm? ! Belki; seni çok yıprattığımın, bıraktığımın elbette farkına vardım, ama herşey mi benim aleyhte varoluşumla açıklanabilir? ! Beni, başta sana olmak üzere kimliklere karşı saldırganlaştıran koşulları tek başıma ben mi oluşturdum? Seni kaybettim. Bunu biliyorum. Seni kaybettiğimi sen çekip gitmeden önce de biliyordum. Ortadaydı. Bedel ve kefalet ortadaydı.. senin hakkında bir satır yazmamaya çalışmamın nedenini hiç düşündün mü? ! Sana ait olanları içten içe koruma uğraşı mıydı sanki bu: kuşkusuz. Hala da saygıyla ağlıyorum. Büyük bir tesadüfe yenildim, büyük bir eksen kaymasıyla, sihirbazın şapkasında sıkışıp kalan tavşan gibi,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Elbette kızıyorsun bana; belki en çok da bu zayıflığıma kızıyorsun: Tedirginliğime, seni kaybetme endişeme, telaşıma, şaşkınlığıma, titreyişime, ürpermem, anlamlarını anlamamış kelimelerle yetinmeme, müzakerelerde bulunmama, buhranların yorduğu bir gençlik yaşamama, bilincimi sana yönlendirmeme, sürekli sürekli içmeme, kelimlerin kifayetsiz olma durumuna, vesaireye vesaireye.. İnadıma öfkeleniyorsun. Seni bırakmama, seni özgürlüğüne salmama hiddetleniyorsun. Bu da aşk işte! Bu da entrika! Bu da soysuzlaşmanın, aşkın getirdiği dalaveralarla kendine kilitlenmenin başka bir çeşidi! Peki anahtar nerede sevgilim? ! peki anahtarın üzerindeki yivler kimin eseri? ! Dur, dur, bağırma,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Bunlar da geçecek şüphesiz. Seni unutmama kaç yüzyıl kaldı ki.. bir küsme, bir burulma biçimiyle gidişinin ardından şehrin gri cephelerine fevkalade ağır bir el bombası gibi düşen bunaltının bıraktığı korkunç acının unutulmasına kaç yüzyıl kaldı ki.. Yaralandım. Bütün noktalarımdaki nöbetçiler de yaralandı. Çığrından çıkmış bir ayaklanma gibi ağlamakta yalnızlığım. Bir gerçek aramıyorum felakete. Bir bahne göremiyorum arkadaşlarımın beni teselli etmek için söyledikleri kelimelerin hanesinde. Ama yokluğunu doldurmuyor sevda siyasetinin hançerleri. Ama bilemiyorum yağmurun ardından artık hangimiz suçlanacak.. Eğer hissediyorsan,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

Ben sende ardı arkası kesilmeyen bir korku sevdim. Ben bir cüce çocuk sevdim sende sıska. Şiddetli ve hayret uyandıran manevralarla kendi kanına olan saplantılı aşkını sevdim. O rutubet kokan loş yüzündeki kanalizasyonları, az kelimeyle kurduğun cümlelerdeki gizli soru işaretlerini, barlardan çatlak bardak gibi atılmayı beklemeni, serserice patlamalarını, yuttuğun toplu iğneleri ve bir film hilesi hissi uyandıran utangaç hasret pozlarını sevdim. Dokunamadım sana. Parmakuçlarım neşterdi çünkü. Kırılan bir kemiğin sesiyle veda ederken,

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.

......alıntı.........


Çamurlu sokakların ıslaklığına,içimde depreşen duyguların kasvetine basa basa yürüyordum.

SEN YOKTUN

Simitçilerin, kitapçıların, müzik marketlerde çalınan o en sevdiğimiz türkünün aynısını, bizi uçuran,içimizi göçüren o en acı, o en tatlı ahengine bir sigara yakıp, seni kalbimin derinliklerinde yaşayarak ve kalabalıkların ilgisizliğine karışıp yürüyüp gittim.

SEN YOKTUN

Yüksek binalar üstüme çöktü,gökyüzünün ağırlığı altında ezildim, arabalar üstümden geçti.bir kör kurşun sinsice arkamdan vurdu.sonra atıldım, satıldım.uykularda bunarlı gördüm ben! Sıçrayarak uyandığım rüyalar gördüm.

SEN YOKTUN

Gündüzleri ayakkabı boyayan, mendil satan, tiner çeken çocukların, geceleri bankamatik kulubelerinde, kömürlüklerde, bodrum katlarında birbirlerine sarıldıkları gibi, sıcak bir evi tanrılaştırdıkları gibi.bu soğuk duvarlar arasında işte bu köşede uyudum.

SEN YOKTUN

Belki diyecektin, belki de bunların hiçbirini söylemeyecektin. Belki de ben anlatmadan sen anlayacaktın. Evet ben anlatmadan sen hep fazlasını bilecektin, anlayacaktın. Bende bunun rahatlığını yaşayacaktım.

SEN YOKTUN

Bir kadehte sarhoş olacağımız bir gece olacaktı, bir fıçısında seni azar azar lütfettiğin bilgeliğinden yararlanacaktım. Sendelemeyen muhabbetimiz olacaktı. Sen konuşurken ben sarhoş olacaktım. Unutma ben seninle konuşurken kafam hiç ayık olmuyor zaten, konuş diyecektin, diyemedim.

SEN YOKTUN

Ve belki de umarsız sokağa bırakacaktık kendimizi, sen edebiyat kurallarını ateşe verecektin. Ben kalıplarla kurgulanan bu benliğimi. Sokağa öyle çıkacaktık. ‘ ‘ Ne fark eder birlikteysek ‘ ‘ diyecektik. İçimizde palazlanan özgürlük nehrinin seline bırakacak, boğulmamak için hiçbir çaba sarfetmeyecektik. Ölüm de ne ki canını yakar insanın, yakarsa yaksın biz zaten birlikte olmadık mı ölüydük diyecektik. Birlikte diyemedik.

SEN YOKTUN

Biz diyecektik. Biz ikimiz ne sen ne ben sadece ikimiz diyecektik. Şimdi yoksul bir yanım kanıyor, o bir yanım ki sevdalı, bir yanım üşüyor, bir yanımı bölmüşüm kanıyor, o yanım acıyor, acıtıyor o yanımı, boğazıma ham lokma gibi oturdu, ayrılık kusamıyor susuyordum, sana sesleniyordum, duyuramıyordum.

SEN YOKTUN

Ve ben de yudumladım gurbet şarabını. Uzak iklimlerin kimliğini, kavruk yüreklerin çığlığına ve gidenlerin küfürlerine savuşturuldum. Çoktandır beklerlerdi beni bu kapıda. Son çıkışımdı, son arzumdu diye dönüp geriye baktım. Rengini unutamadığım gözlerin neredeydi? Yoktu. Son bir kez sarılıp elveda diyecektim. Diyemedim. Yoktun, yoksun işte yok.

SEN YOKSUN

Bir gidişi yaz” dediler, “yazarım” dedim… gitmeleri öğrenmiştim.

Susardı, susardım, susardık, suskularca…..

Bilinir bilinmez bir şarkının içinde kaybolurduk.
Biz en çok susmayı sevdik, sevmeyi sevemediğimiz kadar.
Koptuk ve dağıldık her şeye.
Giderken durduramadık birbirimizi.
Durdurmaya elin, elim, ellerimiz yetmedi.
Eğitemedim çocuk kalmış korkularını, yanılgılarını törpüleyemedim. Sana gerçekleri gösteremediğim gibi.

Giderken durdurmalıydın beni, yapmalıydın, yapamadın.
Durdurmaya gücün, gücüm, gücümüz yetmedi.
Belki de yoktu, biz var sandık.
İnsan isterse yolları aşıyor, sen kapının eşiğini aşıp gelemedin. Geldiğim gibi gidemedim, gittiğim gibi dönemedim yüzüne.
Sen, bildiğim sen değilsin artık.
Ben, bildiğin ben, değişemem.
Değişmelere suskun dudaklarım.

Şimdi acı, yolunu şaşırmış bir deniz kaplumbağası gibidir yüreğimde. Şaşkın ama inatçı.
Şimdi sen, adı geçmişte saklı ince bir sızı.
Şimdi biz, bir şarkıdan çalınmış iki nota gibiyiz.
Eksiğiz ve yokuz.
Dilsiz ama mutluyuz.

Bir kapının eşiğinde kaldı her şey.
Beni dışarıya göndermeyecektin, içerde tutacaktın, arkamdan gidişimi seyretmeyecektin, yollara yürümeyecektim, sesimi gidişlerde yitirmeyecektim. Sesimi geceye vermeyecektin.
Şimdi, kaldır gözlerini ve geceye bak. Sesimi gör yukarıda, ortada bırakılmış tellerimi. Densiz ama dengeli satırlarımın anlamını kavra. Geceye bak, sesimi kaydırma.

Kimsenin öğretmediği bir şeyi öğretmeni dilerdim, ayrılırken ama sen herkesin öğrettiğini yineledin.Şimdi aşk, inançlarını yitiren bir ayyaştır köprü altlarımda..

Biz ki geceleri paylaştık, yastığı, şarkıları.
Biz ki sözleri paylaştık, kelimeleri.
Biz ki yüreği paylaşamadık, paylaşamadım galiba.
Nedendir bilmem, eksik kaldık korkulara.
Nutku tutulan gecelerin isimsiz sabahlarında, yanlış ve yangın kaldık.
Geride kalan kırık ezgiler ve yorgun ruhların dansı.

Sokağımın serseri gülüşü, gençliğimin asi sevgisi, isyanımın suskun gezgini. Gitmeye meyilli değildim, olduğum gibiydim, dinletemedim, dinletemedin, dinletemedik belki de.

Şimdi sen, aksak bir hüzün, nerede coşacağını bilmeyen.
Şimdi ben, değişemeyen bir şehir, nasıl sevileceğini bilen.
Şimdi biz, olmayan bir şeyiz.

Bir kapının eşiğinde kaldı her şey.
Konuşmak anlamsız, susmak kalabalık, ayrılık bulaşıcı.
Sevda, kör topal yürüyen bir dilenci gibidir artık.
Seni sevdim ama gönderdin. Gönderilince dönemiyorum.
Ben bir çiçeğim asi yanım, solunca aynı elde açamıyorum.

Susuyorum, susuyorsun, susuyorlar, suskularca….
Bir gidişi yaz, dediler, yazarım dedim.
Gitmeyi öğrenmiştim, kalmayı öğretemediğim kadar.

Bir gidişi yaz, dediler, yazarım, dedim.
Gitmeyi giyinmiştim, yakıştırılmıştım veda sözlerine, merhabalara alıştırılamadığım kadar.

Bir gidişi yaz, dediler, yazarım, dedim.
Çok gitmiştim, söz gitmiştim, uzun gitmiştim, sesimi duyuramayacak kadar.

Bir gidişi yaz, dediler, yazmaya giderken kendimden geçmişim.
Arkama dönüp baktım, sende beni gördüm, el salladım.
Artık çok geç, sendeki ben için çoktan bitmişim! ….
ALINTI

.......................................................................................................

KENDİNE İYİ BAK


“Kendine iyi bak” bir 'veda' değil 'elveda' cümlesidir çoğu zaman. O üç kelimeden çok daha fazlasını gizler içinde...

'Kendine iyi bak. Çünkü bundan sonra ben yanında olmayacağım. Olamayacağım. İstesem de istemesem de. Sevdim bir zamanlar seni, hala seviyorum ve benden sonra da mutlu olmanı istiyorum. Olur da bir gün dönersem seni iyi bulmak istiyorum.“

“Kendine iyi bak. Çünkü bundan sonra kendinden başkası olmayacak yanında sana bakacak. Ben olmayacağım. Kendine iyi bak ve beni düşünme. Çünkü ben de seni düşünmeyeceğim artık. Arama sakın beni, yazma, çünkü ben yazmayacağım. Sil beni yüreğinden, çünkü ben sileceğim. Fakat, yaşanılan, paylaşılan güzel şeyler hatırına sana yürekten mutluluklar diliyorum. Ve ben bir daha dönmemek üzere gidiyorum.”

'Kendine iyi bak. Aramızda geçen herşeye rağmen benden sonra iyi olduğunu bilmeyi tercih ederim. Aslında bilmem çok önemli değil, iyi olduğunu varsayacağım ben. Seni bir daha asla görmemek üzere gidiyorum ben, seni kendinle başbaşa, yapayalnız bırakıyorum ben. Biliyorum kendini bırakacaksın benden sonra, o yüzden iyi bak diyorum. Aslına bakarsan, çok da fazla umursamıyorum.'

'Kendine iyi bak' derler ve giderler. Tutkuyla sevenler, bazen birden fazla söylerler bunu. Çünkü onları ayırmak, eti tırnaktan ayırmak gibidir. Kolay kolay kopamaz onlar, süreç çok acı vericidir, yürek parçalıyıcıdır. Her seferinde azalan umutlarla geri döner ve yine “Kendine İyi Bak” gözleriyle ayrılırlar. Ta ki umut da, sevgi de tükeninceye kadar…Ta ki son elveda mezar sessizliğine bürününceye kadar…

Tutkunun ötesinde sevenler, bir kez “Kendine İyi Bak “ derler ve giderler. Onlar eti tırnaktan ayırmak yerine ölümü yeğlerler. Onlar bu acıyı bir kezden fazla kaldıramayacaklarını bilirler.

'Kendine iyi bak' derler ve giderler. Bu sözlerin içinde ihanet yok, hiç bir zaman olamaz derler ve giderler. En büyük ihanet değil midir aslında seni seveni, ihtiyacı olanı yüzüstü bırakıp gitmek. 'Kendine iyi bak' derler ve giderler. Seni suskunluğa mahkum edip giderler. Seni parçalara ayırıp, en büyük parçayı yanlarına alıp giderler. Seni senden alıp giderler.

Daha kötüsü suçlayamazsın onları tüm bunlar için. Kendine iyi bak deyip gidenin geçerli bir nedeni vardır elbet. Suçlatmaz kendini. Savaşmadıkları için kızarsın ama suçlayamazsın. Savaşmışlarsa, yenildikleri için kızarsın ama suçlayamazsın. Yenildiğin için kızarsın ama suçlayamazsın… Ayrılığın kaçınılmazlığına inandırır seni, 'kendine iyi bak' derler ve giderler. Elinden umutlarını, düşlerini, sevgilerini alıp giderler. Bir tek anıları bırakırlar geride, bir de hatırladıkça gözyaşlarına boğulasın diye
unutulmayan nağmeler.

Arkalarına bakmadan çekip giderler eğer yalnız kalmışsan, çünkü insafsızlıklarını görmek istemezler. Herşey o saniye orada bitsin, kapansın bu sayfa isterler. 'Bitti' diyemedikleri için, 'kendine iyi bak' derler. 'Kırıldım ve affedemiyorum' diyemedikleri için 'kendine iyi bak' derler. 'Seni istemiyorum artık, hayatımdan çıkaracağım ama bil ki hiç unutmayacağım' diyemedikleri için kendine iyi bak derler. 'Biliyorum çok kanayacaksın ama daha iyisini yapamıyorum' diyemedikleri için 'kendine iyi bak' derler. Vicdanlarını rahatlatmak için kendine iyi bak derler, çünkü o kan uzun süre akacaktır ve o yara asla kapanmayacaktır, bilirler.

'Kendine iyi bak' bir noktadır çoğu zaman. Kendine iyi bak deme bana, sadece kötülükler noktalansın isterim ben. Oysa sen iyisin… Sen gözümdeki ışık, dudağımdaki tebessüm, sen içimdeki sevinçssin. Sen hayatıma renk katan, sen yüreğimdeki çarpıntı, sen hayatımdaki neşesin. Sen yolumu aydınlatan, sen dert ortağım, sen gönül yoldaşım, sen bir tanesin. 'Kendine iyi bak' deme bana. Nokta koyma.

Keşke böyle yaşanmasaydı bazı şeyler, keşke affedebilsen beni, keşke ben de affedebilsem… Keşke döndürebilsek zamanı geriye. Keşke bugünkü aklımızla yaşasak herşeyi baştan. Nafile... Ama yine de, gitmesen olmaz mı? Bitmesek olmaz mı? Sen eksikken, ben nasıl tam olurum? Senden kalan boşluğu kimlerle doldururum? Savaşsak, aramıza giren şeytanla olmaz mı? Hani büyük aşklar her türlü engeli aşardı, hani gerçek dostluklar her sınavı geçerdi, hani sevgi eninde sonunda kazanırdı? Hani hayatta hiç kirlenmeyecek değerler vardı? Hani en büyük zaferler, en kanlı savaşların ardından kazanılırdı? Bunların hepsi yalan mı? Sahiden..., gitmesen olmaz mı? Bitmesek olmaz mı? ……….

Peki o zaman... Senin istediğin gibi olsun... Öyleyse...Sen de 'Kendine İyi Bak.'

'Kendine Iyi Bak' derler, kurşunu kafana sıkıp giderler.

ŞİİRSEL BİR YOLCULUKTU SENİ SEVMEK...
Kırılası parmaklarım titriyor onurumun tellerinde
Artık eskimiş bir meyhanenin gözlüklerindeyim
Buğulanmış bir camın ardından
Dağınık saçlarımla adını yazıyorum şehrime...

Unutalı çok zaman geçmişti üstünden. Henüz omuzlarımdan sıyrılmamıştı bir küstahın gülüşü. Bir yanda hakim bir yanda tanıksız ben, birbirimize haykırıyorduk sürekli.. Avazım çıkmıyordu bir türlü, çıkamazdı da yediğim tokat nöbetlerinde.. Yağmura perdeyi her aralayışımda içim parçalanıyordu. Ağaçlar ıslanıyor ben ıskalanıyordum gitgide.. Umuda dair yazabileceklerim yoktu ki şiire gönül vereyim. Gençliğimden kalma sayfaları gizliyordum sürekli. Çekmeceleri her açtığımda şiir göz kırpıyordu oysa ben çeviriyordum yüzümü onurumu kurtarmanın telaşına.. Şiir dediğin onursuz kelimeleri taşımamalıydı, umut yağdırmalıydı hasat zamanlarında..

Şimdi o günsüz gecesiz zamanlar aklıma geldiğinde kaçıncı sigaradayım bilmiyorum...

Ben geceye yıldız kondurdukça şehrim kararıyordu. Bir küçük buse gülüşüme denk düşüyordu kraliçemin yanağından, öyle ki gizemli geleceğim dahi takılmıyordu sanrılarıma... Kendimden önce ölülerime ağlıyordum. Oysa onlar mutluydu, onlar gökyüzünde birer buluta yerleşmiş beni izliyorlardı. Erken bir ölüm vardı hiç unutmam… Hayatı öğretirken çocuklarına, kalleş bir pusuda vurmuşlardı aydın zekasını.. Sevgili öğretmenim, sevgili Mehmet abim beyaz gömleğinde duruyor mu hala kan izleri? Haberin düştüğünde devrimlerimin bir kalesi göçüyordu evimden… Devrim insandır. İnsan devrimleşemezse yaşayamaz. Dizelerime şöyle bir baktığımda kurşun izleri bulaşmıştı şiir dünyama... Şehir ıslak, şehir yorgun ve bir o kadar kirliydi… Kalanlara gülümsüyordum bilgece yine de kurtaramıyordum faili belli ölülerimi. Siz hiç kalabalıkta ağladınız mı? Gözlerinize bir yumak oturur da ipliği süzülmeden tutuverirsiniz içinizde. Hani yüreğiniz sızlar ya çaresizce işte tam da o sızının ortasına bir hançer sokulur ve oyulursunuz yok olana dek... Yine de yaşarsınız lanet ederek, çünkü henüz ağlamak vardır yazgınızda bahara beş kala...

Her şey normalse şiir yazılabilir mi? Bir konak düşünüzde sırmalı perdelerin ardından sokağı izlemenin keyfi girer araya… Çocuklar yüzünüze artık 'anne' diye bakmaktadır. Albümden çıkarır yılları kucaklarsanız. Bende bir süreliğine öyle yaptım. Her fotoğraf biraz şarap tadında biraz da rakı kederindeydi... Birer birer yitirdiklerim gülümserdi resimden gözyaşlarıma… Hayatın kimseyi beklemediğini daha o zamandan anlamıştım.
Bir düğün fotoğrafında henüz baharında bir gelin yok olmuştu sararan sayfalarda. Yaşı yirmi sekiz, ismi Canan'dı, onun ani ölümüne 'kader' dediler. Canan'sa ne olduğunu bilemedi. Ama ben ona 'Sarı Gelin' adını takmıştım bile…

Yaşam elbette kimi zaman da mutluluk bırakıyordu avuçlarımıza yoksa çekilir miydi şiirsiz?

Gözlerinizi belki gökyüzüne kapatabilirsiniz ama deniz o müthiş güzelliğiyle kirpiklerinizden süzülüverir içinize… Çok kere denize karşı oturmalarımda geceyi bekledim. Kimse görmeden hüzünlerimi sularına bırakmanın tuhaf bir rehaveti vardı. Arınmış bir şekilde yürüyordum o küçük eve... Sen kendi acılarında kavrulurken ben gözyaşlarımın tuzunu içiyordum aşk yerine… Bir adamın ellerinde kimi zaman kadın kimi zaman köle oluyordum.
Bu müthiş tezat ayaklarıma kara sular indiriyordu. Sonra halkalanmış gözlerimi merhemlerle kapatarak soluğu babaevinde alıyordum. Böylece devriliyordu zaman umutlarımın devrilişi kadar...

Ansızın Devrim asıldı bir gün.
Beklenmedik bir telefonla Karadeniz sularını sele dönüştürdü. Sümela Manastırı'na gittiğimiz gün bana efsanesini ilk o anlatmıştı. Küçük aklıyla beni aşıyordu sürekli ve hayranlığıma imzasını atıyordu. Sadece on bir yıl hayat biçilmişti alınyazısına… Giderken on bin yıl iz bırakmıştı kalbime. Kalbim ağlıyordu, ona bir şans vermeli ve şiir bırakmalıydım yanına... Küçük kağıtlara düştüğüm mısralarla belki Devrim'e dokunabilirdim.

Büyüklerimizi yitirdikçe Babam uyarırdı. 'Sakın bizi unutmayın'...

Unutamadık ki Babacığım… Bak sen seviyorsun diye yeniden şiir yazmaya başladım… Kitaplarını kimseye vermedim, hepsi aynı düzen içinde duruyor düzenli acılarım kadar. Biliyor musun Babacığım elektrikler kesildiğinde yine aynı şeyi yapıyoruz. Sen yoksun ama mandolindeki parmakların eşlik ediyor türkülerimize... Ve en çok sevdiğin Yemen türküsü dilimizde. Sonra hani perdeleri açardın ya ayışığı girsin de korkmayalım diye, yine açıyoruz ama bu kez karanlıktan korkmadan... Sen yoksun ama biz seninle kimi zaman Van'daki evimize gidiyoruz oradan beni uyandırdığın şehir Diyarbakır'a geçiyoruz. Trabzon'u unutmadık bu kargaşada, Karadeniz hala yüreğimizde senin küçük arkadaşın Devrim'le birlikte... Çocuklarımız büyüdü Baba ve onlara öğrettik otlu peyniri, kardeşliği ve barışı. Hatta en çok da sevginin 'her şeyin anahtarı' olduğunu… Ne zaman yenik düşecek olsalar yalan kelimelere seni hatırlatıyoruz onlara… Erdemi seninle birlikte kucaklıyorlar...

Sana hiç söylemedim ama ben bir gün aşık oldum Baba… Şimdi düşünüyorum da acaba kızar mıydın yoksa gözlerimdeki ışıltıya sevinir miydin? Büyük bir ihtimalle sevinirdin biliyorum. Çünkü sen benden her zaman şiir geçmesi gerektiğine inanırdın. Sen beni benden önce keşfetmiştin. Bil ki çok mutluydum çünkü o senin gibi şefkat kokuyordu. Ne zaman vazgeçecek olsam şiirden o 'yaşamak şiirden geçer biraz da ölmekten' diyordu.

Şimdi seninle konuşamıyoruz sevgili...

Kırılası parmaklarım titriyor onurumun tellerinde
Artık eskimiş bir meyhanenin gözlüklerindeyim

Yani büyüdüm… Sana 'seni seviyorum' diyebilmek bir şiirdi. Sana bir gece ansızın hüzünlerimi alıp gelmek molasız bir yolculuk gibiydi. Memleketimin çocuklarını senin gözlerinde görmeyi seçiyordum. Unutulmuş ve kırgın çocuklarını… Seninle ayaklanma yapıyordum tüm hapisanelerimde. Çıkan isyanda ilk senin arkana saklanıyordum. Biliyordum ki açılan ateşlerde beni sen koruyacaktın. Bazen bir adam aşağılık bir biçimde bakınca gözlerime umursamıyordum. Yanımdaydın ya her saniye şımarıklığım ondan olsa gerek hayatın tuzunu fazla kaçırıyordum.

En çok da günüm-gecem-akşamım-güneşim-üşümelerim-uykularım-uykusuzluklarım-yıldızlarım-ayışığım-çocuklarım-yani ben yani şiir yani hayat ve devrimlerim yeniden kucak açmış beni bekliyorlardı.

Öyle erdemli bir yolculuktu ki kimi zaman nasıl yetişirim diye düşünüyordum. Ya bu tren kaçarsa ya bu gemi unutursa beni? Binlerce sorularımla uyuyordum ki düşlerimde elimi tuttuğun zaman yeniyordum tüm korkularımı...

Bir gün söndü ışıklar… Deniz eski renginde değildi, griye sarılmıştı. Demiryoluna koştum yoktun, limana geldim ter içinde yolcular da yoktu. Yalnızdım, üşüdüm ve bir banka öylesine oturdum. Belki uyuyakalmışsındır diye bekledim bir süre sahilde… Yüzümdeki meltem saçlarımı dağıtıyordu, düzeltme derdinde değildim. Hava sıcaktı, Ağustos'un tam ortası... Yapraklar yeşil, bank sarıydı; üzerine bırakılan not ise bembeyazdı.

'Artık ben yokum, bundan böyle kendi kanatlarınla uçacaksın ve bil ki seni hala çok seviyorum… Biliyorum bu notu alınca ağlayacaksın, belki de benden pişmanlık duyacaksın. Sadece şunu unutma sen yalnız ve yalnız benim 'gülüm'sün...'

Şiir miydi okuduklarım? Hayır küçük bir mektupdu sadece... Dediği gibi sadece ağlamadım hayatı ağlattım, şiiri ağlattım… Körfeze döktüm acılarımı, giden gemilere umutsuzca baktım. Akşam güneşi renk değiştirmişti.
Kızıla dönüyordu ümitlerim… Susmamalıydım, susarsam bu aşk bitecekti.. Yazdım yazdım sürekli yazıyordum... Ne bir tren vardı yüküne katılacağım ne de bir yol...

Akşam güneşi belki beni anlardı, açtım sesini sonuna dek... Kulağıma gelen küçük dalga sesleri üzerime bir vedayı giydiriyordu... Bense eli kolu bağlanmış bir harman yeli gibi, estim estim...

Şimdi;
Buğulanmış bir camın ardından
Dağınık saçlarımla adını yazıyorum şehrime...
alıntı................................

Kimden : Eslim Tasikardi (Bay, 46)
Kime : Muzeyyen Baskir 1
Tarih : 31.03.2010 15:40 (GMT 2:00)


Konu : bitmemiş mektuplar

Bir kuyumcunun özeniyle seçmek istedi sözlerini adam... Sesi kulaklarına, kokuyu en içlerine hapsetti ve sözcüklerin kanatlarına tutundu sessizce... Zamanın tiktaklarına, günün aydınlık, karanlık olmasına aldırmadı bile...

En dingin rüzgârların esişlerine bıraktı kendini sadece... İstemedi tenine sinmiş kokuların uçmasını çünkü... İstemedi, sesin kaybolup bilinmezlere gitmesini... İstemedi... Korktu, sustu, istedi belki de...

En mahrem halleri geldi gözlerine... En çıplak, en insan halleri hani... Gülümseyen bir çift göz aydınlattı yolunu...

Ölümü beklerken yaşama tutunan gözler... Bir sonbahar ayının, bilinmez bir gününde ve saatinde, sararan yapraklara ayaklarını gömmek, bir sıcak çay içmek, başını usulca göğsüme yaslamak isteyen bir yürek... Yolculuğun hikâyesi başlamıştı işte...

Adam:
Mayıs ayında açar ıhlamurlar... Haziran ayı geldi mi, mis gibi kokular salar etrafına... Sarıp sarmalar, okşar adeta yürekleri… Yanaklarda süzülen gülücük misali, yeşil yaprakların arasından açan sarı yapraklar, gözleri kamaştırır adeta... Duygular uzun, kıvrımlı, yakıcı yolculuklara uzanır... Aşklara, özlemlere, vuslatlara davettir bunun adı...

Ve bahar onunla bir başka güzelleşir dedi adam... Ihlamurlara sinen kokuları topladı bir bir... Mayıs yaklaşmaktadır işte...

Kadın: Ne ilginç değil mi? hep yalnızdım ama yine de alışamıyorum yalnızlığa... Sonra da üzülüyorum kimse yok yanımda diye... Evet, her şey kötüydü... Ama güzellikte vardı; bak sabah bir kez daha oldu ve gördüm bende... Tüm gece yağmur ağladı ben ağladım... O söyledi ben söyledim... Kimsecikler yoktu... Neden olsunlar ki dedi yağmur... Haklısın dedim... Sustuk... Neden olsunlar ki.
Geçti... Bitti... Sancılı bir gecede dökülmüştü bu satırlar...

Adam:
Hadi bırak kendini yağmura, duygularına dedi... Yaşamalısın, yaşamalıyız işte... Bak hiçbir esinti yok dışarıda... Kokun her bir yağmurda düşüyor toprağa... Toprağa mı... Hayır, hayır kıyamam sana... Bak avuçlarıma topladım gözyaşlarını... Hiç kokunu bırakır mıyım toprağa...

Kadın:
Yaşamak... Nefes alıp verebilmek ve bunu olabildiğince çok kereler yapabilmek midir?

Henüz dokunamadığım, kokusunu içime çekemediğim bir insan, aramızdaki onca mesafeye rağmen yaşadığımı, insan olduğumu, kadın olduğumu hissettiriyor... Bundan güzel yaşamak olabilir mi?

Bilinen, bilinmeyen, varsayılan, tüm, kısa, uzun yaşam süreleri adına, evrenin bir dengesi var diye düşünüyorum... Benim bilinen kısa yaşam süremde, onunsa bilinmeyen, varsayılan, uzun yaşam süresinde, işte, tam bu an'da karşılaşmış olmanın bir anlamı vardır belki de... İlk yazısını okuduğum anda yağan yağmurun, yüreğime dolan ıhlamur kokusunun da bir anlamı vardır belki de...

Kendimize dair biriktirdiklerimiz, eksik bıraktıklarımız, belki de yakalanan an'ı bu kadar anlamlı kılıyordur, bilmiyorum ki...

Açıklaması, adı ne olursa olsun... Seviyorum seni, yakaladığım bu an'ı, bu günü. Geleceğim... Mutlaka geleceğim. Bendeki seni görmen için...

Adam: sözcükler ne zaman susar bilmiyorum... Yüreğimdekileri anlatamama korkusu sözcüklere sıçradı işte... Susuyorum... Yetmiyor sözcükler... Anlatamıyorum... Ve susuyorum... Teşekkür ediyorum... Ve özlüyorum seni... Gelişini bekleyeceğim...

Yağmur yağar mı bilmiyorum... Taşır mıyım ıhlamur kokularını sana, inan bilmiyorum... Ama sana, kokumu vereceğimi biliyorum... Canım... Bir tanem... Seni istiyorum... Lütfen gel... Ve gitmek için de acele etme olur mu...

Kadın:
O gecenin sarhoşluğundayım. Gözlerim açıkken bile senin yüzünü görüyorum her yerde... Hücrelerime kadar senle doluyum...

Beni kendine eş görmen, nasıl bir rüya, nasıl bir mutluluk... Dünyadaki tüm papatyalar benim oldu.

Sana aşığım. Evet, adı bu yaşadığımın, aşk...

Beni gönderdin uyuyayım diye, uyumadım. Dizlerimi karnıma çekip kollarımla sararak, oturdum öylece, yaşadıklarıma, duyduklarıma, hissettiklerime tekrar tekrar baktım... Özenle yıllar boyu saklanmış, zarar görmesin diye yavaşça yaprakları çevrilen bir fotoğraf albümü gibi... İçime yerleştirdim, bakışlarını, gözlerini, bana dokunan parmaklarını ve gözyaşlarıma ortak oluşunu...

Saçmaladığım zamanlarda bile, sabırla bekleyişini, yeteneksizliklerimi düzeltişindeki inceliği... Bana rağmen benim için bulduğun açıklamaları, çözümleri...

İçinde sen olan herşeyi yeniden yaşadım... İlk gecem böyleydi... Eksiktim çünkü yoktun o an... Nasılda dayanılmazdı sana dokunma ihtiyacım... Canım acıdı, özleminden.
O GÜN BİR DAHA GELMEYECEK... Evet, ama bir kez olsun geldi... Bıraktığın...’an’dayım...

Adam:
''Erguvan çiçeğinin ömrü en fazla bir buçuk ay sürermiş… Çiçeği yapraklarından önce oluşur ve yaprakları oluşana kadar dökülürmüş çiçekleri…

Çiçekleri beyazmış erguvanların... Yahuda’nın ihanetine dayanamamışlar... Beyaz olan çiçekleri kırmızıya dönüşmüş... Ve hep müjdelemişler baharı... Erguvan çiçeklerinin masumiyetinde buldu gözlerini... Teninin sıcaklığını beyazlaşan yaprakların arasında aradı... Üzülme hadi, yine geleceksin, yine saracağım seni... Eksik kalmayacak hiçbir şey...

Kadın:
Bu gün özgür gün... Ben ilan ettim... Resim yapacağım... Dünyayı renklendireceğim...

Nasılda unutmuş insan renkleri... Nasılda grileşip matlaşmış gökyüzü... Sadece hüzün, acı, yoksunluk renkleri var... Üzüldüm gökyüzüne.
Buna dur demeliydim... Ölmemeliydi...

Rengini aldım ve boca ettim dünyaya... Işık ışık oldu her yer... Gökkuşağının sekizinci rengi o...hem herkes görsün hem de sadece ben göreyim istiyorum... Tek benim olamayacak kadar COK Özlüyorum O’NU...

Güzelliklerin üstündeki tozlar kalktı, gökyüzü aydınlandı. Yasam pencereleri açılıverdi iyiliğin, insanin, sevginin, askın, üstüne.

Bu gün özgür gün... Ben ilan ettim... Resim yapacağım... Hadi sende fırçanı eline al, gel yanıma, benden basla, renklerini kullanmaya, olmaz mı?

Adam:
Sessizce gitmelisin dedi... Sözcükleri özenle seçmek istedi... İçi dışına geldi adamın birden... Korktu mu adam, bilemedi... Sadece sessizce gitmelisin diyebildi. İçi acıdı... Canı yandı... Parmak uçları yandı yazarken...

Alev topuna dönen ellerinde, dökülüverdi birkaç söz işte... Gitmelisin... Gitmeliyim diyebildi sadece...
Kadın:
Yine içsel uçurumumun dibindeyim. Kopkoyu bir karanlık sarmış etrafımı. Deve kuşu misali gömdüm yüzümü toprağıma. Nedir bu duygu? Bilmiyorum... Yanımda olmadığını ya da beni kendinden uzak tuttuğunu hissettiğimde hep ayni boşluk ve karanlık duygusu çörekleniyor içime... Güneş kayboluyor... Güçsüzleşiyorum...

Değil bir kelime senden gelen her harfin sonrasında bile okusam beni nasıl değiştirdiğini biliyorsun... Sessizliğin çok kotu... Anlamıyorum... Bekliyorum... Küçülerek... Gittiğinde ise yok oluyorum beyaz ekranın önünde, utanıyorum kendimden...

Bilirim ki düşünmüşsündür bana bu cümleleri yazmadan önce… Bütün detaylarıyla… Ne gibi sorular sorabileceğimi de bilirsin… Benim düşünebileceklerimi ve düşünemediklerimi de hesaplayarak bu sonuca varmışsındır… Demek ki doğru yöntem bu… Böyle yaptığına göre…

Sen benden daha gerçekçisin, daha iyi düşünüyorsun… Ben sadece bir adım önümü görürken sen metrelerce ötesini görüyorsun… Sana inanıyorum… Bütün kalbimle, beynimle, ruhumla… Vardığın sonuçta beni de düşünmüşsündür… Sadece kendin olsaydın bu kadar da sürmezdi belki de...

Sana kırılmadım, kızmadım… Nasıl kırılabilirim ki, kızabilirim ki, bana verdiklerinden sonra… Sadece üzüldüm hem de çok… Tu es mon univers… Bu günde dün gibi seni çok seviyorum…

Seninle büyüdüm, geliştim, zenginleştim… Ne çok isterdim anlatabilmeyi, yeterince gösterebilmeyi, sana bendeki seni… Bu gün denize günaydın demedim sabah, diyemedim… Öyle eksiktim ki… Sonra sen geldin aklıma ve denizin ne suçu var dedim… Gittim kucakladım onu… Bağışladı…

Bu bir büyüydü… Beni gördün, sevdin, dokundun… Daha ne isteyebilirim ki yaşamdan bu yaşımda… Yaşadıklarımız en büyük hediyemdir… Kucak dolusu teşekkür ederim sana…

Adam:
Çimenlik tarla kıyılarına, orman kıyılarına ve çayırlardaki karınca yuvalarının üstüne indi sessizce... Menekşe kokularını aradı gözleri... Arıların, böceklerin arasında bir yer buldu kendine...

Menekşe kokuların çekti içine... Sonra dağların ıssız kuytularına yöneldi bakışları... Özgürlük duyguları çağırıyordu adamı işte... Kekik kokuları çekmeliydi içine... Kekik kokuları işte...

Adam ağlıyordu işte... Ellerinde hala onun kokusu, ıhlamur, erguvan, menekşe kokuları vardı... Kekik kokusu da sinmişti bedenine... Kokular karışmış ve bir olmuştu bedende... İstemedi tenine sinen kokuların kaybolmasını adam... Yağmur yine yağmalı diyebildi sadece...

Eserleri


İsimsiz Sevgiler

Puan Ver: Bize sevmesini öğretmediler sevgili,bize hep sevgiyi saklamasını öğrettiler Hep bekletmeyi..hep ertelemeyi...bu yüzden biz kiminle birlikteysek bir diğerini ama hep uzakta olanı özledik,hiç dinmedi doyumsuzluğumuz,biz hep uzaktakini sevdik sevgili...yanımızdakini değil,odamızın duvarının arkasındakini değil,birşeyler paylaştığımızı değil,uzaklardakini ulaşamadığımız kadar uzaklardakini sevdik... Yanımızdakileri kırıp geçirdik incitip üzdük de, hep ulaşamadıklarımıza sakladık söyleyemediğimiz o güzel sözleri... Özlediğimiz sevgiden delice korktuk biz sevgili. Sevmek bizim için sınırlarımızdan hiç çıkmamaktı. Kendi sınırlarımızda sevmek hep kapana kısılmaktı.Bu korku yüzünden hep karşımızdaki insanların sevgisini eksik bulduk,küçümsedik onların sevgisini,yeni heyecanlar arama isteği vardı.Bir kişide takılı kalmak ne kadar basit diyorduk. Gözümüz hep uçan kuşlardaydı Yüksek dağların en tepesinden bakıyorduk insanlara biz. Sorun bizdeydi sevgili. Sevgiye inançsız olan bizdik...Bir insan bizi sevmeye başladığında yenildiğinde sevgimize; ondan uzaklaşır, nasıl da tiksinirdik sevgilerinden biz. Ama bizden biraz uzaklaşmaya görsünler onları yana yakıla nasıl da arardık. Çünkü biz sevilmeye alışmıştık, hatırlasana nasıl da ihtiyaç duyardık seslerine, kokularına. Kaybolmuştuk dağıttığımız sevgilerde. Kim bizi seviyordu, biz kimi seviyorduk. Sınırlar erir, karışırdı herşey. Öksüz sahipsiz bir sevgimiz vardı ama onu kime vereceğimizi şaşırdık. İnanırlardı bize,inanırlardı o öksüz, sahipsiz, başıboş sevgimize. Çünkü çevremizdeki herkes o kadar hasretti ki sevgiye.. Çünkü onlar da bizim gibi sınırlar içinde büyümüşlerdi. açılamıyorlardı kendilerini tanıyamadan çıkamazlardı, sınırdan izinsiz çıkış yoktu bize sevgiye geçit yoktu.Kaç zamandır kendimizi kandırdık sevgili. Kimi sevenler şarkılarda yaşatır sevdiğini,kimi eski cüzdanındaki eski, soluk bir resimde, kimi ise hayallerle süslediği sınırlı dünyasında anlatacak çok şeyleri yoktur.Çok olan sadece çektikleri acılardır sınırlı dünyalarında. Bunu bilirler sevgili,ama kıramazlar zincirleri. Aşkı,sevmeyi,sevilmeyi kendimizi adamayı o kadar çok özlemişken,aynı zamanda ikiyüzlülükte içimize işlemişti.Kendimden biliyorum,gözümüzde hayatımızın zerre kadar önemi yoktu.Gerektiğinde hayatımızı hiçe sayacak kadar kahraman ama bir o kadar da yalancı ve riyakardık sevgili. Patlayıcı bir madde gibi taşırdık sevgileri.Kaygı dolu,ürküntü dolu bir sır gibi taşırdık sevgileri.Okuduğumuz yoksulluk romanlarında,gözyaşlarıyla seyrettiğimiz filmlerde anlatılan kahramanların hayatlarından daha berbattı hayatımız aslında.Ama kendimize duymadığımız şefkati onlara duyardık.. Birbirimize ne kadar ne kadar üzüldüğümüzü gösteremediğimizden, birbirimizin derdine yeterince eğilemediğimiz için bu filmlerdeki kahramanların hayatlarına ağlardık doyasıya...Aslında birbirimizi çok sevmek istiyorduk,ama nedense çok utanıyorduk bundan ve hep erteliyorduk. Yürürken sokakta karanlıklar eşlik ederdi yalnızlığımıza Sokağın sonunda o gökyüzünün yalancılığı bizi de vururdu kaybolan o sahipsiz aşklarıda... Biliyormusun bugüne kadar hep seviyormuşum gibi yaptım ben.Aslında onları tanımıyordum ben,ama yinede ihtiyacım vardı sevgilerine. Bağışlasınlar beni ve unutmasınlar, onlar adına onlardan daha çok acı çektim ben... Bir tek seni tanıyorum aslında ben... Bir tek seni... Dinliyorum anlat hadi... Demek sonsuza dek kaçıyormuş insan kendisinden..

cezmi ersoz

nazım hikmet halktır...
nazım hikmet türkiyedir, dünyadır...

seni düşünüyorum.
Sen dünümüz, bugünümüz, yarınımızsın,
en büyük ustalığımız,
en ince hünerimizsin.
Sen aklımız, yüreğimiz ve yumruğumuzsun.
Dünyada bir anılır şanlı soyun var:
sen küçük kardeşisin V.K.P.(B) ’nin.
Sen bana bugün
Mübarek alnındaki yara yerinle
ve işçi bileklerinde zincir izleriyle göründün.
yürüyorsun dimdik, pırıl pırıl.
Ömrümde yalnız seninle
Bacımınkiler gibi gök gözlü şehrim,
İstanbul’um,
seni düşünüyorum.
Oturmuşum deniz kıyısına,
bakıyorsun limana giren Amerikan zırhlısına.
Hastasın, açsın, öfkelisin.
O da bakıyor sana,
hem de nasıl,
efendinmiş,
patronunmuş,
sahibinmiş gibi itoğlu it.
Bozkırdaki tarlalar sizi düşünüyorum.
Belki karasapanla sürülürdünüz,
kavruk olurdu ekininiz,
kavruktu mavruktu, buğday idi ya,
Amerikan şimdi beton dökmüş oraya,
ölüme uçak alanı yapmış sizi.
Uzun uzun şoseler sizi düşünüyorum.
Üstünüzden kervan geçmez, kuş uçmaz,
ölmeğe, öldürmeğe gidilir yalnız.

Seni düşünüyorum tornacı Rahmi.
Belki bu sabah basıldı evin,
belki şimdi Birinci Şubedesin,
kolların kelepçeli arkadan,

Kan içinde yüzün gözün.
Biliyorum söyletemezler:
“Barış Yolu” dergisini kimden alıp dağıttığını.
Seni düşünüyorum Hasan oğlu Hüseyin.
Mangalardan birinin bilmem kaçıncı eri. Selam vermedin diye,
çipil teğmen, basıyor tokadı sana. Sen sımsıkı duruyorsun,
yüzünde beş parmağın yeri. Biliyorum Hasan oğlu Hüseyin
kaçacaksın, katletmiye gitmeyeceksin Korede kardeşlerini
Seni düşünüyorum Hatçe kadın.
İnsandan çok arık toprağa benziyorsun,
hayır topraksızlığa.

Beş çocuk doğurdun, üçü öldü.
Fakir köy halkını peşine taktın.
gidiyorsun zaptetmeğe
süngülerin ardındaki bey toprağını.
Üniversiteli kız seni düşünüyorum.
İçerdesin bir yıldır,
en az üç yıl verecekler.
Bana bir şiirimi okumuştun,
sesin kulağımda hala.
Seni düşünüyorum sayacı İsmail Usta,
Marşal emretti, açıldı gümrük kapıları,
sen dükkanın kapısını kapattın,
zarf, kaat sattın

Galatasaray da, postanenin orda.
Dilendin sonra,
sonra öldün veremden
ev halkıyla beraber.
Seni düşünüyorum anne.
Büsbütün perde indi mi gözlerine?
Karanlıkta mısın?

Ev kirasını bu ay verebildin mi?
Ben aklında mıyım?
Mavi bulutlar geçiyor altın kubbelerin üzerinden,
kırmızı bacaların,
beyaz kulelerin üzerinden mavi bulutlar geçiyor.
Bakıyorum Moskova’nın pencerelerinden birinden

seni düşünüyorum memleketim
memleketim, Türkiye’m seni düşünüyorum
zaten bir dakka çıktığın yok aklımdan,
hasretin dayanılır gibi değil
Moskova’da yaşamanın saadeti olmasa,
burda herkes sormasa seni benden,
Sovyet insanlarından her gün mektup gelmese,
sevmese seni onlar
benim onları sevdiğim kadar.

nazim hikmet ran