Munzur Efsaneleri Ve Masallar

Nuri Can
407

ŞİİR


97

TAKİPÇİ

Munzur Efsaneleri Ve Masallar

Sunu

Erzincan Munzur dağı eteğinde Caferli köyü ve Munzur yaylalarının doğal güzellikleri arasında doğdum, orada büyüdüm. Caferli ve çevre köylerinin insanı genelde gurbetçidir.

Benim de çocuk yaşlarda başladı gurbet hayatım. Gittiğim, yaşamımı sürdürdüğüm yerlerde hep oraların eşsiz güzelliğini, engebeli doğasını ve sıcak içli insanını aradım. Bu nedenle özlemlerim tümüyle Caferli ve Munzur yaylalarında kaldı.

Caferli insanı gurbet insanıdır. Bu yüzden gurbeti türkülerle dile getirmek kadar doğal bir şey olamaz. Türküler Munzur ve Mercan dağlarının sevdasıdır, hasretidir, sevincidir, acısıdır, rüzgarıdır. Bir rüzgar ki alıp sesini, sedasını diyar diyar gezdirir yüreğimizde.

Bu gün bile hala Caferli ve çevre köylerde birbirini tamamlayan nice güzel değerlerin varlığının yanısıra, bir çoğunun zaman içerisinde yitip gittiğine de tanık oldum. Bu değerlerin en önemlileri de efsaneleri, masalları, ağıt, destan, söylence ve türküleriydi.

Çocukluğumda duyduğum ve aşkla dinlediğim nice masal, efsane, destan, söylence, ağıt, ninni, mani, şiir ve türküler kaybolup gitmiş. Belleğimde kalanları da kendi çapım ve olanaklarım ölçüsünde yazıya dökmek için çabalıyorum. Masal, efsane ve söylenceleri derlemek, yaşatmak, gelecek kuşaklara aktarmak, anlatmak ve ulaştırmak o yöre değerlerinin ve geleneklerinin yitip gitmemesi, o yöre halkının kendi geçmişini bilmesi, gelecek kuşakların yaşaması kadar önemlidir bence.

Tüm bu gerçeklerin varlığı ve benim bu yörelerin bir aydını, sanatçısı olmamın getirdiği sorumluluk duygusuyla tüm olanaklarımı kullanarak yöremizin kültür değerlerini size aktarmak istedim.
Bu masallar ve efsaneler artık sizindir.

Nuri CAN

Pepuk Kuşu Efsanesi

Ben Bir Pepuk Kuşuyum

Ben bir pepuk kuşuyum dalında yaralı duran
dağların yamaçlarında kenger
nazlı bir kızın gözlerinde iki yetimlik ah!
içinin kızıllığınca gül ve yangın
her bahar lavlara
korlara
ateşlere düşer yüreğim

bir söğüt dalının
efil efil titreşen yaprağıdır yüreğimdeki
açarım yarasını bakarım canyerimin ağlayamam
acının ve sevginin kesiştiği yerde
iki çığlık arasında kaldım ah
acılı rüzgarlara bıraktım kanatlarımı

istedimki kuş olayım
kanatlarımın altında saklayayım
alıp gideyim başımı dağ dağ
göklere yazayım hasretimi

istedimki ağaç olayım
üzerinde yeşereyim
gölge edeyim her yaz
her güz dökülsün yapraklarım
serileyim üzerine ah! edeyim

istedimki yağmur olayım
yüreklere yağayım her bahar
sel olayım dere tepe
katayım önüme tüm acıları
denizlere, okyanuslara götüreyim

istedimki ıstırabın sunaklarında
karalanmış rengi olayım yaşamın
sonsuzluğun kurgusunda cezalanmış acı
binlerce yıllık geçmişimle
her bahar beni anlatsın analar çocuklarına,
babalar beni anlatsın

istedimki yürekteki her çiçeği
gözyaşlarıyla besleyeyim
kuruyup gitmesin diye
istedimki dağlara sesleneyim yazgımı
özlemlere söylenen türkülere sesleneyim
gelip geçenler okusun diye gözlerimdeki şiiri

istedimki dağlara yazayım hasretimi
ovalara, denizlere, gökteki yıldızlara
yağmur olayım gökkuşağını hediye edeyim
parça parça olayım her fırtınada
mutluluk ağacında hüzün çiçeği olayım
her yıl çoğaltayım acılarımı
Nuri CAN

Pepuk Kuşu Efsanesi

Munzur dağı eteklerinde kış mevsiminin, etkisini yavaş yavaş kaybetmeye başladığı günlerde. Baharın geleceğini muştulayan cemreler beklenir. Sonunda cemre, hava ve topraktan sonra suya da düşer. Hem de ateş topu bir sıcaklıkla.... Su da hava gibi, toprak gibi ısınmaya, yaşam daha kolay, daha güzel yaşanılır olmaya başlar. Cemre; havanın güzelleşmesini, suyun ısınmasını ve toprakta gizlenen tohumların, bitkilerin, kuru ağaç dallarının, canlıların uyanmasına sebep olur. Bir umut olur canlı cansız tüm varlıklara.

Cemre toprağa düştükten sonra bahar geliveriri dağlara, ovalara, kırlara. Ve ardından yüreklere. Önce kardelenler, nergisler, süsenler (sosın) kaldırır bükülmüş boyunlarını gökyüzüne, ardından laleler, frezyalar, kır karanfilleri, kırkkanatlılar, yabangülleri. İç gıdıklayan kokularını etrafa yayarlar, renk renk ışıklarını sulara aksettirdiler.
Baharın gelmesiyle birlikte; kuşlar daha bir neşeli öter, daha bir neşeli uçar gökyüzünde. Dereler daha bir sevinçle akar, daha bir çoşkuyla eser rüzgar.
Her bahar nasırlı ellerin toprağa attığı tohumlar, yeniden yeşerme sürecine dönüşünce, doğa yeniden dirilir. Bir serin şebnem, güneşin de etkisiyle kendini yeniden doğurur. Derin uykusundan uyanır doğa. Umutsuzluğu ortadan kaldırarak aydınlığını, güneşe yönelen gülüşlerini saçar evrene.
Kenger, karların erimesiyle yetişen en önemli bitkilerden biridir çocuklar için. Bir taraftan soyulup yenilir, yemeği yapılır diğer yandan sakızı toplanır. Kenger sakızıyla da meşhur bir bitkidir, üzerine türküler bile yakılmıştır. Kengeri, önemli yapan bence tüm bunlardan da öte acıklı efsanesidir. Farklı biçimde de olsa kengerin bittiği her yerde pepuk kuşu efsanesi bilinir ve çocuklara anlatılır...
Efsane, kimi yerlerde farklılık da gösterse, konu benzerdir. Kimi yerde erkek kardeşin acısı anlatılır kimi yerde kız kardeşin acısı...
Nuri CAN

Pepuk Kuşu Efsanesi

Bir varmış bir yokmuş... Vakti - zamanda Anadolu’nun küçük bir dağ köyünde anne baba ile iki çoçuğu yaşarmış. Çocuklarının biri erkek diğeri de kız imiş. Bu ailenin herkesi imrendirecek derecede neşe, mutluluk ve sevinç içerisinde dilekleri gerçekleşir her şey gönüllerince olurmuş. Oturdukları köyde gayet sevilen bu iki güzel çocuk da gün gelmiş cıvıl cıvıl kuş sesleri, kuzu meleyişleri, dere çağlayışları arasında; mavi ve yeşilin alabildiğine uzandığı yaylaların güzelliği içinde, boylu boyunca dağların eteklerinde bulunan ağaçların gölgeleri ve serinliği içinde güle, oynaya, büyümüşler.

Taa ki günün birinde anneleri aniden rahatsızlaşıp ölünceye dek. Bu durum,ailenin tüm neşesini, huzurunu, mutluluğunu üzüntüye çevirip yok etmiş. İki kardeş de artık eskisi gibi ne gülmüş ne de sevinip oynamışlar. Her tarafa ağır bir yas ve sis bulutu çökmüş...

Bir müddet sonra evde aş pişirecek kimsesi olmadığı için babaları yeniden evlenmek zorunda kalmış. Evlenmişte üvey anneleri kısır olduğu ve de çocuğu olmadığı için çocukları hiç sevmez, düşmanca davranırmış. Fırsat buldukça kötülük eder, elinden gelen her zulmü yapmaktan geri durmazmış.
Hele babaları evden çıkınca vay haline çocukların, onlara türlü türlü eziyetler eder rahat yüzü göstermezmiş. Çocukları gece gündüz çalıştırp, döver ve kimseye anlatmamaları için de korkuturmuş. Zavallı çocuklar bütün bu kötülüklere rağmen yine de babaları üvey annelerinin yaptıklarına inanmaz diye çaresiz her eziyete katlanarak yaşamlarını sürdürme çabası gösterirmişler...

Babalarının yine evde olmadığı bir bahar günü, üvey anneleri iki kardeşe torba, bıçak ve kazma vererek,dağa kenger toplamaya gönderir. İki kardeş sabah erkenden evden ayrılarak kenger toplamak için dağın yolunu tutmuşlar. Abla bir bir topladığı kengerleri kardeşinin sırtında taşıdığı torbaya koyarmış ve böylece de hava kararmaya başlayıncaya kadar kenger toplamışlar. Artık köye dönmek üzereyken Abla, kardeşinin sırtında taşıdığı torbanın dolup dolmadığını anlamak için torbayı yere indirip bakmışki ne görsün, torbada bir tek kenger yok. Bu duruma şaşıran iki kardeş, 'Sabahtan beri topladığımız kengerleri gizli gizli yedin değil mi? ” Biz şimdi eve nasıl döneriz? üvey annemiz bizi öldürür! .. ' deyip çıkışmış kardeşine.

Kardeşi ise 'Hayır abla, bana yemem için verdiğin bir tek kengerin dışında yemin olsun ki yemedim! ' demiş. Ancak ablasını bir türlü inandıramamış. 'Abla eğer hala bana inanmıyorsan istersen karnımı aç da bak! ' demiş. Ablası almış bıçağı karnını yarmış bakmış ki kendisinin verdiği bir kengerin dışında midesi bomboş kardeşinin, meğerse kengerleri o yememiş! ... Kardeşi doğru söylemiş. Kardeşinin karnını dikmeye çalışmışsa da kardeşi oracıkta ölmüş.

Gidip torbaya tekrar bakmışki torbanın dibi delik ve sabahtan bu yana topladıkları kengerlerin döküldüğünü anlamış. Meğer üvey anneleri onlara (akşam kötülük etsin diye) dibi delik torbayı vermiş.

Kardeşine inanmamakla hata yapıp onun ölümüne sebep olan abla, bu acı ve vicdan azabıyla neye uğradığını şaşırmış ve orada bulunan pınarın suyuyla kardeşini yıkayıp ağlaya ağlaya gömüvemiş. Gömütün yeri belli olsun diye de başucuna bir fidan dikmiş.

Eve döndüğünde kardeşini soran babasına. 'O biraz yoruldu oduncularla gelecek' demiş. Oduncular gelmiş, çocuk gelmemiş.
- Nahırla gelecek demiş.
Nahır da gelmiş, ama çocuk yine yok.
- Davarla gelecek.
Davar da gelmiş çocuk hala ortalada yok.
Genç kız bir yandan baba korkusu, diğer yandan vicdan azabıyla kıvrılmış,yanmış, tutuşmuş parça parça olmuş yüreği.

Kardeşine inanmamakla hata yapıp onun ölümüne sebep olan abla, bu acı ve vicdan azabıyla Allah'a yalvarmaya, dua etmeye başlamış. 'Allah'ım beni pepuk kuşu yap bu dağlara sal ki dünya döndükçe dağlardan dağlara kardeşim diye seslenip durayım! ...“

Efsane bu ya o gece kızın dileği kabul olur, genç kız o gece Allahtan, pepuk kuşu olmuş ve gidip kardeşinin başucundaki ağaca konup hep kardeşi için seslenip durmuş. Ve işte o gün bu gündür bu kız, pepuk kuşu olarak dağlarda; oradan oraya dolaşarak, kardeşini öldürdüğü için herkese kendini ihbar eder durur:
Her bahar mevsimi kengerin yerden bitmesi ile beraber pepuk kuşunun acıklı ötüşü de başlar.

(Zazaca)
“Phepu”
“Kheku”
“Kam kerd”
“Mı kerd”
“Kam kişt” (çişt)
“Mı kişt” (çişt)
“Kam şüt”
“Mı şüt”
“Ax! Ax! Ax! ”

(Kürtçe)
'Pepuu'
“Kekuu”
“Ke qir? ”
“Mın qir”
'Ke kuşt? '
'Mın kuşt'
'Ke şuşt? '
'Mın şuşt'
“Ah! ah! Ah! ”

(Türkçe)
'Pepuu'
“Kekuu” (baba)
“Kim yaptı? “
“Ben yaptım”
'Kim öldürdü? '
'Ben öldürdüm'
'Kim yıkadı? '
'Ben yıkadım'
“Vah! Vah! Vah! ”

Dağlarda öten bu kuşun bu gün hala, kardeşini öldüren o genç kız olduğu söylencesi, Erzincan’ın Caferli köyü ve diğer çevre köylerde yaygın bir biçimde bu şekilde anlatılır... Onun çıkardığı seslere bile acıklı bir ifade ve anlam yüklenmiş. Çocukluğumda bunun bir efsane değil de gerçekten yaşanmış bir öykü olduğuna inanır ve o kuşa çok acırdım! ...
Bu efsane hala doğunun bir çok yöresinde anlatılmaktadır. Komşu illerde de aynı efsanenin değişik şekillerde anlatıldığı bilinmektedir. Doğu illerinde yaşayan yaşlı genç hemen hemen herkes “pepuk kuşu” efsanesini farklı bir şekilde de olsa bilir.

Bir AŞK Masalı

Binlerce renk renk çiçeğin açtığı, bitkilerin bittiği, sürü sürü kuşların geçtiği, pırıl pırıl suların aktığı, çeşit çeşit hayvanların barındığı bir dağın yamacında güzeller güzeli Dilara adında bir kız yaşarmış. Her sabah kalkar huzur ve esenlik içinde türküler, şarkılar söylermiş… Kiraz dudaklarından tane tane mutluluk dökülürmüş yamaçlara…

Dilara her sabah uyandığında dağlara bakıp yüreğini bin çeşit renkle nakış nakış işler, güneşin rengiyle sevgisini, umudun mavisiyle umudunu süsler, çağlayan sulara, esen rüzgarlara bakıp bakıp sevinç pırıltıları serpermiş gözlerinden…

Henüz bakir doğası insanlar tarafından kirletilmemiş, bozulmamış; yalanın, dolanın, kokuşmuşluğun hiç uğramadığı bir yermiş burası... Dilara’nın sevgisi yeryüzündeki çiçeklerin renkleri gibiymiş… Baharın sevgilisi, nisanın ilk aşkı, masumluğun sultanı, suların saflığıymış Dilara’nın güzelliği…

Nisanın ilk gözağrısıymış Dilara… Baharın ilk öpücükleri değdimi narin kirpiklerine, uyanıverirmiş tüm çim – çiçek, börtü - böcek..

Hoyrat rüzgarlar inzivaya çekildiğinde, bahar rengi ılık ılık meltemler sararmış ince belini Dilara’nın, incecikmiş yüreği de tıpkı beli gibi… İpekten teni varmış, gün ışıdımı pırıltılar dans edermiş saçlarında, pırıl pırıl suların üzerine vuran güneş ışıkları gibi…

Dilara her sabah erkenden kalkar çiçeklerle koklaşır, laleleri okşar, kuşlarla, kelebeklerle konuşur, dağ tepe demeden güneşe gülümseyerek mutlu bir şekilde kuzularının peşinde dolaşır dururmuş... Her seher bereket tohumları ekilirmiş dağların doruklarına, umut umut yeşerip halaya dururmuş çiçekler her bahar Dilara’nın güzelliğinde...

Bir gün hiç beklemediği bir anda karşısına genç bir adam çıkıvermiş, şiirler okumuş ay ışığında, şarkılar söylemiş, masallar anlatmış Dilara’ya. Sık sık buluşmuşlar... Sevdalanmış sonra Dilara, bırakmış kendini kollarına genç adamın hiç bir kötülük düşünmeden, başlamış rüyalarda, masallarda yaşamaya...

Çiçekleri, kuşları, kelebekleri bırakıp gece gündüz genç adamın hayaliyle yaşamaya başlamış... Sevdası yeryüzüyle, gökyüzünün sevdası kadar büyük; suyla, çiçeğin aşkı kadar da masum ve temizmiş... Sonra sevdasını açmış büyüklerine Dilara, hoş karşılamışlar kızlarının sevdasını, evlenmelerine izin vermişler... Davul zurna eşliğinde üç gün üç gece düğün olmuş, halaylar çekilmiş, inlemiş dağ taş...

Bir seher vakti uyandığında canından bir parça eksilmiş gibi irkilmiş Dilara. o canı gibi sevip bağlandığı adam buralardan sıkıldığını, kendisini unutmasını isteyip bir kağıt parçası bırakarak çıkıp gitmiş... Oysa aynı adam her sabah uyanır uyanmaz “sen dünyanın en güzel varlığısın, seni ölümüne seviyorum”diye övgüler dizermiş Dilara’nın gözlerinin içine bakarak... O zaman bütün yeryüzü, gökyüzü Dilara’nın olurmuş...

Çünkü dünyada ki; tek güzel Dilara değilmiş, her yerde kandırılacak dünya güzeli yüzlerce Dilara bulunurmuş yüzsüzler, yalancılar, sahtekarlar için...

O gün ilk kez ağlamış Dilara, mavi mavi pınarlar akmış gözlerinden. Ceylan gözleri o gün ilk kez üzgün bakmış dağlara... Aylarca belki döner umuduyla uçan kuştan, esen yelden haber beklemiş, dalgın dalgın bakmış sulara... Ama ne gelen olmuş ne de giden...

Huzuru ile beraber mutluluğu, sevinci de parçalanmış. Daraldıkça çıkıp bir dağ başına yankılı kayalara haykırmış içindeki ateşi... Bazen sessizce solumuş bir hazan yaprağı gibi, içi kanamış her baktığında dağların doruklarına... Gözpınarlarından akan damlalar bir nehir gibi süzülerek Munzur suyunun esrarengizliğine karışmış.... Kanadı kırılmış yavru bir kuş gibi uçmak istemiş masmavi gökyüzüne ama uçamamış...

Uçuşan düşlerini önüne katıp götürmüş yüreğindeki fırtına, geride bir kırık ömür, yorgun gecelere asılı birkaç tebessüm kalmış yalnızca.

Bir hazan çiçeği gibi solmuş günden güne Dilara. Derin okyanuslar dökülmüş yapraklarından her ağladığında.. Sevdanın kor yangını düşmüş yüreğine bir kez…

Bir zamanlar tan kızıllığı yamaçlara vurduğunda rüzgarın şarkısını söylermiş, dağlar, pınarlar, kayalar Dilara’nın yüreğinde. Bir dağ çiçeği gibi yaprağına sığınırmış üşümemek için Dilara... Ama artık suskunmuş dağlar…

Yağmurun gözyaşlarına karıştığı bir gece dönmüş yüzünü ve bırakmış kendini kayalardan aşağı ölmek istemiş Dilara...

Yalancıların, sahtekarların, acıların var olduğu bir dünyada yaşamak istememiş...

Bütün çiçekler kendi dillerince konuşmuş, üzüntülerini haykırmış dağlara… Ağlamış rüzgarlar; Bir tek laleler boyun büküp susmuş Munzur’da… Yüreğini açıp ses vermemişler… Suskunluğunda saklamışlar sırlarını, sevgileri söyleyemeyecekleri kadar çok şey anlatmış dağlara… Bu yüzdendir ki; Munzur’da bütün laleler boynu büküktür… Hep narin, ince, suskun ve asil durur…

Sonra zaman geçmiş, gözyaşları betonlaşmış, çiçekler kokusunu yitirmiş, o güzelim dağlar kötülüklere esir düşmüş... Kayalar ağlamaya başlamış her gece... Ay ve yıldızlar doğmamış bir daha o kayaların üstüne, kuşlar uçmamış, her gece rüzgar esmiş çığlık çığlığa. O gün bu gündür ‘Çığlık kayası’ olarak kalmış ismi...

O günden bu güne sevginin, masumluğum, temizliğin timsali olarak hala onun sevgisi konuşulur oralarda. Kimi kez onu “Çığlık kaya”nın başında sevgilisini seslerken geyiklerin içinde görüldüğünü söylerler, kimileri bir pınarın başında geyiklere su içirirken.

Herkes yok olmuş, yalan olmuş, masal olmuş ama o hep var olmuş, dünya döndükçe de var olacak dağlar kızı Dilara...

İşte böyle olmuş, böyle anlatılmış yıllar yıllı bu dağ masalı...

Bir dağ başıydı sevdası
sevdalanmıştı bir kez Dilara
kardelenler kadar aktı sevdası
kar kadar masum ve temiz
ve de,
sevmişti bir kez delicesine...

ve sonunda terk edildi
sevgi bilmezlerce
bir sevda sözü geride kaldı
bir de dağ gibi sevdası
bakamadı kimsenin yüzüne Dilara
vefâ sözü, sevdâ sözü yalan oldu

hergün çıkıp yükseklere
gidenin yoluna baktı
belki gelir diye
bir soluk resim elinde
gelenden geçenden
sual etti sevdiğini
sonunda, tükendi umudu
dayayıp rüzgarlara başını
ateşlere bağrını verip
bıraktı kendini kayalardan aşağı..

kara haber çabuk ulaştı obalara
dağlara kor düştü
ölüm vurdu hançerini
kutsal aşkın yüreğine

Sevgisi efsane oldu
sevgisi destan oldu
dolaştı dilden dile

Yıllar yılları kovaladı
mevsimler mevsimleri
herkes unutuldu
bir dilara unutulmadı
bir de sevdası...

Yoksul Çocuk Ve Elma Ağacı

Ulu bir dağın eteğinde küçük bir köy ve o köyün karşı yamacında, sık yemyeşil yaprakları ile parlak kırmızı elmaları olan dibine her yaz sıcağı gölge ve serinlik veren bir elma ağacı varmış bir zamanlar. Ağacın dalları arasına yuva yapmış olan kuşlar, yaprakların arasında korunup, kanat çırparak daldan dala uçuşur, şarkılar söylermişler mutluluk içinde. Bir de her gün bu elma ağacını ziyaret eden gülünce yüzünde güller açan Ali adında yoksul ve zeki bir çocuk varmış.

“Ey güzel çocuk duyuyor musun beni? ”

Küçük Ali bu sesin nereden geldiğini anlayamamış şaşkın şaşkın etrafına bakınıp durmuş, sonra farketmiş ki üstünde yemyeşil yaprakları ve kıpkırmızı elmalarıyla görkemlice duran elma ağacı dile gelmiş konuşmakta.

“ Ey sevgili elma ağacı sen konuşabiliyor musun? ” diye merakla sormuş elma ağacına...

- Tabii, demiş elma ağacı, “sen nasıl konuşabiliyorsan ben de öyle konuşurum ama kimse beni duymuyor çünkü durup dinlemiyor. Elmalarımdan alan hemen uzaklaşıyor burdan...”

- Bağışla, demiş küçük Ali, “bunca zamandır altından gelir geçerim sesini hiç duymamıştım, durup dinlememiştim. Ama bugün karnım açtı elma yemek için geldim buraya, konuştuğunu duyunca önce şaşırdım ama şimdi seni anlıyorum. Çünkü benimde arkadaşım yok benimle de kimse konuşmuyor çok yalnızım...”
Fakir ve yetim olduğu için kimsenin kendisiyle arkadaşlık yapmadığını söylemiş Ali.

-Elma ağacı önce derin bir iç geçirmiş ve sonra küçük Aliye “benimle arkadaş olur musun sana her gün elmalarımdan veririm karnını doyurursun? ” demiş. Küçük Ali öyle duygulanmış ki cevap verememiş, cevap yerine sarılıp elma ağacına iki damla gözyaşı dökmüş yanağından... Elma ağacı da çok duygulanmış,”benim de derdim bir candan arkadaşımın olmayışı elmalarımdan alan çekip gidiyor burdan” demiş.

Küçük Ali ağaçtan aldığı iki elmayı hemen afiyetle indirmiş midesine. Sonra dönüp yeni dostuna teşekkür etmiş.
- Gerçekten de bu güne kadar böyle lezzetlisini yememişti Ali.

O günden sonra küçük Ali ile elma ağacı çok iyi dost ve iki candan arkadaş olmuşlar, hemen hergün buluşup kuşların cıvıltıları, suların çağıltıları arasında beraber güler, beraber ağlar, beraber oynar olmuşlar… O günden sonra bütün ağaçlarla, bitkilerle, çiçeklerle dost olmuş, kuşlarla, hayvanlarla konuşur olmuş Ali elma ağacının yardımıyla...

Annesi ölünce babası ve kardeşleriyle ortada kalmış Ali. Her gün ırgatlığa gidip tarla, bağ ve bahçelerde çalışarak günlük rızkını temin eden babası, getirdiği üç beş kuruşla çocuklarının geçimini sağlarmış. Bir gün babası da hastalanınca eve bir şey getirecek kimse kalmamış, derken iş çocukların en büyüğü olan Ali’nin başına kalmış.

Günler böyle sevgi ve neşe içinde geçip giderken bir gün Ali üzgün bir şekilde gelmiş elma ağacının yanına, bu defa çok hüzünlü ve endişeliymiş. Elma ağacı. “Söyle” demiş Ali kardeş”, “neden bu kadar üzgün ve telaşlısın, bir şey mi oldu acaba? ” “Sorma elma kardeş babam hasta çalışan kimsemiz yok. kardeşlerim aç, hazır paramızda kalmadı. Ne yapacağımızı bilemez olduk? .” demiş.

“Üzülme” diye yanıtlamış elma ağacı, her şeyin bir çaresi vardır. “Bak sana güzel elmalarımdan vereyim, götür çarşıda, pazarda sat, çok paran olur” diye teselli de bulunmuş. Sevincinden ne yapacağını bilememiş Ali, elma ağacına doğru akan kalbindeki sevgi sıcaklığını hissetmiş o an.

O günden sonra Ali devamlı gelip arkadaşının sunduğu kırmızı sihirli elmaları götürüp satmış. Bir zaman sonra ihtiyacından çok daha fazla parası olmuş. Ve her zaman olduğu gibi yine sevinçle oynamaya devam etmişler.

Ali bir gün yine çok dalgın ve üzgünmüş, canı hiç oynamak istemiyormuş. Elma ağacı canının sıkkın olduğunu gören Aliye “Söyle bakalım Ali kardeş canın yine bir şeye mi sıkıldı”. “Sorma elma ağacı kardeş, kerpiçten örülü küçüçük bir evimiz vardı yağmura dayanamayıp yıkıldı, babam ve kardeşlerimle açıkta kaldık”.

“Bununda bir çaresi var Ali kardeş, yeter ki üzülme. Al bu dallarımdan götür, onlarla kendinize bir barınak yapın içine girin, rüzgardan, yağmurdan korunursunuz.” Deyip yine teselli etmiş Ali arkadaşını.
Çocuk sevgiyle, minnetle bakmış elma ağacına. Başlamışlar oyunlar kurmaya yeniden...

Aylar yel gibi, yıllar sel gibi geçip giderken küçük Ali büyük Ali olmuş derken hayalleri de büyümüş. Bir gün “yine dalgınsın Ali kardeş, acaba bilmediğim bir şey mi var”diye seslenmiş elma ağacı. “Ben çocuk değilim artık elma ağacı kardeş, büyüdüm, hayallerimde büyüdü, karşı koyları merak ediyorum, dağların öte yanını, dünyayı gezip görmek, tanımak istiyorum”...

“Onunda bir çaresi var Ali kardeş. Kes dallarımın bir kısmını, sağlam bir kayık yap kendine, yanına da elmalarımdan bol bol al, gezip gör dünyayı. Gittiğin yerlerde bana haber sal kuşlarla, selam yolla ki, içim rahat olsun olur mu? unutma emi! Diye tembih etmiş ve de fazla uzaklara açılma ne olur ne olmaz bazı yerler tekin olmayabilir, sana bir şey olursa üzülürüm”. Deyip uyarmış arkadaşını.

“Bu incecik filizlerimi, çekirdeklerimi yanına almanı ve gittiğin her yere dikmeni istiyorum. Büyüyüp ağaç olsunlar, meyve versinler, gölge olsunlar, yiyen herkes şifa bulsun, şifa dağıtsın dört bir yana… Benim tomurcuklarım her iklimi sever, nerde olursa olsun toprağın kucakladığı her filizim yemiş verir”demiş, elma ağacı.

Elma ağacına sarılıp öpmüş, sevgi dolu gözlerle yüreği titreyerek bakmış Ali ve “sen meraklanma arkadaşım bana bir şeycikler olmaz, ayrıca uyarıların için de teşekkür ederim” deyip gülümsemiş kırmızı yanaklı elma ağacına “hey canım arkadaşım, sevgili elma ağacım, sen sonsuza yaşa emi”. Deyip fısıldamış. “En zor anlarımda hep yanımda oldun, yardım ettin, bana sonsuz sevgini verdin, doğruyu gösterdin. Ne mutlu bana ki, senin gibi candan bir dostum var…”

Elma ağacının gövdesi ve dallarından, babasıyla beraber hazırladığı kayıkla ayrılmış oradan içi ağlayarak, o büyülü uzak yolculuk başlamış. Yemyeşil rengarenk pırıl pırıl nehirlerde ve derin mi derin vadilerde geçip giderken kalbinin en derinlerinde arkadaşı elma ağacını da götürüyormuş.
Kayığın içinde mutluydu, bu ucsuz bucaksız mavi gökler, bu dingin sular ülkesi Ali’nin ülkesiydi artik.

Küçük kayık, sonunda tertemiz suların üzerinde sessizce kaymaya başlamış. Nihayet içindeki sesin çağrısına uymuştu Ali. Gidebildiği yere kadar gidecekti.

Nehirin üzerinde arkadaşını düşünmüş, büyük bir sessizlik kaplamış, yalnızca ılık bir esinti hissediyormuş yanaklarında. Ali ağlamış en iyi arkadaşını terkettiği için, sessiz nehir gözlerinden yanaklarına akıyormuş sanki, keşke arkadaşını terketmeseydi diye geçirmiş içinden… Yalnızlık bir yana ama en iyi arkadaşının yokluğunu yüreğinde bir yara gibi hissetmiş. Gözyaşları öyle çoğalmışki, sanki nehir gözlerinin içinden akıyormuş…

Uyumuş Ali’cik gözlerini açtığı zaman kendisini büyülü bir atmosferde bulmuş. Mavisi yeşiline karışmış, uzun uzun ağaçların gölgelerini ve meyvalarını cömertçe sunduğu, renk renk çiçeklerin açtığı, kuşların cıvıl cıvıl öttüğü, pırıl pırıl suların aktığı, tertemiz havasıyla insanoğlunun pek uğramadığı bir yere gelmiş.
Her tarafta ceylanlar boy boy çeşit çeşit hayvanlar biribiriyle oynayarak otluyorlarmış.… Ama candan arkadaşından uzak, sevdiklerinden ayrı bir büyümüş çocuk vardı… Elma ağacına kuşlarla haber iletmiş her gitti yere, elma ağacından haber almış kuş kanatlarında…

Ali gittiği her yere elma ağacının tohumunu ekmiş, gittiği her yerde tohumlar filizlenmiş sevgiye. Sonra elma vermeye başlamışlar büyüdükçe. Kuşlar insanlar ve hayvanlar elma ağaçlarının altında buluştukça elma ağaçları da mutluluk dağıtmış etraflarına, böylece tüm canlılara elmalarından vermişler her yaz görkemli ve güçlü dallarıyla…

………….
Aradan çok uzun yıllar geçmiş. Ak sakallı, karlı dağların tepesini andıran başıyla ihtiyar bir adam çıka gelmiş, elinde baston yavaş yavaş yürümüş elma ağacına doğru. Elma ağacının altına gelince, başını kaldırıp sonsuz bir sevgiyle bakmış. Elma ağacı tanımış o eski arkadaşını kırlardan topladığı bir demet papatyayı bırakmış gövdesinin yanına ve sarılıp usulca seni seviyorum demiş.

29.9.1981

Yaşanmış Bir Sevda Masalı

“(*) Dünyada iki gül olsun, biri kırmızı biri beyaz, sen beni unutursan kırmızı gül solsun, ben seni unutursam beyaz gül kefenim olsun”.

“Bir söylenceye göre düşman iki ailenin çocukları olan Ali ile Zehra biribirine ölesiye sevdalıymışlar. İki genç daha çocukken ailelerinin düşmanlığına rağmen, gönül verip sevmişler biribirilerini. Aşkları, gökle- yerin aşkı kadar büyük, çiçekle suyun-aşkı gibi temizmiş…

Günler gecelere, geceler günlere akıp giderken, herkes aşkına göre almış hisesini hayatın pınarından.. Yıllar su gibi akıp gitmiş, Ve yöre de herkesin dilinde Zehra kızın güzelliği söylenir, Zehra kızın güzelliği konuşulur olmuş. Taa.. topuğuna kadar inen saçları, simsiyah gözleri, inci dişleri, kıpkızıl dudakları, pembe yanakları ve tanrı heykelleri gibi kusursuz bedeni ile perileri kıskandıracak kadar güzel ve alımlıymış…

Derken Ali ile Zehra büyüyüp evlenme çağına erişmişler ama evlenmelerine her iki tarafta bir türlü razı olmamış. İki düşman aile arasında kavgalar başlamış, günlerce silahlar patlamış…

Zehra ile Ali de çevrelerine aşklarını, biribirine bağlılıklarını kanıtlamak için evlerini terkedip iyi yürekli bir çobanın yardımıyla uzak bir vadideki mağaraya gizlenip yıllarca orada barınmışlar.

Zehranın kardeşleri her yeri aramış taramışlarsa da hiç bir yerde izine rastlamamışlar. Epey bir zaman yabani meyveler, bitkiler, kökler yiyerek ve geceleri çobanın köyden taşıdığı yiyeceklerle yaşamını sürdürmüşler…

Dolunaylı gecelerde iki derin vadi arasındaki mağaranın önünde oturup, alt tarafından çağıl çağıl akan sulara bakarak dağlara, taşlara türküler yakmışlar.

Zehra kızın saçları gece, gözleri yıldız, bakışları gökkuşağını andırırmış. Baktıkça rengarenk bir ahenk sararmış vadinin içini…
Her sabah gün burada aşkla başlayıp, aşkla bitermiş… Kuşların inceden soluyuşu, ağacların nazlı nazlı sallanışı, yaprakların hışırtısı bir başka güzelleştirirmiş çevreyi… Renk renk, desen desen çicekler içinde, pınarların da akışıyla bu renk ve ahenk harmonisi, iki gönül coğrafyasının ve iki yurek ikliminin mutluluğuyla uzayıp gitmiş günler…

Genç adam sevdiği kıza her gün hayran hayran bakarak sazına sarılıp türküler dizermiş ırmaklara… Dağ, taş dillenirmiş sesinde… Sevdiğinin gözleri denizin incileri, dişleri mercan, saçları gecenin karanlığı, gülüşü bahar gülü kadar güzelmiş, güldükçe cangülleri saçılırmış dağa, taşa…

Sonra Zehra kızın kardeşleri iz sürüp yatmışlar pusuya. Herşeyden habersiz dağlara, kayalara saz çalıp sevdiğinin ceylan gözlerine türküler söyleyen Ali tek kurşunla kayadan aşağı yuvarlamışlar.

Ağıt yakıp saçlarını yolan Zehra kız Ali nin acısına dayanamayıp ümitsizliğe kapılarak oda kendini aynı uçurumdan aşağı bırakır.

İkisi yan yana gömülür. Sonraları kızın baş ucuna ak, erkeğin başucunda al bir gül fidanı çıkar ve her bahar yeşerip biri ak biri kırmızı gül açarak biribirine sarılarak tekrar kavuşurlar hiç ayrılmamak üzere....

Yelpınarın suyu gövdelerine değdikçe ağlamışlar, iri iri yaşlar süzülmüş yapraklarından… Beyaz duvağını takıp tomurcuğuna, ağıtlar yakmışlar kayalara dönüp sırtını munzur dağına. Ne zamanki acısı, ne zamanki hasreti işlemiş kayalara bu iki çiçeğin, paramparça olmuş kayalar, her parça kızıl bir ağgül olmuş kanamış. Yıllarca pınarlar kan akmış… Tarifsiz bir acı çökmüş her yana…

İşte o gün bu gündür her bahar biribirine kenetlenen bu iki çiçeğin olduğu yerde ağlama ve inilti sesleri duyulur geceleri… Halk arasında mağaranın önünde gömülü olduğuna inanılan bu iki sevgilinin aslında ölmediklerinin, onların değişik zamanlarda değişik şekillerde göründüğüne dair rivayet edilir.
Halk arasında hala iki sevgilinin, iki çiçeğe dönüşerek yaşadıklarına inanan yörenin gençleri. Bu söylentilerin de etkisiyle olacak ki, her bahar mağarayı ziyaret ederek dilek tutup kısmet ve murat duası ederler…

Rüzgarın sesi bu yörelerde her gece yaşanmış efsaneleri fısıldar. Bazen yaşlı bir ninenin anlattığı masalda dillenir, bazen de bir sazın tellerindeki ezgide...

10.9.1973


Munzur Efsanesi

Derler ki, çok eskilerde bugünkü Tunceli ili Ovacık ilçesine bağlı Koyungölü Köyü civarında yaşayan bir ağanın işlerini yapan Munzur adında bir yanaşması varmış. Hızmette hiç kusur etmez çok becerikli ve başarılıymış. Ağanın bir dediğini ikiletmez, çobanlıkta tutda tarla tapan işlerine koşar, çift sürdüğü öküzlerin, iş gördüğü atların bakımını, beslemesini hiç aksatmaz, işine toz kondurtmazmış. Bağlılıkta, doğrulukta eşi bulunmaz, hiç bir canlıyı incitmez, hızmetinde kusur etmezmiş…
İş gördüğü atların, sabana koştuğu öküzlerin, Sütünü sağdığı koyunların otunu, yemini, suyunu vermeyi unutmaz en iyi bakımı uygularmış; Hayvanları hiç incitmez kışın ahırda rahat etsinler diye altlarına yumuşak samanlar serer, tımarlarını tamamlar, yere yattıklarında yanlarını acıtıp acıtmadığını denetler önce kendisi yatar bakarmış. Onları gözü gibi korurmuş… Bu tutumundan ötürü ağası da kendisinden çok hoşnutmuş.

O yıl yağışlar bol olmuş, toprak verime kavuşmuş, tarlalar tahıla durmuş. Harman zamanı ambar buğdayla dolmuş, Bahçeler, bostanlar meyveye durmuş. Koyunlar çift çift kuzulamış. Bu verim ve bolluk ağanın yüzünü güldürmüş. Sonuçta Munzur´un ağası hacca gitmeye karar vermiş. Yola çıkmadan önce de Munzur´u çağırtmış:
Bak oğul, yaşım erişti. Allah da verdi vereceğini. Hacca gitmek kaçınılmaz oldu artık. Evi barkı, malı mülkü, çoluk çocuğu sana emanet edip gideceğim. Sana güvenim tam, gözümü arkada bırakma, hızmetinde kusur etme. Beni mahçup etme, diyerek hanımına gidip helallık dilemiş…

Hatun ayrılık bir çeşit ölüm, gidip dönmemek de var. Hakkını helal et. Munzur´un kadir kıymetini bilesiniz, üzmeyesiniz, herkesten hellalık diliyerek Allaha emanet olun deyip yola düşmüş…
O zamanlar hızlı taşıtlar yokmuş, hac yolculuğu aylar sürermiş. Derken ilden ile geçip varmış kutsal topraklara.
Aradan günler geçmiş, ağa hacda iken, ağanın hanımı Munzur´u çağırıp bak oğul taze helva pişirdim, kulakları çınlasın ağan bu helvayı çok severdi, onu hatırladım ve onun için yaptım, senin payını da ayırdım diyerek sahana helva doldurup Munzur´a verirken derinden bir iç çekmiş ve ah ah ah keşke şimdi ağan da burda olaydı, demiş.
Bu erinmeye dayanamayan iyi kalpli Munzur: Hatun Ana, siz o helvadan ağamın payını sahana koyun. Varıp vereyim, demiş. Hatun Ana öneriyi Munzur´un saflığına saymış: Canı çekmiştir, verdiğim helva az geldi herhal. İstemeye yüzü tutmayınca da bu yolu seçti. ´Vermesem gönüllenir´ düşüncesiyle kalan helvayı sahana koyarak eline tutuşturmuş. Madem istiyorsun al götür´ demiş.

Munzur kabı kaptığı gibi gözden yitivermiş. Helvanın daha dumanı üstündeyken dua etmekte olan ağasına yetiştirmiş. Helva kabını yanına koyup rahatsız etmeden tekrar gözden kaybolmuş. Ağa Munzur´u görmüş ama dönüp bakıncaya dek Munzur gözden yitivermiş. Şaşkınlık içinde kalan ağa bunu düş sanmış. Ne varki helva kabı yanıbaşında duruyormuş. Kabı açıp bakmış sevdiği helvanın dumanı tütmekteymiş. Munzura içinden derin saygı beslemiş. Gördüklerini dönüşte herkese anlatacağına dair içinden söz vermiş…

Ağa bunları düşünürken, Munzur helvayı ağasına ulştırdıktan sonra dönüp ağasının kapısını çalmış bile. Ağanın hanımı karşısında Munzuru görünce: Ne var ne oldu Munzur? Hayırdır? Dediğinde, Munzur, Hayırlı oldu hatun ana helvayı ağama ulaştırdım. Dua ediyordu bırakıp döndüm, demiş. Hatun ana inanmamış. Söylenenleri Munzur´un saflığına sayarak İyi etmişsin Munzur ellerine sağlık demiş. Bu olayı yakınlarına da anlatmış. Ağa daha hacdan dönmeden bu öykü etrafta duyulup yayılmış.

Vakit geçmiş, zaman erişmiş. Ağanın hac vazifesini tamamlayıp köyüne doğru yola çıktığının haberi gelir.
Komşuları herkes elinde bir hediye ile hacıyı karşılamaya giderler.
Munzur da, götürecek başka hediyesi olmadığından, bir çanağın içerisine koyunlarından bir miktar süt sağar ve bununla ağasını karşılamaya gider. Ağayı karşılayanlar, ellerine sarılmak için adeta yarışıyormuşlar.
Ağa bu sırada en arkadaki Munzur'u görünce el öpenlere Munzur u göstererek yanındakilere,
-Asıl hacı Munzur'dur. Öpülecek el varsa Munzur'un elidir.Munzur ermiş biri, Önun elini öpün, önce ben öpeceğim der. Munzur bu konuşmaları duyduğunda:
- Aman ağam etme eyleme Allah aşkına bırak elini öpeyim. Böyle bir şey olmaz. Ben yıllarca senin ekmeğinle, aşınla büyüdüm. Sen nasıl benim elimi öpersin. Ben ne sana, ne de başkalarına elimi öptürmem. der
Bakın bu sahanı görüyorsunuz, bu sahanla bana helva getiren Munzur dur, ermiş kişidir demiş. Ağanın hanımı bu konuyu daha önce köy içinde yaydığından durumu hemen kavramışlar. Gerçeği ağadan öğrenince de kalabalık Munzur'a yönelir. Munzur gizinin açıklanmasını istemediğinden dönerek elindeki süt tasıyla dağa doğru kaçmaya başlamış.
Munzur önde, ağa ve yanındakiler arkasında bir kovalamaca başlamış.

Şimdiki Munzur ırmağının ilk yerine geldikleri zaman Munzur'un elindeki süt dolu çanak dökülmüş ve sütün döküldüğü yerde, süt gibi beyazı bir su fışkırmış.
Bundan sonra Munzur kırk adım daha atmış. Attığı her adımda bir kaynak fışkırmış. Ve fışkıran bu sulardan bir ırmak meydana gelmiş. Munzur'un arkasından koşanlar bu ırmağın kenarına gelip karşıya geçmeye Munzura yetişmeye çalışmışlar ama öte yakaya geçememişler. Munzur Allahım sırrımı ifşa etme, ellerini gökyüzüne kaldırarak beni yanına al demiş. Sonunda dağın eteğinde bir kayanın önüne gelmiş. Elindeki değnekle tası yere atıp Irmak kenarında bekleyenlerin gözleri önünde kaybolup gitmiş. Ardında sadece çoban değneği ve boş süt tası kalmış…

``Emekçi ve erdemli çoban Munzurun sevgisi gönüllere akarak, dillerde ululanmış, varmış günümüze ve dünya döndükçe de var olup yaşayacaktır Munzur.
Çocukluğumda Ninemin bana anlattığı bir kaç Munzur efsanesinden biriydi bu anlatmaya çalıştığım. Çocukluğumda ninemden duyduğum her efsane, her masal hayatımda farklı bir biçim aldı. Hayatımda çocukluğumun geçtiği Munzur’u hep kendime yakın hissettim, kendimi hep Munzurdan bir parça bildim.. Nereye gittiysem kalbimde taşıdım hep izlerini Munzur dağının… Munzuru seven, özleyen, düşünen herkese sevgiyle…``

14.04.1985


Dostluk Ve Özgürlük Ağacı

Bir varmış bir yokmuş. Belki dedemin, belki dedemin dedesinin zamanında efsaneler çokmuş…
Anlatacağım hikaye Munzur dağının eteklerinde yüksek vadilerin ve çağlayanların arasında Erzincan’ın Caferli köyünde geçtiği söylenir ve öyle anlatılır çocuklara...

Kimseye ait olmayan bir arazide kocaman mı? kocaman bir ağaç varmış… Çocuklar o ağacın adını Özgürlük ağacı; koymuşlar. Dostluk ve sevgi yemişi verirmiş her yıl bu ulu ağaç. Her bahar bembeyaz çiçeklerle süslenen dallarını, renk renk barış kuşları doldururmuş…

Her yıl sevgi ve mutlulukla beslenirmiş bu özgürlük ağacı. Sevgi, dostluk ve mutluluktan sağlarmış gereksinimini. Bu ağacın sevgiden oluşan sevgi meyvesi, diğer tüm ağaçlardan ayrı bir özellik katarmış ona. Yaprakları daha canlı, gölgesi daha serin, gövdesi daha güçlüymüş. Ona 'Dostluk ve Sevgi Ağacı' denilmesinin nedeni tüm canlıları barındırırmış dallarının altında ve üstünde. Soğuktan yağmurdan kardan tutunda tüm kötülüklerden korur ve meyvesiyle beslermiş onları.
Gölgesinde barınan hayvanların sevgisi, dallarında ötüşen kuşların neşesi, altında serinlenen yaşlıların, çocuklarını emziren annelerin mutluluğu özgürlük ağacını sevindirirmiş. Tüm varlıklar bu ağacın önünde saygıyla eğilir rüzgar bile selam dururmuş.
Özgürlük ağacı her gün biraz daha yöredeki canlı cansız varlıklara sevgisini paylaşırken tüm hayvanları ve insanları da yemişiyle doyururmuş.

Yıllar yılı hayvanlar ve bu yöre halkı barış, dostluk, mutluluk ve güzellik içinde yaşayıp gitmişler. Çalışkan başarılı, sevecen,dürüst insanlarmış bunlar.

Özgürlük ağacının bereketli yemişi o yöredeki bütün kuşlara, hayvanlara, insanlara ve çocuklara yeter de artarmış, bütün canlılar faydalanırmış yemişinden. Her yaz sanki bereketlenir bitmek nedir bilmezmiş, artan yemişler de saklanır bütün kış mevsimi yenirmiş. Köyde istemiyerek iki kişi arasında bir anlaşmazlık çıksa. Köyün Cafer Ağası hemen devreye girer, bu iki dargın insana dostluk ve sevgi yemişi sunarak barış şerbetinden içirip olay hemen tatlıya bağlarmış.

Tüm gücünü ve hakseverliğini özgürlük ağacından alan Cafer ağa “dur” dedi mi sular dururmuş, ‘yürü” dedimi dağlar yürürmüş o zamanlar. O nedenle köyde kimse dargın, kırgın durmazmış, sevgi ve dostluk içinde yaşayıp gitmişler yıllar yılı. Kimse kimsenin malına göz dikmez, kimse, kimsenin hakkını yemez, her tarafta barış, dostluk, sevgi, dürüstlük ve kardeşlik hüküm sürermiş…

Bu toplumu kıskanıp çekemeyen komşu köylerin ağaları ise bu köyün huzur ve mutluluğunu bozmak için çeşitli planlar yapıp, tuzaklar kurar dururlarmış. Amaçları ise bu köyün birlik ve düzenini bozup göz diktikleri verimli arazilerini ve dostluk ağacını ellerinden alıp işgal etmekmiş. Hemen işe koyulmuşlar tabi. Araya casuslar koyup Cafer ağanın sırrını anlamaya çalışmışlar ve avuçlar dolusu altın vaat etmişler bu sırrı çözeceklere. Bu köydeki hikmetin o özgürlük ağacı olduğunu ögrenen çevre köylerin ağaları bir plan hazırlayayarak bir gece gizlice gelip bütün dallarını kesip götürmüşler özgürlük ağacının…

Artık meyve vermez, kuşlara, çocuklara gülmez olmuş özgürlük ağacı, altında çocuklar oynamayan, kuşlar konmayan özgürlük ağacı üzülmüş, üzütüsünden hastalanmış ağlamaya başlamış kökleri. “Özledim” demiş onları, “dallarıma konan rengarenk kuşları özledim, altımda oynarken çocuklar cıvıl cıvıldılar neşe bulurdum onlarla, dallarımı kestiklerinden bu yana gölgeme yaşlı nineler, dedeler de gelmez oldu. Anneler o güzelim çoçuklarını emzirmez oldu dallarımın altında” deyip derinden derine iç geçirirmiş… Derken köylüler bir bakmışki, özgürlük ağacı kurumuş, cansız, bir odun parçasından farkı kalmamış…

Köylüler toplanıp ağlamış, adaklar adamış, ağıtlar yakmışlar, dualar etmişler ama fayda etmemiş, özgürlük ağacı yeşermemiş bir daha. Bir daha dostluk ve sevgi yemişi yenmemiş o köyde, barış şerbeti içilmemiş. Kısa bir zaman sonra bu mutlu toplulukta isyanlar ve kavgalar başlamış. Bunu fırsat bilen diğer köyün ağaları ise hemen savaş açmışlar. Kendi iç kargaşaları yetmezmiş gibi bir de diğer köylülerle yıllarca savaşıp iyice yılan bu insanlar, değişik kentlere göç etmeye karar vermişler.

O günden sonra herkes biribiriyle küs ve kavgalı olmuş, o gün bu gündür ne barış, ne huzur, ne de bereket kalmış o köyde … Mutluluk ve huzur da orda yaşayan insanlar gibi terkedip gitmiş buraları…

Ve diğer kıskanç çevre köylerin de o yıl bütün ekinleri, ağaçları kurumuş onlarında çoğunluğu göçüp gitmiş uzaklara...

20.07.1975

Kalbini Kuşlara Veren Çocuk

Deniz’in Masalı

‘’Tanrı kuşları sevdi, ağaçları yarattı
İnsan kuşları sevdi, kafesleri yarattı’’
Jacgues Deval

Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde, dağlardan kopup gelen çağlayanların arasında şirin mi şirin, küçük bir köy varmış. Her bahar geldiğinde bir başka güzel olurmuş buralar. Doğaya binbir canlılık gelir, bir başka güzel akarmış dereler. Arılar, kadife kanatlı kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan dala uçuşurmuş türkü gözlü kuşlar… Bir efsaneye göre, güneş en güzel orada gülermiş çocuklara, oraya dökermiş ışığının en güzel renklerini. Yeryüzünün en güzel bitkileri, çiçekleri, hayvanları da oradaymış.

Gökyüzünde her gece yıldızların düğünü olur, her sabah bir sevincin şöleni başlarmış. Düş mü, gerçek mi pek ayırt edilemezmiş. Köyün etrafını çevreleyen dağlar öylesine görkemli dururmuş ki, doruklarında gökyüzü hep mavi ve engin bir denizi andırırmış. Eteklerindeki derin vadiler boy boy hayvanlar barındırır, onlara analık eder ve bütün kötülüklerden korurmuş… En vahşi hayvandan, en sessiz böceğe kadar tüm canlılar kardeşçe geçinirmiş. Bir yeşil halı gibi yerleri kaplayan çimenler, nereden çıkıp nerede tükendiği bilinmeyen pırıl pırıl sular, rengarenk çiçekler ve türlü boyalı kuşlarla bu eşsiz yer, bir başka yaşama sevinci verirmiş insanlara.

İşte bu yörede akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. Deniz adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları, kuşları, çiçekleri, ağaçları; yani doğadaki güzel olan her şeyi ve bir de herkesin Masal Anası ismini verdiği bilge ninesini çok severmiş. O bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız doğadaki tüm varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir öfke ve acı duyarmış. Bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. Çünkü Deniz, ninesinden hep emeği, yardımseverliği, merhametli olmayı, sevgiyi, iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu, temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmiş.

Deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında koşuşturup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz nerede solmuş sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir; koklayıp, okşayıp yeşertirmiş. Her şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur, uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular şıkırtısız akarmış.

Deniz sadece kuşlarla konuşmazmış. Köylülerin söylediklerine göre, o bütün hayvanların dillerinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir. Birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermiş. İşte Deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış çiçekleri. Kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da orada başlamış. Küçücük yüreği dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış.
Bu güzel çocuk yaşamına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş. Hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. Onun bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece ve sadece iyilik düşünürmüş. Ve bir gün Deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış.

Kuşların ötüşü, serin suların çağlayışı kulakları okşayıp yüreklere dökülürken, çiçekler solumalarını sıklaştırmış. Bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, Deniz’ i uğurlamışlar; iyi yolculuklar dilemişler. Ninesi o kadar çok üzülmüş ki, sözcükler onun ayrılık acısını anlatmaya yetmemiş. Hiç bir canlının başka bir canlıya veremeyeceği ve hiç bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle basmış bağrına. İçi ılık ılık duygularla dolup kabarmış, o yaşlı yüreğine ince ince çağlayanlar akmış da, yangısını söndürememiş. Torunu uzaklaşıncaya dek çırpınan yaralı bir kuş kanadı gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar mırıldanmış. Deniz uzaklaşır uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu özlemeye başlamışlar. Bu sevginin kaynağı neredeymiş, neymiş, kimse akıl erdirememiş.

Deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar görmüş. Görünce de ağzı bir karış açık kalmış. Çünkü köyünü çevreleyen dağların ötesini hiç mi hiç bilmezmiş. Deniz, uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş, temiz ve bakir bir doğa ortamında yaşarken, babası onu alıp uzak bir ülkeye götürmüş. Bu ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı gök gözlü güzel çoçukları varmış. Ancak getirildiği kent beton yığınları ile kaplı, soluk alınamayacak derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış. Doğup büyüdüğü yerlere hiç benzemediği gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından çıkan, kirli kara bir duman abanırmış kentin üstüne. Kent soluk alamazmış. O zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak lambaları bile zar-zor ışıldarmış.

Burada insanlar kendilerini kalın beton duvarlar arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar. Kafesteki kuşlar aç değilmiş ama özgürlükleri yokmuş. Saksıdaki çiçekler susuz değilmiş ama doğal güzellikleri kalmamış. Çiçeklerin renkleri ve kokuları, kuşların ötüşleri yapaymış. İnsanların neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da. Okula başlamış Deniz. Sınıflar çocuk doluymuş, ancak Deniz yalnızmış, bir türlü alışamamış kalabalıklara, kent yaşamına… Yitirdiklerini ararmış Deniz, gözünde tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar,yeleleri rüzgarda savrulan atlar, koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği.

Onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. Bir tren geçermiş Deniz’in özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. Kimi zaman özlemi dayanılmaz bir hal alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. Deniz’in bu durumuna öğretmeni çok üzülürmüş. Ona, “ Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun. Bu günler çabuk geçer, buraya da alışırsın.” diyerek Deniz’ i teselli etmeye çalışırmış. Ama o dalgınmış, bilincini yitirmişçesine boş boş bakarmış etrafına. Artık düşüncelerinin içinde öyle eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.

Bir de Deniz’ in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. Neden kuşların, çiçeklerin özgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslere ve saksılarda tutsak olarak yaşatırlar? Kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için yaratılmamıştı ki! Acaba bütün bu haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve basit bir doyum duygusu için miydi? Peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı, ya çocuklar niçin kayıtsız kalıyordu? Onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü için neden bir çaba harcamıyorlardı? Deniz bu sorunları günlerce düşünmüş; çiçeklerin saksılara, kuşların kafeslere konulmasına bir anlam yüklemeye çalışmış, ama becerememiş. Gün geçtikçe suskunlaşmış; konuşmaz, gülmez olmuş ve yemeden içmeden kesilmiş. Sanki uzak diyarlarda dilsiz, kolsuz, kanatsız kalmış. Gitgide içine kapanmış, yapılan bu haksızlıklara öfkelenmiş, ancak bağırıp çağırmamış, suskunlukla direnmiş.

Derken bir gece hastalanmış Deniz. Günlerce ateşler içinde yatmış, yatarken de köyünü sayıklamış, uyanıkken Perihan Ninesini hayal etmiş. Ninesi yine ona öğütler vermiş, destek olmuş yalnızlığında, yol göstermiş. Ninesi Deniz’e “ Konuş Deniz’im, yine göz kırp yıldızlara, çiçeklere gülümse, gülücükler dağıt, göster sevgi dolu yüreğini herkese. İyi olmalısın sen, hastalanırsan üzülürüz. Yaşlı yüreğim dayanamaz acına. Sonra bütün kuşlar da üzülür; dağlar, taşlar başlar ağlamaya. Yerin kulağı duyar olup biteni, bütün ormanlar yas tutar. Menekşeler sulara döker kirpiklerini, sular acı keser, acı yolları…” dermiş.
Sonra bir an duraksar, yorgun ciğerlerini soluklandırır ardından Deniz’in saçını okşar, konuşmasını yine sürdürürmüş. Ama Deniz onun söylediklerinin çoğunu duymaz, atların kişnemeleri, kuzuların melemeleri arasında rüyalara dalarmış.
Köyünde iken her akşam yatmadan önce ninesi, Deniz’e kuşlar, çocuklar ve çiçeklerle ilgili masallar anlatırmış. Sonra. “o yıldız senin, bu yıldız benim” diye ninesiyle yarışır, gökyüzünün sonsuz ışıltısına bakar, uyurlarmış. Oysa Deniz bu kente geleli bir yıldız bile görememiş. Günler sel gibi, haftalar yel gibi geçip gitmiş.

Deniz iyileşip eski sağlığına kavuşmuş ama özlemi hiç mi hiç dinmemiş. Nereye gitse özlemini de oraya götürmüş. Zaman zaman özlemi içinde onulmaz bir sızı olur depreşmiş.Ne yapsa ne etse önüne geçemezmiş. Deniz zeki, enerjik, başarılı ve itinalı bir çocukmuş. Öğretmenleri onun bu niteliklerini yararlı bilgi ve sağlıklı bir çevre bilinciyle dengede tutmak için yoğun bir çaba içine girmişler. Deniz de yavaş yavaş okul yaşamına alışmış. Bu nedenle öğretmenleri iyi bir şey başarmış olduklarını düşünerek gönenmişler, kıvanç duymuşlar. Çünkü Deniz en zor meseleler üzerinde bile inanılmaz ölçüde düşünceler üretir, günlük ders ve ödevlerini büyük bir istekle hazırlar, olumlu taraflarını geliştirmeye çalışırmış. Deniz her zaman sevimli, duygulu, insanları kırmamaya özen gösteren, herkesin yardımına koşan bir çocuk olduğunu göstermiş. Onun doğa sevgisi ve bilgisi de herkesin dikkatini çeker ve bu güzel nitelikleri sebebiyle, daha çok sevilmesini sağlarmış. Hatta, onun bu özelliklerini öğretmenleri diğer çocuklara anlatıp, örnek gösterirmiş. Anne ve babası da Deniz’ i bu meziyetleri nedeniyle dünyanın en akıllı çocuğu olarak görürlermiş.

Deniz bir yandan çevresine uyum sağlamaya diğer yandan da kendine yeni uğraşılar edinmeye çalışıyormuş. İşte o günlerde, evlerinin önündeki küçük bahçeyi düzenlemek aklına gelmiş ve şimdiye kadar bunu düşünemediği için de kendine kızmış. O günden sonra en büyük uğraşı bahçesi olmuş. Oraya çeşitli bitkiler dikip, çiçekler ekmiş. Bahçesindekiler de boy verip renklenince bütün boş zamanlarını onlara bakmakla geçirir olmuş. Çiçeklerin yanında mutlu olurmuş ya yine de içten içe hüzünlenirmiş. Çünkü, Deniz bu insanları anlamıyormuş. Onlar, kendilerini doğadan uzak, beton duvarlar arkasına kapattıkları yetmiyormuş gibi kuşları da kafeslere tıkıyorlarmış…

Her şey bir yana da ya o büyük kentlerin meydanlarında gördüğü sürü sürü tembel güvercinlere, kirli kanal sularında nazlı nazlı yüzen kuğulara ne demeliydi! Böylesine kanatları olur da, kentlerin o pis havasında, suyunda nasıl dururlardı? Uğuldayan iş makineleri, göğü kirleten fabrika bacaları, araba sesleri, eksoz dumanları, müzik diye zangır zangır bağıran hoparlörler ve estetikten uzak, çirkin apartmanların arasında nasıl yaşanır? Deniz bu soruları durmadan sormuş kendine, ama yanıt bulamamış. Çocuk aklı anlamaya, yanıtlamaya yetmemiş bu soruları.

Ve günün birinde öfkesi öylesine büyümüş ki, gidip babasının onarım işlerinde kullandığı keskin mi keskin testereyi alıp, fırlamış sokağa. Kafes gördüğü ilk eve dalmış ve buradaki kafesi kesmiş. Ve günden sonra, her gece evlere girip, kafeslerin çubuklarını keserek kuşlara özgürlüklerini vermeye başlamış. Deniz’ in bu yaptıkları kafes sahiplerini çılgına çevirmiş tabi. Günlerce gazetelere ilanlar verilip, duvarlara afişler asılmış. Radyo ve televizyonlarda duyurular yayınlanmış. Bu yayınlarda, “ Korkunç ve affedilemez suçu işleyen canavar ” hakkında bilgi verenlerin ödüllendirileceği açıklanıyormuş.

Ancak Deniz yılmamış. Yine her fırsat bulduğunda evlere, bahçelere girip kafesleri kesmeye devam etmiş. O ülkeyi yönetenler çok kızmışlar bu işe, kentin bütün polisleri bu kafes canavarını yakalamak için yarışa girişmiş, günlerce pusu kurup beklemişler. Ama bu bir sonuç vermemiş. Bir defa polis, asker bütün ülke düşmüş bu kafes canavarının peşine.

Yine günler, haftalar, aylar geçmiş ama Deniz’i yakalayamamışlar. Deniz, bir akşam yine elinde testeresiyle büyükçe bir eve girmeye çalıştığı sırada pusu kuranlar tarafından yakalanmış. Ve bu haber ülkenin her yanında bomba gibi patlamış. Gazeteler Deniz’in boy boy fotoğraflarını basmış, televizyonlar çeşitli görüntüleri getirmiş ekranlarına, radyolar ise her haberinde duyurmuşlar. İlgililer ise bu “canavarın’’ yakalanışına müthiş sevinmişler. Günlerce süren şölenler düzenlenmiş, bayram gibi kutlamışlar bu başarılarını.

Ama bu sevince katılmayanlar da varmış: ülkenin altın saçlı, gök gözlü, güzel çocukları Deniz’in yakalanışını üzülerek karşılamışlar. Topluca gösteriler düzenleyip yönetimi protesto etmişler. Özgürlük istemişler. “ Deniz özgür olsun.” demişler. Ancak çocukların bu çığlıklarını sağır yürekler duymamış. Mahkemeler kurulmuş, kurullar toplanmış, dünyanın dört bir yanından pedagoglar, psikologlar, bilim adamları çağırılmış. Herkes Deniz’in işlediği suçun nedenini araştırmaya koyulmuş.

İlk gece, polis merkezinde üşüyüp ağlayan Deniz’in gözünü uyku tutmamış. Yaptıklarını ve kendisine yapılanları düşünmüş. Kendince suç kavramını sorgulamış ve “ kim suçlu? ” sorusuna yanıtlar aramış. Kafeslerini kırdığı ev sahiplerini düşünmüş, sonra da özgür kalınca kanatlarını sevinçle çırpan minik kuşları… Arkadaşlarını, öğretmenlerini, anasını ve babasını, ninesini düşünmüş. Yüreği sızlamış Deniz’in. Hepsini de özlediğini anlamış. Ertesi gün ziyaretçileri gelmiş Deniz’in. Öğretmenleri ve okul arkadaşları gelmiş, renk renk çiçekler, çeşitli hediyeler verip onu teselli etmeye çalışmışlar. Ziyaret saati bitince de boyunlarını büküp gitmişler. Ardından bütün ülkenin sarı saçlı, gök gözlü çocukları Deniz’e üzüntülerini belirten kartlar, mektuplar göndermişler. Ama kurulan mahkeme çok acımasızmış. Çocukların protestosunu da hiç önemsemiyormuş. Deniz’i, diğer çocuklara da kötü örnek olmasın diye cezalandırmak istiyormuş yargıçlar.

Deniz, uykusuz geçirdiği bir gecenin verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalmış ve dalar dalmaz da başlamış rüyalar görmeye. Rüyada yaşlı bir ninecik oturmuş bir pınarın başına, Deniz’ e “ Körler Ülkesi ” masalını anlatıyormuş, ama bu bilge ninesi değilmiş. Rüyadaki ninenin anlattığı masal şöyleymiş:

‘’Evel zaman içinde, kalbur zaman içinde, dünyanın bir yerinde, bir baba ile oğul varmış, bunların fazlaca bir dertleri yokmuş; işleri, aşları onları kimseye muhtaç etmezmiş. Ama babanın bir sorunu varmış; oğlunun eğitimsizliği ve cehaleti. O devirlerde ne oğlunu gönderebileceği bir okul ne de ders verebilecek öğretmenler varmış. Okul ve öğretmenler yokmuş ama çocuk dünyayı tanımalı ve bilmeliymiş. Çünkü babanın inancı, “Alimler gözlüdür, Cahiller ise kör’’ biçimindeymiş. Sonuçta baba karar vermiş; oğlunun gözü açılmalı, dünyayı görüp tanımalıymış. Baba ile biricik oğlu bilinmeyen ülkelere doğru yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, sonunda bir de bakmışlar ki, Körler Ülkesi diye bir yere gelmişler. Olacak bu ya, tam körler ülkesine geldiklerinde, çocuk bir hastalığa yakalanmış.Eli ayağı tutmaz olmuş. Baba şaşkın, çocuk bitkin uçan kuştan medet ummuşlar. Tam o anda babanın etrafına toplananlar “ korkma” diye yüreklendirmişler. Ve, “Siz buraya Körler Ülkesi dendiğine bakmayın, buranın öyle becerikli bir hekimi var ki kime dokunsa hastalığından iz kalmaz.” demişler. Böylece baba yatıştırılmış ve çocuk tez elden hekime kavuşturulmuş. Hekimbaşı usta parmakları ile hastasını tepeden tırnağa bir güzel yoklamış. Hemencecik de illetin nedenini bulmuş: Sorun çocuğun gözlerinde imiş... Burnun ile alnın birleştiği noktanın sağında ve solunda bulunan çukurlara gömülü, bıngıl bıngıl devinen oval iki cisimcik. Açılıp kapanan birer deri kapakla örtülü…. İşte hepimizin bildiği insan gözü, illetin nedeniymiş. Hekim böyle söylemiş, teşhisi böyle koymuş. Operasyon kısa sürede bitmiş, dışarıya çıkarmışlar çocuğu. Baba bir de ne görsün, çocuğun dünyayı görüp tanıyacağı gözlerinin ikisi de yerlerinden çıkarılmış. Çünkü Körler Ülkesinde herkeste göz düşmanlığı varmış. Körler bilginin ışığın, aydınlanmanın en önemli aracı olan göze düşmanmış. Daha o çağlarda “aydınlık ile karanlığın, bilgi ile cehaletin” savaşı varmış. Ancak baba ve oğul geç anlamışlar bu gerçeği ve ağır ödemişler bedelini. Ve bu sonuç karşısında sanki dünya bir anda başlarına yıkılmış baba ile oğulun. Yaşam zindan olmuş, ama ne acı duyacak halleri kalmış, ne de acıya dayanacak güçleri. Acıyı acıyla bastırmışlar boynu bükük.’’…

Deniz gördüğü düşün etkisiyle ter içinde uyanmış. Bir korku gelmiş, sıkıca sarılmış boğazına. Kendini o hekimin elindeymiş gibi hissetmiş. Sevdiği onca yüzü düşünmüş, ama hiç birisini anımsayamamış, sisler arasında yalnız kalmış. Bir yerlerden ince bir ezgi çarpmış kulaklarına, çoğalan, delirten bir ezgi….Usuna babasının üzgün, perişan yüzü gelmiş, bir güvercin uçuvermiş yüreğinden, acıyla ürpermiş. Deniz’in ağzından “ Baba! ” diye bir inilti çıkmış. Sonra gördüğünün korkulu bir düş olduğunu fark edince derin bir oh çekip rahatlamış.

Derken duruşma günü gelmiş binlerce çocuk, yığılmış mahkemenin önüne, onlarca polis otosu eşliğinde Deniz mahkemeye getirilmiş. Yargıçlar sertçe bakmışlar Deniz’e. Savcı iddianamesini okumuş, yargıçların en yaşlısı korkutucu bir sesle “ Bütün bunları neden yaptın? ” diye sorular yöneltmiş. Yargıçların bütün sorularına Deniz susarak yanıt vermiş. Yargıç öfkelenmiş dağlar kadar. Deniz’i azarlamış. “ Sende hiç acıma duygusu yok mu, kalp yok mu? ” demiş. Deniz ise “ Ben kalbimi kuşlara verdim.” diyerek ilk ve son yanıtını vermiş. Yargıçlar kendi aralarında fısıldaşıp, konuşmuşlar. Sonuçta Deniz’in bir kuş gibi, demirden bir kafese konulup uzak ve ıssız bir ormana bırakılmasına karar verilmiş.

Bu haber dünyadaki bütün kuşlara yıldırım hızıyla yayılmış. Bir çok kuş toplanıp, kanat çırpmışlar, dönmüşler gökyüzünde, sonra da hep birlikte saldırmışlar kafese, günlerce gagalamışlar ama nazlı gagaları parmaklıkları kırmaya yetmemiş. Kafesi parçalayamamışlar. Parçalayıp da Deniz’ i özgürlüğüne kavuşturamamışlar.

Günlerce düşünmüşler ve sonunda Deniz’i köyünün güzel ormanına götürmeye karar vermişler. Bütün kuşlar kanat açıp, kırk gün kırk gece, dağ demeden deniz demeden uçmuşlar. Deniz’in o güzelim köyünün ormanına ulaşmışlar. Yağmur yağdığında hepsi birden kanatlarını kafesin üstüne gerip korumuşlar. Güneş açtığında sevinmişler. Dünyanın her yerinde türlü türlü yiyecek ve çeşit çeşit kitap taşımışlar. Kuşlar her akşam kafesin etrafında toplanıp ötüşerek Deniz’i teselli etmişler. Cıvıltılarla uyutmuşlar, her sabah yeniden en güzel sesleriyle uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı söylemişler.

Deniz onlara şiirler okumuş, bilge ninesinden öğrendiği masalları anlatmış, kuşlar Deniz’i anlarmış Deniz de kuşları…… İşte o gün bu gündür dünyanın bütün kuşları yavrularına kuşlara kalbini veren çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve onun içindir ki, dünyanın her yerinde kuşların yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir……..

20/11/1975

Yavru Kartal ile Zeyno Kız

Bir zamanlar göğünde sürü sürü kuşların uçtuğu, yamaçlarında renk renk çiçeklerin açtığı Munzur dağının eteğinde; henüz yalanlarla, kötülüklerle tanışmamış ve düşmanlığın hiç uğramadığı, insanlarının mutlu, umutlu yaşadığı Caferli diye şirin mi şirin bir köyde Zeycan nine ile torunu güzeller güzeli Zeyno kız yaşarmış...

Karlar erimeye başladığında Zeyno’cuk kardan beyaz sürmeli gözlü kuzucuklarını katıp önüne, dağların tepelerin ardında, kimi zaman çiçeklerle bezenmiş yemyeşil halıları andıran cayırların, çimenlerin üzerinde, kimi zaman da çağlayanların gürül gürül aktığı dağların yamaçlarında yayar dururmuş kuzucuklarını...

Düğünlerin, bayramların yaşandığı, bahçelerin bağların, ağaçların, yamaçların çiçek açtığı; kuşların, kuzuların, kelebeklerin kaynaştığı güzel aylarda kuzularıyla kırlarda, bayırlarda dolaşmak, güzellikleri kucaklamak sonsuz haz ve mutluluk verirmiş Zeyno kıza… İlkbahar geldiğinde dağların, tepelerin yolunu tutar kenger, yemlik, (isping) çarşıt göbeği, gullik, tirşe (kuzu kulağı) toplar eve getirirmiş. En çok keklik yumurtaları bulduğunda sevinirmiş.

Zeyno kız kendini bildi bileli severmiş dağları, dağların yamaçlarında açan rengarenk çiçekleri, dört tarafta cik cik öten kuşları da. Çeşit çeşit, renk renk çiçekler olurmuş; sarı, beyaz, pembe, kırmızı, mavi çiçekler. Daldan dala gezen kelebekler gibi gezip koklayıp öpermiş tüm çiçekleri. Onlar bahçelerin, düz ovaların çiçekleri değilmiş, dağların, yamaçların, bozkırların çiçekleriymiş. Bir çoğunun ismini bile bilmezmiş orkide, nergiz, süsen, kardelen gibi. Ayrıca Çet vadisinin içinde ve etrafında bir çoğunun ismini bilmediği sayısız kuş türü yaşarmış. Bütün kuş türlerini severmiş aslında ama en çok bülbül’ün şarkılarını severmiş Zeyno. Bunlar köyde gördüğü serçe, karga, güvercin, sığırcık, ağaçkakan, kırlangıç gibi kuşların dışında düdükçül, ötleğen, dikkuyruk, boyunçeviren, yağmurcun, baştankara, kızılgerdan, bozsağan, altıngöz, sakarga, delice, yeşilbaş gibi sayızsız kuş türleriymiş.

Zeyno ile Zeycan ninesi yıllarca sevinç, huzur ve mutluluk içerisinde yaşayıp giderler. Zeycan ninesi her gece Zeyno’ya masallar anlatır, çiçek ve kuş türlerini sayar, öğretirmiş. Zeyno’da her sabah erkenden uyanır ev işlerinde ninesine yardım eder ve daha sonra da sürmeli gözlü kuzularını katıp önüne dağ, bayır demez götürür otarırmış.

Günlerden bir gün yine Zeyno kız kara gözlü kuzularını katıp önüne, rengarenk çiçeklerin mis gibi koktuğu, pırıl pırıl çağlayanların aktığı bir yere gelmiş. Munzur ve Mercan dağlarının eteklerine güzel bir bahar sabahı yaşanıyormuş. Zeyno’cuk kollarını güneşe doğru açarak “oh ne güzel bir bahar sabahi” diye seslenirken, yüksek kayalıklar arasındaki, yuvasından uçuruma yuvarlanmış bir kartal yavrusunun ciyak ciyak bağırdığını görmüş. Bir de bakmış ki, ne görsün arkasında ağzını açmış kocaman bir yılan zavallı yavruya saldırıp duruyor, zavallı yavrucuk can havliyle kendisini Zeyno’nun ayaklarının dibine atıvermiş. Zeyno kız tüm cesaretini ve gücünü toplayarak elindeki sopayı yılanın beline bir indirmiş ki sorma, yılan korkusundan hızla uzaklaşmış oradan …

Zeyno kız çok korkmuş aslında ama korkusunu belli etmemeye çalışarak hemen küçük yavru kartalı kucağına alıp once kanlarını silmiş, sonra sevmiş, oksamış, korkmamasını salık vermiş… Küçük yavru minnetle kurtarıcısının gözlerine bakıp, kafasıyla Zeyno’cuğun elini okşamış, gagasıyla öper gibi yapmış… Zeyno’cuğun sevinçten gözleri dolu dolu olmuş, yüreği titremiş… Bir an önce ninesine yetişmeliydi ki zavallı yavrucağızın yarasını sağaltsın…

Sonra Zeyno kız kuzucuklarını toplayıp yaralı yavru kartalıda yanına alıp, türkü söyleye söyleye tutmuş köyün yolunu.

Eve varır varmaz avazı çıktığı kadar bağırmış. “Zeycan Nene! .. Zeycan Nene! .. “Küçücük yaralı yavru bir kartal getirdim, gelip yarasına bakar mısın? .” Diye seslenmiş. Ninesi hemen aceleyle gelip yavru kartalın önce yarasını tımar etmiş, sonra da merhem sürüp gazlı bezle sarıvermiş.

“Bir kaç güne kalmaz bişeyciği kalmaz” diye seslenmiş dünyalar tatlısı güzel nineciği... “İyileşir iyileşmez götürüp yuvasına bırakırsın, yoksa hem anne kartal, hem de kardeş kartallar çok üzülür” diye uyarmış. “Ama nineciğim o uçurumun başındaki yuvaya kimse çıkamaz ki, hem bu yavrucuk da henüz çok küçük uçmasını bilmiyor,” diye yanıtlamış. “Ne olur nineciğim bu yavru kartalı evimizde besleyelim, hem ben onu gece gündüz yanımdan hiç ayırmam” diye yalvarmış küçük Zeyno. Ninesi, “peki nasıl istersen öyle olsun” deyip Zeyno kızı kırmak istememiş. Zeyno kız çok gerçekten çok sevinmiş buna, sevinçten ninesinin boynuna sarılıp, “sevgili nineciğim çok çok teşekkür ederim” demiş.
Yavu kartalın ilk günlerde canı sıkılıp, Zeyno’nun eve dönmesini dört gözle bekler olmuş. O gelince garip garip sesler çıkararak, Zeyno’nun etrafında dönerek sevgi gösterilerinde bulunurmuş…

Aylar yel gibi, yıllar sel gibi ve hayat böylece akıp giderken, bahar geçmiş, yaz geçmiş, güz gelmiş. Yavru kartal büyümüş kocaman pençeleri ile güçlü bir kartal olup yükseklerde uçmaya başlamış. Ama adım adım takip edermiş Zeyno kızı. Zeyno kızın dilinden anladığı gibi, her sözünü dinler ve Zeyno kızın her dediğini uygularmış, tabi ki, Zeyno kız da onun dilinden anlarmış… Kartal ile Zeyno kız artık ayrılmaz birer vefalı dost olmuş, biribirinin dilinden, halinden anlar hale gelmişler…

Zeyno kız nereye gitse uçarak onu takip eder kılına dokundurmazmış kimseyi. Her sabah okula beraber gider, her akşam okul kapısının üzerindeki saçağın üstüne konup, Zeyno kızın çıkışını beklermiş. Ayrıca bütün akranları, arkadaşları kuş dilinden anladığı ve bir kartal arkadaşı olduğu için Zeyno kızla iftaar eder gıptayla bakarlarmış. Kartalın korkusundan hiç bir çocuk Zeyno kıza dalaşmaya cesaret edemezmiş. Çünkü kartal arkadaşı gece gündüz Zeyno kızı takip eder ve en ufak bir olayda hemen yardıma koşarmış.
Günün birinde yine bir bahar sabahı kuzularını gütmeye götürürken Zeyno kız, kocaman ağzından salyalar akan bir kurt köpeği saldırmış, Zeyno kız korkusundan ne yapacağını bilememiş ilk önce, sonra avazı çıktığı kadar bağırıp çağırmış.
Yükseklerde Zeyno kızın sesini duyan kartal hızla gelip pençeleriyle köpeğe bir vurmuş ki, köpek can havliyle ağlar gibi sesler çıkararak kaçmaya çalışmışsa da, kartal yinede peşini bırakmamış.

Bu olayı gören köpeğin sahibi elindeki tüfeğini kartala doğrultarak ateş etmiş ve kartalı kanadından yaralamış. O kızgınlıkla tekrar saldırıya geçen kartal bir dalışta yere sermiş köpeğin sahibini, kanlar içinde yere yığılıp kıvranmaya başlayan adam yerinden kalkar kalkmaz can havliyle kaçıp kurtulmuş ama kartaldan çok korktuğu için de gidip karakola şikayette bulunmuş.
...
Akşam köye askerler gelip her yerde kartalla Zeyno kızı aramışlar. Bir söylenceye göre kartal yakalanmamak için Zeyno kızı pençelerine taktığı gibi uzak bir iklime alıp götürmüş. Bir daha ne gören olmuş onları, ne de bir duyan… Diğer bir söylenceye göre de, jandarmalar köyü basmadan bir sonbahar akşamı Kartal ile Zeyno kız kayıplara karışmışlar, kimi türkü oldu der, kimi masal. Aslında kimse tam olarak bilememiş bu öykünün sonu ne oldu?

20.07.1977

Ateş Gözlü Kuşlar

Diyarlardan bir diyarmış işte.
Ben diyeyim Çin’de, siz deyin Maçin’de. Güzel mi güzel. Uzak mı uzak. Çocukları şirin mi şirin. İnsanları iyi mi iyi bir yer. Büyük- küçük, zengin-fakir, güzel-çirkin herkesin biribirine saygılı olduğu, sevgiyle davrandığı bir diyar.

Bu yüzden burada yaşayan insanlar üzüntü, dert, keder diye bir şey bilmezlermiş. Korku, kavga, haksızlık diye bir şey tanımazlarmış. Yalanın, sahtekarlığın olmadığı bir yermiş. Büyük-küçük, yaşlı-genç herkesin yüzünde neşe ve mutluluk yansıdığı gibi daima mutluluk içinde yaşarlarmış.

Nasıl mı olurmuş bu? Demeyin. Dört bir yanı güzellikle, yemiş ağaçları, renk renk çiçeklerle çevrili bu yerde herkes, her şeyde bir güzellik bulurmuş. Bu da onların mutlu olmaları için yetermiş. Böyle olunca da mutluluktan, üzüntüler uğramazmış bu diyara. Nehirleri, pınarları, ağaçları, kuşları, bitkileri, çiçekleriyle ben diyeyim dünyanın en güzel yeri, siz deyin cennettin bir köşesi…

Bahar geldi mi her taraf şen şakrak olur, yaz geldi mi herkes işinde gücünde, kış geldimi herekes evlerde tandırların, sobaların başında toplanır, nohutlu cevizli hedik, kavurga, kestane pişirilerek, mısır patlatılarak, tatlılar, yemekler hazırlanarak imece usulu sırayla her gün bir evde toplanıp yenilir, içilirmiş.
Büyükler çocuklara hikayeler, masallar anlatır, şiirler, destanlar okurmuş.
Bu yüzden kışın gelmesini en çok çocuklar istermiş… Çünkü kış geldi mi her akşam evlerde masal sofraları kurulur, en güzel masallar anlatılır, her gece masallı rüyalar görürmüş çocuklar.

Zaman az gitmiş, uz gitmiş. Günler, aylar, hatta asırlar geçmiş. Bu diyarda gün geçtikçe değişiklikler olurmuş, yaşlılar gider yerine yeni yaşlılar gelirmiş, çocuklar büyür yerine başka çocuklar gelirmiş. Değişmeyen tek şey bu diyardaki sevgi, saygı, güven ve insanların biribirine davranışlarıymış. Yine çocuklar ninelerinden, dedelerinden, büyüklerinden hikayelerini, masallarını dinler, sonra gider uyurlarmış.

Bu güzel diyarın etrafında ki yüksek kayalar ve kocaman kocaman ağaçlara her bahar karların erimesiyle beraber, üstünde kocaman kanatları olan ateş gözlü kuşlar gelip konar ve yuva yaparlarmış. Karların yağmaya başlamasıyla beraber yine çekip giderlermiş.

Kimsenin ismini bilmediği, ama herkesin kaf dağının ardında gelen ateş gözlü kuşlar dediği göçmen kuşlarmış bunlar. Yavruları yumurtadan çıkar çıkmaz insanlar götürüp, kayaların, ağaçların dibine çeşit çeşit yiyecekler bırakıverirlermiş. Kuşlar bu diyarın küçük, büyük tüm hayvanlarını canavarlardan koruduğu için çoban dahi tutulmazmış.

Bu yıllar yıllı böyle devam edip gimiş. Bu diyarlılarla kuşlar o kadar biribirine alışkın ve biribirini o kadar iyi tanırlarmış ki, buraya yabancı gelse hemen bir telaş alırmış kuşları. Oralarda kimse onlara ilişmez, yuvalarını bozmaz, kötülük etmezmiş bu kuşlara. Adeta kuşlarla bu diyarın güzel halkı iç içe yaşarmış…

Gel zaman, git zaman komşu ülkelerden birinin yöneticisi bu güzelim diyarın varlığından haberdar olmuş, askerlerini gönderip işgal ettirmiş bu güzel yeri, karşı çıkanı öldürtmüş, evlerini ateşe verip yakmış. Peri-Han adındaki kraliçesini de esir almışlar. Halkın gözyaşları, yalvarış, yakarışları fayda etmemiş. Zalimlerin yüreğini yumuşatmamış…

Artık ne huzur kalmış ne de bereket bu güzelim d'yarda. Herkes üzgünmüş. O kocaman tanklara, silahlara karşı duracak ne güçleri ne de halleri varmış. Anlayacağınız barışcıl bir halk olduğu için silahlanmaya bile gerek görmemişler.

O günden sonra masalcı nineler, dedeler masal anlatmamış, erkenden uyuyuvermişler. Bütün kışı masalsız geçirmiş çocuklar. Kötülükler ve kötü adamlar bütün masalları alıp götürmüş buralarda, bir tek çocukların gözyaşları kalmış ardından. Çocuklar, analar, babalar çaresiz kalmış. Günler, haftalar, aylar hep yaslı geçmiş. Geceler geceleri, acılar acıları kovalamış durmuş.

Derken mevsim bahara yönelmiş, karlar erimeye başladığında ateş gözlü kuşlar dalları, kayaları doldurmuş yine, düşman askerleri tedirgin olmaya başlamışlar ama o diyardakiler ise içten içe sevinmişler.

Kuşlar bu güzel diyardaki tedirginliği ve oranın kötü niyetlilerce işgal edildiğini hemen anlamış, kraliçelerinin de esir alındığının haberini almışlar ve buna bir çare bulmak için toplanıp bir karara varmışlar. Bazı kuşlar geri dönüp başka ülkelerdeki kuş arkadaşlarına haber vermiş, bazıları da kuşların kralından yardım istemeye gitmişler.

Kısa bir süre sonra her tarafı ateş gözlü, kocaman kanatlı kuşlar sarmış. Askerler meraklı gözlerle dışarı toplanıp bakmışlar, gökyüzünü bir kara bulut gibi saran kuşlar hep beraber saldırmışlar askerlere, pençelerine taktıkları gibi askerleri birer birer götürüp uzak bir uçurumun tepesine bırakıvermişler. Kalanlarda saklanmış sonra o diyardan kaçıp gitmişler…

Bir daha o güzelim diyara kimse kötülük etmeye cesaret edememiş. Nineler, dedeler yine masallarını anlatmaya başlamış, çocuklar yine sevinip mutluluk şarkılarını söylemişler, şiirler okumuşlar dağa taşa. Ve bu böyle devam edip gitmiş yıllar yılı…

Yaşlı Çınar ve Zeytin Gözlü Çocuk

Kış mevsiminin, etkisini yavaş yavaş kaybetmeye başladığı günlerdi. Baharın geleceğini muştulayan cemreler bekleniyordu. Sonunda cemre, hava ve topraktan sonra suya da düştü. Hem de ateş topu bir sıcaklıkla.... Su da hava gibi, toprak gibi ısınmaya, yaşam daha kolay, daha güzel yaşanılır olmaya başladı. Cemre; havanın güzelleşmesini, suyun ısınmasını ve toprakta gizlenen tohumların, kuru ağaç dallarının, canlıların uyanmasına sebep oldu. Bir umut oldu canlı cansız tüm varlıklara.

Cemre toprağa düştükten sonra bahar geliverdi dağlara, ovalara, kırlara, köylere, şehirlere. Ve ardından yüreklere. Önce kardelenler, nergisler kaldırdı bükülmüş boyunlarını gökyüzüne, ardından frezyalar, kır karanfilleri, kırkkanatlılar ve güller. İç gıdıklayan kokularını etrafa yaydılar, renk renk ışıklarını sulara aksettirdiler.

İşte bu baharı soluyan, zeytin gözlü bir çocuk vardı uzaklarda. Zeytin gözlü çocuk gülümsüyordu karlar erirken. Bahar, onun da içini kıpırdatmış, bir şeyleri yerlerinden oynatmıştı. Kıpır kıpırdı içi. Dağlara doğru yürümeyi geçiriyordu içinden. Ve dağlardan ovalara doğru koşmayı.

Fırladı, bahar kokan sokağa. Baharın gelmesiyle birlikte; kuşların daha bir neşeli öttüğünü, daha bir neşeli uçtuğunu gördü gökyüzünde. Dereler daha bir sevinçle akıyor, çoşkuyla esen rüzgar; dağ doruklarında konaklayan karın sularını ovalara indiriyordu.. Kalbi umut ve sevinçle çarptı o an. En soğuk sözler bile yumuşayip inceldi, eridi yüreğinde.

Sevdiklerini anımsadı. Yaşlı çınarı, dallarında yuva yapan ve sevinçle kanat çırpan minik minik kuşlari.Ulu çınarına gitmeliydi.Uçarcasına yöneldi çınarına doğru. Koştu koştu koştu. İlkbaharın kokusunu cigerlerine derin derin çekerek, yemyeşil çayırlarda, çiçek desenli kırlarda koşarak, çınarın yanına geldi. Çınarın dibinde durdu. Kabaran soluğunu dinlendirdi önce.Sonra, gülen gözlerle sevgi ve dostluk kokan yaşlı çınara baktı. Rüzgar dağlardan, ormanlardan kırlardan topladığı bütün çiçek kokularını alıp buraya getirmişti.

Çınar sıcacık sevgisini, ulu bedenine tutsak etmişti. Fakat, zeytin gözlü çocuğun dostluğunun, canevine dalga dalga dolduğunu hissediyordu. Zeytin gözlü çocuk da öyle.... Çınardan çocuğa, çocuktan çınara doğru akıp giden bir şeyler var gibiydi. O küçücük yüreğinde dağ gibi kederini büyüten ve dallarının altına sığınıp gizli gizli ağlayan, hülyalarına kara bulutlar düşüren çocuk o değildi sanki. Çınarın yanında umutlu, mutlu görünüyordu.

Şimdi sevinçliydi zeytin gözlü çocuk. Yüzü, gözleri gülüyordu. Bahar gülüyordu. Sular, dağlar, bütün dünya gülüyordu onunla..Bir şarkı vardı dudaklarında, sevinç ve neşe dolu. Her yer çınlıyordu sesiyle. Bir yıldızı vardı şimdi, gecelerini aydınlatan bir yıldız. Bir bulutu vardı şimdi, üstünden bembeyaz geçip giden. Kar gibi, tüy gibi, rüzgar gibi bir bulut. Bir sevgisi vardı şimdi, içinde çoğalan, hep içinde kalan, sıcacık. Bir mevsimi vardı şimdi, gülümseyen, içinde bütün güzellikleri saklayan. Bir ümit, bir ses, bir ışık, bir heves gibi. Bir yeri vardı şimdi; ıssız bir ada, bir dağ, bir deniz kıyısı gibi. Belki herkese uzak, ama kalbine en yakın yer. İşte o yer bu çınarın altıydı. Hemen her gün buraya gelir, acılarını unuturdu. Hayallerini burada kurar, içini bu çınara dökerdi.

Kimbilir aradan ne kadar zaman geçti... Bir gün düşüncelere daldı yaşlı çınar. Çünkü içten içe bağ kurduğu, her gün yolunu beklediği, kendisiyle konuştuğu dert ortağı, zeytin gözlü, tatlı sözlü arkadaşı gelmiyordu artık.
Şaşırdı. Acaba neler olmuştu? ''Her gün gelirdi.'' diye düşündü çınar. Günler geçip gidiyor, zeytin gözlü çocuk gelmiyordu. 'Belki hastalanmıştır. İyileşince gelir.' diye avuttu kendini. Ama her dakika, yerini ümitsizliğe bırakan bir oyundu sanki.
Günler usul usul geceye, geceler usul usul gündüze akıp gidiyordu. Ne zeytin gözlü çocuk vardı ortalarda, ne de kendisinden bir haber. Hala ne olduğunu düşünüyor ama, zeytin gözlü çocuğun neden gelmediğine bir türlü yanıt bulamıyordu.

Birden durup sessizligi dinlemeye başladı, ürperdi. Yalnızlığın içine işlediğini hissetti.Rüzgar dallarını salladıkça inliyordu.''Nerdesin zeytin gözlü çocuk? Seni çok özledim, tatlı sözlerini de.'' diye iç geçirdi.'Hasta değilsin ya! İstersen sana bir demet kırmızı karanfil yollarım.' Diye fısıldadı.

Günler böylece geldi geçti. Geceler sabahları soluyarak uzaklaştı yanından.Gündüzler gecelere bıraktı yerini, geceler gündüzlere.Bir umutla zeytin gözlü çocuğun yolunu gözledi durdu. Ama o gelmiyordu.Umudu, her geçen gün biraz daha azalıyordu çınarın.

Her gün bir sürü insan gelip geçiyor, çevresinde kuşlar kelebekler uçuşuyordu. Bir tek o gelmiyordu. Kıpır kıpır doğada yalnızlık çekiyor, o kalabalıkta yalnızlığı yaşıyordu. Kendini ıssız bir çöldeymiş gibi hissediyordu. Susuz, kimsesiz, ağacı, yeşili olmayan bozkırda kavruluyor gibiydi.
Oysa çevresi kuşlarla, ağaçlarla, yeşilliklerle doluydu. Tüm bunlara ragmen, içinde bulunduğu ortamda kendi başına kımıltısız, mutsuz ve yalnızdı.

Bir gün etrafındaki sessizliği dinlemeye başladı, ürperdi. Bir ayak sesiydi beklediği, bir çift zeytin gözdü. Ama nafile! Damarlarındaki kanı donmuş gibi, bütün dalları yaprakları fırtınaya tutulmuşçasına titredi. Oysa her şey aynıydı. Güneş, gökyüzü, kuşlar, rüzgar hep aynıydı. Eksik olan, sadece zeytin gözlü çocuktu.

Aylar geçmesine rağmen, zeytin gözlü çocuk hala ortalarda yoktu, gelmiyordu. Umudunu nerdeyse tamamen kaybediyordu.... ''Umudumu kaybettim, umut her şeydir. Kırgınlığım, kızgınlığım o zeytin gözlü çocuğa. Giderken yanında götürdü umudumu. Umudum benim yaşama nedenimdi, yaşama sevincimdi. Ben umutsuz nasıl yaşarım! '' diye sitem etti içinden. Sonra sararmaya başladı
yaprakları. Birer birer terkediyorlardı onu..... Heybetli gövdesi üşümeye başladı. Isındığı ateşler söndü, küllendi.Üşüdü üşüdü..

Yollara baktı uzun uzun. Ne gelen vardı, ne giden.. Bomboş geldi her yer. Hiç bir şeyin anlamı kalmamıştıştı. Titredi koca çınar. Ürperdi yapraklari tiril tiril. Savurdu kalan yapraklarını. Yaprakları dinmez gözyaşı oldu, döküldü. Derelere, ıssız ovalara, kırlara şehirlere doğru savrulup gitti...
Neden sonra karlar yağdı yağdı, aylar sonra eridi. Kar suları, bir yatak bulup, indiler ovaya doğru.Ardından leylekler döndü yuvalarına, kırlangıçlarla süslendi gökyüzü. Deniz dalgalandı. Toprak menekşeler armağan etti çocuklara. Yıldızlar kaydı, ayvalar sarardı. Zeytin gözlü çocuk yine gelmedi.

Çocuklar büyüdü; kimi genç kız oldu, kimi, yağız bir delikanlı. Erguvan dudaklı genç kızlar beyaz duvaklara büründü. Evlerde her akşam lambalar yandı, lambalar söndü. Ay ışığı yeri gögü süslerken, sevgililer buluştular gizlice, gür dallarının altında. Saatlerce yan yana oturdular, birbirlerine sevgi dolu sözler fısıldadılar.Kah susarak, kah konuşarak sarıldılar birbirlerine. Çınar gördü tüm bu oldu bittileri, sevgi dolu fısıltıları dinledi. Yıldızlar ışıklarını gönderdi.Rüzgar yapraklarını okşadı. Neye yarardı ki tüm bunlar! Zeytin gözlü çocuk gelmedikten sonra neye yarardı! .

Yine umuda yöneltmişti yüzünü dağlar. Havaya, suya ve toprağa cemre düşeli epey olmuştu. Zeytin gözlü çocuksuz gelen kaçıncı bahardı bu! Dağlarda kardelenler, ovalarda erik ağaçları, kırlarda papatyalar bir sevinçle açıverdiler. Güneş; bahçeler, çiçekler, börtü böcek ısın,yer- gök, çocuklar şenlensin, bütün ağaçlar, bitkiler yeşersin diye, güneş gün boyu dikildi tepelerinde. Herşey zamanı gelince görevini en iyi bir şekilde yerine getirdi. Ne yağmur, ne rüzgar, ne güneş, ne kar unutmadı çınarı.. Ama zeytin gözlü çocuk gelmedi.

Bulutlar yere inip, kümelendi çınarın başında. Sonra yağmur olup, gözyaşı gibi damladı çınarın dallarına, yapraklarına. Ki, koca çınar yeşersin diye. Toprağın derinliklerine uzanan köklerine yağmur suları indirildi, beslensin diye. Bahar rüzgarı, dallarına vurdu, çınarı kış uykusundan uyandırmak için. Olmadı! Hiç biri yeterli olmadı bu çabaların. Çınar, yeşermedi. Çünkü eksik olan bir şey vardi. O da, zeytin gözlü çocuktu....
Bir daha hiç bir bahar yeşermedi yaşlı çınar. Damarlarindaki can suyu çekildi. Uçlarından başlayarak dalları, gövdesi kurudu. Artık kuru bir odun parçasından farksızdı.

Aradan çok uzun bir zaman geçmişti. Bir gün koca bir adam geldi Hollanda’dan, zeytin gözleriyle baktı uzun uzun ağaçların olduğu yere, yapraklar yeşil yeşildi. Yıllardır ayrı kalmıştı ve yıllar sonra ancak gelebilmişti çocukluğunun geçtiği bu yerlere. Ağaçların dallarında yine kuşlar cıvıldıyordu, kelebekler uçuşuyordu etrafında. Çınarını aradı yorgun gözleri, baharında eylülü yaşayan kanadı kırık bir kuş gibi çırpındı, kalbini hüzünle dağladı, ağladı hülyalarına siyah bulutlar inmişçesine… Bir demet kızıl karanfil bıraktı çınarın koynuna, gülümsedi içi burkularak kurumuş yaşlı çınara, eğilip kulağına fısıldadı ‘seni seviyorum’ dedi…

Ben dalları fırtınalarda kopmuş
yaslı ve yaşlı bir çınarım
binlerce acının ortasında yorgun ve yalnız

alnı gül işlemeli günler getir bana ey çocuk
hülyalı gülüşler
gözlerinle görmek istiyorum sabahı
dünyayı yüreğinle sarmak istiyorum
umutlu ve şen

ne zemheriler gördüm ben
ne fırtınalar geçirdim
çağının ışığıyla yak beni ey çocuk
çağının ışığıyla sar, üşüyorum

gövdemde kaç balta izi var
kaç kan lekesi alnımda
nice ihanetler gördüm ben
nice zulümler

üşüyorum
alnı gül işlemeli baharlar getir bana
umudu sevda kokan sabahlar
gözlerinle görmek istiyorum yarınları
dünyayı yüreğinle sarmak istiyorum

pınar seslerine kat
başak tanelerine koy
arıt beni günahlarımdan
lekesiz bir sevgiyle geçilir ancak ırmaklar
kocaman bir yürekle ey çocuk
beni yüreğinle sev, gözlerinle okşa
bırakma ellerimi n’olur
Bırakma ellerimi…

1995 Caferli Erzincan


Peri Kızı Ve Munzur’un Gözyaşları

Evvel zaman içinde kalbur saman içindeyken pireler berber develer tellal iken, Munzur efsanesi herkesin dilinde, terzilerin pirinden de önce ondan da öte kadim bir sözmüş. Bir olanı, tek olanı anlatanmış Munzur dağı. Aşk munzur’muş, munzur aşkmış. Aşk kuşatmış munzur dağını. Gözyaşları kırkpınar olup akan ol aşkın sahibiymiş Munzur.

Efsunlanmış gibi zamana karşı durmuş yıllar yılı. Gözyaşları Munzur suyu olmuş yürürmüş kılcal damarlardan dallara, dallardan çiçeklere, çiçeklerden çimenlere. Dağ olmuş, börtü - böcek tüm canlıları barındırmış koynunda. Açıp kollarını aşkın diyarlarına, hem arşa hem arza doğru arşın arşın yürümüş Munzur.

.../
Çok çok eski zamanın birinde kentlerden uzak ulu bir dağın yamacında, mavisi yeşiline karışmış, uzun uzun ağaçların gölgelerini cömertçe sunduğu, türlü türlü böceklerin, çiçeklerin yaşadığı, insanoğlunun pek az uğradığı yüksek kayaların, ormanların, eteklerinde buz gibi suların çağıldadığı çağlayanların arasında, şiri mi şirin, mini minnacık bir köy varmış. Bu köyün vahşi vadileri arasında nerden geldiği ve kim olduğu bilinmeyen güzel bir peri kızı yaşarmış.

Yapayalnız bu genç kız geçimini geyik sütü, keklik yumurtaları,kenger, yabani bitkiler, kökler, meyvalar toplayarak sağlarmış. Arada bir de köylere inererek topladığı bitkileri, meyvaları köylülere dağıtıp karşılığında da ihtiyacı olan eşyaları ve gıdaları alıp ortadan kaybolurmuş. Kimseyle uzun uzadıya konuşmaz, kimsede ona pek soru sormazmış.

Kim olduğunu nereden geldiğini kimse bilmez ve de gizli olağan üstü bir güce sahip olduğuna inanıldığı için herkes çekinirmiş. İn mi cin mi, ne olduğu pek belli değilmiş köylülerin gözünde. O yörede herkes onun efsunlu olduğuna inanıp kimilerine göre büyücü, kimilerine göre lanetli, kimilerine göre ermiş, kimilerine göre iyilik ve hayır meleği, kimilerine göre de allahın zararsız zavallı bir kuluymuş ama en çok peri kızı olduğuna dair söylenceler ortada dolaşırmış. Hatta hayvanlarla, kuşlarla konuştuğuna dair tanık olanlar da yok değilmiş.

Bu gün hala o yöre de Peri kızla Munzur’un aşkı üzerine beyitler söylenir, türküler derlenir, Peri kızın güzelliği konuşulur.
Topuğuna kadar inen saçları, simsiyah gözleri, kıpkızıl dudakları, inci dişleri, pembe yanaklarıyla çevredeki bütün kızları kıskandıracak kadar güzel ve alımlıymış.

Peri kız köye her indiğinde herkes ona hayranlıkla bakar, ağzından çıkacak bir kelimeyi beklermiş. Her gelip gitiğinde Munzur isminde civan gibi gencin yüreği heyecandan göksünün kafesine sığmaz, gümbür gümbür atarmış, yanına yaklaşmaz uzaktan uzağa seyredip Peri kızını, içi titrermiş. Peri kızı ile her gözgöze geldiğinde yüreğine kor düşer gizli gizli yanarmış…

Günlerden bir gün vadideki mağarasının önündeki gölün başında oturmuş, alt tarafından çağıl çağıl akan sulara bakarak türküler mırıldanırken, bir süre sonra derin gölün mavi suyunda bir kıpırtı farketmiş Peri kız, mavi gölün içinde güneşle yıkanmış gibi yakamozlar saçan munzur Peri kızın mırıldandığı türküyle birlikte yavaşça göl suyunun mavi kanatlarında süzülüp çıkmış, Peri kızın dudağına bir öpücük kondurarak, peri kız daha ne olup bittiğini anlamadan, tekrar suya dalarak ortadan kaybolmuş.

Peri kız her gece suyun kenarına oturup Munzuru beklemiş, Munzur her gece vakti ayışığıyla beraber çıkıp gelirmiş. Geldiğinde de hemen gözden kaybolup gitmezmiş gün ışıyıncaya kadar, bir kelime bile etmeden biribirine sarılır öylece sabahın olmasını beklermişler.

Artık her gece dolunay ağaçların arasında ışıldarken onlar buluşmuş, sarılmışlar ve birbirilerine tek söz söylemeden ayrılmışlar. Biribirlerini öyle temiz duygularla ve derin bir aşkla sevmişlerki ve öyle alışmışlarki bir tek gece biribirini göremeden duramazlarmış.

Bir gece Munzur yine çıkıp gelmiş kaldığı yere bir de bakmışki in cin yok ortalarda, bir mektup bırakarak ortadan kaybolmuş canından çok sevdiği Peri kız. Dünyası başına yıkılmış Munzur’un yüreği yanmışta yanmış…

Sonra mektubu açıp yüreği parçalanarak okumaya başlamış munzur.

“Ben adımı, nerden geldiğimi, kim olduğunu bilmeyen zavallı bir kızım. Kim olduğumu ve nerden geldiğimi de hiç bir zaman bilmeyeceğim. Niye böyle davrandığımı sorma, sorsanda cevabını veremem...

Şunu bilki seni ölümüne seviyorum ama ben yalnızlıkla lanetlenmişim bir kere, yalnızlıkla lanetlenmemle son bulmuyor, hafızamı, gözlerimi bağlamışlar, geçmişimi ve kim olduğumu bilmemi, hatırlamamı engellemişler… Seni daha fazla mutsuz etmemek için, benimde bilmediğim bir yere gidiyorum…

Ama sana aşkımın karşılığı olarak bu güne değin hiç bir kimsenin sahip olamadığı bir hediye bırakıyorum…
Şimdiden sonra aşkımızı düşünüp acı çektiğinde ama yine de seni ölümüne sevdiğimi bilerek mutlu olduğunda, gözlerinde dökülen her damlada bir pınar fışkıracak düştüğü yerden ve ben gözyaşlarında mayalanıp akan her pınarın damlalarında saklı kalacağım...

Ve o gece ilk defa munzurun gözlerinde munzur suyu kırk göze olup akmış kırpınar yaylasında ve Munzur buruk bir mutlulukla dünya dündükçe ağlamış.

İşte o gün bu gündür o pınarların gözelerinden içen herkesin yüreğine buruk bir mutluluk bir ferahlık dolmuş, yüreği sevgiyle yanmış; her dilek kabul olmuş, sevenler sevdiğine, hasret çeken analar, babalar çocuklarına kavuşurmuş…

Ve o dağların adı da Munzur olarak kalmış, gözyaşları da munzur suyu olmuş. O günden sonra ne görmüş, ne de haber almış sevdiği Peri kızından. İşte o gün bu gündür o kırk gözeden Munzur’un gözyaşları kırkpınar olup akar ve dünya döndükçe de akacak… Bu yüzdendir ki o pınarların suyundan içen herkesin yüreğine aşk, sevgi, merhamet mutluluk, iyilik dollar. Derler.

..../
İşte o gün bu gündür Munzur da akan her pınar kutsaldır. Munzur'a ait bu üçüncü mitostan kaynağını almaktadır Munzur dağı ve Munzur suyu. Munzur Suyu Peri kızının gözlerinden akan gözyaşlarıdır inanışa göre. Yani tarihi derinliği çok çok eski dönemlere kadar gitmektedir.

19.09.1980

Gülgüzeli İle Murat

Caferli diye bir köyde Küçük ağa olarak çevresine nam salmış, yürü dedimi dağlar yürüten, dur dedimi sular durduran güçlü bir ağa varmış. Ne var ki soyunu devam ettirecek çocuğu olmadığı için hep üzgünmüş.

Ağanın bu durumdan sürekli yakınması üzerine, karısı Esma hatun çevredeki bütün yatırları, türbeleri tek tek ziyaret eder, çocuğu olması için gittiği yer yerde “derdimize bir çare” deyip kurban keser dua edermiş...

Bir gün bir yatırın üzerinde “derdime bir çare” deyip yağmur gibi yaşlar döküp Allaha yakarırken. Kendisine doğru yürüyen ak sakallı bir dede görür ve aksakallı dedeye gözyaşları içerisinde uzun uzun derdini anlatır. Bunun üzerine ak sakallı dede omuzundaki heybeden bir elma çıkarıp kendisine uzatır. “Elmanın yarısını kendisinin yemesini, yarısını da kocasına yedirmesini, oğlan olursa ismini Murat, kız olursa Nazlı ” koymasını söyler ve ortadan kaybolur. Esma hatun aksakallı dedenin dediğini harfiyen yerine getirir ve çok geçmeden hamile kalır, nur topu gibi bir oğlan çocuğu dünyaya getirir. Bunun üzerine o köyde yedi gün yedi gece şenlik olur.

Arada yıllar geçer Murat büyür tığ gibi yiğit bir delikanlı olur. Bir gün komşu köylerin birinde küçük Ağanın oğlu olarak düğüne davet edilir.

Yolda gül gibi gülgüzeli bir kıza rastlar Murat Ve kız gülgülüşüyle nazlıca gülümser Murat’a. Murat heyecanlanır bir şey diyemeden kaçamak bir bakışla Gülgüzeli’nin yüzüne bakar ve hızla oradan uzaklaşır.
Bakış o bakış Murat'ında Gülgüzeli’ninde içine onmaz bir aşk ateşi düşer.

Gülgüzeli akşam yine çeşmeden su almaya gittiğinde, şahin bakışlı, aslan gibi, yakışıklı o güne kadar hiç görmediği Murat’la yine karşılaşmış.
Murat, neden olduğunu bilmeden kalbinin titrediğini hissetmiş. Gülgüzelini çok beğenmiş. Gülgüzeli de aynı duygular içinde kalmış. Bu kısa bakışma ve görüşme dahi iki genç kalp arasında sevgi, muhabbet, aşk güllerinin açılmasına yetmiş ve asla birbirinin aklından çıkmaz olmuşlar.

O akşam düğün evinde yeniden karşılaşmışlar, bu sefer daha da heyecanlanmışlar. Seyit Ağa’nın kızı olduğunu isminin ise Gülgüzeli olduğunu öğrenir Murat ve yüreği daha hızlı çarpmaya başlar. Kızla gözgöze her gelişinde içine tanımsız bir aşk ateşi akar, bir hoş olur yüreği. Kız da Murat’a karşı aynı duyguları beslemektedir.
Derken bu iki gencin tutkusu iflah olmaz bir aşka dönüşür ve aşkları kısa süre de herkesin diline düşer.

Muratla Gülgüzeli her gün çeşme başında buluşmaya başlarlar. Gülgüzeli’nin babası duyar bunu. Kızı’nın candüşmanı Cafer Ağa’nın oğlu Murat’la katiyetle ilgilenmesini istemiyormuş.
Bir gün Seyit Ağa’ya, kızının Küçük ağanın oğlu Murat’la sık sık buluştuğunun haberi iletilir. Bunun üzerine Seyit Ağa küplere biner o öfkeyle Murat’ı yakalattırıp köyden uzaklaştırılması emrini verir. Bir daha köye ayak basmaması için de ölümle tehtit eder.

Bunun üzerine iki ağanın arasında yıllardan beri süregelen düşmanlık yeniden ateşlenmiş, yeniden biribirine meydan okumaya başlamışlar...

Murat her gece Gülgüzeli’ni rüyasında görmeye başlar ve bir gece Gülgüzeli’nin elinden aşk badesi içer. Sabah uyandığında şiirler yazıp, türküler söyleyen Murat eline sazı alıp duygularını şöyle dile getirir.

Zaman kadehinden aşk iksirini
İçti gönlüm eyvah eyvah diyerek
Sürüyüp ardından gam zincirini
Biçti ömrüm eyvah eyvah diyerek

Şu figan bülbülün yaslı sesi mi
Yaralı kalbimin inlemesi mi
Yakama sarılan aşk perisi mi
Deşti gönlüm eyvah eyvah diyerek

Sonra her gün saz çalıp sevdiği kızın üzerine türküler söyleyen Murat teselliyi yalnızca türkülerde, şiirlerde bulur.

Medet mürvet ey sema-i hidayet
Serveti mülkümün yeganesiyim
Halimi kimlere edem şikayet
Serseri gönlümün divanesiyim

Hasbahçede karanfilsin destesin
Buram buram gül kokuyor nefesin
Sensiz kimler bu gönlümü eylesin
Şerbeti dilinin şivanesiyim

Aşkın badesini içtim dün gece
Gönül kafesini deştim dün gece
Sevda sıcağında piştim dün gece
Üfleti mecnunun avaresiyim

Bir garip aşığım ey gülü gülşen
Hasreti narına tutuşup pişen
İflah olmaz bir kez aşkına düşen
Feryadı bülbülün figanesiyim

Durmamaksızın yanık sesiyle türküler söyler ve şiirler yazıp Gülgüzeline gönderir.

Harman eyle beni esen yellere
Savrulup gideyim elden ellere
İster boyun eğem günde yüz kere
Kurbanım de hiç acıma kes beni

Sen bir pınar isen bende göl olam
Sen bir yağmur isen akan sel olam
Yolunun üstünde açan gül olam
Zülfünün teline alıp as beni

Sarıl şefkat ile sarıl haz ilen
Usandırma türlü türlü naz ilen
Keman ile cümbüş ile saz ilen
Türkü türkü sevdalara yaz beni

Bir derdin var ise anlatki bilem
Kapına kul olam, uğrunda ölem
Acınla ağlayam neşenle gülem
Hasret ile al sinene bas beni

Gülgüzeli de rüyasında aşk iksiri içer Murat’ın elinden ve o da başlar türküler söylemeye, şiirler yazıp göndermeye.

Gülgüzeli

Sen uykuysan, ben gördüğün düş olam
Sen yuvaysan,ben bır yavru kuş olam
Ağlar isen gözlerinde yaş olam
Damla damla yanağına çiz beni

Sen sevda ol, ben uğrunda can veren
Sen gülnişah, ben eteğe yüz süren
Sen avcı ol, ben yaralı bir ceren
Sıra sıra kurşunlara diz beni

Sen güneş ol, ben günyüzü görmeyen
Sen neşe ol, ben ömrünce gülmeyen
Sen tabip ol, ben derdinden inleyen
İlmek İlmek acılardan süz beni

Babası, Murat’tan uzaklaştırmak için Gülgüzeli’nin komşu köyden biriyle nikahını kıydırır. Bütün umudunu yitiren Gülgüzeli ekmekten aştan kesilir. Günlerce ağzına bir şey koymaz. Artık her şeyin bittiğine kanaat getiren Gülgüzeli kendisini ağaca asmak ister ama kurtarırlar.

Haberi duyunca beyninden vurulmuşa dönen Murat. İnsanlara, dünyaya, kendisine lanet eder. Çok geçmeden üzüntüsünden o da yataklara düşer.

Civan gibi oğlunun günbe gün erimesine gönlü razı gelmez Küçük Ağanın. Gururunu yenerek Gülgüzeli’ni oğluna istemek için nihayet Seyit ağanın evini hediyelerle donatacak kadar eşya verip görücüler gönderir. Allah'ın emri, Peygamberin kavli ile Gülgüzelini istetir...

Kızın annesi razı gelir ama Seyit ağa öldürürümde can düşmanımın oğluna kız vermem deyip olumsuz yanıt verir. Küçük Ağa’nın adamları başları önüne eğip bir şekilde geri dönerler.

Seyit Ağa gece gündüz Gülgüzelini gözetim altında tutar ve Gülgüzeli Murat’tan, Murat da Gülgüzelinden haber alamaz olur.
Murat yataktan kalkıp dağa çıkar ve gidip o köyün iyi kalpli çobanını bulur sevdiğinden kendisine haber getirmesi için yalvarır.

İyi kalpli çoban Murat’ın yalvarmalarına dayanamaz, bütün tehlikeleri göze alarak Gülgüzeli’ne ulaşır. Gülgüzeli Murat’ın ismini işlediği oyalı bir mendil ve yazdığı şiirleri çobana verip Murat’a gönderir. Mendili gören Murat’ın özlemi dayanılmaz bir hal alır ve çobandan kendisini Gülgüzeli’ne kavuşturmasını ister. Murat’ın yalvarmalarına dayanamayan çoban Murat’la birlikte akşam vakti köye gelirler.

Bu sırada Gülgüzelinin düğünü yapılmaktadır, gümbür gümbür davul zurna sesleri gelmektedir köyde. Babası Gülgüzeli’ni evlendirme çabasındadır. Murat, konağın bütün giriş çıkışlarını bilen çobandan yardım ister. Nihayet Murat, kız elbisesi giyer ve konağa girer. Kısa bir sürede Gülgüzeli’nin yanına ulaşır ve o gece konaktan gizlice kaçmayı başarırlar. Çobandan başka kimsenin bilmediği Mercan dağının eteklerinde bir mağarada gizlenip belli bir süre orada yaşamaya başlarlar.
Seyit Ağa bir daha biricik kızını göremeyip ölümüne hasretini çekeceğini düşünerek derinden göğüs geçirmiş. Lakin birbirlerini seven iki genç kalbi birbirinden ayırmanın doğru olmayacağını bildiğinden sakalını kaşıya kaşıya, sevimli kızının da gönlünü hoş etmek için razılık gösterip Küçük Ağaya haber salıp barışıp dost olmak istediğini söylemiş...

Tüm çabalarına karşın biribirine kavuşamayan aşıkların netice de nereye kaçıp gittiklerini öğrenemeyen iki ağa da çok üzülmüş, çocuklarını çok seven bu iki ağa yıllarca süren düşmanlıklarına son verip barışmışlar ve böylece aralarında yıllarca süren düşmanlıkta orada bitmiş. Her iki ağa da Çocuklarının yerini bulup haber getirenlerin ödüllendirileciğini ve Murat’la Gülgüzeli’ninde görkemli bir düğünle evlendirileceğini duyururlar...

Ağalara, çobanın haberi olabileceği haberini iletirler. Murat’ı en son çobanla gördüklerine dair bilgiler verirler. Ağalar çobana gidip “seninde bildiğin gibi biz artık barıştık ve dost olduk” deyip Murat’a haber vermesi için yalvarırlar. Çoban her iki ağanın da barıştığını ayrıca üzgün ve pişman olduklarını görünce gidip Murat’ı görür ve köyüne dönmesi için ikna eder. Birlikte köye inerler. İki köyün ağaları da Murat’la Gülgüzeli’ni davul zurnalarla karşılayıp bağrına basarlar. İki ağada yıllarca süren düşmanlıklarına son verip iki candan dost ve arkadaş olurlar.
Murat ve Gülgüzelinin arkadaşlarının da katılımıyla. Köyü baştan başa çeşit çeşit, renk renk çiçeklerle donatmışlar...

Murat ile Gülgüzeli ise yedi gün yedi gece süren bir düğünle evlenip ve yaşamlarının sonuna kadar mutlu yaşamışlar.

20/07/1974 Caferli

Taş Kesilmiş Çoban Ve Koyunları

Erzincan’ın merkeze bağlı Caferli köyü ve tüm çevre köylerde bilinen bir efsane vardır. Tamamen buna benzer bir efsaneyi de Elazığ’ın Karakoçan kazasına bağlı Çan köyünde oturan kayınpederim Mehmet Sevgi’den dinlemiştim. Hatta efsanenin orada geçtiğine dair bir takım delil ve kalıntılardan sözetmişti. Orada da bir çeşme, etrafında taşkesilmiş koyun sürüsü ve başında da bir çobanın olduğunu anlatmıştı....

Daha sonraları bu efsane benzerinin Kars'ın kazası olan Kağızman'a bağlı bulunan Kızılöküz köyünde. Bolu-Mengen İlçesi, Yedigöller Milli Parkı civarında ki köylerde ve daha başka yerlerde de anlatıdığına tanık oldum... Anlatımı farklıda olsa bir başka benzerlerinde de. K. Maraş'ın (Gurgum) Elbistan ilçesinin Dere Topallı köyü ve Erzurum’un dağlarında geçtiğine dair söylenceler var. Erzurum’da ve K. Maraşta Çoban Dede efsanesi olarak bilinir.

Erzurumda Çoban Dede Söylencesi şöyle anlatılır!

“Erzurum dağlarında sürülerini otlatan Çoban Dede ve koyunları susuzluktan bunalmıştır.Koyunların halini gören Çoban Dede Tanrı'ya yalvarır.:'Ya Rabbim,bu yerde soğuk bir su yarat da ben ve koyunlarım kana kana içelim.Ondan sonra istersen canımı al.'
Başını kaldırdığında bulunduğu yerde bir pınar akmaktadır.Koyunları da kendisi de kana kana içer.Sonra da 'Tanrım değilmi ki sen beni duydun rahmet hazineni benden esirgemedin,artık bu can bana lazım değildir..'der ve orada ölür.
Koyunlar da taş kesilir.Yöre de,bu suyun,sürüler dağda iken aktığına ve sürüler inince kesildiğine inanılır.Dağdaki ufak bir tümsek çobanın mezarını,çevrede ki irili ufaklı taşlar da çobanın taş kesilmiş koyunları sayılır.Dağdaki kavaklarında çobanın değneğinden türediğine inanılır.”

K. Maraş'ın (Gurgum) Elbistan ilçesinin Dere Topallı köyü yakınında bulunan Çoban Dede'nin öyküsü de şöyle anlatılır.

Bir gün Çoban Dede sürüsünü otlatmaya götürmüş öğleye doğru kavurucu sıcakların artmasıyla birlikte hem Çoban Dede hemde sürüsü susuzluktan kavrulmaya başlar. Çareyi Tanrıya yalvarmakta bulan Çoban dede Tanrıya yakarır. (Ey Tanrım eğer bu dağın başında bir çeşmeden soğuk bir su bana ve sürüme verirsen sana yedi tane koyunumu kurban adayacağım) Tanrı Çoban Dede'nin bu dileğini hemen yerine getirir.

Dağdan buz gibi sular akmaya başlar. Çoban Dedeyle koyunları kana kana içerler. Çoban Dedenin duası kabul olup dileği yerine gelmiştir ancak Çoban Dede koyunların kendisine ait olmadığını söyler ve tanrıya verdiği söze sadık kalmaz, Tanrı'ya kurban adayacağı yedi koyun yerine elbisesinde yakaladığı yedi tane biti kurban edip suyun içine atar.. Bu duruma kızan Tanrı verdiği sözü yerine getirmeyen Çoban Dede'yi sürüsüyle birlikte taş haline getirerek cezalandırır.

Caferli’de de öykü şu şekilde anlatılır!

“Efsaneye göre belki dedemin, belki dedemin dedesinin zamanınnda yemyeşil yamaçların rengarenk çiçeklerle süslendiği, baharla şenlendiği, herkesin mutluluk içinde yaşadığı ve çiçeklere bile basmaya kıyamadığı güzel mi güzel, yeşil mi yeşil etrafı munzur, mercan ve karadağla çevrilmiş Erzincan'ın Caferli köyünde bundan uzun yıllar önce çok fakir bir çobanla çocukları yaşarmış. Bu çoban çocuklarının geçimini ancak köyün davarlarını dağlarda, yaylalarda otlatararak çobanlıkla sağlarmış.

Güzelliğine güzelmişte Caferli köyü, tek kusuru karadağa düşen yanında bir dirhem suyun bulunmamasıymış. Bunun aksine mercan, munzur dağlarının bulunduğu yanı ise her tarafında pırıl pırıl sular akarmış ama aralarında ki derin vadiden dolayı hayvanların bir taraftan, diğer tarafa geçmesi hayli zormuş...

Bir tarafında pırıl pırıl suların aktığı, diğer yanında ise bir damla suya hasret koca karadağ varmış. Yamaçlarında her çeşit bitkisi olan bu dağın yeşilliğini erkenden bozan tek kusuru da bir damla suyun olmamasıymış. Yani susuzmuş bizim koca karadağ. Belki de dünyanın hiçbiryerinde olmayan öyle güzel, öyle tatlı meyva ağaçları varmış ki ama suyunun olmadığından tam olgunlaşmadan dalından düşerlermiş meyveleri. Bu ağaçlardaki meyveleri olgunlaştıracak suyu yokmuş koca karadağın, tek üzüntüsü de buymuş zaten.

Sarp kayalarla yükselmiş bu dağın en tepesinde ermiş birine ait olduğu rivayet edilen türbe haline getirilmiş bir kabir bulunmaktadır...
Rivayete göre bu mezarın uzunluğunu küçük bir çocuk da adımlasa kırk ayaktır, yetişkin biride adımlasa kırk ayaktır. Kırkayak tepesi adı da oradan gelmektedir.
Çocukluğumda bu tepeye Kırkayak, Kırklar tepesi, Kırklardağı da denilirdi. Karadağın tam tepesinde Kırklar ziyareti vardır. Yöre halkı bu gün bile hala bu tepeye çıkıp kurban keser, dilek dilerler.
Yazın en sıcak günlerinden bir gün çoban Caferli köyünün mercan ve munzur dağının karşısında görünen, isminden de anlaşılacağı gibi karadağa çıkarak hayvanları otlatıyormuş. Bu dağda hayvanların otlanması için bol ve çeşit çeşit ot bulunurmuş ama gelgelelim karadağın hiç bir yerinde bir damla su bulunmazmış.

Bir gün havanın çok sıcak olması nedeniyle, hayvanlar ve çoban çok susamışlar, susuzluktan bağrı delinen çoban ellerini gökyüzüne kaldırarak 'Ya Rabbim, ya Kırkdağlar evliyası Şuradan bir su çıkartıp şu kulunun ve hayvanların susuzluklarını gider' andolsunki yedi kurban keserim diye adakta bulunmuş. O anda çobanın bulunduğu yerin yakınında birdenbire kayalar arasında buz gibi bir su fışkırmış. Sevincinden çılgına dönen çoban o buz gibi sudan kana kana içip hayvanlarına da içirerek susuzluklarını gidermişler.

Ancak çoban sözünde durmayıp 'Koyunlar benim değil bunu yedi kurban yerine, yedi bit öldürüp adağımı gerçekleştireyim' demiş. Çoban düşüncesini yerine getirerek yedi koyun yerine yedi bit öldürüp, öldürdüğü bitleri de suya atmış. Bu olaydan sonra aradan çok zaman geçmeden su kesilmiş yeniden, çoban ve koyunlar da bulundukları yerde taş olmuşlar.

Akşam çobanın ve koyunların köye geri dönmemesini merak eden köylüler çobanı ve koyunları aramaya çıktıklarında, Karadağın eteğinde çobanın ve koyunların yerden fışkıran suyun yanında taşa dönüştüğünü görmüşler.

Aradan geçen çok uzun zamana rağmen bugün bile Caferli köyünün tam karşısındaki karadağa doğru bakıldığında, suyun fışkırdığı çevrede koyunların ve çobanın taş haline dönüşmüş kalıntıları görünmektedir. Her bahar o dağın bağrında kocaman bir su fışkırır ancak sıcakların bastığı yaz aylarında tekrar ortadan kaybolur.

7.8.2002

Tayran Han Ve Ceylan Kız

Munzur dağı yamaçlarında yemyeşil bir vadinin içinde akan görkemli bir çağlayan ve o çağlayanın kıyısında insanları kardeşçe ve huzur içinde yaşayan bir köy varmış. o zamanlar gündüzler hep güneşli, geceler hep yıldızlı geçermiş yağmur yağmadıkça. O köyün insanları hayvancılık ve tarımla sağlarmış geçimini. Akıllısı varmış delisi varmış, uslusu varmış mutlusu varmış o Köyde herkes biribirini sever,sayarmış. Anlayacağınız dost çokmuş, düşman yokmuş.

Bitkiler boy boy, hayvanlar soy soy, yamaçlar renk renk nergiz, bahçeler gül, lâle, sümbül,dağlar süsen, kardelen, tarlalar başak başak ekin, ağaçlar çeşit çeşit meyve doluymuş…Öyle ki güzellikler çok, kötülükler yokmuş.

Gelgelelimki bu güzel yörede sesi dağları yakan, dağlara yamaçlara yanık türküler söyleyen Tayran Han adında genç bir aşık yaşarmış. Tayran Han onca güzelliğe çağlayana, çiçeğe, bahçeye, suya, babasının varlığına ve etrafındaki insanlara rağmen çok yalnızmış... Gün geceye durduğunda, gökyüzüne bakar, gördüğü her yıldıza bir türkü söyler, içini tarifsiz bir aşk ateşi yakarmış…Efkarından sazı ağlar, yüreği sızım sızım sızlarmış... Her gece Ceylan gözlü, gül bakışlı bir kız girermiş rüyalarına, yüreği aşkla, özlemle çarparmış her sabah uyandığında.

İstermiş ki, rüyaları gerçek olsun, rüyasında gördüğü ceylan gözlüsüne kavuşsun, koynunda uyuyup, koynunda uyansın, yüreği her gece aşkla dağlansın, çağlayanlar daha bir çağlayan, sevdalar daha bir sevda olsun, sevda türküleri aksın durmadan dilinden koylara, nehirlere, alıp götürsün sesini rüzgarlar sevdalı iklimlere.

Günlerden bir gün yine sazını eline alıp dağın başında, başını göğe kaldırmış türküsünü söylerken birden bir hışırtı duymuş... Bakmış ki her gece rüyalarına girdiği güzeller güzeli Ceylan bakışlı kız durur karşısında... Durur da öylece süzer nazlı gözlerini ona doğru... Tayran Han 'nın kalbine kor olur düşer bakışı, heyecanla sarsılır gövdesi...Sevdası türkü olur, şiir olur dökülür dilinden dağlara, ovalara, çağlayanlara...
'Hoş geldin ceylan bakışlım... maralım, yaklaş, daha da yaklaş ki yakından göreyim ceylan gözlerini, nicedir beklediğimdin, düşlediğimdin, umudum, ışığım, sevincim, her gece rüyalarıma giren sevdiğimdin.' der

Ceylan bakışlı kız yaklaşmış ürkek ürkek sonra telaşlı bir biçimde yürüyüp gözden kaybolmuş... Sinmiş bir ağacın gölgesine, derdini dillendirmiş kendince:

'Sesini duydum uzaklardan, yaktığın türkülerden aldım sesini! ... Sesine sevdalandım da geldim sana, yüreğine sevdalandım da sevdim seni. Ne var ki ben yetim, kimsesiz fakir bir kızım, yaralı bir kardeşim vardı, çekip gitti buralardan, onu bulmadan, bulup yarasını saramadan sana dönemem, ahtım var, andım var… Geldim, gördüm, bildim, sevdim seni...Fakat benim daha gidecek yolum, çekecek çilem var. Ama dünyanın neresine gidersem gideyim bir gün mutlaka döneceğim sana'

'Duydum demiş sesini Ceylan bakışlım, duydum duymasına da hem gelir kendini gösterirsin, hem de giderim dersin? Her gece seni söyledim ezgilerimde, seni yazdım gökyüzüne. Uçan kuşun kanadında, çağlayan nehirlerin nefesinde, tan yerinde şavkıyan seherlerde, yağmurların buğusunda aradım izini.

Gitme… Önce görünüp, sonra bırak git diye mi geldin? Gidersen yaşadıkça bükülür boynum, yüzün gülmez, dünya döndükçe kanar yaram, muradım, ereğim sensin…'

Ceylan kızın sevdalı yüreği acıyla burkulmuş... Seslenmiş titreyen sesiyle:
'Nedir bu ilenmen? Nedir bu halden bilmez tavrın? ... 'Zaman' dedikleri bir ilaç var, ben yollara düşüp onu bulacağım, kardeşimin yarasını onunla sarıp iyileşmesini bekleyeceğim... Burda kalırsam şu halimle; sana acıdan, tasadan başka bir şey veremem. Sen gönlü yüce bir aşıksın, sevda ipekleriyle döşeli yolların... Beni sen anlamazsan, kimler anlasın? '

Tayran Han küsmüş, Ceylan gözlü boynu bükük; vurmuş kendini yollara... Bağrında kardeşine yetişmenin ve sevdalısına geri dönmenin hasreti, vuslata ömrü yetsin diye dualar ederek çekip gitmiş uzaklara...

Tayran Han fısıldamış ardından:
' Bekleyeceğim maralım, Ceylan bakışlım, başımda bir tek saç, ağzımda bir tek diş kalmayıncaya ve toprağa girip mezarımda tek bir ot bitmeyinceye değin...'

Ay geçmiş, gün geçmiş, mevsimler mevsimlere, yıllar yıllara kavuşmuş... Diyar diyar gezmiş Ceylan kız, bulmuş kardeşini, sarıp iyileştirmiş yarasını, iyileştirmişte aradan çok uzun zaman geçmiş ne eski güzelliği ne de ceylan bakışı kalmış… Sevdalısının içli sesi, gönlünün mabedinden bir an olsun silinmemiş, hayali gözlerinin önünden gitmemiş…...

Tayran Han sarılıp sazına o dağ benim, bu yayla benim gece gündüz çağlayanlara, esip geçen rüzgarlara türküler sölemiş yanık sesiyle.

eser bahar yeli dağlar serindir
yardan ayrılmışam yaram derindir
ceylan gözlerine kurban olduğum
gel de bu gönlümü artık sevindir

elden ele uçup giti can kuşum
bu ağzıma kilit vurmuş susmuşum
yüreğimde yamru yumru sancı var
hasretinden sararmışım solmuşum

aşkının oduyla kahroldum ceylan
hicran oklarıyla vuruldum ceylan
günler asır oldu geceler zindan
seni beklemekten yoruldum ceylan

Günler, haftalar, aylar, yıllar birbiri ardına geçip giderken, Ceylan bakışlı kız hastalanmış... Ayaklarında sevdalısına kavuşacak dermanı kalmamış, acıkmış, susamış... Ama yine de bir an olsun durmamış, düşe kalka düşmüş yola, bilirmişki derman, sevdalısına kavuşmada, sevdiğine sarılmadaymış.

Aç susuz varmış köye, sevdalısının dağın eteklerinde kendisini beklediğini söylemişler.
Birbirlerini gördükleri ilk andaki kadar ışıltılı ve sakin bir sabahmış munzur dağının etekleri. Ceylan gözlü zar zor varmış munzur dağının eteklerine.

Nice soğuk iklimlerden sıcak iklimlere değin yolunu gözlediği ceylanını, gelişinden bilmiş Aşık Tayran Han... Seslenmiş usulca:
'Ey sevdiğim, ey bir ömür yollarını gözlediğim, ey güzeller güzeli ceylan gözlüm, nihayet döndün sonunda... Buldun mu kardeşini, iyileşti mi yarası? . Vardın geldin ama; şimdi de benim sana verecek bir şeyim kalmadı gönlümden başka. Gönlümü kasıp kavuran hasretin, ateşi oldu bağrımın, türkülerim, şiirlerim savrulup hasret rüzgarında sana kavuşmadan küle döndü...
Varım yoğum savrulup gitti elimde tek bir kırık saz kaldı.. Susuzluğunu gidereceğin bir pınarım bile yok, kuruyup gitti hepsi, acıkırsan neyle doyurayım seni; sabır taşlarımda biriktirdiğim sabrım yetmezki mutluluğuna '
Ceylan gözlü; içinde yıllarca biriktirdiği ateşle koşmaya çalışırken sevdiği adama, yuvarlanıvermiş dağdan aşağı, başı kocaman bir taşa değmiş... Son mecaliyle konuşmaya çalışmış ve bu konuştuğu son cümleler olmuş. Tayran Han, Ceylan gözlüsünü kurtarmak isterken birlikte yuvarlanıvermişler kayalardan aşağı.

'Sarıl bana hasret kaldığım, söndür içimde yıllaraca biriktirdiğim ateşi.... Sar beni yazgım olan; canım tenimden çıkmadan beni sana kavuşturan sevdan ile...
Koynundan alsın canımı ölüm, dinsin bu hasret ateşi. Yüreğim yüreğinden hayat bulsun yeniden. Sevdanla yaşat beni en güzel türküler söyleyerek, kollarında uyut beni güzel sesinle..'

Ve Tayran Han nın yıllarca yolunu gözlediği sevgilisi teslim etmiş canını kollarında, nazlı gözleri kapanırken yanaklarında süzülen yaşları ırmağa dönüşmüş...

Tayran Han tüm acılardan da büyük bir acıyla öyle sarsılmış, öyle inlemiş ki, gökyüzü yırtılmış acılı türküler okurken sesinden, şimşekler çakmış, simsiyah bir yıldırım düşmüş dağlara, acıyla inlemiş koca munzur dağı...
İşte o gün bu gündür ne zaman mevsim bahara dönse, Teyran vadisinden Ceylan kızın gözyaşları pınar olur çağlayarak akar ve bir yerden sonra kaybolur. Munzur ve Mercan dağının kesiştiği noktada ağıtlar rüzgar olur haykırır yıldızlı gecelerde; Tayran Han sesinde kimselerin duymadığı, kimselerin bilmediği bir türkü yankılanırmış o vadinin en kuytu yerinde...

11.08.1972

Aşk Çiçeği

Bir rivayete göre derlerki “Deniz köpüğünden yaratılan Afrodit, bir gün sevgilisine vermek için beyaz gül toplarken parmağına diken batmış ve akan kan beyaz gülü kırmızıya dönüştürmüş”} Bu yüzden kırmızı gülün aşk anlamına geldiği söyleniyor.

Bir zamanlar herkes beyaz sevdalar yaşarken kan gülü renginde. Mühürlü sevdaların rengârenk gül desenleri çizilirdi yüreklere... Tutar her bahar bir kan gülü ve bir nergis çiçeği gönlünü sunardı kırlara, saf bir dağlı çocuk gülücüğünde. Bir tutam serinlik vururdu bahçelere, yüreklere buğulanan sıcaklık vururdu! .... Esen seher yeli saçlarını okşardı usul usul nazlı bir kızın, şevkatli bir elin parmakları gibi...

Bir öpücük çiçeğiyle beraber kuşların sevinci bahar konarken saçlara, ışıl ışıl olurdu gözler.. Tutam tutam sevgi ışığı dolardı dörtbir tarafa, tutam tutam sevinç çığlığı olurdu kuş ötüşleri... Kan gülü olurdu bütün sevdalar, kanı yüreklere akardı sımsıcak... Ve hayaller renklenirdi nergis renginde hayata savrulan... Yürekler özlemin en deli kısrağı olurdu. Zaman dururdu, sadece gözler ve gönüller konuşurdu.

Ne zaman kırlara bahar gelse sevinci yaşardı kelebekler, çiçekten çiçeğe sevişirdi arılar. Dağlı çocuklar umudu kucaklardı bir yanda; bir yanda gelin gelin gelincikler öpüşürdü rüzgarda. Aydınlık dolardı her tarafa, gürül gürül sevdalara akardı dereler. Bir dağ pınarı gibi hayat kaynardı kanında yeni yetme sevdalıların. Tomurcuk tomurcuk fışkırırdı aşk Yüreklerinde. Alıp götürürdü duyguları serin serin esen seher yelleri uzak dağlar ötesine...

Ne zaman bahar gelse bir demet aşkçiçeği, bir demet süsen (sosın) kokusu yayılırdı sabahın yamaçlarına kıpkızıl. Gönüller bir tutam sümbül, bir kızıl gül olur yanardı incecik bir sevdanın doruğunda.Yağmurdan sonra ki, mis gibi kokan toprağın kokusu olurdu aşk, havanın tertemiz buğusu olurdu Munzur’un yeşil yaylalarında...

Aşk mevsimi geldiğinde sevgi rüzgârlarıyla dolardı yüreklerin yelkenleri, ırmaklara her baktığımızda bilinmedik huzur dolu denizlere açılırdı sandallar sevgi rüzgarlarıyla. Kalplerin ve ruhun en derinlerine ulaşılırdı aşkın varlığıyla... Tertemiz saf sevgilerden alarak gücünü ve kaynağını...

Herkesin herkese verecek bir şeyi bulunurdu mutlak her mevsim, ama aşk mevsimi geldiğinde herkes en değerlisi kalbini verirdi sevdiğine...

Her sabah uyandığımızda bir nergis öpücüklerini sunardı aşkın doruklarına, gökyüzüne sarı saçları savrulurdu dalga dalga. Umudun bahar gözlerinde çözülürdü yaşamın gizi, büyürdü damla damla pınarlarla. Ardında binlerce bahar çiçeği gözlerini açardı aydınlığa, sonsuza sevinirdi kırlar. En çok da aşk çiçeği Nergiz sevinirdi. (Narcissus) Aşk mevsimi geldiğinde...

Aşkçiçeği Nergis

Derlerki, (Nergis) “Narcissus, öyle heybetli ve güzelmiş ki, bakmaya dayanazmış kendine. Gün boyu ayna arşısına geçip kara gözlerini, incecik burnunu, dar kalçalarını, kıvırcık saçlarını seyreder dururmuş hayran hayran.

Bir gün ırmak kenarında gezinirken, sudaki yansımasına ilişmiş gözü. Uzanıp, iyice bakmak istemiş. Tam gördüğünde kendisini, dengesini kaybedip düşüvermiş ırmağa, kapılıp gitmiş suya.

Yeryüzünün en güzel insanının öldüğünü duyan Tanrı, unutulmaması için O'nu her bahar açan güzel kokulu bir çiçeğe dönüştürmüş, Narcissus, Aşkçiçeği nergis olmuş.”

20/ 05/ 1980

Özgür İle Telli Turna

Güzel bir bahar sabahı, kuşlar o dal senin bu dal benim uçuşmaya, ötmeye başladığında. Yemyeşil ağaçlar, rengarenk çiçekler kırlara yeni bir hayat sunarmış, güller, sümbüller, süsenler, papatyalar, küstüm çiçekleri, menekşeler kokularını etrafa saçmak için adeta biribirileriyle yarışırlarmış.

İşte böylesine güzel bir bahar sabahı Özgür’ü getirip pınarın başına bırakıp gitmişler. Özgür epeydir insanlardan ve akranlarından uzak, yalnız başına düşünmeyi, hayal kurmayı seven bir çocuk olup çıkmış. Anası ile babası her gün onu sırayla getirip yelpınarın başına bırakır işlerine giderlermiş.

İçin için büyüyen bir özlemle suyun sesini, rüzgarn sesini, kuş seslerini dinlermiş Özgür. Bulutlara bakıp şekiller çıkarırmış, çiçekler koklarmış, hanidir gökyüzüne bakıp kuş olup uçmak ve hayalde olsa başka bir dünya içinde kendini bulmak istermiş…

Özgür birgün pınar başında oynarken ağaçların arkasından bir ses duymuş. Sanki bir tavşan kaçmış. Sanki bir dal kırılmış. Sanki bir kuş havalanmış. Bir hışırtı duymuş ve merak edip gözünü oraya dikmiş “Bu sesi ne çıkardı? ” diye ama bir şey görememiş.

Ertesi gün Özgür’ü getirip pınarın başına yine bırakıp gitmişler. Özgür pınarın başında hayallere daldığı sırada ağaçların ve çalılıkların arkasında yine bir ses duymuş, bir gürültüyle beraber bir ses ve ardından çocuk sesini andırır bir çığlık kopmuş. Korkmuş Özgür…

Sık ağaçların ön tarafında öbek öbek çalılar ve bitkiler varmış. O çalıların gerisinde de kocaman bir ormanı andırır ağaçlık. Heyecanlanmış Özgür ve yine merak etmiş, acaba “Bu ses nerden geldi ve ne çıkardı? ” diye.

Ağaçlık ve çalılara doğru uzun süre bakmış ama bir şey görememiş. Biraz korkmuş. Çünkü bahar ve yaz ayları, ayı, yabani domuz, kurt, tilki, sansar gibi daha bir sürü yabani hayvan barınırmış köyün etrafındaki vadilerde. Fırsat bulduklarında gece vakti zaman zaman köyün taa içlerine doğru indikleri de olurmuş.

Ağaçların arasında garip garip sesler çıkmaya devam etmiş. Özgür düşünmüş sonra yavaşça diz ve ellerinin üzerinde emekleyerek ağaçlığın olduğu yere gelip bakmışki, ne görsün leylek büyüklüğünde, uzun bacaklı, zarif boyunlu, parlak, duru güzel gözlü bir kuş. Başının arka tarafında geriye doğru sarkan zülfü ile tepesi, kanatlarının ucu, boynunun bir bölümü kara renkte ve kanatlarında göz alıcı, mâvi, kırmızı, yeşil tüyleri olan kanatları pırıl pırıl hayatında ilk defa gördüğü güzel bir kuş. Zavallı kuş yaralı olarak tilkinin saldırısından kendini korumaya çalışarak kanatlarını çırpar dururmuş ama uçamazmış. Bir kanadı kırık ve yerde sürüklermiş, yaralı olduğunu ve aksadığını farketmiş Özgür.

Tilkiye karşı bir ölüm kalım savaşı veren güzel kuş, son gücüyle direnip, karşı koyarmış gagasıyla. O an yüreği titremiş Özgür’ün, ayağa kalkamadığına hayıflanmış, ayağa kalkıp kuşa yardım edemediğine. Ama ne pahasına olursa olsun onun kurtulması gerektiğini düşünmüş, avazı çıktığı kadar bağırarak, yerden aldığı taşı var gücüyle fırlatıvermiş tilkiye doğru. Taşın çıkardığı gürültüyle beraber neye uğradığını şaşıran tilki kurtuluşu kaçmada bulmuş. Kuş da aksayarak çalılıkların arkasına girip gözden yitivermiş.

Özgür kulak kabartıp soluğunu tutmuş. Yüreği çarpmış heyecandan..Sonra yavaş yavaş doğrulup ordan gelecek bir sese kulak kabartmış ama ses çıkmamış. Saatlerce gözünü oradan ayırmadan bakmış. “Ahh! Keşke yürüyebilseydi” diye iç geçirmiş Özgür, “gidip çalılıkların arasına bakıp yardım edebilseydim.” demiş kendi kendine…

Bacakları tutmazmış Özgür’ün, henüz 8 yaşlarında iken tırmandığı kavak ağacında kırılan dalla birlikte taşların üstüne düşmüş ve işte o günden sonra yürüyememiş Özgür. Ailesinin doktora götürecek parası olmadığı için köyde eski usüllerle kırılan belini sıkı sıkıya sarıp sarmalamışlar ve bir süre sonra açtıklarında belini Özgür'ün felç olduğu anlaşılmış ama iş işten geçmiş, nereye götürmüşlerse, bir çare bulamamışlar. Özgür, biraz cehaletin, biraz da yoksullığun kurbanı olmuş anlayacağınız. O günden sonra yürüyememiş, okula bile anne ve babasının sırtında gidip gelmiş.

Özgür kulak kabartıp soluğunu tutmuş ve yüreği çarparak beklemeye koyulmuş… Sonra bir ses duyunca yavaş yavaş doğrulmuş. Ne görse beğenirsiniz, inci boynunu uzatmış güzel mi güzel bir kuş. İlk kez görmüşmüş böyle güzel bir kuşu. Kuş oldukça ürkek ve şaşkın bir şekilde bakıp, incecik uzun bacaklarının üzerinde titreyerek, gözlerini Özgür’e dikip karşısında kıpırdamadan durmuş…

O anda göz göze gelmişler. Özgür’ün hayran hayran bakışı ve sıcacık gülümseyişi, bu güzel kuşu büyülemiş sanki. Kuş gözlerini iri iri açmış Özgür’e bakmış. Bakışları tatlı ama o kadar da hüzünlüymüş. Özgür pek duygulanmış. Şimdi tek korkusu o olağanüstü güzel kuşu ürkütmekmiş. Kıpırdamaktan bile çekinmiş. Sonra cesaretini toplayıp usulca elini uzatmış, utana utana okşamaya yeltenmiş. O an sanki düş görmüşmüş Özgür. Büyülenmiş adeta, bir süre bu büyünün etkisinden kurtaramamış kendisini.

Sonra kuş aksaya aksaya sık ağaçlara doğru tekrar ilerlemiş. Kaçacak diye düşünmüş Özgür. “Gitme güzel kuş, korkma sana bir şey yapmam, gel arkadaş olalım. Bak yürüyemiyorum, üstelik arkadaşımda yok. Öyle yalnızım ki”, diye seslenmiş ardından…
Güzel kuş olduğu yerde durmuş, Özgür’ü anlıyormuş gibi dinlemiş sanki. Sonra yavaş yavaş Özgür’e doğru yürümeye koyulmuş, Özgür’ün yanına gelip durmuş. Hiç de öyle korkar görünmezmiş. Bu defa Özgür şaşırmış. Kuş Özgür’e iyice yaklaşmış. Sonra durup gözlerini Özgür’e dikmiş…

Güzelim kuş bir ara kaçacak gibi olmuş, sonra birden başını yine Özgür’den yana çevirmiş, başını oynatarak boynunu uzatmış Özgür’e doğru. İyice yaklaşmış, Özgür’e doğru kararsız bir kaç adım atıp, tam yanıbaşında durmuş. Güzelim bakışlarıyla Özgür’ü süzmüş, “turnalar dostlarını bakışlarından tanırlarmış” derler...
“Güzel kuşum” demiş Özgür. “ Korkmuyorsun değil mi? Bırakıp gitmeyeceksin beni? ” Sonra kuş, anlamış gibi uzun gagasını uzatmış. Özgür’ün saçlarını koklar gibi yapmış, gagasını yüzünde, saçlarında gezdirmiş… Özgür sevinçten havalara uçmuş…

Özgür, yavaşça elini o ipeksi kanatlarının üzerinde gezdirmiş. Kuş başını eğmiş. Başı Özgür’ün omuzuna değiyormuş neredeyse. Kuşun, kanayan yerini gömleğinden yırttığı bir parçayla sararak, babasının geleceği saati beklemeye koyulmuş Özgür.

Akşama doğru Özgür’ü almaya geldiğinde şaşkınlığını saklayamamış babası. Bu kuşun telli turna ve göçmen bir su kuşu olduğunu söylemiş … Sonra diğer hayvanlardan zarar görmemesi için sık ağaçlar arasında kuşa geçici bir yer yapmış babası. Oğlunun gözlerini parıldatan sevinç, son derce mutlu etmiş onu. Sonra, kuşu tutup içine koymuşlar… “Korkma güzel kuş yine geleceğim, seninle dost olacağız.” deyip evin yolunu tutmuşlar baba oğul.…

O gün sevinçten sabaha kadar gözünü uyku tutmamış Özgür’ün, aklı fikri turna daymış. Dört gözle sabahın olmasını bekleyip kuşu ile başbaşa olmayı tasarlamış. Beyni ile düşünmüş, beyni ile duymuş. “Şimdi o zavalı kuş acaba ne yapıyor? Kırık kanadı çok acı veriyormu mu? Beraber uçup konduğu sürüsü onu arıyor mu? Arkadaşları annesi babası onu aralarında görmeyince konuşup ağlıyorlar mı? ” Diye turna kuşun tüm olumsuzluklarının acısını yüreğinde duymuş. Ne türlü yatsa rahat edememiş...

Özgür artık mutluymuş, bir de kırık kanadı sarılsa keyfine diyecek yokmuş. Her sabah olduğunda sabırsızlıkla kuşuna kavuşmasını beklermiş. Her akşam kafasında hep telli turnanın hayaliyle yatağa girip uyurmuş.
İlk günlerde telli turna’sı tedirginmiş, “Ah keşke kucağına aldığında rahat olsa, ürkmese, elini uzattığında korkmasa, öpebilse, okşayabilse, iyi arkadaş olsalar ve bütün gün beraber oynasalar, beraber konuşsalar’’, diye düşünürmüş Özgür…

Gün geçtikçe yavaş yavaş Telli turna’nın tedirğinliği, ürkekliği azalmış ve bir süre sonra tamamen alışmış Özgür’e, hiç ayrılmamış artık. Özgür yüreğini saran bu mutluluğun içine sığmadığını hissedermiş, yere göğe sığmazmış sevinci. Saz çalmaya başlamış Özgür, turnalar üzerine türküler öğrenip söylemiş, yüzü gülermiş sürekli. Bu duruma en çok da annesi, babası ile aşkadaşları sevinmişler.

Telli turna gece gündüz Özgür’le yatıp, Özgür’le kalkarmış artık. Ötüşü mutlu edermiş Özgürü, günün her saati, neşe saçarmış yaşamına. En yorgun olduğu sabahlar bile sevinçle uyanmış. “Ne güzel onunla uyanmak Allahım, ne hoş ona yakın olmak, onun güzelliğini doyasıya seyretmek her sabah” deyip sonsuz mutluluğunu dile getirirmiş.

Yaşamı inanılmaz sevmeye başlamış Özgür. artık o eski mutsuz, acı çeken Özgür değilmiş. O eski Özgür gitmiş, yerine mutlu, umut dolu, sevinç dolu bir Özgür gelmiş.

Baharın verimli ayları, yağmur yüklü bulutlar bir taraftan bir tarafa koşuşup durduğunda, bahar yelleri esmeye başlamış, ardında şimşekler ve yağmur yağmış, yağmurdan sonra pırıl pırıl güneş görünmüş gökyüzünde...
Özgür kırlara çıkmak istemiş telli turnasıyla…
Kırlarda çiçeklerin içine götürüp bırakıvermiş babası Özgür’ü telli turna’sıyla… Artık sıra telli turna’nın özgürçe uçmasına gelmiş, bırakıvermiş kırların orta yerine telli turnayı. Özgürce istediği kadar uçabilir, istediği yere gidebilirmiş. Fakat nedense uçmamış, sadece bir iki kez kanatlarını çırpmış durmuş. Özgür uzun bir sure telli turna’sının uçmasını beklemiş, arada bir kanatlarını açmış ama uçmamış. O an yüreği burkulmuş Özgür’ün, “yoksa oda mı kendisi gibi kötürüm olup yerde kalacak? ” diye hayıflanmış. Sonra bir iki deneme daha yapmış ve havalanmış.

Ne var ki çok yükseklere çıkamamış, ne zaman havalansa, yükselmeden Özgür’ün yanına gelip konmuş. Kısa uçuşlu bu alışmalar bir kaç gün sürmüş. Sonra alışmış, uzaklara, gökyüzünün derinliklerine doğru uçmaya başlamış. O havadayken Özgür’ün içi içine sığmamış. Bazen sevinçle çoşmuş, bazen ağlamış sevinçten. Özgür, sevincini, büyüklerin anlıyamayacağı mutluluğunu yaşamış, telli turna’sının kırlarda uçup uçup geri gelmesiyle, dünyalar onun olmuş...
Leylekler, kazlar, sürü sürü göçmen kuşlar geçip giderlermiş üzerlerinden. Telli turna gökyüzüne bakıp bakıp durmuş… Her gün telli turna’sını kucağına alır okşar, sonra havalara fırlatırmış. Kuşu uçup gider ve havada döner döner döner, sonra tekrar döner gelirmiş…

Eve dönmeden önce kuşu gelmemişse iki parmağını dudaklarının arasına sokarak tiz bir ıslık öttürür, gökyüzünde kaybolan kuş, ok gibi o anda yükseklerde çıkar gelirmiş. Havalar güzel, kırlar rengarenk çiçekle doluymuş…

Derken aradan günler, haftalar, aylar geçip gitmiş, Özgür’ün mutluluğuna her geçen gün bir mutluluk eklenmiş, bir yıldır candan iki dost, candan iki arkadaş olmuş ikisi.… Özgür’ün telli turna’yla arkadaşlığı, dostluğu tüm çevre illere de yayılmış. Çevre illerden bile Özgür’ü ve telli turnayı görmeye gelenler olurmuş…

Turnaların her geçişinde telli turna sabırsızlaşırmış, kanatlarını çırparak havalanıp turna sürüsüne katılır, turnalarla yarışır gögün mavilikleri arasında yitip gidermiş, sonra yine alçalır gelip Özgür’ün kucağına inermiş.

Özgür’le telli turna’nın yanıbaşında mutlu, aydınlık baharlar, yazlar ve sonbaharlar geçip gitmiş. Derken bir gün telli turna aniden bastıran fırtınayla birlik, esen şiddetli rüzgarda, bir turna sürüsünün peşinde havalanıp kanatlarını çırparak gözden kayboluvermiş. Turna sürüsüne katılmış telli turna gökyüzünde bir nokta olup kayboluncaya kadar izlemiş Özgür.

Pınarın çağıltısı ve ağaçların dallarını inleten rüzgarın uğultusu altında bir başına kalmış Özgür, akşama kadar beklemiş, beklemiş ama telli turnası dönüp gelmemiş.
Sürekli parmaklarını ağzına sokup ıslık çalmış, çağırmış telli turna’sı dönüp gelmemiş. Bu uzun gecikme Özgür’ü kaygılandırmış. Dokunsalar ağlayacakmış. Telli Turna’sının dönüşünü sabırsızlıkla beklemeye koyulmuş yinede…

Dakika dakika tedirginleşmiş Özgür, iki büklüm olmuş, boynu bükülmüş “ ya başına bir iş gelmişse, ya dönüp gelmezse o zaman ne yaparım, nasıl yaşarım” diye ağlamış Özgür…

“Ağlama oğlum, fazla uzaklara gitmiş olamaz, göreceksin dönüp gelecek, fırtınada yönünü şaşırmış olabileceğini söylemiş ”babası…

Umutsuzca sevinmiş özgür, doğrulup gökyüzüne bakmış. Fakat tüm beklentileri boşa çıkmış. Akşam olmuş turna kuşu dönüp gelmemiş…
Özgür’ün yüreğine kocaman bir kor düşmüş, alev alev yanmış nazlı yüreği.
Babası oğlunun yanarcasına, kavrulurcasına üzülmesine dayanamaz dışarı çıkıp çıkıp gökyüzüne bakarmış. Turna kuşunu göremeyince yeniden yeniden buruk bir acıya gömülürmüş.

Ama bir sabah olmuş ki uyanamamıştır Özgür onun sesiyle, pencereye uzanıp puslu ve yaşlı gözlerle aramıştır. “Mutlaka çıkıp gelirdi nasılsa önemli değil” diye kendini teselli etmeye çalışırmış. Beklemeler devam etmiş pencere önünde, ama hava kararmış. Onu görmeden gelen geceler ne kadar acı, ne kadar da hüzünlüymüş meğer.

Gece uzun bir süre uyuyamamış Özgür, ertesi sabah yine hüzünle uyanmış, yoksa onu terk mi etmişti turna’sı? Hem de onca sevgisine rağmen.
Artık turna’sından ne bir haber almış, ne de bir başka iz, kalakalmıştır büyük sevgisi ve yüreğini tutuşturan özlemiyle bir cehennemin ortasında yapayalnız, o mutlu, umutlu günleri sona ermiş, onsuz hayat cehennemden faksız olmuş Özgür için…

Günler geçip gitmiş, turna’sı yokmuş artık, turna’sından umut kesilmiş. Ağlamak istermiş ağlayamazmış, dokunmak istermiş dokunamazmış. Tüm ateşini atıp içine, onca sevgiyi, özlemi hapsetmiş bedenine. Ama artık Onu delice sevmenin, özlemenin faydası yokmuş, ona delice yanmanın da.

Çünkü turnası artık uçup uzaklara gitmiş, kardeşlerinin yanındadır belki, belki başkalarıyla arkadaş olmuş artık o. Ve bir daha ne arayacaktır, ne de anacaktır… diye düşünüp dururmuş…

Derken yine günler, haftalar, aylar, geçip gitmiş, telli turna’sı gelmemiş. Her geçen gün büyük bir özlemle, tutkuyla beklemiş. Sürü sürü göçmen kuşlar gelip geçmiş gökyüzünde telli turna yokmuş. Bütün neşesi, sevinci, yaşama hevesi kaybolup gitmiş, artık hep susmuş, konuşmamış, günden güne suskunluğa bürünmüş Özgür.

Artık turnasından umudu iyice kesmiş Özgür ve yemeden içmeden de kesilivermiş, içini kemiren bir hasretle gökyüzüne bakıp durmuş gözyaşları içerisinde. Aradan haftalar, aylar geçmiş, ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü avunmazmış. Özgür’ün yüreği bomboşmuş, acılar içinde kıvranırmış. hastalanıp yataklara düşmüş sonunda. Babası, annesi günlerce başını beklemişler. Neyi var neyi yok satıp doktor doktor gezdirmişler ama bir türlü iyileşmemiş Özgür. Günden güne durumu daha da ağırlaşmış. Sonunda alıp köye getirmişler Özgür’ü. Köyün bütün çocukları toplanıp teselli etmeye çalışmış, adaklar adayıp yatırlara, dua etmişler Özgür için ama değişen bir şey olmamış. Özgür iyileşmemiş bir türlü…

Özgür gün gün zayıflamış, yataklardan çıkmaz olmuş “Ne istiyorsun Özgür oğlum.” dermiş anası ‘’Kuşumu istiyorum anam ne zaman gelecek’’ diye sızlanırmış ‘’gelecek kurban olduğum, gelecek’’ dermiş anası gözyaşları içerisinde.

‘’İçim yanıyor ana onu çok seviyorum, çok özledim.’’ Dermiş,her gün. Anası bir bardak soğuk su verirmiş ama ‘’bu benim yüreğimi ferahlatmıyor ana yüreğimin yangınını söndürmüyor ’’ dermiş.… ‘’Ana kuşum niye gelmiyor,’’ ‘’gelecek oğul bahara gelecek’’. ‘’Gelmiyor anam unuttu beni.’’ ‘’Gelecek oğlum…’’ ‘’Ya gelmezse ölürüm anam…’’ Anası yüzünü duvara çevirip “ağzından yel alsın bu nasıl söz oğul” dermiş… O günden sonra her gün Özgür’ü pınar başına götürmüşler, Özgür her gün büyük bir özlemle telli turna’sını beklemiş.

Ve günler geçip gitmiş öylece, bahar ayları yaklaşmış… Özgür konuşmamış artık, hep susmuş, her geçen gün biraz daha erimiş… Gözlerini gökyüzüne dikip susmuş. Susmuş… susmuş… günlerce, aylarca tek kelime etmemiş. Ve bir daha da hiiiç konuşmamış…

Bir sabah erken köyün içini bir telaş kaplamış Özgür’ün öldüğü dalga dalga yayılmış her tarafa…Köyde büyük, küçük, kadın, erkek herkes pınar başına toplanıp ağlamış… Köylüler pınar başında mezarını kazıp Özgür’ü koymuşlar mezara... Anası, ah yavrum! .. Oğul balım, birtanem, cigerparem deyip ağlamış durmuş…

Her gün bir demet kır çiçeği toplayıp oğlunun mezarına gitmiş anası gözyaşları içerisinde. Hem yürürmüş hem de düşünürmüş. “İşte şu ağacın altında şöyle demişti.” Ve işte bu yolun başında dinlenmişlerdi…” “İşte orda şöyle demişti” “ana kuşum ne zaman gelecek”. “Burada turna türküsü söylemişti”. Dağ, bayır, pınar hepsi, hepsi yerinde dururmuş yalnızca Özgür yokmuş. Her gün Özgür’ün sevdiği bir demet kır çiçeğini toplayıp mezarının üstüne bırakıverirmiş.

Bir sabah yine mezara varmış ve bakmışki iki telli turna oğlunun mezarının üstüne konmuş acı acı ötmedeymiş. Biri yabancıymış ama öbürü oğlunun Telli turna’sının ta kendisiymiş. Gözlerine inanamamış, yoksa bu bir rüyamıydı. Sel olup akmış gözleri anasının, sonra telli turna’ya elini uzatıp onu tutmak, okşamak, öpmek ve oğlunun hasretini gidermek istemiş. Ama güzel telli turna el uzanır uzanmaz kanat çırparak havalanmış, uzak göklere gitmiş. Ana, onu uçsuz bucaksız gökte, bir nokta kalıncaya kadar gözleyip gözden yitirmiş…

Ve işte o gün bu gündür her mevsim yüzünü bahara döndüğünde iki telli turna gelip Özgür’ün mezarının başına konup acı acı öter ve sonra da uçup giderlermiş…

1987

Esmina

Pınarların dilinden her bahar çiçeklere seslenir, kelebek kanatlarıyla süslerdi hayallerini Esmina
. Güzelliklerle, özlemlerle ve umutla beslerdi yüreğini, bütün acıları, umutsuzlukları dağ yelleriyle savururdu uzak çığırlara.

Yaşamın umut çiçeğiydi dağlarda Esmina. Sabahın aydınlığı, karın lekesiz aklığıydı. Kar yağarken gökyüzüne bakıp sevinmeyi ondan öğrenmiştim, ondan öğrenmiştim acılara gülmeyi, sevinçlere ağlamayı, haksızlıklara karşı durmayı; Sevdikleri için ölmeyi gerektiğinde, yaşamı sevda bilmeyi, en umutsuz zamanlarda bile yüreğinde bir umut ışığı taşımayı ondan öğrenmiştim...

Seneler seneler eveldi. Rüzgarlar sevda türküleri söylerken her bahar dağlara, bir pınar başında tanımıştım onu. Rüzgarın dilindeki bütün türküleri beraber dinlemiştik yüreğimizin kulağıyla. Beraber ağlamıştık ayrıldığımızda iki sarmaşık çiçek gibi. Kavuşurken bütün dünya bizimle sevinirdi, ayrıldığımızda iki damla yaş olup süzülürdü hayatın uçurumlarına mutluluk. Gecelerce oturup yıldızlara sevda masalları anlatırdık, sevda türküleri yakardık çağlayanlara. Yıldızlar da ağlardı bizimle; ağladığımızda. Sevindiğimizde bizimle sevinirdi gecenin gözleri.

Koynumda ırmaklarla dolaşırken o uzak dağlarda, hayatla aramıza ölüm girdi. Alıp götürdü menekşe gözlü ceylan pınarımı. Bir nisan yağmuru gibi ıslanıp gitti hayallerim. Sel sel oldum taşlara vurdum başımı. Yel yel oldum seherlere ağladım. Şimdi bir dağ yangını gibi her ellediğimde yüreğimi, anlamasamda, bir çiçek Zazaca döker yapraklarını kırlara. Zazaca ağlar menekşeler, kuşlar, ceylanlar, yıldızlar.. Bir kucak sevinç yaşamıştık beraber karlı munzur yaylalarında, dünyalar dolusu mutluluk. Şimdi gönlümde bir çağlayan gibi özlemi akıyor acılara her gece ve bir dağ yangını gibi her gün acısı birikiyor yüreğimin göllerinde.

Ey yavru bir kuş gibi düşlerimin arasından uçup gitti uçarı kız, yaşım on beş idi, yüz oldu, binyüz oldu, yaşlandım yaşamadan aşkı ve baharı. Farkında değilim şimdi, geçen günlerin, değişen mevsimlerin. Yağan karlar altında kaldı kalbim... Şimdi dağların ardında her bahar yıldızlara sevdalı bir çiçek açar, adı Esmina rengi Esmina kokusu Esmina; bir kız geçer rüyalarımda uzak dağların başında, bakışı Esmina yakışı Esmina, gülüşü Esmina, duruşu Esmina. Ya ben nasıl ağlamam ya ben nasıl!

Yüreğim kanayan bir duygu pınarı şimdi. Kurumayan ve her bahar daha da çağlayarak akan sevda denizlerine... Sen uyu dağlar kızı Esmina, canpınarım, gönülgözüm, dağçiçeğim sevdiceğim. Sen uyu o uzak yıldızların altında. Ağladığımı görme, duyma sesimi. Görürsen,duyarsan üzülürsün bu perişan halime biliyorum, Ağlarsın..... üzülürsen dayanmaz buna yüreğim.

Erişilmez uçurum diplerinde kaldı özlemlerim, yaralı ceylanlar sekiyor şimdi bakışlarımda. Tomurcuklar öksüz, serçeler dilsiz, her durakta boynu bükük bir çocuk üşüyor ve ben bu yagmurlar dolusu yalnızlığımla, bütün bulutlardan sana koşuyorum Esmina...

Ben hayalleri uzak dağ yollarında kalan çocuk. ben yıllarca munzurun başında ağlayan çocuk Benim de hayallerim vardı bir zamanlar, tüm dağlı çocuklar gibi. Sevdalarım, sevinçlerim, korkularım vardı. Şimdi gittiğim her ülkede içimde kanayan özlemler gezdiririm, rüzgarlar estiririm ağaran saçlarımda. Kimse bilmez niye öyle suskun hüzünlü bakarım uzaklara, niye bükük durur boynum.

Ah yüreği dağlım. Yürekler boş bakışlar anlamıyor beni bu uzak yerlerde, her akşam vakti el ayak sesleri çekilirken caddelerden, vurup yüreğimi narlı sevdalara, yıldızlara ağladığımı kimse bilmiyor, kimse bilmiyor her gece dudağımda bir şiir’in kanadığını. Hasret ki, yolları kanamalı ağır bir hüzündür geçip giden günlerin terkisinde. Rüzgar koyaklarını yitirdi, sözcükler büyüsünü. Her mısrada çığlık çığlık yüreğim duyuyor musun?

Biliyorum artık gelmeyeceksin ama ben hala seni bekliyorum. Gelmiyorsun Esmina artık sesinde gelmiyor kokunda. Kelebekleri göç etti ömrümün. Sonbahar oldum yaprak yaprak, düşen her yaprakta içimde bir şeyler koptu, ismini haykırdım rüzgarlara ağlayarak savruldum rüzgarlarla seni sevdiğimi bağırdım yıldızlara,. Kimsiz kimsesiz kaldım, çaresiz, en çok da sensiz. sevginsiz... Oysa ben seni seçmiştim munzur gözlü çiçeğim, seni sevmiştim sevdiğim olarak, sevdanı nakış nakış yüreğime işlemek için ve fırtınalar, boranlar içinde de olsa bir gün mutlaka sana gelmek için.

Ne zaman bahar gelse uzak dağbaşlarına cerenler iner sulara, her pınar başında sevdiğim kızı bulurum ceylanlara su verirken. Yüzünü, gözlerini, dudaklarını görürüm. Bir pınar başında su içen ceylanlar gibi usulca sokulup yanıma şiirler içirir seven yüreğime. Derin bir ah gibi özlemi düşer içime. Düştükce buğulanır gönül pencerem, buğulanır gözlerim, canpınarım, duygu bahçem, buğulanır yüreğim... Bilirim, mutluluk benden çok uzaklarda bir yerde kaldı. Elimi uzatsam dokunamam, çağırsam duyuramam sesimi. Yoruldum yıllarca ah çekip ağlamaktan yürek vurgunu yaşamaktan hayalini beklemekten bedením beynim ellerim gozlerim yoruldu. Yoruldum hayalini beklemekten yollarına düş işlemekten.

‘’Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde
gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
ve serin serviler altında kalan kabrinde
her seher bir gül açar, her gece bülbül öter’’
Beyatlı
Menekşe rengi bir çiçekti sevdiğim kız
anadolu yaylalarında karanfil kokan
yanaklarında güneşin gül öpücükleri
dudaklarında hayatın nazlı gülücükleri
pınarlara her akşam aşk masalları anlatan

erguvan rengi bir çiçekti sevdiğim kız
munzur’un eteklerinde nergiz kokan
bakışı ayışığı yüklü bir ceylandı
Sevda ve gül işlerdi yüreklere
ipek saçlarında çayır çiçekleri
esmer alnında duygu gelincikleri
her gece yıldızları alıp koynuna yatan

bende sevmiştim ah deli gönlüm bende
hasret rengi bir çiçekti sevdiğim kız
gözlerinde dağların ilkyaz gülücükleri
dilinde sevdanın içli sözcükleri
saçlarında bahar yelleri eserdi
yaşamak bir şarkıya benzerdi dudaklarında
dünyanın bütün dillerini konuşan

bende sevmiştim ah ömrüm bende
kar rengi bir çiçekti sevdiğim kız
nefesinde dağgüllerinin kokuları
kalbinde sevdanın gizli korkuları
üşüyen yüreklere beyaz çiçekler sunardı her gece
türkü türkü seher yeliydi yüzü
şiir şiir ay güzeli
doğanın bütün renklerine yakışan

bende sevmiştim ah dostlarım bende
hayat rengi bir çiçekti sevdiğim kız
hala özlem kokuyor bir köşesinde anadolunun
hala sevda kokuyor uzaklarda sesizlikler içinde
kimselerin uğramadığı bir yerde
yıldızlara bakıp üşüyor her gece

şimdi güller gülümsemiyor artık,uzak dağbaşlarında
cerenler inmiyor sulara
derin uykuya dalmış gözlerinde sevdiğimin
nergizler uyanmıyor sabahlara
sarmıyor yaşamı maviler
sonsuz bir hüzün gibi devrildi düştü gecelere
bir hüzünki ne yazgılara sığar ne yıldızlara

Ya ben nasıl ağlamam dostlarım. Ya ben nasıl..

13.10.1990
Nuri CAN

Nuri Can
Kayıt Tarihi : 25.1.2010 18:41:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Mikdati Bal
    Mikdati Bal

    Birbirinden güzel harika eserler her yaşa hitap edecek şekilde mahirane ve şairane kaleme alınmış
    emeğinize sağlık
    sağolun varolun

    diğer sayfaya gelince Türkçe karekterleri okuyamamış olacakki onların yerinde soru işaretleri var orayı ya düzenleyiniz yada bu sayfa ile iktifa ediniz selam ve saygılar

    ozan Mikdati

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Nuri Can