İnsanın kendini mahkûm ettiği hayat bir tercih gibi görünse de bazen zorunlu ve sessiz bir sürgün olduğunu sadece kendisi bilir. Kadere tevekkülle rıza göstermekle, hakikati keşfetmek için cevabı olmayan sorularla düşünmenin incecik benzerliği hissedebilmek kıymetlidir. Sorular bazılarını huzursuz eder, bazılarını da büsbütün genişletir. İnsan olmanın mucizevî sırrı onca insanı birbirinden ayıran bu farklılıklarda saklı değil midir zaten. Kimileri için hayatın gölgeli, loş alanlarıyla hiç bitmeyen bir çile yolu gibidir. Kimileriyse bundan muazzam bir heyecan duyar. Kaotik duygularla esnettikleri iç dünyaları sayesinde başkalarını da anlama fırsatı yakaladıkları için hayatı derinleştiren katmanları daha iyi görebilirler.
Yazarlar öldükten sonra eserlerini çözümlemeye uğraşan araştırmacılar gibi insan da son âna kadar sorularını, çatışmalarını, saplantılarını, sürekli etrafında dönüp durduğu meselelerini içinde taşıyor. Ne yaparsa yapsın eksik kalacağını bildiği bir hayatı tamamlamak için verdiğimiz bu ‘kutsal’ uğraş ne kadar meşakkatli olursa maneviyatımız da o oranda derinleşiyor sanki. Hayal kırıklığının olmadığı bir hayat tahayyül edebilir misiniz mesela? Aslında kim olduğumuzu, sınırlarımızı, nereye kadar gidebileceğimizi, soluğumuzun, cesaretimizin nerede tükeneceğini buna benzer yakıcı duygular sayesinde keşfetmiyor muyuz?
Malum, hepimiz önceden bizim için yazılmış hikâyelerin birer uzantısı olarak bu dünyaya geliyoruz. Eğer hayatı sonu henüz yazılmamış, sadece bizim kurgulayabileceğimiz bir romana benzetecek olursak, onu arzularımız, hayallerimiz, tutkularımız doğrultusunda değiştirebileceğimizi maalesef ancak yarısını geçtikten sonra fark edebiliyoruz genellikle. Evet, bu romanın sonunu yazabilecek kudretimiz yok belki ama o yolculuğu ıstıraplarına rağmen daha zengin kılamaz mıyız? Eğer hikâyeler durağan değilse, hayat da değildir çünkü. Pekâlâ değişebilir, öyle değil mi? Büyürken ailemizden ödünç aldığımız alışkanlıklar, seçmediğimiz halde içinde kaybolduğumuz inanç sistemleri, bizi peşi sıra sürükleyen zor koşullar, zehrini usul usul ruhumuza sızdırıp mutsuz etmek için zihnimizde nöbet tutan anılar, her biri aslında kendimizi çıplak gözlerle görmemizi engelliyor. Hâl böyleyken sonunda kendimizin yarattığı bir ‘efsaneye’ dönüşüyoruz.
Kendimizi ancak biz yorumlarız..
Ne zaman, içtenlikle, şefkatle yazılmış bir hayat hikâyesi okusam böyle sayıklamalara dolaşıyorum bir süre. Her seferinde başka bir bölümünü rastgele açıp Hesse’nin hayatını kurcalarken vaktiyle onu severek okuduğumu da hatırlıyorum. Gençlik Güzel Şey’den kalan hikâye kırıntıları zihnimin kuytularında dolaşıyor hâlâ. Bozkırkurdu, en yanlış anlaşılan, yazarın hep savunmak zorunda kaldığı, bir dönemin başucu kitabı ve hâlâ en çok sevilenlerden biridir ama nedense Emil Sinclair müstear ismiyle yazdığı Demian kalmış aklımda. Bilinçaltını cesaretle kurcaladığı, kendisine psikanaliz uygulayan Jung’dan öğrendiklerini kurgulayarak anlattığı ve bu sayede altını kalınca çizmeden henüz bozulmamış gençliğimi insanın karanlık dehlizlerinde dolaştırdığı için sevmiştim belki. Sonra büyüdüğümü sandım ve mesafemiz epey açıldı.
Onca yıl sonra Bernhard Zeller sayesinde kütüphanemden yaprakları sandık içi kokan kitaplarımı çıkardım. Yazarına hürmet eden, ona söz hakkı tanıyan vicdanlı ve tarafsız biyografiler insana bunu yaptırır işte. Zeller’in öncesinde iyi hazırlanılmış, sahih bir mülakat yapar gibi yazdığı biyografiye Demian’ın giriş cümleleriyle başladığını görünce neden en çok o kitabı sevdiğimi de hatırladım. Hayatın başı ve sonu olan düz bir çizgiden ziyade ‘sonsuz ve zamansız’ varlıklar olduğumuz u hissettiren bir duygusu vardı: “Yaşamöykümü anlatabilmem için çok eskilere uzanmam gerekiyor. Elimden gelse daha da gerilere, çocukluğumun ilk yıllarına kadar uzanır, burada da durmaz, çok ötelerde atalarıma doğru yol alırdım” diye başlıyordu roman.
Hesse 85 yaşında ölene kadar orada da durmadı elbette. Yazdığı her roman onun otobiyografik hikâyesinin gösterebildiği yüzüydü. Kendini anlama ve yorumlama çabasından hiç vazgeçmedi. Demian bu anlayışı kavrayan cümlelerle devam eder: “Her insanın yaşamı, kendi içine uzanan bir yol, bir yolu ele geçirme çabası, bir yolun üstü kapalı dışavurumudur. Hiç kimse tümüyle kendisi olamamıştır asla, ama herkes kendisi olabilmek için uğraşıp didinir... Hepimizin çıkıp geldiği yer ortaktır, annelerden geliriz hepimiz, aynı kuyudan çıkıp geliriz; ama her birimiz geçireceği gelişim sonucu insan olma aşamasına ulaşmak üzere doğanın yarattığı varlıklarız. Birbirimizi anlayabiliriz, ama her birimiz ancak kendi kendisini yorumlayabilir.”
Dildeki ahengin yasaları...
Ünü dünyaya yayıldıktan sonra bile her gün kendisine ulaşan binlerce mektubu cevaplamaktan vazgeçmeyen yazar, edebî anlatılarının ve anıların dışında geriye çok fazla kişisel mektup, belge bırakmamış. Zeller, “Çocuk ruhunun uyanışını, ilk gençlik sıkıntılarını hiçbir yazar onun kadar ciddiye almamıştır” derken haklıydı sanırım. O uğultulu kuyusundan günışığına çıkardıklarını sabırlı bir eğitimci gibi okurlarıyla paylaşmayı tercih etti. Modern dünyanın sorunlarıyla ilgilenmek, yaşadığı dönemi anlatmak değildi muradı. O insanın iç dünyasını keşif yolculuğuna tanık olalım, suçluluğumuzla dürüstçe yüzleşelim, tabiatın sessiz diliyle insani hallerimizi buluşturalım istedi sanırım.
Bir hayat hikâyesini sadece o yazarın mahremine sokulmak için değil de kendinize ayna tutmak, yazıyla, edebiyatla ilişkinizi sınamak için okursanız ‘benliğinizi’ de esnetiyorsunuz. Daha evvel hiç fark etmediğiniz ayrıntılarla neden bu dünyada olduğunuzu düşündüğünüzde ürperiyorsunuz. İçinizi titreten bilgiler bir yazarın on üç yaşında yazar olmaya karar vermesi, bu fikirden uzak durup tutunacak bir dal bulamadığı için serseri ve dağınık bir gençlik yaşaması, ilk duygusal çöküntüsünde intihar etmeye kalkışması sonra büyük bir açlıkla kendini edebiyata adaması olmuyor haliyle. Bir saat tamircisinin yanında, kitapçıda, sahafta tezgâhtar olarak çalışması da hiç yabancı gelmeyecektir size. Ama şuna benzer ifadelerle karşılaştığınızda edebiyatı ne kadar ciddiye aldığını, içselleştirdiğini idrak ediyorsunuz. Ve eğer yazı sanatını seviyorsanız onu çok derinden hissediyorsunuz. “Dildeki ahengin yasalarını, titiz araştırmalara bile kapalı iç ritim gizlerini ele geçirmeye çalışmak, ezeli ve ebedi oluşum sürecindeki karanlıklar içinde yatan, ancak sezgilere açık o gizemsel bölgelere kadar sokulmak kendine özgü çok büyüleyici bir uğraş.”
Hep göçebe bir hayatı özlemişti...
Hesse’nin büyürken okullarda, evde tanık olduğu Hıristiyanlık havasından, uzak durmayı tercih ettiği sanatçı dostlarından etkilenmesi kaçınılmaz. Evet, Doğu’ya yaptığı yolculuklarda Budizm’in, mistisizmin büyüsüne tutulduğu da sır değil ama onun edebî hayatını etkileyen en güçlü unsurlardan birinin ‘büyük Çin yazarları’ olduğunu tahmin edemezdim doğrusu. Kalabalıklardan hiç hoşlanmadığını sıkça tekrar etse de aslında göçebe bir hayatın özlemiyle koca bir hayatı tükettiğini de... ‘Aradığını bulup saklayan bir köylü’ olmaktan nefret ettiği halde kendini taşrada bir eve kapatıp münzevi bir hayat sürmesi miydi değiştiremediği kaderi? Gençlere “Pek az insan yazgısını yaşar, kendi hayatınızı yaşamayı öğrenin” diye seslenirken, kendine fısıldadığı hakikat hangi romanlarında gizleniyordu?
O gençken hayatını ayrıntılarıyla tasarladığını ama asla hayaline kavuşamadığını, zira hayatın anlam ve amacını bilmese de, karanlıklara ve belirsizliklere sürüklense de iç sesine kulak vermekten vazgeçmediğini söylüyor. Onu kimi zaman boğan, ağır depresyonlara sokan o tılsımlı ses bence eserlerinin müzikal yapısını ve tematik bütünlüğünü de oluşturuyordu. Asla peşini bırakmadığı o sesle yarattığı eserleri çoğu zaman beğenmedi. Yazdıklarının çoğunu sonradan gülünç bulsa da yola devam etme gücünü nereden bulduğunu merak ettim.
Cevabın bir parçasını Bozkırkurdu’nun ölümsüz kahramanı Haller veriyor: “Ben size kendi içinizde varolandan başka bir şey veremem, ruhunuzdakinden bir başka galeriyi buyur edip çıkaramam önünüze. Size sunabileceğim tek şey, sözkonusu adımı atmanız için bir fırsat, bir ilk vuruş, bir anahtardır. Kendi dünyanızı görebilmenize yardım edebilirim o kadar.”
Başka kim olabilirdim?
Hesse’nin hayatını şekillendiren dramatik olayları kalın bir örtünün altında gizlediğine inandım nedense Zeller’in biyografisini okurken. Kendi cümlelerinde bile çekingen bir sadelik, kederden asude sessiz bir çilekeşlik var sanki. Yaşamın anlamına ya da anlamsızlığına değil, ona karşı takındığı tavra sorumlu hisseden yazarın hayatı başka türlü olabilir miydi? Ben başka türlü bir hayatın içinde doğmuş olmayı ister miydim? Ne vakit bir biyografiyi hazla okuyup bitirsem bu soruyu sorarım kendime ve elbette cevabı hep aynı olur: Hayır! Nedeni karmaşık gibi görünse de basit aslında; insan kim olursa olsun ‘aradığını’ kendinden başkalarına doğru yaptığı deruni yolculuklarda bulabilir. Ancak içimizdeki ‘ben’leri çoğaltarak, ‘başka kim olabilirdim’ sorusuyla korkmadan yüzleşerek kendimizi keşfedebiliriz.
Hesse’nin çelişkilerle dolu münzevi hayatında varlıklarla düşünceleri bağlayan ipeksi bir ahenk seziyorum. O eserleriyle milyonlarca insana anlamsızlığın, hiçliğin içindeki manayı gösterdi. Ölmeden evvel yazdığı son şiirin ismi ‘Kırılan Bir Dalın Çıtırtısı’ymış. Bir ağustos gecesi çok sevdiği Mozart’tan bir sonat dinlemiş. Sonra ölmüş.
Şimdi başka sıcak bir yaz günü bu satırları yazarken anılarının içinde kıpırdayan huzurlu ruhu bana sesleniyor: “Ve birdenbire hayatımı allak bullak eden, acı veren, korkuyla dolduran herşey yok olacak. Son demlerindeki yorgunluğuyla ve beni içine alacak toprak ana. O bir son olmayacak, tersine bir yeniden doğuş olacak.. İçinde çürümüşlüğün yitip gittiği, genç ve yeni olanın soluk almaya başladığı bir arınma ve uykuya dalış olacak. Sonra ben yeniden, değişik düşüncelerle bu yollarda yürüyecek, derelerin sesini duyacak ve akşam göğüne kulak misafiri olacağım, sürekli, bitip tükenmeksizin.” (1920)
(Herman Hesse-Biyografi, Bernhard Zeller, YKY Yayınları, Çev. Kamuran Şipal)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:41:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/03/munzevi-bir-hayatin-edebi-cilekesi-herman-hesse.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!