Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1619

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 27.02.2009 - 06:41

    GÜL KOKULU MEMLEKETİM, SANA HASRETİM…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Şehirler insanlığın ortak hafızasıdır şüphesiz. Doğulan şehirler olduğu gibi, doyulan şehirler de vardır. Doyulan şehir hiçbir zaman doğulan şehrin yerini tutmasa da orada yaşamaya mecbur hissederiz kendimizi. Hayatın kelepçeleri bizi bu şehre bağlar sıkıca. Fakat gönüllerde boy veren hasrete kim engel olabilir ki!... Bizi doğduğumuz kentlerden hangi güç koparabilir ki!... Doyulan şehirle doğulan şehir arasında uzar gider yürekleri yaralayan, hayalleri paralayan bu bitimsiz keşmekeş… “Sıla burcu burcu, ille ocağım” dizesi yankılanır gönül duvarlarında. Sual zincirini uzatsak da cevap alamayız asık suratlı duvarlardan… İçimizi kemiren kaygılar ve hasret yüklü sorular beklenen karşılığı bulamaz hiçbir zaman…

    Trabzon’un Köprübaşı ilçesi de doyulan olmasa da, doğulan şehirdir bizim için… Burada gözlerini dünyaya açanlar belli bir zaman sonra gurbette bulurlar kendilerini. Yaban ellere düşen gönülleri yas bürür bundan sonra. Sürgün duygular kurşun gibi çöker belleğe. Hasret ateşi yürekleri küle döndürür. Hırçın dağlar yol vermez yurdundan uzaktakilere.

    Köprübaşı bahtımın yıldızı… Namusum, şerefim ve haysiyetim, benim güzel memleketim… Kavgalarımın, sevdalarımın, düşlerimin, emeklerimin şahidi… Şimdi çok uzaklarda bağrına hasret hançeri saplanmış bir çaresizim. Sensin dertlerimin ilacı, gönül yarama merhemsin. Umutlarım kırık, paramparça… Şimdi irtifa kaybeden bir tayyare misali masmavi göklerinde süzülüyorum yalnız başına. Kalbimin kuytusuna saklanıyor sana dair hayaller ve hatıralar… Düşe kalka büyümüşüm bereketli topraklarında. Nasırlarım ancak kabuk tutmuş. Şimdi senin hayalin düşer yüreğimin kuytularına. Sesim yankılanır badanası dökülmüş duvarlarda, sen olurum her gece yarılarında. Gel gör ki yaralı kalbim kurtulamıyor hasret ve elem kelepçesinden. Umutlarım Kaf dağının ardında. Şimdi titreyen dudaklarımda hep aynı nakarat tekrarlanıyor: “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm, nerdesin be gülüm!…”

    Sürmene, Araklı ve Çaykara ilçeleri arasında sıkışıp kalmıştır Köprübaşı… Manahoz deresi boyunca uzar gider bahtı karalı, gönlü yaralı bu şehir… Köprübaşı, “Göneşera” diye de bilinir eskiler tarafından. Dokuz mahallesi ve dört köyü olan ilçenin merkezde 200 olan rakımı köylere çıkıldıkça binli rakamlara ulaşır. Kacalak dağı Güneşli’nin tepesinde görkemli bir anıt gibi yükselir. Köprübaşı’nın en yüksek yeri 2742 rakımlı Madur dağıdır. Soğuksu, Ebeler, Küçük Kangal, Harman, Ağaçbaşı, Yangın, Vizera, Mincena, Sulak, Köşk, Taşlı ve İsmail Ağa Yaylaları sağlık dağıtır misafirlerine. Yeşilin kırk tonu burada gülümser size.

    Ah memleketim!... Şimdi dağlarında düşlerim kadar beyaz kar salkımları vardır. Yaz akşamlarının sıcaklığı sinmiştir gönlün yamaçlarına. Avulot’ta el ayak çekilmiştir besbelli. Köylere inmiştir yaylacılar… Köşk yaylası uzun sürecek ayrılığın hüznüyle hasret nöbetine durmuştur. Viran evlere sinmiştir yaz boyunca yaşanan doyumsuz hatıralar… Yayla kokuşlu güzeller artık tutmuştur köy yolunu… Can yangınları ten yangınlarına karışmıştır. Yanık yüzlü analar yeni yayla mevsimine kadar köylere akın etmişlerdir. Madur dağına çoktan yağmıştır kar… Dağ bağrını açmıştır fırına ve tipiye; rüzgârlar şişirmiştir gönül yelkenlerini.

    Şiir kadar saf, yanık bir türkü kadar kasvet vericidir yüreklerde bıraktığın izler… Şimdi ciğerlerime nefes yerine sana dair sıla hasretini çekiyorum gece gündüz demeden… Bağırsan duyamam ki sesini, çağırsan koşup gelemem yollar ırak… Özlemin kor gibi yakar yüreğimi. Hoyrat rüzgârlarına salmışım yalın ayak çocukluğumu. Bereketli topraklarında bulmuşum sofraları süsleyen bin bir türlü lezzeti. Ayran kokan yayık tereyağının tadını çoktan unutmuşum. Gökten boşalırcasına yağan yağmurlarında ıslanmayı ne çok özlemişim. Ya köy çocuklarıyla toprağa çömelip misket oynamayı… Mile(misket) oynamak için evdeki gömleklerden kopardığım kopçalar(düğmeler) için yediğimiz dayaklar hiç unutulur mu? Hepsinin acı tatlı hatırası kaldı belleğimde. Zamanın mahzeninde nostaljiye dönüşmüşler şimdi. İnsanıyla, havasıyla, dağıyla, taşıyla, kuşuyla bir başkadır memleketim. Gurbet yazgısı alnımıza kazınalı beri türkülerde bulduk teselli… Kavuşmak mı, kim bilir daha ölmedik.

    Köprübaşı; göklere komşu köyleriyle, yemyeşil yaylalarıyla, oksijen deposu ormanlarıyla yalancı bir cennettir benim gözümde. Şehirlerin kasvet verici havası burada yerini bir tatlı huzura bırakır. Mısır ekmeği ile yoğurt bir araya gelince değmeyin keyfimize. Başka bir şey aramayız gayri. Yanında bir de fasulye turşusu olursa kral sofrasına dönüşür.

    Köprübaşı derin bir vadide geleceğin rüyasını görür her gece. Türkiye’ye mal olmuş değerleriyle mağrurdur şüphesiz. Bir kenarda unutulmuş olsa da, umutlarını yitirmez hiçbir zaman. Yarınların bugünlerden daha güzel olacağı düşüncesini kaybetmez bu küçük, şirin yer... Bir gün hatırlanacağını, gözlerin kendisine döneceğini, iş ve aş kapıları açılacağını hayal eder durur. Yarınların gül kokan sabahlarına bırakır düşlerini. Ayrılık ateşinin bir gün vuslatla dineceğini, gurbete savrulan evlatlarına kavuşacağını umut eder ağaran şafaklarda. Umut dağları göklere değdirir başını. Aynaların hakikatlerle yüzleşeceği günler yakındır besbelli.

    Köprübaşı hatıralarımın mahşeridir. O anılar ki şimdi gözümde canlanır, nostalji vatan yapar içimde. Neler yaşamadık ki bu güzel topraklarda, neler görmedik ki acıya ve hüzne dair… Anamın nasırlı elleriyle yoğurduğu hamurlar kabarınca cirikta etmek için toplanırdık soba başına. Zeytinyağında nar gibi kızaran ciriktaları paylaşmak hiç de kolay olmazdı. Ne mücadeleler verirdik bir parça cirikta için… Kızgın yağın etrafında nice cambazlılar yapardık. Bir tas sıcak çorbaya kanaat ederdik. Sabahları muhlamaydı ve kuymaktı baş yiyeceğimiz.

    Dağların ardındaki şehir Köprübaşı, Manahoz deresiyle nice sırlarını paylaşır. Bulutların sadık dostudur. Arpalı’dan yola çıkan köpüklü sular Sürmene’de masmavi sulara karışana kadar, başını taştan taşa vurarak yol alırlar. Toprağa can vermesi gereken sular boşa akar durur hep... Güneş her seher vakti karanlığın kalbine indirir gümüş işlemeli hançerini. Gündoğan, Akpınar, Fidanlı; Köprübaşı’na tepeden bakar ağlamaklı gözlerle. Arpalı karlı dağların eteğinde üşür zemherilerde. Yalnızlığı kendine yoldaş edinir çaresizce. Çifteköprü, Güneşli, Yağmurlu; Köprübaşı’nın birbirinden güzel köyleridir. Türk futbolunun gözbebeği, yeşil sahaların yıldızı Fatih Tekke, Çifteköprü’dendir. Onunla gurur duymaktadır bu şirin köy.

    Köprübaşı yalnızlıktan bıkmıştır, eski günlerini özlemektedir. Gidenler geri gelmez, gelenler burada kalmaz. Büyükdoğanlı, Dağardı, Emirgan, Konuklu, Küçükdoğanlı, Yılmazlar; Beşköy’ün bahtı karalı köyleridir. Büyük acılar yaşamışlardır 1998 senesinde. Aradan on yılı aşkın bir zaman geçse de her yıl 7 Ağustos’ta acılar tazelenir Beşköy’de. Bu beldede yetişmiştir Recep Yazıcıoğlu’yla Adnan Kahveci... Bu topraklarda hayata açmışlardır gözlerini. Bu derelerin berrak sularından kana kana içmişlerdir. Bütün Türkiye gibi Köprübaşı da bu mümtaz insanları unutmadı, bundan sonra da unutmayacak. Onları gönlünde yaşatacak.

    Harmantepe’de zaman bir anıtın gölgesinde canlanır. Bu anıta bir tarih kazınmıştır altın harflerle. Bu anıtta dile gelen görkemli bir tarihe kulak verelim: “26 Haziran 1916’da Türk kuvvetleri hücuma geçerek Ağaçbaşı Yaylasındaki Rus kuvvetlerini Soğuksu’ya çekilmeye mecbur etti. 29 Haziran 1916’da Harmantepe Kabanbaşı hattında 36 saat süren muharebelerde 60. alayımız topçu atışı ve süngü hücumu ile Rus kuvvetlerini perişan ederek Avulot’a kadar püskürttü. Bu çatışmalarda 60. Alay 7 zabıt, 150 nefer zayiat verdi. 15 Temmuzda Bayburt, Ruslar tarafından işgal edildiği için Türk kuvvetlerine geri çekilme emri verildi. Türk kuvvetleri Harmantepe’yi şehit Bayram Çavuş ve arkadaşlarına emanet ederek çekilirken tepeyi Bayramtepe olarak selamladılar.” Bu yiğitler şimdi dağ başlarını tutmuştur hatıralarıyla. Tarih onları çoktan kaydetmiştir unutulmazlar listesine. İşte bu noktada sözler dudaklarımdan süzülüp kahramanların aziz hatırasıyla berceste mısralara dönüşür şimdi:

    “Dağların kucağında uyuyan yiğit erler
    Mübarek kanınızla vatanlaştı bu yerler
    Alır mı mermer taşlar teninin ateşini?
    Çoktandır arş-ı âlâ görmedi bir eşini”

    Köprübaşı sözcüklere ve sözlüklere sığmayacak kadar büyük ve anlamlı benim gönlümde. Bu vadinin eski güzel günlere dönmesi, dostların gurbet elde değil, doğdukları yerde doyması en büyük dileğimizdir. Gül kokulu memleketim her gün büyür sana hasretim!

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 23.02.2009 - 10:33

    GAZETECİ, ŞAİR VE YAZAR M.NİHAT MALKOÇ’LA

    ŞİİR VE EDEBİYAT ÜZERİNE RÖPORTAJ

    Röportaj: Ensar KILIÇ

    Ensar KILIÇ: Röportaja başlamadan önce bize kendinizi tanıtır mısınız?

    M.Nihat MALKOÇ: 1970 yılında Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde dünyaya geldim. Sırasıyla Güneşli Köyü İlkokulu’nu, Köprübaşı Ortaokulu’nu ve Köprübaşı Lisesi’ni bitirdim. Liseden mezun olduktan sonra girdiğim ilk üniversite imtihanında Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünü kazandım. 1992 senesinde adı geçen okuldan mezun oldum. 02 Aralık 1992’de ilk görev yerim olan Gümüşhane Lisesi’ne Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak atandım. 1994 yılında vatanî görevimi İstanbul’da Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda öğretmen olarak yaptım. Askerlik dönüşünde Gümüşhane’deki öğretmenlik görevine devam ettim. Daha sonra Ankara’da Anadolu İmam-Hatip Liselerine Öğretmen Seçimi İmtihanına girdim ve kazandım. Akçaabat Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne tayin edildim. Orada iki yıl görev yaptıktan sonra Türk Cumhuriyetleri Öğretmen Seçimi Sözlü ve Yazılı Sınavına girerek her ikisini de kazandım. 2000 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni sıfatıyla Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a gönderildim. Burada Türkiye tarafından açılan İlahiyat Lisesi’nde, TÖMER’de Türkçe ve Edebiyat derslerine girdim. Türkmenistan’dan döndükten sonra Derecik İlköğretim Okulu’nda iki yıl Türkçe Öğretmenliği yaptım. Dört yıldan beri Trabzon(Anadolu) Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak çalışmaya devam etmekteyim. Evliyim; iki kızım, bir oğlum var. Hayatım okumak ve yazmaktan ibaret…
    Ensar KILIÇ: Sürekli olarak eserlerinizi yayımladığınız internet siteleri veya dergiler var mı?
    M.Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar, en büyüğünden en küçüğüne kadar onlarca dergi ve gazetede fikrî, edebî, felsefî ve kültürel konularda yüzlerce yazı ve şiir yazdım. Bu yayın organlarından Türk Edebiyatı, Nida, Somuncu Baba, Kubbealtı Akademi, Ayvakti, Kardelen, Yeşilay, Gülistan, Değirmen, Cümle, Kümbet, Sükût, Yeni Pulahane, Genç, Tekne, Yedi İklim, Mortaka, Mavi-Yeşil, Türk Dili, Bizim Çocuk, Çınar, Bizim Azerbaycan, Anadolunun Sesi, Üniversitelinin Sesi, Türkiye, Bizim Okul, Şenliğin Sesi, İnsanlığa Çağrı, Yeni Sesleniş, Gençliğin Sesi gibi dergilerde; Türksesi, Demokrat Gümüşhane, Kuşakkaya, Ortadoğu, Yeni Mesaj, Hergün, Candaş, Edebiyat, Bolu Üçtepe, Akçaabat Yeni Haber, Karadeniz Olay, Hizmet gibi gazetelerde yıllardan beri deneme, makale, fıkra ve şiirler yazmaktayım. Bir zamanlar “Bizim Okul” isimli kültür, sanat ve edebiyat dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaptım. Kültürel organizasyonların çoğunda aktif olarak görev aldım. Bunların yayında sanal ortamda da pek çok seçkin sitede yazı ve şiirlerim yayınlanmaktadır. Bunlar arasında antoloji.com, sanatalemi.net, kahvemolasi.com, siirdefteri.com, izedebiyat.com.edebiyatdefteri.com, sayhadergi.com, turkedebiyati.org, merihli.com, edebice.com, sakuder.org, koprubasi.tv, sevgikupu.com, siirevim.com, menzil.net, dergibi.com, siirperisi.net sayılabilir. Bu zincire her geçen gün yeni halkalar ekleniyor.
    Ensar KILIÇ: Bir öğretmen olarak baktığınızda; öğrenciler arasında şiire olan ilgi ne derecede? Şiiri sevdirmek için özellikle okullarda neler yapılabilir? Görev yaptığınız okulda böyle çalışmalarınız oluyor mu?
    Öğrenciler arasında şiire olan ilgi son derece düşüktür. Çünkü şiir ciddi bir sanat dalıdır ve belli bir seviye gerektirir. Günümüzde öğrenciler şiire ilgi duymuyorlar. Okumayı ciddiye alan çalışkan öğrenciler gece gündüz demeden üniversite sınavlarına hazırlanıyorlar. Onların başını kaldıracak ve kaşıyacak zamanları yok dersek yeridir. Aklı fikri üniversite sınavında olan bir öğrencinin şiirle ciddi olarak ilgilenmesi ne kadar mümkündür? Aslında şiir insanı rahatlatır, dinlendirir. Ders çalışmaktan çok bunaldığınız bir zamanda elinize bir şiir kitabı alıp rahatlayabilirsiniz. Fakat öğrenciler bunu pek yapmıyor. Genellikle şiire, hikâyeye ve romana zaman ayırma hususunda cimri davranıyorlar. Oysa çok çalışan bir insanın zihni belli bir zaman sonra yorulur. İşte o esnada okuyacağı bir şiirle, hikâye veya romanla pekâlâ dinlenebilir. Bu onların iç dünyalarını da genişletir ve rahatlatır. Bu psikolojik rahatlama yönteminin farkında olanlar olsa da sayıları çok azdır. Onlara şiirin güzelliğini fark ettirmeliyiz. Zaman zaman ders dışı okumalarla rahatlamalarını sağlamalıyız.
    Öte yandan okumayı ciddiye almayan, öğrenciliği sadece okula gidip gelme olarak görenler, zaten kitap okumazlar. Onlar vizyona yeni giren filmleri, bin bir çeşit bilgisayar oyunlarını takip ederler. Onlar internet kafelerde zaman öldürürler, kalabalık caddelerde volta atarlar. Her taşın altından onlar çıkarlar. Onlara şiiri ve kitap okumayı sevdirmek zordur. Aslında onların içerisinde de duygu yoğunluğu olanlar çoktur. Ancak planlı ve düzenli bir çalışmayla bu yoğunluk söze ve yazıya dökülebilir. Gençleri bu yöne yönlendirmek hiç de kolay değil. Fakat bence her şeye rağmen onları güzel sanatlara ve şiire yönlendirmeliyiz.
    Okullarda şiiri sevdirmek için şiir yazma ve okuma yarışmaları düzenlenebilir. Zaten Milli Eğitim Bakanlığı değişik zamanlarda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenliyor. Fakat bu yarışmalara ilgi bir hayli düşük oluyor. Bunda öğrencilerin ilgisizliğinin yanında düzenlenen yarışmaların da iş savma kabilinden, adet yerini bulsun diye yapılması önemli bir etkendir. Yetkililer öğrencilerin ilgisini çekecek konularda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlemelidir. Bu yarışmalarda öğrencinin yazma iştahını kabartacak miktarda ödüller verilmelidir. Örneğin vergi hakkında, verem hakkında şiir yarışmaları düzenleniyor hemen her yıl… Bu konularda derinliği olan şiirler yazılamaz; ancak kompozisyon yazılabilir. Fakat neticede kaliteli eserler çıkmayacağı bilinse de düzenleniyor. Daha ciddi yapılmalı bu işler…
    Bence her okulun bir peryotik yayın organı(dergi, gazete) olmalıdır. Öğrenciler bu yayın organını bir yazı atölyesine çevirmelidir. Bizler okullarımızda duvar gazeteleri hazırlıyoruz sürekli… Bu gazetelerde belli şairleri, yazarları, belirli gün ve haftaları işliyoruz. Okul içinde şiir ve kompozisyon yazma, şiir okuma yarışmaları düzenliyoruz. Ders yoğunluğu içerisinde bunlara yeterince ilgi olması beklenemez zaten. Bir kere hafta içi öğrencinin her saati dolu, akşamleyin servis gelip öğrencileri alıyor, hafta sonu herkesin okul kursu veya dershanesi var. Öğrenciyle özel olarak çalışılacak, güzel sanatlara, şiire yoğunlaşacak zaman kalmıyor. Öğrenciler yarış atına döndürülmüş, başarı sadece derslerle ve sınavlarla ölçülüyor. Durum böyle olunca şiir rafa kaldırılıyor. Şiiri raftan indirip hayatın merkezine almalıyız.
    Ensar KILIÇ: Sizce ilimiz Trabzon’da şiire ve şaire yeterince değer veriliyor mu? Trabzonlu bir şair olmanın zorlukları var mı?
    M.Nihat MALKOÇ: ‘Trabzon bir kültür ve sanat şehridir’ deniyor. Bu geçmiş itibariyle doğrudur. Özellikle Osmanlı döneminde Trabzon bir ilim, sanat ve edebiyat yuvasıydı. ‘Muhibbi’ mahlasıyla şiirler yazan Kanunî Sultan Süleyman bu topraklarda doğdu. Gençliğini burada geçirdi. Yavuz Sultan Selim burada uzun yıllar valilik yaptı. Figani, Hamamizade İhsan Bey, İbrahim Cudi Bey, İsmail Safa gibi isimler Trabzon’da büyüdü ve yetişti; birbirinden güzel şiirlerini yazdı. Cumhuriyet döneminde Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sebahattin Eyüboğlu ve Peyami Safa gibi isimler de yetişti bu şehirden. Bir kısmı köken olarak buralıydı; bir kısmı bizzat bu topraklarda yaşadı. Günümüzde de Trabzon’da kültür, sanat ve edebiyat sahasında önemli isimler yetişiyor. Nazan Bekiroğlu, Sunay Akın, Nihat Genç, Yaşar Bedri Özdemir, Kenen Sarıalioğlu gibi isimler bunlardan birkaçıdır. Fakat yetişenlerin kıymeti bilinmiyor. Şehir bağrından çıkan bu değerlere yeterince sahip çıkmıyor. Çoğu bu isimlerin farkında bile değil. Bu çıkmazdan kurtulmak için şehri derin uykusundan uyandırmalıyız.
    Trabzon’da günümüzde sadece şiire değil, sanatın diğer dallarına da yeterince ilgi gösterilmiyor. Trabzon sanki günümüzde sanatta fetret devrini yaşıyor. Aylar geçiyor ki Trabzon’da kültür, sanat ve edebiyata dair ciddi bir etkinlik yapılmıyor. Bundan on sene evvel Trabzon’da Trabzon Belediyesi’nin öncülüğünde şairler şöleni yapılırdı. Türkiye’nin en büyük şairleri Trabzon’a çağrılır, burada şiirler okunur, sohbet toplantıları yapılırdı. Yerel sanatçılarla ulusal sanatçılar bir araya getirilerek tanıştırılıp kaynaştırılırdı. Bu çok güzel bir etkinlikti. Fakat uzun yıllardan beri yapılmıyor artık. Yapılmama nedenini ben de bilmiyorum. Oysa çok zor şeyler değil bunlar. Fakat bilmek ve sevmek gerekir bu işleri yapmak için. Bununla birlikte bütün insanlara aynı mesafede durmak ve bağnaz olmamak…
    Trabzon’da üç ayda bir yayınlanan Mortaka dışında her kesimi kucaklayan ciddi bir edebiyat ve sanat dergisi de yoktur günümüzde. Çıkan dergiler de belli bir kesime açıyor kapılarını. Bu dergilerin rengi belli… Yani sanatta bağnazca bir tutum sergiliyorlar. Öte yandan Elazığ, Kayseri, Sivas, Malatya gibi Anadolu şehirlerinde onlarca dergi çıkıyor. Her yıl şair şölenleri yapılıyor. Durum bu iken bizler günümüzde Trabzon’un mazideki güzellikleriyle avunuyoruz. Gelecekte anılacak yeni ve özgün çalışmalar yapılmıyor Trabzon’da. Eski Trabzon’un kültür, sanat ve edebiyat mirasını tüketiyoruz hâlâ…
    Trabzon’da yirmi yıldan beri hemen her sahada kalem oynatıyorum. Bugüne kadar yazdığım yazıların sayısı binlerle ifade ediliyor. Her hafta üç köşe yazım yayınlanıyor Hizmet gazetesinde. Gümüşhane’de Kuşakkaya gazetesinde günlük köşe yazıları yazıyorum. Türkiye’nin en seçkin dergileri olan Türk Edebiyatı, Türk Dili, Kubbealtı Akademi gibi dergilerde yazı ve şiirlerim yayınlanıyor sürekli. Türkiye genelinde ciddi yarışmalarda otuza yakın ödül kazandım. Evim plaketten, takdir ve teşekkür belgesinden geçilmiyor. Beni İstanbul’da tanıdıkları kadar Trabzon’da tanımıyorlar. Türkiye genelindeki pek çok şiir şölenlerine ve etkinliklere davet ediliyorum. Fakat ne yazık ki Trabzon’daki etkinliklere çağrılmıyorum çoğu zaman. Buna ben ‘sanatta bağnazlık ve çekememezlik’ diyorum. Bizi görmeyenler istiyorlar ki herkes kendileri gibi düşünsün. Anlayacağınız o ki Trabzon’da kültür, sanat ve edebiyat, özelde şiir hiç de iyiye gitmiyor, altın devrini yaşamıyor, aksine duraklama dönemini yaşıyor. Bunun sorumlusu da kendilerini merkez kabul eden, kendilerinden başkasını kabul etmeyen, ‘az olsun benim olsun’ mantığıyla hareket edenlerdir.
    Ensar KILIÇ: Bildiğimiz kadarıyla bir dönem Türkmenistan’da öğretmenlik yaptınız. Türkmenistan'ın sanata bakışı ile bizim bakışımız arasında fark var mı?
    M.Nihat MALKOÇ: 2000 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı yurtdışı öğretmenlik sınavını kazandım. Türkiye’nin Türkmenistan’da açtığı okullarda görev yapmak üzere Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a gittim. Bu kardeş ülkede üç yıl boyunca öğretmenlik yaptım. Türkiye Diyanet Vakfı’nın maddî desteğiyle açılan Magtımkulu İlahiyat Fakültesi’nde İslam Edebiyatı ve Türkçe derslerine girdim. İlahiyat Lisesi’nde Türk Dili dersleri okuttum. Son olarak da TÖMER’de yabancı öğrencilere güzel dilimiz Türkçeyi öğrettim. Elimden geldiğince Türk kültürünü ve edebiyatını anlattım insanlara. Türkiye’yi tanıtmaya ve sevdirmeye çalıştım. Oralardaki Türk dostlarının sayısını daha da artırdım.
    Türkmenistan’da bulunduğum süre içerisinde çok yerler gezdim. Türkmenistan’ın hemen her şehrine gittim. Oradaki tarihi eserleri, özellikle Köhneürgenç ve Merv(Mari) tarihi şehirlerini gördüm ve hayran kaldım. Bu topraklar bizim de ata vatanımızdır. Buralarda milletimizin kadim kültürünü bütün çıplaklığıyla görmek mümkündür. Kim ne derse desin bizler bir millet iki devletiz. Türkmenistan’da ve diğer Türk Cumhuriyetlerinde yetmiş yıl boyunca köklü bir komünizm propagandası yapılmıştır. Kültür ve sanat komünizmin hizmetine verilmiştir. Böyle çorak bir tarlada ne yetişebilir ki? Bir şey de yetişmemiş zaten. Var olanlar da fırtına ve şiddetli rüzgârlarla tarumar olmuştur. 1990 yılında Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazandığında bizler de en az onlar kadar çok sevindik. Fakat bu ülkeler görünürde bağımsız olsalar da gerçek anlamda uzun yıllar bağımsız olamadılar. Zira Rusya’nın ektiği tohumlar ağaç olmuştu. Bu ağaçlar meyve vermeye devam ediyordu. Son yıllarda Rusya’nın diktiği ağaçların yanında Türkmenler de kendi değerlerini taşıyan tohumları toprağa saldılar. Artık yeni ve yerli ürünler verilmeye başlandı. Türkmen kültürü barizce kendini gösterdi. Onların bu çizgide giderek iyi bir noktaya varacağına inanıyorum.
    Türkmenistan’da sanata ve edebiyata aslında çok değer veriliyor. Özellikle şairler el üstünde tutuluyor. Onların en meşhur şairi Mahdumkulu’dur. Mahdumkulu’nu herkes sever ve tanır. Her yıl üç gün boyunca ‘Mahdumkulu Şiir Günleri’ düzenlenir. Rusya zamanında bu büyük şairin şiirleri kültür piyasasından kaldırılmıştı. Bağımsızlıktan sonra Mahdumkulu’nu yeniden keşfettiler, tanıdılar ve sevdiler. Onlar Mahdumkulu’nun yanında Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı ve Nasreddin Hoca’yı da çok seviyorlar ve tanıyorlar. Onların cadde ve sokakları hep kültür sanat ve edebiyat adamlarının adlarını taşıyor. Türkmenistan’da tiyatro gibi görsel sanatlar çok gelişmiştir. Sinema salonu sayısı çok azdır. Kültür ve sanatta daha çok yerli değerler ön plana çıkıyor. Bunun dışında Rusya’nın etkisi hâlâ sürüyor bu ülkede. Fakat Türkiye’deki kültürel hayattan çok uzaktalar. Türkiye’nin Cumhuriyet sonrası tarihini ve edebiyatını pek bilmiyorlar. Vaktiyle Rusya’nın kötü propagandalarıyla yanlış bir Türkiye imajı yerleştirilmiş zihinlerine. Bunu silmek için zamana ve gayrete ihtiyaç vardır.
    Türkmenler Kur’an’dan sonra bu ülkenin Devlet Başkanı merhum Saparmurat Türkmenbaşı tarafından kaleme alınan ‘Ruhname’ adlı esere çok değer veriyorlar. Kadim Türkmen kültüründen izler taşıyan bu eseri baş tacı ediyorlar. Her yerde ‘Ruhname’ karşılarına çıkıyor. Bu kitabı okumayanlar ve bilmeyenler bir yerlere gelemiyorlar. Ülkede bu kitabı büyük bir aşkla ve şevkle ezberleyenler bile var. Bu kitap onların anayasası gibi…
    Türkmenistan’da Türkiye gibi zengin bir basın yayın yoktur. Orada 5–6 tane gazete çıkar. Bunların çoğu da üç-beş sayfadan ibarettir. Hepsi de devletin yayın organıdır. Yani devletin güdümündedirler. Bu gazetelerde yayınlanan şiirler bazı devlet büyüklerini öven ve onların özelliklerini sıralayan şiirlerdir. Onun dışında ciddi bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi yoktur ülkede. Zaten halkın derdi edebiyat değil, geçimdir. Görsel sanatları saymazsak onlar kültür, sanat ve edebiyatta Türkiye’den birkaç yüzyıl geridedirler. Fakat son yıllarda bu sahada da ciddi gayretler göze çarpmaktadır. Artık onlar da başlarını kumdan çıkarmaktadırlar. Sanatın ve edebiyatın bu ülkede gittikçe geliştiğini görmek bizi mutlu eder.
    Ensar KILIÇ: Gurbete gitmiş biri olarak, memleketten ayrı kalmanın acısını içinizde hissettiniz mi? Bu ayrılık şiirlerinize de yansıdı mı?
    M.Nihat MALKOÇ: “Hubbül vatan minel iman” demiş Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde. Yani “Vatan sevgisi imandandır.” Bizler inançlı insanlar olarak vatanımızı bir parçamız sayar ve onu canımızdan çok severiz. Bunun içindir ki ülkemizi tehdit eden şer güçlere karşı canımızı siper ederiz, gerekirse şehit veya gazi oluruz. Memleketten ayrı kalmak zor bir durum… Daha doğrusu acı bir duygu… Bunu lafla anlatmak pek mümkün değil. Ancak yaşayanlar bilir. Hele sılada canınızdan bir parça olan ailenizi bırakmışsanız bu acı daha da büyür, katmerleşir. Ben de ülkemden binlerce kilometre uzakta kaldım üç yıl boyunca. Ailem de Türkiye’deydi. Zor oldu tabii ki… Fakat zorluklara göğüs germeden güzel şeyler elde edilemiyor. Ayrıca bu zorluklar insanı olgunlaştırıyor. Bu duyguları yaşayınca ailenizin ve memleketinizin kıymetini daha çok biliyor ve onları daha çok seviyorsunuz. İnsan genelde bir şeyleri kaybedince kıymetini bilebiliyor. Acı da olsa gurbet duygusunu da yaşamak gerekiyor. Yaşanmayan duygunun şiire yansıtılması hiç de gerçekçi olmaz.
    Gurbet, şairlerin ruhunu besleyen bir çeşmedir. Hemen her şairin gurbetle ilgili bir veya birkaç şiiri vardır. Gurbete düşen şairler daha bir hassaslaşıyor ve duygusallaşıyor. Sıla özlemi bazen gözyaşlarına karışarak şiir olarak sayfalara dökülebiliyor. Şiirde ifade edilen duygular yaşanmışsa şiir daha etkili ve güzel oluyor. Yani yazmak için öncelikle yaşamak gerekir. Hiçbir şair demez ki “Yahu benim gurbet şiirim yok; hadi oturup bir de gurbet şiiri yazayım.” Bunu kimse demez. Böyle dese inanıyorum ki tesirli bir şiir yazamaz. Önce gurbeti içinde duymak ve yaşamak gerekir ki gurbet temalı şiirler yazılabilsin. Yani her şey gibi şiirin de bir oluşum safhası vardır. Önce duygular mayalanır, sonra yazıya dökülür.
    Şairleri en çok da gurbet akşamları yıkar. Bakarsınız ki herkes evine çekilmiştir. Ailece yemek yemek için sofralar kurulmuştur. Ailece yenilen bir yemeğin doyumsuz lezzeti hiçbir şeyle ölçülmez. Günün iş yorgunluğu çocuklarla atılır. Gurbetteyseniz bu duyguları yaşayamazsınız; sadece hayal edersiniz. Gurbet akşamlarında lokmalar boğazınızda düğümlenir, hüzün kâbus gibi çöker omuzlarınıza. Çoğu geceler uyku tutmaz bir türlü. Bakışlarınız telefona kayar. Ayrılığın acısı ruha abanır. Zihninizde canlanan anılar eşliğinde bütün yollar sizi sılaya götürür. Aşına çehreler gözünüzün önünden gitmez bir türlü. Anıların sis perdesi aralanır gece yarılarında. Anılar bile avutmaz sizi. Hüzün nöbet bekler gözbebeklerinizde. Gurbette düşünceler ateşten bir kor olur çoğu zaman. Dokunsanız yanarsınız. Kemalettin Kamu’nun Yıldırım Gürses tarafından Uşşak makamında bestelenen aşağıdaki şiiri gurbet acısını, sıla özlemini ne kadar da güzel ve etkili anlatır bizlere:
    “Gurbet o kadar acı / Ki ne varsa içimde
    Hepsi bana yabancı / Hepsi başka biçimde
    Ne bir arzum, ne emelim / Yaralanmış bir elim
    Ben gurbette değilim / Gurbet benim içimde”
    Beni de gurbet bir hayli etkilemiş, tabir caizse sarsmıştır. Fakat zor da olsa bu duyguların da yaşanması gerektiğine inanıyorum. Hele hele şairler acı tatlı bütün duyguları tecrübe etmelidir. Duyulanla, yaşanan hiçbir zaman aynı olmuyor. İyi ki üç yıllık bir gurbet tecrübesi geçirmişim. Bu gurbet yıllarının şiirime ve şairliğime katkısı büyüktür. Şiirlerim bu süreçten etkilenmiştir. Fakat bunu olumlu bir etki olarak görüyorum ben. Şiirime katkı sağlamıştır. Şiirlerim adeta gurbet kazanında pişmiş, hamlıktan kurtulmuştur.
    Ensar KILIÇ: Sizce şiir nedir, şair kimdir? İyi şiir nasıl olmalıdır? İyi şiiri ve iyi şairi besleyen kaynaklar nelerdir? Parasını ödeyip şiir kitabı alan okuyucu şairin müşterisi midir? Şairle şiir okuyucusu arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?
    M.Nihat MALKOÇ: Şiirin değişmeyen, mutlak bir tanımı yoktur. Şiir bir değerler manzumesidir. Meyvelerinin tadı öncekilerden başka(özgün) olması şart olan bir edebiyat ağacıdır şiir... Şiiri yemek tarifi yapar gibi tarif edemezsiniz. Bugüne kadar şairler ve eleştirmenler şiiri tanımlama çabaları göstermişlerse de bu tanımlar sadece kendi pencerelerinden şiire bakışlarının sözle ifadesinden başka bir şey değildir. Zira şiir tanım kaldırabilen bir sanat dalı değildir. Şiir tanımlanamaz, ancak tadılır ve yaşanır. Şairlerin şiir hakkındaki duygu ve düşüncelerini dile getirdikleri metinlere ‘poetika’ diyoruz biz. Bugüne kadar Türk ve dünya şiirinde şiiri anlama, tanımlama çabaları hep olmuştur. Bu çerçevede poetikalar vücuda getirilmiştir. Bunlar arasında bizde Necip Fazıl’ın ‘Poetika’sı, Orhan Veli’nin ‘Garip Mukaddimesi’, Ahmet Haşim’in ‘Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’ı sayılabilir. Bunlar şiirimize katkılarda bulunan metinlerdir. Fakat bu metinlerde ifade edilenler şiirin mutlak gerçekleri değildir. Zaten şiirin mutlak gerçekleri de yoktur. İyi ki de öyledir. Zira şiirin mutlak gerçekleri olsaydı gelişmeye ve derinleşmeye imkân veren bir sanat olmazdı. Onun içindir ki bizden farklı düşünenlere ve yazanlara kızmayalım, onları bir çeşni ve zenginlik olarak görelim. Ana renklerin yanında ara renklerin de varlığını kabul edelim.
    Şair; herkesin gördüğünü farklı görebilen, herkesin duyduğunu farklı duyabilen, herkesin bir şekilde hissettiğini farklı hissedebilen insandır. Yani şair her şeye farklı pencereden bakar. Özün özü olan şiiri ortaya çıkaran kahramandır şair… Toplumun gören gözü, tutan eli, söyleyen dilidir. Onun içindir ki şairlere ta Göktürklerden bugüne kadar çok kıymet verilmiştir. Şairler toplumda hep el üstünde tutulmuştur. Fakat gerçek şairler; müteşairler değil. Gerçek şairlerle müteşairleri iyi bir okuyucu rahatlıkla ayırt edebilir.
    Şair; şiir vasıtasıyla diğer insanlarla iletişim kurar, duygu alışverişinde bulunur. Şairler başkalarının duyup da ifade edemediğini kelimelerden de tasarruf ederek dile getirirler. Okuyucunun ruhuna bir anlamda ayna tutar başarılı şairler… Bu yüzden şiir; okuyucuyla şair arasında kurulan sağlam bir duygu köprüsüdür. Bu köprünün güçlü ayaklarını özenle seçilen kelimeler oluşturur. Bunun içindir ki şiir biraz da hissiyata ortak bir dil bulma gayretidir. Şairin bulduğu bu ortak dil, duyguları kanatlandırarak okuyucuya ulaştırır.
    Şiir okuyucusu şairin kitabını parasını ödeyerek alsa da şairin müşterisi değildir. Keza müşteri olduğu yerde bir de satıcıdan söz etmek gerekir. Duygular alınır satılır cinsten şeyler değildir. Yayınevleri şairlerle şiir severleri kitaplarda buluşturur. Bunun başka bir yolu da yoktur. Hiçbir şair şiir yazarak zengin olmamıştır. Bunun dünyada bir örneği bile yoktur. Kitaba verilen para kâğıt ve mürekkep parasıdır; yoksa şairin emeğinin karşılığı değildir.
    Ensar KILIÇ: Şiirlerinizin konularını nelerden seçersiniz. Sizce şiirin konusu önemli midir?
    M.Nihat MALKOÇ: Şiir bambaşka bir sanattır. Gerçek şiirin insanı büyüleyen bir iklimi vardır. Öyle istendiği zaman yazılabilen alelâde bir şey değildir şiir... Şiirin kapınızı ne zaman çalacağı hiç belli olmaz. O davetsiz bir misafir gibidir. Bir de bakarsınız ki hiç de uygun olmadığınız bir zamanda çıkagelmiştir. Ayağınıza kadar gelen bu güzel misafiri iyi ağırlamanız gerekir. Hiçbir şey ertelenmeye gelmez. Hele şiir hiç ertelenmemelidir. Gelince kapınıza hemen içeri buyur etmelisiniz kendisini. Yoksa darılır ve gerisin geri gider. Bu bir örneklemedir şüphesiz. Fakat şiirin doğuşu da gerçekten buna benzer bir oluşumdur.
    Şiir insan ruhunun aynasıdır. Ruhunuzda neler cereyan ediyorsa onlar mısralara dökülür. Yani bence bütün şiirlerde bir parça yaşanmışlık vardır. Şiir bir milletin hafızasıdır aynı zamanda. Bir millet neler yaşıyorsa o yaşananlar şairler tarafından terennüm edilir. Bir zamanlar televizyon ekranlarında şehit cenazesi görüntüleri eksik olmuyordu. Evlatlarını kaybeden anne-babalar, yakınlarını kaybedenler feryat ü figan ediyordu. Ben bu görüntüleri seyrettikten sonra şehitlikle ve şehitlerle ilgili şiir yazmak için zaman kaybetmeden kaleme sarılmışım çoğu kere. Bunların ruhumda oluşturduğu atmosferi şiirin büyülü dizelerine dökmüşümdür. Öte yandan Filistin’le, Gazze’yle ilgili o acı tablolar gözlerimin önünden gitmemiştir günlerce. Bunlar iç dünyamda bir iç ses olarak yankılanmıştır bir süre. Tabir caizse duygular mayalanmış, bir zaman sonra da o şiir hamuru kabarmıştır. Seyrettiğim kareler ruhumda var olan şiir değirmeninde öğütülmüş ve şiir olarak çıkmıştır bir zaman sonra. Demek ki şiirin oluşumu dış dünyadan da etkilenen hassas bir süreçtir.
    Bunların ötesinde hemen her şairin belli bir davası vardır. Yani şair de bir düşünce sahibidir. Kim ne derse desin şairin düşüncesi şiirine yansır. Zira düşünceler duygulara tesir eder. Duygular çoğu zaman düşüncelerin rengine boyanır. Fakat şairler düşüncelerden çok, duygulara yer vermelidir. Şair bir düşüncenin borazanlığını açıkça yapmamalıdır. Şiirde düşünce, çaydaki şeker gibi eriyik olmalıdır. Yani düşünce açıkça görülmemelidir, sadece bir nebze hissedilmelidir. Buna en güzel örnek Üstad Necip Fazıl’ın şiirleridir. Onun şiirlerinde düşünce vardır ama o düşünceler çaydaki şeker gibidir, açıkça görülmez, sadece hissedilir.
    Şiirde esas olan hayal gücüdür. Hayal gücü kuvvetli ve geniş olan şairler büyük şairlerdir. Bu şairler geniş kitlelerin duygularına tercüman olurlar. Fakat onların şiirleri derin ve kapalıdır. Hiçbir şeyi açıkça ifade etmezler. Okuyucunun da hayal gücünü kullanarak şiire derinlik katmasına imkân sağlarlar. Zira şiirde okuyucuya yorum payı bırakmak çok önemlidir. Örneğin şiirde tema olarak aşkı işliyorsanız bu aşk açıkça bir noktaya odaklanmamalıdır. Aşka olabildiğince geniş çerçeveden bakılmalıdır. Bir okuyucu Allah aşkını, bir okuyucu beşerî aşkı çıkarabilmelidir aynı şiirden. Herkes gönül heybesine zihnindeki genişliğe göre şiir ağacının meyvelerini toplayıp koymalıdır. Şiir okuyucusuna duyguları paketleyip sunmamalıyız. Okuyucunun önüne duygu harmanını koyarak ona bu harmandan dilediğini seçme imkânı sunmalıyız. Okuyucuyu şiire ortak etmeliyiz.
    İyi bir şair dönüp dolaşıp aynı duyguları şiirinde terennüm etmez. Şair daima bir arayış içerisinde olmalıdır. Zira şair arayandır, şiir aramanın diğer bir adıdır. “Eskilerimiz söylenmeyen hiçbir söz yoktur” derler. Gerçekten de öyle… Dünyamızın yaşı milyonlarla ifade ediliyor. Bugüne kadar milyarlarca insan dünyaya geldi, yaşadı ve göçüp gitti. Dünyaya gelen her insan kendince bir şeyler söyledi; bir iz bıraktı. Mademki söylenmeyen söz yoktur, o zaman söylenen sözleri daha farklı renklerde yeniden söylemenin mücadelesini vermeliyiz.
    Ensar KILIÇ: Sizce şairin toplumdaki konumu ve görevi nedir?
    M.Nihat MALKOÇ: Şairler toplumların iyi niyet sözcüleridir. Şair, toplumun bamteline basıldığı zaman çığlık atan insandır. O; milletlerin gülen yüzüdür, söyleyen dilidir. Bunu Millî Edebiyat dönemi şairlerinden Mehmet Emin Yurdakul bakın ne güzel ifade etmiştir:
    “Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et;
    Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet,
    Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;”
    Şiirsiz ve şairsiz bir toplum düşünemiyorum. Şiir aslında hayatın öznesidir. Şiirsiz ve şairsiz bir hayat ne kadar da çekilmez olurdu. Şairler hayatı renkli kılıyorlar. Şair yaşadığı topluma ışık oluyor. Şair ruh dünyamızdaki güneş görmeyen noktaları aydınlatıyor. İçimizi ısıtıyor bir anlamda da… Şair, toplumun bir ferdi olarak içinden çıktığı milletin sözcüsü oluyor aynı zamanda. Fakat şair, şiirini fikrin emrine verip sloganlaştırarak okuyucu kitlesini daraltmamalıdır. Şiir türü sloganı hiç kaldıramaz. Sanat, ideolojilerin emrine girdiğinde bitmiş demektir. Sanatın gayesi yine kendisidir. Bu şiir için de geçerlidir şüphesiz. Şiir/şair açıkça bir fikrin sözcülüğünü yaparsa okuyucu sahasını daraltır. Kendi ipini kendisi çeker. Fakat bu demek değildir ki şair toplumsal meselelere duyarsız kalır. Şair toplumsal olaylar karşısında yeri gelince ses ve renk de verir, vermelidir de… Fakat bunun dozunu iyi ayarlamak lazımdır. Düşünceyi ön plana çıkarıp duyguyu öldürmemek gerekir. Bu dengeyi ancak usta şairler sağlayabilir. Bunu başaran şairler toplum tarafından da baş tacı edilirler.
    Ensar KILIÇ: Okuduğum eserlerinizden hareketle; şiirlerinizde geçmişi bugünle yoğurduğunuzu, şiirinizin ta divan edebiyatından bugünkü modern şiire kadar birçok kaynaktan beslendiğini düşünüyorum. Ayrıca milli heyecanı derinden hissettiğimiz tarihten hâdiseleri bize çok güzel sezdiriyorsunuz. Şiirlerinizdeki bu yoğun duygunun bir kaynağı var mı, sorumun başında bahsettiğim dönemlerin birikimlerinden yararlanıyor musunuz?
    M.Nihat MALKOÇ: Şiir, geçmişle gelecek arasında kurulan bir hissiyat köprüsüdür. Şair bu köprüyü kuran mimardır. Benim şiirlerim tabir caizse sacayağına benzer. Bu sacayağının bir ayağı mazi, bir ayağı hâl, bir ayağı da istikbaldir. Mazi bizim zihin arşivimizi oluşturuyor. Hâl henüz yaşanıyor, istikbal ümitlerimizi sinesinde emziriyor. Bunların hiçbirini görmezden gelemeyiz. Sacayağının ayakta durabilmesi için bütün ayaklarının sağlam olması gerekir.
    Türk edebiyatını bilen bir insan olarak bu kıymetli birikimden fazlasıyla yararlanıyorum. İslamiyet’ten Önceki Türk Edebiyatından 21. Yüzyıl Modern Türk Edebiyatına kadar geçen süreci zihnimde harmanlamışım. Bu çok zengin bir kaynak benim için… Bundan istifade etmemek akıl kârı değildir. Fakat geçmişteki birikimlerden yararlanmak; onları kopya etmek ve taklit yoluna gitmek değildir. Bu birikimi bilmek hayal dünyamızı zenginleştirir, bizi tekrara düşmekten kurtarır. Özellikle Divan Edebiyatı çok zengin bir kaynaktır; ondan yararlanmak gerekir. Keza her şairden bir noktaya kadar beslenebilirsiniz. Bunları zihin ve hayal teknenizde yoğurarak onlara benzemeyen yeni bir karışım elde edebilirsiniz. Bu elde ettiğiniz karışımda sizin sesiniz ve renginiz olur.
    Edebiyatçı olmasaydım belki tarihçi olurdum. Zira tarihe karşı büyük bir alâkam var. Tarihle ilgili alternatif kaynakları sürekli okurum. Kütüphanemde en çok edebî, tarihî ve dinî eserler mevcuttur. İlgim özellikle bu üç alanda yoğunlaşmaktadır. Tarihi bilmek bir şair için çok önemlidir. Tarih bizim bir anlamda kılavuzumuzdur. Her şair tarihini ve kültürünü çok iyi bilmelidir. Özellikle millî şuurun iri ve diri tutulması için tarihin çok iyi bilinmesi ve iyi etüt edilmesi gerekir. Şiirimdeki tarihî izler ve anekdotlar bu alana duyduğum ilgilinin bir tezahürüdür. Öte yandan millî ve manevî duyguları coşkun bir insan olduğumu düşünüyorum. Bu duygular şiirimi besleyen kaynakların başında geliyor. Fakat elden geldikçe bu duyguları soyutlaştırarak imgelerle ifade etmeye ve şiirselliği bozmamaya çalışıyorum.
    Ensar KILIÇ: Sizce şiirde ahengi sağlamak için kafiye ve redif gerekli midir? Kafiye ve redifin yerini söz tekrarları ve aliterasyon gibi elemanlar sağlayabilir mi?
    M.Nihat MALKOÇ: “Şiirde kafiye gerekli midir, gereksiz midir?” tartışması bugüne kadar hep olagelmiştir. Bu konu çoğu kere de sulandırılmıştır. Demek istediğim o ki bu, günümüzün meselesi değildir. Bu tartışma bize geçmişten miras kalmış, henüz bir neticeye de varılamamıştır. Şiirlerini daha çok ölçülü ve kafiyeli yazan bir şair olarak şahsen ‘şiirde kafiye illâ da gereklidir, kafiyesiz şiir şiir değildir’ diyenlerden değilim. Bunu demek şiire dar bir çerçeveden bakmaktır. Bu aynı zamanda şiire dair bir önyargıdır. Oysa şiir gelişmeye ve yenilenmeye açık bir edebiyat türü olarak önyargılardan uzaktır, uzak olmalıdır da… Aksi takdirde hep aynı dairede dolaşıp dururuz, alanımızı daraltırız. Şiir genişlik demektir; duygular alabildiğine genişlemeli ki insanların sonsuzluğa uzanan duygu dünyasını kuşatabilsin. Kafiye eğer şiirin genişlemesine ve zenginleşmesine engel oluyorsa bunun üzerinde düşünmek gerekir. Fakat usta şairler kafiyeyi sınırlayıcı olarak görmezler.
    Şiir vardır kafiyeli yazılınca güzeldir, şiir vardır serbest yazılınca güzeldir. Yani şiiri güzelleştiren kafiye olmadığı gibi, ölçü de değildir. Şiirin güzelliği duyguların ifade ediliş tarzında gizlidir. Format çok da önemli değildir. Daha doğrusu format içeriğin önüne geçmemelidir. Zarfla uğraşırken mazruf unutulmamalıdır. Ölçü ve kafiye aslında kabuktur. Kabuğu aşmadan öze ulaşamayız. Öncelikle ve özellikle şiirde hedeflenen öz yakalanmalıdır.
    Şiir meraklılarının çoğu şiire genellikle ölçülü ve kafiyeli başlarlar. Bir kısmı bunda ısrar eder, fakat çoğu ya ölçülü ve ölçüsüz yazmayı aynı anda sürdürür, ya da ölçüsüz ve kafiyesiz yazmayı tercih eder. Ben şiir yazmaya ölçülü ve kafiyeli şiirler yazarak başladım. Bu hususta da ilk zamanlar katı bir düşünceye sahiptim. Argo tabirle söylersek serbest yazılan şiirler benim gözümde bir sıfır yenik başlıyorlardı ayakta kalma mücadelesine. Fakat gelinen noktada hiç de öyle düşünmüyorum. Zira ölçülü ve kafiyeli yazıldığı halde şiirle uzaktan yakından alakası olmayan ikinci sınıf manzumeleri görünce eski kanaatim değişti.
    Türk şiirinin Cumhuriyet dönemine imzasını atan Necip Fazıl Kısakürek’in ölçülü ve kafiyeli şiirleri ne kadar güzelse, benim gözümde yaşayan şairlerimizin en büyüğü olan Sezai Karakoç’un ölçüsüz ve belli bir düzenle sınırlı olmayan kafiyesiz şiirleri de bir o kadar güzeldir. Demek ki güzellik şekille sağlanmıyor sadece… Hem ‘elma güzel, muz güzel değildir’ diye bir anlayış ne kadar sakatsa “ölçülü şiir güzeldir, ölçüsüz şiir güzel değildir’ anlayışı da o derece sakattır. Elmanın da güzeli ve alımlısı vardır, olmamışı(hamı) vardır. Keza henüz olgunlaşmamış yemyeşil bir muz, dalında güzel görünse de tadı yoktur. Şiir için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Henüz tamamlanmamış, yürek fırınında pişmemiş şiirler hamurdur, onları tadanlar ancak ve sadece tiksinirler. Fakat bunlar yeterince pişmemişse hepsinin de öyle olduğu önyargısına sahip olamayız. Bu çiğ hamurdan ibaret mamulleri piyasaya sürenler gerçek ürün sahiplerinin piyasasına da darbe vuruyorlar aslında. Ama müşteriler mamulleri denedikten sonra gerçekler ayan beyan oluyor; iyiyle kötü, güzelle çirkin eninde sonunda anlaşılıyor. Şiir de şüphesiz öyledir. Belli bir kültürel altyapısı olan iyi okuyucu iyi şiirle, kötü şiiri, iyi şairle kötü şairi tabir caizse ayak sesinden tanıyor.
    Ahenk geniş anlamda uyum demektir. Şiirde ahenk birbiriyle uyumlu seslerin belli bir ritimle bir arada bulunmasıyla sağlanır. Şiirde ahengi sağlayan ses ve ritim unsurları sadece kafiye, redif ve ölçü değildir. Şiirde ahenk kafiye ve ölçüyle sağlanabildiği gibi söz tekrarlarıyla, aliterasyon ve asonanslarla da sağlanabilir. Hem şiirde ahenk sadece kulakla da ilgili değildir. Anlam ve imge ahengi de ses ahengi kadar mühimdir. Şiirin kendine mahsus bir ses akışı vardır. Şiirde çok kere sese dayalı olmayan derunî bir ahenkten de söz edilebilir. Serbest şiir yazan ustaların şiirlerinde bu derunî ahengi yakalayabilirsiniz. Mesela Attila İlhan’ın şiirlerinde bu derunî ahenk sizi mütebessim yüzüyle karşılar. Bunun yanında iyi bir şiir okuyucusu temanın imkânları doğrultusunda vurgu ve tonlamalarla şiire ahenk katabilir.
    Ensar KILIÇ: Şiirinizde belli bir akıma dâhil misiniz? Yazdığınız şiirlerde mana ve yapı itibariyle bir paralellik var mı?
    M.Nihat MALKOÇ: Toplum ve genel anlamda insan değişime açıktır her zaman… Değişmeyen tek şey var o da değişimin kendisidir. Aslında değişim tazelenmek ve gençleşmektir. Fakat bunun da ölçüsünü iyi ayarlamak gerekir. Değişim demek, reddi miras demek değildir. Değişim ve dönüşüm geçmişin değerlerini reddetmekle değil, onları çağın gereklerine uydurarak bir adım öteye taşımakla sağlıklı bir yapıya kavuşturulmuş olur.
    İnsan ve toplum değişir de şiir değişmez mi? Elbette değişir, değişiyor da… Şiir de kendini yenilemeli ve zamanın imkânlarından yararlanarak bir adım daha ileriye taşınmalıdır. Geçmişi tekrar edip durmak, ataların gölgesinden medet ummak, geleceğe bir katkı sağlamaz. Şiirdeki tabuları yıkmak lazımdır. Fakat bu geçmişi reddetmekle değil, geçmişle geleceği sentezlemekle olursa sağlıklı bir değişim ve dönüşüm gerçekleşir. Altı yüzyıllık Divan Edebiyatının belli ölçülerden sıyrılamaması, ilerlemeye müsait olmayan karakteristik yapısı, daha doğrusu şairlerin şiire gelenekçi ve sabit bakış açısı Osmanlı dönemi edebiyatının bugünkü konumundan çok daha ileri gitmesine engel olmuştur. Bu edebiyattaki klişeler onun hareket kabiliyetini engellemiştir. Klişeleri tabu edinenler pek de yeni şeyler ortaya koyamamıştır. Gül, bülbül ve servi ekseninde içine kapanık bir şiir dünyası ortaya çıkmıştır.
    Şiir canlı bir organizmadır. Değişime ve gelişime açıktır, açık olmalıdır da… Şair kendini yenileyen insandır. Şiir klişeleri kaldırmaz, klişeler şiirin hareket alanını daraltır. İlle de klişelerde ısrar edilecekse onları da çağın yeni anlayışlarıyla modernize etmek gerekir. Değişmek demek, bozmak ve dağıtmak demek değildir. Geleneksel olana modern renkler ve çizgiler katabiliyorsak bu sağlıklı bir değişim ve dönüşümü beraberinde getirir. Geleneksel olanla modern olanı çatıştırmak değil, bir noktada uzlaştırmak en sağlıklı yoldur bence.
    Asla unutulmamalıdır ki şair, seri üretim yapan bir şiir fabrikası değildir. Merhum şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın da ifade ettiği gibi her şairin içinde bir ‘şiir hayvanı’ vardır. Buna başka bir tabirle ‘şiir cini’ de diyebiliriz. İlham dediğimiz şey de bunun eseridir. İçimizdeki bu şiir hayvanı hep aynı ruh halinde olmuyor. Canlı bir organizma olarak o da değişiyor, kendini yeniliyor. İyi bir şair, içindeki bu şiir hayvanının sesine kulak veren ve kendini sürekli yenileyendir. Aksi takdirde bir fotokopi makinesine dönüşür, fakat şiir yazdığını sanar.
    Türk ve dünya şiirine baktığımızda her dönemin bir önceki döneme ve anlayışa tepki olarak doğduğunu söyleyebiliriz. Bu biraz da farklı ve alternatif olma çabasıdır. Şiirde belli bir anlayışa bağlı kalmak ve o anlayışı tabir caizse kutsamak şiirin imkânlarını daraltır. Şiirde klişelerden kurtulmak lazımdır. Kendi sesini ve rengini bulabilmek için bu kaçınılmazdır.
    Şahsen şiirde belli bir akımın mutlak etkisinde kalmadım hiçbir zaman. Fakat her şiir anlayışını ciddiye aldım ve ondan faydalanmaya çalıştım. Hem günümüzde eskisi gibi etkili şiir akımları ve anlayışları yoktur. Günümüzde ferdiyetçi bir şiir anlayışı hüküm sürüyor daha çok... Ben de kendi sularımda yüzdürüyorum şiir gemisini. Bu gemi zaman zaman değişik limanlara uğrayıp orada dursa da, bir şeyler alıp verse de yine kendi sularına dönüyor sonunda. Şiir sizi kendi sularına çekiyor zaten. Bu okyanuslarda kaybolmamak için iyi bir kaptan olmak gerekir. Gerçek şairler şiir gemisini en iyi şekilde sevk ve idare edebilen kaptanlardır. Fakat burnunun dikine gitmemek, kılavuz kaptanlardan faydalanmayı da ihmal etmemek gerekir. Her şeyi bildiğini sanan kişi, asıl bilinmesi gerekeni bilmiyor demektir.
    Şiirde manayla yapı bütünlüğü esastır. Her şiir bir anlam dairesinde doğar ve gelişir. Şiirde anlam aranır mı, aranmaz mı tartışmasına girmek istemiyorum. O ayrı bir şey… Fakat şiirde yapı ile anlam bütünlüğü sağlanırsa şiirin etkiyiciliği daha da artar. Yapı demek ille de belli kalıplara girmek değildir. Serbest şiirde de belli bir yapıdan söz edilebilir.
    Ensar KILIÇ: Kendinize örnek aldığınız bir üstat var mı? Varsa sizi nasıl etkiledi.
    M.Nihat MALKOÇ: Çok iyi bir şiir okuyucusu olduğumu söyleyebilirim. Günümüzde internet denen bir nimet var önümüzde. Nimet diyorum; zira internet faydalı kullanıldığında bulunmaz bir nimettir. İnternet ortamında binlerce şairin milyonlarca şiirine ulaşmak mümkündür. Artık şiir okumak için ille de şairin kitabına para vererek sahip olmak da gerekmiyor. Yüzlerce şiir sitesi var sanal ortamda. O sitelerde yeni ve eski şairlerin şiirlerine ulaşılabiliyor. Ben de bu sitelerde sık sık dolaşıyorum. Eskilerin şiirlerini okuyorum, yeniler neler yazıyor diye bakıyorum. Bir anlamda şiir mütalaa ediyorum. Demek istediğim o ki belli bir şaire bağlı kalmıyorum. Herkesi okumaya ve takip etmeye çalışıyorum. Bu bana olumlu olarak yansıyor. Belli bir kalıba sıkışıp kalmıyorum. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olmak da benim için bir avantaj teşkil ediyor. Zira şiirin teorisini ve geçmişini de iyi bildiğimi düşünüyorum. Bu beni öteki şairlerin yanında daha avantajlı kılıyor. Fakat bu durum şiir yazmayla doğrudan bağlantılı bir durum değildir. Böyle olsaydı bütün edebiyat öğretmenleri şair olurdu. Oysa büyük şairlerin çoğu edebiyat öğretmeni değildir.
    Çocukluk yıllarında halk şairlerini çok okumuşumdur. Özellikle Karacaoğlan’ın şiirlerine ilgi duymuşum. Karacaoğlan’dan koşmalar ezberlemişim. Üniversite eğitimi sırasında işin ilmini öğrenirken divan şairlerini de görüp onlar üzerinde yoğunlaşmışım. Özellikle Fuzuli ve Şeyh Galip bende derin izler bırakan büyük divan şairleridir. Mehmet Akif’in Safahat’ı da benim için özel kitaplardan biridir. Bu kitap da ruhumu beslemiştir. Cumhuriyet döneminde yaşayan Necip Fazıl Kısakürek, Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şairler de ilgi alanıma girmiştir. Üzerimde en çok tesiri olanı da Necip Fazıl’dır. Bu daha sonra yerini günümüz şairlerine bırakmıştır. Günümüz şairlerinden Sezai Karakoç, okumaktan haz aldığım şairlerin başında gelir. Bu şairlerin şiiri içselleştirmeleri ve kuruluktan kurtararak derinleştirebilmeleri beni etkilemelerinin yegâne sebebidir.
    Ensar KILIÇ: Günümüzde beğendiğiniz ve kendinize yakın gördüğünüz kalemler var mı?
    M.Nihat MALKOÇ: Günümüz şiirini ve genel anlamda edebiyatını elimden geldiğince takip ediyorum. Benim evime her ay beş-altı tane kültür, sanat ve edebiyat dergisi girer. Zaten her ay beş-altı dergide yazı ve şiirlerim yayınlanıyor. Durum böyle olunca günümüz edebiyatını dergilerden de takip edebiliyorum. Bunlar yetmeyince internet ortamından yararlanıyorum. Günümüzde beğendiğim şair ve yazarlar vardır şüphesiz.... Doğal olan da budur zaten. Herkes kötü yazmaz. Mutlaka birileri şiirde de, diğer türlerde de belli bir kaliteyi yakalayacaktır.
    Beni sevindiren asıl şey günümüzde bayanların edebiyata ilgi duyması veya tabir caizse bir anlamda edebiyata ve şiire el atmasıdır. Kadınlarımız son zamanlarda her alanda olduğu gibi edebiyatta da varlıklarını hissettirmeye başladılar. Artık geçmişte olduğu gibi kadınlarımız şiir yazarak duygularını ifade etmekten çekinmiyorlar. Çok şükür ki bu alandaki tabular da bir bir yıkılıyor. Kadınların edebiyata el atması edebiyata renk ve ahenk katıyor. Kadın olsun, erkek olsun mümkün olduğunca yenileri okumaya ve takip etmeye çalışıyorum. Fakat bu kalemlerin olgunlaşması için belli bir zamana ihtiyaç vardır. Bir kişinin bir şiirini görüp beğenerek onu göklere çıkarmak iyi bir eleştirmenin yapacağı iş değildir. Bu konuda aceleci olmamak gerekir. Zira bir çiçekle bahar olmuyor. Her şeyde olduğu gibi edebiyatta da, şiirde de devamlılık esastır. Kendini yenileyebilenler ve tekrara düşmeyenler zamanla fark edilecek ve hak ettikleri noktalara geleceklerdir. Bu konuda isim vermek de bence acelecilik olur. Yeni kalemleri rakip görmemek, onlara destek ve moral vermek eskilerin de sorumluluğudur. Bu kervan yeni yolcularla menzile olan kutlu yolculuğunu devam ettirecektir. Bu kutlu yolculukta düşenleri ezmemek, onların elinden tutup kaldırmak ayakta kalanların vazifesidir. Zira kimin ne zaman düşeceği hiç belli olmaz. El olan el bulur.
    Ensar KILIÇ: Türk edebiyatının geleceğini aydınlık görüyor musunuz? Sizce eskisi gibi büyük ustalar çıkmıyor mu?
    M.Nihat MALKOÇ: Sadece Türk edebiyatının değil, genel anlamda Türkiye’nin geleceğini aydınlık görüyorum. Yetmiş milyonun üzerinde bir nüfusumuz var. Bu kadar insanın yaşadığı bir ülkede güzel ürünlerin ortaya çıkmasından daha doğal ne olabilir ki?... Eskiden insanlar bugünkü kadar yazmıyordu. Geçmişte bu kadar kültür, sanat ve edebiyat dergisi yoktu. En mühimi de internet denen vasıta yoktu. Artık dünya internet ağıyla birbirine bağlanmış durumdadır. Herkes, her şeyden haberdardır. İsteyen herkes sesini duyurabiliyor. Daha özgürlükçü ve katılımcı bir ortam var günümüzde. İlerlemek isteyenler için yol daima açık…
    Eskiden bu imkânlar yoktu. Dergi ve gazete sayısı bugünkü kadar değildi. Gerçi gazetelerin kitap ekleri dışında edebiyata hizmet edip etmedikleri de ayrı bir tartışma konusudur. Bu arada piyasada o kadar çok gereksiz magazin dergisi var ki onların kalabalığından kültür, sanat ve edebiyat dergileri raflarda kendilerine layık yer bulamıyorlar.
    Geçmişte bir sürü edebî akımlar vardı. Edebiyat grupları, sanat anlayışları söz konusuydu. Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Âti, Milli Edebiyat, Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler, Garipçiler, İkinci Yeniciler, Toplumcular bunlardan bazılarıdır. Günümüzde şair ve yazarlar daha çok bireysel takılıyorlar. Bu çeşit edebî oluşumlar pek sık görülmüyor. Bu da dağınık bir görüntü teşkil ediyor. Oysa eski edebî grupların her biri iyi veya kötü birer mektepti, şiir atölyesiydi. Bunun tekrar vücuda getirilmesi, şairlerin belli şiir mektepleri oluşturması şiirimiz için bir kazanç olacaktır. Zira eski büyük ustalar bu şiir mekteplerinde yetişti. Günümüzdeki bu dağınıklık ve başıboşluk bu şiir ve edebiyat mekteplerinin tekrar oluşmasıyla giderilebilecektir. Gerçi bunu sanal ortamda sağlayan oluşumlar vardır; fakat yüz yüze gelmedikten, aynı havayı teneffüs etmedikten sonra ekip ruhu yakalanamıyor.
    Günümüzde büyük şairler yetişmiyor demek insafsızlık olur. Solda da, sağda da büyük şairler yetişiyor aslında. Fakat bir şairin edebiyata mal olması için uzun bir süreçten geçmesi zorunludur. Günümüzde saflar eskisi kadar net ve belirgin değil. Herkes kendi çapında bir şeyler üretiyor ama bunlar henüz tam anlamıyla tasnif edilebilmiş değildir. Yaşayan şairlerin duygu ve düşünce dünyası her an değişime açık olduğu için onlar hakkında mutlak hükümler vermek bizi yanıltabilir. Bazı şeyleri bekleyip görmek lazımdır. Edebiyat tarihine geçmek için bir nesillik sürenin geçmesi gerekir. Bu da yarım asra yakın bir süredir.
    Ensar KILIÇ: Şimdiye kadar birçok ödül kazandığınızı biliyoruz. Bundan yola çıkarak, oluşturduğunuz bir eserin değer gördüğünü görmenin mutluluğunu bize anlatır mısınız?
    M.Nihat MALKOÇ: Yerel ve ulusal olmak üzere bugüne kadar otuzun üzerinde ödül kazandım. Evimde plaket koyacak yer kalmadı desem abartmış olmam sanırım. Ödüllerimi sıralamaya kalksam herhalde birkaç sayfa tutar. Bu beni fevkalade mutlu ediyor; yazma şevkimi daha da artırıyor; hissiyatımı kamçılıyor. Ben bu kaynaktan besleniyorum. Eserimin beğenildiğini görmek bana enerji olarak yansıyor. Onun içindir ki bu durumu bilen ve yaşayan bir insan olarak beğendiğim eserlerin sahiplerine övgü dolu sözler sarf etmede cimri davranmıyorum. Biliyorum ki övgü; büyük küçük, kadın erkek herkes için bir ilaç kadar tesirlidir. Fakat samimiyetten uzak olan özgüler bu tesiri sağlamaktan çok uzaktır.
    ‘Marifet iltifata tabidir’ der eskilerimiz… Samimi iltifat görmek dünyanın en güzel duygusudur. ‘Samimi’ sözünü özellikle vurguluyorum. Çünkü günümüzde iltifatın da ayarını bozdular. Ne yazık ki bu alanda da kantarın topuzu kaçtı. İnsanlar iltifatlarında da samimi değiller çok kere. Bunda iltifat edenler kadar iltifat görenler de suçludur. Zira eleştiriye tahammül edemeyen fertlerden oluşan bir toplumuz. Adam şiir kitabı yayınlıyor. Size de getiriyor kitabını. Bir anlamda hediye ediyor size. Fakat açıkça söylemese de sizden kitapla ilgili bir yazı bekliyor. Okuyorsunuz şiir kitabını. Aslında hiç de beğenmiyorsunuz. Bunu dile getirmek hiç de kolay değil. Çünkü size kitabını imzalayan kişi sizden nasihat değil, övgü dolu sözler bekliyor. Sözde eleştirmenler basıyor övgüyü. Fakat gerçek eleştirmen gördüğü hataları açık yüreklilikle ifade ediyor. Bu sefer de kitabın sahibiyle bozuşuyorsunuz.
    Bunları bizzat yaşayan biri olarak konuşuyorum. Bana da şairinden imzalı çok kitaplar geldi. Nezaketle aldım, teşekkür ettim, okudum ve hakkında yazılar kaleme aldım. Beğenmediğime gerekçelerini de sıralayarak açıkça ‘beğenmedim’ dedim. Beğendiklerimi de överken hiç cimri davranmadım. Hakkında olumsuz eleştirilerde bulunduğum bir kısım şair ve yazardan selam alamadım. Fakat doğru bildiğim yoldan sapmadım yine de… Bunu yaşayan biri olarak iltifatın da samimi ve yalancı olanlarını ayırt etmek gerektiğine inanıyorum. Samimi eleştiriler aslında eleştirilen kişinin elinden tutmak, ona yol göstermek anlamı taşır. Beni eleştirenler aslında benim gerçek dostlarımdır. Ödüllere de böyle bakıyorum ben. Zaten akıllı bir şair ve yazar ödülün niteliğini de anlayabilecek yetkinliktedir.
    Ensar KILIÇ: Son olarak sormak istediğim şey şudur; edebiyat dünyasında ulaşmak istediğiniz bir yer var mı? Şiire heveslenenlere neler önerirsiniz?
    M.Nihat MALKOÇ: Her insanın bir hedefi vardır, olmalıdır da. Hedefsiz yürüyen erken yorulur. Benim hedefim de öncelikle ve özellikle baki kalan bu kubbede hoş bir seda bırakmaktır. Yoksa meşhur olmak gibi bir düşüncem yoktur. Geniş kitlelerce okunmak her şairin hedefi olduğu gibi benim de hedefimdir. Fakat bu hedefe varmak için duyguların en seçkinini, özünü ve en güzelini vermelisiniz okuyucuya. Bunu verebilirseniz okuyucu sizi baş tacı eder. Fakat reklamın da tanınmada etkili bir araç olduğuna inanıyorum. Nice büyük sanatkârlar vardır ki köşede bucakta unutulmuşlardır; nice cüce sözde sanatçı vardır ki geniş kitlelerce baş tacı edilmişlerdir. Bu da işin acı olan, yürek yaralayan tarafıdır şüphesiz.
    Günümüzde şiirin de küçümsenemeyecek bir müşterisi vardır. Fakat ülkemizde “şiir yazanlar şiir okuyanlardan daha çoktur” iddiasındayım ben de. Bu ne demektir? Şiir meraklıları şiir okumadan şiir yazmaya kalkışıyorlar. İyi bir şair olmak için öncelikle ruhunda şiire dair belli bir meyil olmalıdır. Bu yetmez şüphesiz. Şiiri sevmeli ve ciddiye almalısınız her şeyden önce. Şiiri boş zamanları dolduran bir uğraş olarak görmemelisiniz. Şiir yazmaya heveslenen kişilerin öncelikle bu alanda kendini kabul ettirmiş şairleri sürekli okumaları gerekir. Nasıl ki üniversiteye hazırlanan öğrenciler bir günde yüzlerce test sorusu çözüyor, zihin egzersizi yapıyor, işte şiire gönül verenler de her gün onlarca şiir okumalı ve bu şiirler üzerinde düşünmelidir. Aksi halde şiir yazdıklarını zannederek kıymetli zamanlarını boşa harcamış olurlar. “Söylenmeyen söz yoktur” düşüncesince tekrara düşerler.
    Çok şiir okumak iyi de bunun okuyana yansıyan olumsuzlukları da olabilir. Keza çok şiir okuyan kişi belli bir şairin tesirinde kalarak onu taklit edebilir; onun atmosferinden kurtulamayabilir. Malumdur ki taklit hiçbir zaman aslı kadar mükemmel ve orijinal olamaz. Şiiri bir yaşam tarzı olarak gören akıllı şiir okuyucusu şiirin gerçeği varken niçin sahtesini tercih etsin ki? Buna esinlenme dersek bunun da belli bir sınırı vardır. Şairler birbirinden esinlenebilir ama bu taklit boyutuna varmamalıdır. Zira en çok sevilen şairler şiir adına yeni şeyler ortaya koyanlardır. Hep aynı çizgide giden ve yeni arayışlar içerisinde olmayan şairler okuyucuyu bıktırırlar. Bir zaman sonra çevresinde muhatap olacakları okuyucu bulamazlar. Bu şairin bittiği andır. Onun içindir ki kimseye benzeme sevdasında olmamalıyız; kendimiz olma, üslûp geliştirme gayreti içerisinde şiirin derinliklerinde yol almalıyız.
    Aziz Nesin’in deyimiyle ‘her üç kişiden beşinin şair’ olduğu bir toplumda ve zamanda yaşıyoruz. Bu ironik bir ifade olsa da her ironi bir gerçekten yola çıkar. Gerçi bu durum diğer alanlarda da söz konusudur. Fakat zaman iyilerle kötüleri, şairlerle müteşairleri ayırıyor. Geçmişten örnek vermek gerekirse Servet-i Fünun dergisinde yüzlerce şair yazmasına rağmen bugün Tevfik Fikret’le Cenap Şahabeddin’den başka kimi tanıyoruz? Gün gelecek iyilerle kötüler zamanın adaletli süzgecinde ayıklanacaktır. İyilerin sesi daha gür çıkacaktır.
    Şiir edebiyatta özün özüdür. Şiir kelimelerin süzülmüş halidir. Şiirde kelimeler yerli yerinde kullanılmalıdır. Ne bir fazla, ne bir eksik kelime, her şey yerli yerinde… Onun içindir ki şiir cesaret isteyen bir edebiyat sahasıdır. Fakat bu deli cesareti değildir. Şiir yazma heveslileri bunları bilerek bu yola revan olmalıdır. Şiir yazmaya heveslenenler öncelikle uzun bir okuma süreci geçirmelidirler. Şiiri tanımak ve inceliklerine vakıf olmak için çok şiir okumak lazımdır. Şiir aceleye getirilecek bir sanat ve edebiyat dalı değildir. Şiir sabır ister, ancak sabredenler geniş kitleleri peşinden sürükleyen güzel şiirler yazabilirler. Türk şiirinin yüz aklarından biri olan Yahya Kemal Beyatlı’nın bir şiirine son şeklini vermek için 16 yıl beklediğini söylersek işin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır kanaatindeyim.
    Türk ve dünya şiirini öncelikle okumalı, bu sahada emsalsiz eserler veren büyük şairleri tanımalıyız. Şiirin teorisi üzerinde de iyice kafa yormalıyız. Şiirin de bir felsefesi olduğunu bilmeliyiz. “Anlaşılmaz ve kapalı ne söylersen şiir olur” sakat mantığıyla, kendisinin de anlam veremediği uçuk imgelerle okuyucuyu yoran bir şair; gün gelir etrafında kimseyi bulamaz. İmge demek bilinmeze yolculuk demek değildir. Şiirde her imge bir duyguya karşılık gelmelidir. Fakat duyguyla imge arasındaki mesafe çok iyi ayarlanmalıdır. Ne çok uzun, ne de çok kısa olmalıdır bu yol... Okuyucu bu mesafeyi kat etmek için çaba göstermelidir. Fakat zaman zaman da okuyucunun elinden tutulmalıdır. Bilinmelidir ki imgeyi çözen okuyucunun şiirden alacağı haz hiçbir şeyden elde edilemeyecek kadar büyüktür.
    Şiir çetin bir dil işçiliğidir. Adeta iğneyle kuyu kazmaktır. Şiir yazanlar, tonlarca topraktan bir gram altın elde etmek için uğraşan madenciler gibidir. Bir gram altın elde etmek için nice fedakârlığa ve zorluğa katlanırlar. Öyle olsa da neticede elde ettiğiniz altındır. Bunu elde etmek bütün yorgunluları unutturur. Zor olduğu için kıymetlidir zaten. Şiir yazmaya heveslenenlerin bu yolun uzun ve çileli bir yol olduğunu bilmeleri gerekir. Şiire ve şairliğe talipseniz bunu bilerek ve kabul ederek yola çıkmalısınız. Kimse kimseyi şair olmaya zorlamıyor. Şiiri ya ciddiye al, ya da hiç bulaşma. Ortalık son yıllarda kendini şair sanan zavallılardan geçilmiyor. Kelimeleri leblebi gibi beyaz sayfalara serpiştiren bu müteşairler çok şey yaptıklarını sansalar da şiire hiçbir şey katmıyorlar aslında. Bilinmelidir ki bu ülkede herkes şair olmak mecburiyetinde değildir, olamaz da… İnsanlar en iyi bildiği işi yapmalıdır. Memleketimizdeki kötü şairler veya diğer tabirle müteşairler(kendini şair sananlar) kervanına bir şaşkın yolcu daha eklemek faydadan çok zarar verir Türk şiirine. Eski Türk şiirinden modern Türk şiirine kadar bu sahada kalem oynatanları; düşüncesine hiç bakmadan, bağnazlığa sapmadan okumalı yeni şairler… Ondan sonra da bir örümcek misali sabır ve tahammülle kendi şiir ağlarını örmelidirler. Bunun başka bir yolu ve yordamı da yoktur.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 19.02.2009 - 09:01

    GAZANFER ÖZCAN’IN ARDINDAN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Siyah beyaz filmlerden bugünlere kadar yüzlerce filmde ve dizide rol alan Türk tiyatrosunun usta oyuncusu Gazanfer Özcan sessiz sedasız ayrıldı aramızdan. Dizilerin bugünkü gibi ayağa düşmediği zamanlarda ‘Kuruntu Ailesi’nin Hüsnü Kuruntu’su, hepimizin severek izlediği bir başrol oyuncusuydu. O, son yıllarda “Avrupa Yakası”nda ‘Tahsin Bey’ rolünde diziye renk katıyordu. Yaptığı esprilerle izleyenleri gülmekten kırıp geçiriyordu.

    27 Ocak 1931’de İstanbul’da doğan Gazanfer Özcan’ın kalbi 17 Şubat 2009 tarihinde durdu. İlkokulu İstanbul’da Cihangir Firuzağa İlkokulu’nda, ortaokulu Beyoğlu Ortaokulu’nda, liseyi ise Vefa Lisesi’nde okuyan Gazanfer Özcan, tiyatroyla lise yıllarında tanışmıştı. Vefa Lisesi’nde “Hisse-i Şayia” adlı bir oyunda oynamıştı. Bu oyunda “Bican Efendi” rolüyle tiyatroya ‘merhaba’ diyen Gazanfer Özcan, Avrupa Yakası’ndaki “Tahsin Bey” rolüyle uzun yıllar süren tiyatro, sinema ve dizi oyunculuğuna son noktayı koydu.

    Merhum Gazanfer Özcan uzun süre ara verdiği sinema oyunculuğuna 2000 yılında “Komiser Şekspir” adlı sinema filmiyle tekrar dönmüştü. O, ilerleyen yaşına rağmen oyunculuktan hiç kopmadı. Ömrünün son demine kadar sahnelerin ve setlerin tozunu yuttu. 78 yaşındaki bir oyuncunun hiç bıkmadan kamera karşısına geçmesi ender rastlanan durumlardandır. O, bu işi çok sevdiği için tiyatrosuz ve sinemasız yapamıyordu. Ekranlar ona hayat veriyordu. Tiyatroda seyircinin alkışları onun ruhunun gıdasıydı, ondan besleniyordu.

    Bizler Gazanfer Özcan’ın filmleriyle, dizileriyle, tiyatrolarıyla büyüdük. O bizim ailemizden biriydi sanki. Yanımızda ve çok yakınımızdaydı. Onun babacan tavırları ve komiklikleri gözlerimizin önünden gitmiyor bir türlü. Gönül soframızda ona her zaman yer vardı. Genellikle “Baba” rolünde oynardı dizlerde. Güldürürken ciddi mesajlar da verirdi.

    Merhum Gazanfer Özcan’ın oynadığı tiyatrolar, filmler ve diziler büyük bir yekûn teşkil etmektedir. O bir sanat işçisiydi. Büyük bir vakarla ve ciddiyetle işini yapıyordu. Gazanfer Özcan’ın oynadığı filmler arasında şunları sayabiliriz: “İngiliz Kemal, Lawrence’e Karşı (1952), Çeto Salak Milyoner (1953), Fındıkçı Gelin (1954), Aramızda Yaşayamazsın (1954), Şimal Yıldızı (1954), Allı Yemeni (1958), Sevdalı Gelin (1959), Garipler Sokağı (1959), Biz İnsan Değil Miyiz (1961), İki Damla Gözyaşı (1961), Utanmaz Adam (1961), Naciye’m (1961), Minnoş (1961), Yedi Günlük Aşk (1961), Külkedisi (1961), Damat Beyefendi (1962), Şaka Yapma (1962), Avare Şoför (1963), Vur Patlasın Çal Oynasın (1970), Çılgın Yenge (1971), Televizyon Çocuğu (1975), Tokmak Nuri (1975), Ah Nerede Vah Nerede (1975), Dam Üstüne Çul Serelim (1975), Burnumu Keser Misiniz? (1992), Komiser Şekspir (2000), Keloğlan Kara Prens’e Karşı (2005), Beyaz Melek (2007)”…

    1962’de kendisi gibi oyuncu olan Gönül Ülkü’yle evlenen Gazanfer Özcan, ilk iş olarak “Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu”nu kurmuştu. Bu tiyatroyu büyük bir fedakârlıkla ve özenle bir çocuk gibi büyüterek bugünlere getirmişti.

    Hayatını tiyatro ve sinemaya adayan Gazanfer Özcan, büyük küçük herkes tarafından seviliyordu. 1998 yılında kendisine “Devlet Sanatçısı” unvanı verilmişti. Bu yerinde bir karardı. Marifet iltifata tabiydi. O da iltifat görmüş, bu onun enerjisini daha da artırmıştı.

    Sahne hayatının altmış yılını geride bırakan Gazanfer Özcan, tiyatroyu ve genel anlamda oyunculuğu bir yaşam biçimi olarak kabul etmişti. O, Türk tiyatrosunun duayenlerindendi. Komedi oynarken bile iş disiplinini ve ciddiyetini korurdu. Çünkü seyirciye büyük saygısı vardı. Yaptığı işin hakkını fazlasıyla veriyordu. Rolünü yaşayarak oynuyordu.

    Gazanfer Özcan, nesi varsa tiyatro uğrunda harcamıştı. Mazbut bir hayat yaşamıştı. Paranın ve zenginliğin peşinde değil, sanatın peşinde koşmuştu. O şimdi aramızdan ayrıldı; tabir caizse perdeyi kapattı. Fakat arkasında beş yüz bin lira borç bıraktı. Fakat bu borç; kumar borcu değil, sanata yapılan yatırımın vergi borcu; tiyatrosunun ödeyemediği vergi borcu… Büyük oyuncuya Allah rahmet eylesin. Filmleri yayınlandıkça o hep hatırlanacak…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 19.02.2009 - 07:17

    BAHTİYAR VAHABZADE’NİN ARDINDAN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk dünyası edebiyat çınarının yaprakları bir bir dökülüyor. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’dan sonra Türk dünyasının medar-ı iftiharı Bahtiyar Vahabzade de göçtü dünyadan. O, Azerbaycan’ın özgürlük timsaliydi. Şairdi, yazardı, düşünürdü, siyasetçiydi. O, Türkçenin yaşayan en büyük şairiydi. Onu Türkiye çok iyi tanıyor ve derin bir muhabbetle seviyordu. Azerbaycan’ın hürriyet mücadelesine öncülük eden isimlerin başında geliyordu. Bundan dolayı ülkesinde istiklal nişanıyla ödüllendirilmişti. Azerbaycan’da ‘Halk Şairi’ unvanıyla anılıyordu. O, Azerbaycan’ın ve Türk dünyasının ses bayrağıydı. Ona dair sevgimi ve ölümünden duyduğum tarifsiz üzüntümü kalemime mürekkep yapıp mısralara gömdüm:

    “Şeki’de doğan güneş Bakü ufkunda battı
    Bahtiyar yürekleri bu son beste kanattı

    İnsanlığa duyurdu vicdanların sesini
    Terennüm eylemekte sonsuzluk bestesini

    Özgürlük savaşında saçlarına ak düştü
    Masmavi gökler mahzun çınardan yaprak düştü

    Göçtü dar-ı bekaya Bahtiyar Vahabzade
    Söz mülkünden hazine miras bıraktı bize

    Azık ettik yüreğe gamı, kederi, yası
    Şiirin sultanına ağlasın Türk dünyası

    Böyle mümtaz şahsiyet dünyaya gelir ender
    Nadirdi çağımızda onun gibi kalender

    Seksen dört yıl boyunca diri yaşadı diri
    Bir ayağı geçmişte, gelecekteydi biri

    Yolculuğa çıkarken ardında koydu hüzün
    Vakitsiz battı güneş, gök karardı gündüzün

    Asrın Dede Korkut’u binerken tahta ata
    Aldanmadı dünyaya, son verdi saltanata

    İndirdi omuzundan ömrün ağır yükünü
    Köprü kurdu maziye unutmadı kökünü”

    Vahabzade için ne yazılsa, ne denilse azdır. Onun destanlaşan mücadelesini, engin ruhunu sınırlı kelimelerle anlatmak kabil değildir. O, Türk dünyasının bülbülüydü. Karabağ’ın yanık sesiydi. Ömrü boyunca gülün peşinde koştu, şakıdı durdu. Onun çağlayanlar misali şiir olup akan yüreği artık pırpır etmiyor. Bu yüzden Türk dünyası mahzun… O, yeri gelince bir kartal, yeri gelince bir barış güvercini oldu. Öfkesini ve sevgisini hiçbir zaman içine hapsetmedi. Onun şiir bahçesi son nefesine dek kurumadı. En nadide söz çiçekleri bu bahçede açtı. Bu çiçeklerin kokusu Azerbaycan’dan Türkiye’ye kadar yayıldı. Türk milletine aşk derecesinde bağlı olan bu aksakalın söz vadisinde bıraktığı boşluğu doldurabilecek kimseler yoktur sanırım. Bizler onun evlatları olarak mahzunuz, yaralıyız. Takdir-i ilâhinin tecellisi olarak âlim sonsuz âleme rücu eyledi. Allah rahmet eylesin. Güle güle büyük Usta, güle güle!

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 12.02.2009 - 08:34

    GÜMÜŞHANE’NİN SAKLI GÜZELLİKLERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Gümüşhane, Kuşakkaya’nın eteklerinde kurulmuş, Harşit Çayı’yla ikiye ayrılmış, dağların koynunda uyuyan nazenin bir güzeldir. Burada tarih ve doğal güzellikler bambaşka bir sentez oluşturur. Bu güzel şehir Tarihî İpek Yolu güzergâhı üzerindedir. Adını çok zengin gümüş madeni yataklarından almaktadır. Fakat burada gümüşün yanında altın gibi başka kıymetli madenler de bol miktarda vardır. Doğuda Bayburt, batıda Giresun, kuzeyde Trabzon ve güneyde Erzincan ile komşu olan bu şirin şehir, düşlerinde 1210 metre yüksekten bakmaktadır masmavi denizlere. Denizden uzak düştüğü için dağlarla söyleşmektedir gece gündüz… Harşit’in kulağına fısıldamaktadır dertlerini. Berrak sularıyla, yemyeşil vadisiyle, güler yüzlü, vatansever insanıyla aydınlık yarınlara yol almaktadır düşmanları çatlatırcasına.

    Kelkit, Kürtün, Köse, Şiran ve Torul; Gümüşhane’nin aziz evlatlarıdır. Yemyeşil bir vadinin koynunda uyuyan bu şehir, aynı kaderi paylaşır evlatlarıyla. Bizanslılar tarafından kurulan Kelkit, Gümüşhane’nin ilçelerinin en büyüğü olduğu için abi rolündedir şüphesiz... Kürtün; Harşit Çayı kenarında, dağların ve ormanların içerisinde bakir bir görünüme sahiptir. Buraya ‘orman denizi’ diyenler hiç de haksız değildir kanımca. Zira burada ormanlar bütün haşmetiyle ve alımlı güzelliğiyle karşılar sizi. Köse’nin evelek dolması, kelem dolması, siron, fıt fıt haşılı ve pirinçli börek gibi yemekleri damağınızda doyumsuz izler bırakır. Tomara Şelalesi, Şiran’ın güneybatısındaki Seydi Baba Köyü’nde karşılar sizi. Kayaların arasından, tepe yamacından ve yer altından çıkan köpüklü sular bambaşka bir görüntü oluşturmakta, güzel bir fon teşkil ederek gözleri kamaştırmaktadır. Bembeyaz bulutlarla köpüklü sular saflığın aynasından yansımaktadır. Harşit Çayı etrafında kurulan Torul, Karaca Mağarası’yla, Zigana Dağı’yla, Limni Gölü’yle, Yedi Göller’iyle, tarihi köprüleriyle keşfedilmeyi bekliyor.

    Gümüşhane, Türkiye’nin en çok göç veren şehirlerinin başında gelmektedir. Bu topraklarda rızkını temin edemeyenler, kendilerini büyük şehirlere atarak orada ekmek kavgası vermektedirler. Gümüşhane, Türkiye’nin büyükşehirlerine çok uzakta bir yerde yer almaktadır. İstanbul’a uzaklığı 1108, Ankara’ya 788, İzmir’e 1368, Bursa’ya 1118 km’dir. Yani gurbetçiler memleketlerinden çok uzaklarda sıla hasretiyle yanıp tutuşmakta, fakat mevcut şartlar bu ayrılığı zorunlu kılmaktadır. Şehrin nüfusu her geçen gün azalmaktadır.

    Gümüşhane’nin en yakın komşularından biri Trabzon’dur. Trabzon’da da çok sayıda Gümüşhaneli vardır. Gümüşhane’nin Trabzon’la diyaloğu diğer şehirlerden çok daha fazladır. Bu iki şehrin birbirine uzaklığı 100 kilometre civarındadır. Gümüşhane’yle Trabzon arasında hemen her saat başı ulaşım imkânı vardır. Bu durum, ilişkileri sıcak tutmaktadır. Öte yandan Trabzonlular kendi şehirlerinin dışında çalışma mecburiyetinde kaldıklarında Gümüşhane’yi tercih etmektedirler. Gümüşhane-Trabzon dostluğu her geçen gün daha da pekişmektedir.

    Gümüşhane’nin saklı güzellileri misafirlerini bekliyor. Başta Karaca Mağarası olmak üzere Santa Harabeleri, Süleymaniye(Eski Gümüşhane), Gümüşhane Konakları, Örümcek Ormanları, Satala Antik Kenti, Zigana Turizm Merkezi, Meryemana Kilisesi, Canca Kalesi, Kov Kalesi, Akçakale, Keçikalesi, Satala Kalesi, Gümüştuğ Kalesi, Torul Kalesi, Daldaban Çeşmesi, Gümüşhane Köprüsü, Tomara Şelalesi, Limni Gölü, Artabel Tabiat Parkı ve Sarıçiçek Köy Odaları ziyaretçilerini güler yüzle ve heyecanla beklemektedir şimdilerde...

    Gümüşhane’nin lezzetleri de baş döndürücüdür. Gümüşhane’de Fırın Erişte, Mantı Çorbası, Gavut Çorbası, Lemis, Fasulye Bulgurlusu, Siron önemli yemeklerdendir. Gümüşhane’nin bahse değer yerlerinden biri de sağlık dağıtan ve göz zevkimizi okşayan, birbirinden güzel yaylalarıdır. Yaz gelince herkes bu yaylalara göçerek kışın acısını doyasıya çıkarır. Gümüşhane’nin en yüksek noktası ise Abdal Musa Tepesi’dir. Buranın rakımı 3331 metredir. Burada ayağınızın yerden kesildiğini, başınızın bulutlara değdiğini hissedersiniz.

    Bir okullar şehri olan Gümüşhane artık üniversitesine de kavuştu. İşsizliğe çare bulunabilse, yeni istihdam alanları açılabilse gurbetçiler sılaya dönmek için can atmaktadır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 10.02.2009 - 06:34

    KANSERE GÜLÜMSEMEK YAHUT SİBEL KALAYCI’NIN ARDINDAN…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Kanser, çağımızın kâbusu olmaya devam ediyor. Son yıllarda özellikle Doğu Karadeniz Bölgesi’nde gerçekleşen kanser kaynaklı ölümler bütün dikkatleri Çernobil kazasına yöneltiyor. Zira bugüne kadar nice insan kansere kurban gitti bu bölgede. Kazım Koyuncu, Erkan Ocaklı ve Osman Yağmurdereli gibi kamuoyunun yakından tanıdığı isimler kanserden dolayı hayatlarını kaybettiler. Devlet yetkilileri aksini söylese de, Çernobil can almaya devam ediyor. Kanserin son kurbanı, sekiz yıldan beri bu hastalıkla mücadele eden ve her şeye rağmen kansere gülümseyen gazeteci Sibel Kalaycı oldu. Kanser, geleceğin düşlerini gören değerli bir kardeşimizi daha aramızdan ayırdı. Kalem tutan eller kara toprağa değdi.

    Gazeteci Sibel Kalaycı 34 yaşında hayat dolu bir kızdı. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirmişti. Geleceğe yönelik hayalleri vardı. Sibel Kalaycı bundan sekiz yıl evvel meme kanserine yakalanmıştı. Sekiz yıldan beri bu hastalıkla mücadele ediyordu. Fakat ne yazık ki o da kansere karşı verdiği büyük mücadeleyi kaybetti. Kansere karşı mücadelede Türkiye’nin sembolü olan Kalaycı, bu hastalığın pençesine düşenlere moral veriyordu hep... Çektiği onca sıkıntıya rağmen hayata dört elle sarılıyor, adeta kansere gülümsüyordu. “Kansere gülümsemek” ifadesi ona aitti. Bu isimde bir de kitap kaleme almıştı. Bunun yanında “Sibel’in Günlüğü” ve “Hüzün Mevsiminde Aşk” isimli iki kitabı daha yayımlandı.

    Sibel Kalaycı, kanserli hastaların dili ve eliydi. Onun aldığı her nefes kanser hastaları için bir umut ve moral kaynağıydı. Kanserle ilgili yaşadıklarını sıcağı sıcağına kader arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Hastalığı boyunca yazı yazmaya devam etti. Gördüklerini, duyduklarını ve hissettiklerini anlattı gazetelerde ve internet ortamında. Sarı basın kartı sahibi olan Kalaycı, Türkiye Gazeteciler Sendikası ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesiydi.

    Merhum Sibel Kalaycı, çevresi tarafından daima çok sevildi. O, en korkunç hastalık olan kanserle alay edecek kadar cesur ve nüktedandı. Çektiği acılara rağmen çevresine sürekli pozitif enerji saçıyordu. Bir kısım endişeleri olsa da hastalığını yeneceğine inanıyordu; daha doğrusu inanmak istiyordu. Zira yaşanacak güzel günlerin hayali onu hayata bağlıyordu.

    Kanser herkesin korkulu rüyası, daha doğrusu kâbusu… Bir yerimiz ağrıyınca hep o kötü hastalık geçiyor zihnimizden. “Acaba” sözcüğüyle başlıyor bütün cümleler… Sibel Kalaycı da ilk günlerde bu duyguları yaşadı belki… Fakat Sibel, kanserle barışık yaşamasını bildi. Suratını asmadı hiç; ziyaretçilerini güler yüzle karşıladı ve uğurladı. Yaşama sarıldı. O, son yazısında, adından bile ürkülen hastalığıyla alay ediyor: “Hani, tümörlerim sanki Everest Tepesi ile yarışa girişmişler gibi, büyümüşler de büyümüşler, büyümüşler de büyümüşlerdi ya. Gerçi büyümelerine lafım yok ama hiç olmazsa çevre organlara zarar vermesinler değil mi? Ya da madem zarar veriyorlar, bir tabela assınlar: “İç organlara verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz. “Yok, ama illa kabalık yapacak edepsiz tümörlerim.” Acı ve gülümseme…

    Sibel Kalaycı son nefesini verene kadar büyük zorluklara göğüs gerdi. Dostlarının ve yakın çevresinin ilgisi onu ayakta tuttu, sevgiyi koltuk değneği yaptı kendisine. Bir yazısında ölüm meleğini gördüğünü söyleyerek onu da ti’ye alıyordu: “Yakınlarda, güç bela uykuya dalabildiğim gecelerden birinde kâbusumda gördüm ölüm meleğini… Azrail pek bir feci öfkeliydi. Sanki ‘-Yeter artık, seni almak için kaç kez onca yolu tepiyorum, her defasında, biraz daha zaman istiyorsun, bıktım artık senden’ der gibi… Korkuyorum, hemen lambayı açmak için ayağa kalkıyorum ki, beni fırlatıp yatağıma fırlatıyor. Yeniden lambayı açmaya yöneliyorum. İzin vermiyor. Yine dua ediyorum: -Allah’ım, biraz daha yaşamam için bana izin ver, diyorum. Azrail ortadan kayboluyor. Kalkıp lambayı yakıyorum. Ohh be, dünya varmış… Tamam, Azrail de bir melek ama ölüm meleği sonuçta, üstelik de çok öfkeli…”

    Kaderden kaçılmıyor işte... O da alınyazısından kaçamadı. Türkiye onun gülen yüzünü hiç unutmayacak. O, en zor zamanlarında kaleme aldığı umut kitaplarıyla hep bilinecek ve hatırlanacak. Keşke yaşasaydı ve yazılarıyla ışık olsaydı karanlıklara. Allah rahmet eylesin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 05.02.2009 - 10:56

    SOMUNCU BABA DERGİSİ’NİN 100. ŞEREF SAYISI

    M.NİHAT MALKOÇ

    “Dergi hür tefekkürün kalesidir” demişti Cemil Meriç “Bu Ülke” adlı kitabında… Gazeteler günün haberlerine değinir ve bunları değişik açılardan yorumlar; bu yüzden bir günlük ömrü vardır gazetelerin. Ya dergiler; dergiler öyle midir? Gazetenin aksine dergiler daha kalıcıdır. En azından yayınlandığı dönem içerisinde hayatiyetini sürdürürler. Birçok aydının duygu ve düşüncelerini iki kapak arasına alan dergiler fikriyatımıza ışık tutarlar.

    Türkiye’de son yıllarda çok sayıda dergi çıkarılıyor. Fakat bu dergilerin çoğu magazin içeriklidir. Bu dergiler çok kere okunmak için değil, şöyle bir göz atmak için alınıyor. Ben o dergiler için harcanan kâğıtlara ve o kâğıtları elde etmek için kesilen güzelim ağaçlara yanıyorum. Kitapçı raflarında bu dergi kalabalığında faydalı dergiler de gözden ırak oluyor.

    Bazı dergiler vardır ki belli bir zaman sonra bağımlılık oluşturur insanda. İyi bir okuyucu satın aldığı bu dergileri okuyunca çöpe atmaz; onların arşivini tutar. Bu aslında bir ilgi ve merak meselesidir. Bazıları da aldığı dergileri gazete karıştırır gibi şöyle bir gözden geçirerek elinden atar. O dergiler kısa zamanda içeriğinden faydalanılmadan zayi edilir.

    Malatya’nın Darende ilçesinde uzun yıllardan beri Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı tarafından “Somuncu Baba” adında çok kıymetli bir dergi çıkarılıyor. “Somuncu Baba” bir Allah dostu… Asıl adı Hamid Hamidüddin…1331–1412 yıllarında yaşamış bir Hakk âşığı… Şeyh Hamid-i Veli’nin kabri Malatya’nın Darende ilçesinde Somuncu Baba Camii’nde bulunmaktadır. İşte Somuncu Baba dergisi de bu büyük zat etrafında kenetlenen Hak dostları tarafından 15 yıldan beri yayınlanmaktadır. Bu zengin içerikli dergi A. Şemsettin Ateş tarafından 15 yıl evvel kurulmuştur. Derginin imtiyaz sahipliğini Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı adına Sebahaddin Ateş yapmaktadır. Derginin Yazı İşleri Müdürü Hulusi Yayla ve Yayın Editörü Musa Tektaş, her ay zorlu bir hazırlığa koyularak okuyuculara bir önceki sayıdan daha zengin muhtevalı bir dergi ulaştırabilmenin mücadelesini vermektedir.

    Somuncu Baba dergisi sadece dinî içerikli bir dergi değildir. İlim, kültür ve edebiyat alanında çok değerli yazı ve şiirlere de yer vermektedir bu güzide dergi… Farklı tasarımı ve boyutuyla, kullanılan kâğıdın kalitesiyle ve en önemlisi de içeriğiyle benzerlerine fark atmaktadır. Bu dergiyi alan okuyucu, bir ay boyunca onu elinden düşürememektedir. Bu derginin sayfalarında öyle yazılar yayınlanıyor ki insanın o yazıları defalarca okuyası geliyor. Zira bu ak yazılar gönülden gönüle çelik kadar mukavemetli maneviyat köprüleri kuruyor.

    Türkiye’de dergicilik yaparak köşe dönen insana rastlamak pek mümkün değildir. Hemen her dergi belli bir fedakârlık neticesinde vücut buluyor. İşte Somuncu Baba dergisi de zor şartlarda, büyük fedakârlıklar gösterilerek hazırlanıyor; hiçbir ticarî gaye gütmüyor.

    Maneviyat kokan Somuncu Baba dergisi çok şükür ki bu ay itibariyle yüzüncü şeref sayısına ulaşmış bulunmaktadır. Allah rızasından başka gayesi olmayan bu yayın, uzun ömür sürmeli bundan sonra da… Bu gülistan soldurulmamalı. İri güller yetişmeli bu aşk diyarında. Geleceğimizin inançlı ellerde yükselmesi ve nesillerin ıslahı için bu yayınlara olan ihtiyaç her geçen gün daha da artmaktadır. Bu dergiler selülozdan üretilen kâğıdı ebedileştirmektedir.

    Anadolu’da çıkan bir derginin yüzlü sayıları görmesi sıkça rastlanan bir durum değildir. Üstelik Somuncu Baba’ya, derginin ötesinde aylık yayınlanan ortak kitap da diyebiliriz. Zira çoğu sayıları yüz sayfayı buluyor, bazıları da yüz sayfayı aşıyor; üstelik içeriğini bozmadan, kalitesini koruyarak gerçekleştiriyor bu üstün başarıyı. Bir de sıra dışı çocuk ilavesi veriyor yanında. Derginin mizanpajcısından yazarına kadar herkes olağanüstü bir gayretle ve inançla her ay uzun ve yorucu bir maneviyat yolculuğuna çıkıyor.

    Dergi, bu ayki yüzüncü sayısında geçmiş sayıların arşivi olan bir CD ve 48 sayfalık bir de ek veriyor okuyucularına. Bu ekte Türkiye’nin önemli insanları, kanaat önderleri Somuncu Baba dergisiyle ilgili düşüncelerini dile getiriyorlar. Ne diyelim Allah başarılarını daim etsin. Rabbim torunlarımıza Somuncu Baba dergisinin bininci sayılarını da görmeyi nasip etsin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 04.02.2009 - 08:17

    DAVOS’TA OSMANLI HAYSİYETİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ortadoğu ve Filistin uzun yıllardan beri huzura ve barışa hasret yaşıyor. Bu topraklara bir türlü barış ve demokrasi gelmedi. Daha doğrusu getirilmek istenmedi. Birilerinin işine gelmedi demokrasi ve barış… Bazıları kanla beslendi, iktidarını kanla sürdürdü. Arada ezilen mazlumlar oldu. Ezilmek ne ki!... Canlarını bedel olarak verdiler… Toprak kanla sulandı.

    İsrail, 1948’de Filistin toprakları üzerinde kurulmuş, yasal zemini olmayan bir devlettir. İsrail kurulalı beri Filistinliler için hayat çekilmez bir çileye dönüştü. İsrail, Filistin’i her geçen gün ezerek, yıldırarak ondan toprak kopardı, sınırlarını genişletti. Fakat yine doymadı, bundan sonra da doymayacak. Filistinlileri topraklarından çıkarıncaya kadar çirkin saldırılarına devam edecekler. İsrailliler hâl ve hareketleriyle her geçen gün saldırgan devlet imajını pekiştirdiler. Filistin’i açık hapishaneye çevirdiler. Füzelerin cehenneme dönüştürdüğü Gazze kan gölüne çevrildi. Hayatta kalanlar açlığa mahkûm edildi. Türkiye’nin gönderdiği yardımlar Filistin’e sokulmadı. Tırlar günlerce sınır kapılarının açılmasını bekledi.

    Son Gazze saldırılarında 1200 kişi hayatını kaybetti. İsrail, Filistin’e karşı bütün silahlarını denedi. Orantısız güç kullanıldı. Hedef Hamas denildi; fakat füzeler sivilleri hedef aldı. Evler Filistinli gariplerin başına yıkıldı. Gazze adeta bir korku ve ölüm müzesine dönüştürüldü. İsrail BM’nin binalarını ve okullarını bile yıktı. BM kararlarını tanımadılar. Cenevre sözleşmesini ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini kabul eden İsrail, bu sözleşmelerin hükümlerinin hiçbirine uymadı. Buna karşılık dünya devletlerinden yaptırım da görmediler. Dünya Gürcistan’a gösterdiği hassasiyeti hiçbir zaman Filistin’e göstermedi.

    Davos’ta yaşananları yediden yetmişe herkes biliyor. Bir haftadan beri televizyonlar Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki haysiyetli çıkışını ekrana getiriyor. Başbakanımızın bu onurlu çıkışını gelin bir hatırlayalım: “Sesin çok yüksek çıkıyor. Benden yaşlısın biliyorum. Sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar çok yüksek çıkmayacak. Bunu böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum. Ülkenizde başbakanlık yapmış 2 kişinin bana çok önemli lafları vardır. Filistin’e, tankların üstünde girdiği zaman, ‘kendimi bir başka mutlu addediyorum’ diyen başbakanlarınız var. Tankların üzerine çıkıp da ‘Filistin’e girince mutlu oluyorum’ diyen başbakanlarınız var. Ve bana sayılar veriyorsunuz. İsmini de veririm, belki merak edenleriniz vardır…. Tevrat’ın 6. maddesi der ki ‘öldürmeyeceksin.’ Burada öldürme var. Bu da çok enteresan…(Başbakan salonu terk ediyor…) Benim için de bundan böyle Davos bitmiştir. Daha Davos’a gelmem. Siz konuşturmuyorsunuz. 25 dakika konuştu, 12 dakika konuştum. Olmaz.”

    İnanın Türkiye bu onurlu çıkışı çok özlemişti. Zira bu sert çıkış, devletin en üst makamında bulunan bir yetkili tarafından gerçekleştirilen, yakın tarihe damgasını vuran haysiyetli bir tepkidir. Bugüne kadar böyle dik durulmadı İsrail karşısında. Hep Polyannacılık oyunu oynandı. Recep Tayyip Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışır biçimde dik ve onurlu bir tavır sergiledi. Filistinliler ve bütün mazlum milletler yalnız olmadıklarını anladılar.

    Filistin, Osmanlı’nın bir parçasıydı. Geçmişte Yahudiler Filistin’de oluşturulacak Yahudi yerleşim merkezleri karşılığında 2. Abdülhamid’e 20.000.000 pound önermişlerdi. Sultan 2. Abdülhamid, devletin paraya çok da muhtaç olduğu bir zamanda bu teklifi sertçe geri çevirerek teklif sahiplerine şunları söylemişti: “Bu toprakların bir karışını bile satmam, çünkü bu topraklar bana değil, halkıma aittir. Halkım bu toprakların her karışı için kanını feda etmiştir… Türk imparatorluğu bana değil Türk halkına aittir. Bu yüzden onun hiçbir parçasını geri veremem. Bırakın Yahudiler paralarını kendilerine saklasınlar. İmparatorluğum çöktüğünde Filistin’e para ödemeden sahip olacaklar. Cesetlerimiz paylaşılabilir fakat yaşayan bir vücut üzerinde herhangi bir operasyon yapılmasına izin veremem”.

    Türkiye büyük bir ülkedir. Bize Abdülhamit gibi, Erdoğan gibi dik durmak yakışır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 24.01.2009 - 12:32

    YEŞİLİN KALBİNE SEYAHAT

    M.NİHAT MALKOÇ

    Gezmek, farklı yerler görmek hayata yeniden başlamak gibidir. Gezmek ruhu tazelemektir bir anlamda. Atalarımız boşuna dememiş ‘tebdil-i mekânda ferahlık vardır’ diye.

    Gezmeyi çok seven bir grup öğretmen arkadaşla sabahın alacakaranlığında Trabzon’dan çıktık yola. Bir minibüs dolusu insanı yollardan almak ve toparlamak hiç de kolay olmadı. Gezimizin son durağı ve asıl merkezi Rize olacaktı. Trabzon’dan başlayan gezimiz Karadeniz Sahil Yolu boyunca sıralanan Trabzon ilçelerini bir bir geçerek devam etti. Sürmene’de mola vererek sabah yemeğini şehrin çıkışındaki İzzet-i İkram Lokantası’nda yedik. Burası haşlamanın en güzel yapıldığı ve bol kepçe ikram edildiği bir lokantadır. İzzet-i İkram Lokantası bizim Rize gezilerimizde ilk durağımız olur genellikle. Bir gelen muhakkak yine uğrar bu güzel mekâna. En azından biz buraya uğramadan, haşlama içmeden geçemiyoruz. Yemek sonrası içilen tavşankanı çaylar sizi buraya uğramaya mecbur kılıyor.

    Sürmene’de nefis haşlamayla karnımızı doyurduktan sonra Rize istikametine doğru hareket ettik. Yol üzerinde bulunan Memişağa Konağı’na uğradık. Memişağa Konağı, Sürmene’ye dört kilometre mesafede, Kastel mevkiinde son derece ihtişamlı ve geleneksel mimarînin izlerini taşıyan bir konak… Dışa sarkıtılmış saçaklarıyla havalanmaya hazırlanan haşin bir kartalı andırıyor bu muhteşem yapı… Konak 2000 yılında restore edilmiş, şimdilerde ise yalnızlığa terk edilmiş. Zira konağın kapıları sürmelenmiş, sadece dışarıdan seyredilebiliyor; içine girilemiyor. Bu konağın tez vakitte Sürmene’nin yöresel ürünlerinin sergilendiği, yöresel yemeklerin ziyaretçilere sunulduğu canlı bir etnografya müzesine dönüştürülmesi gerekir. Böyle güzel ve tarihî binanın kilitli olması hiç de hoş bir durum değil.

    Memişağa Konağı’nı ziyaret ettikten sonra Rize’ye doğru yola devam ettik. Of, İyidere, Derepazarı derken Rize’ye vardık. Önce şehrin iki km. yukarısında yer alan Rize Botanik Parkı’na gittik. Birbirinden güzel bitki ve ağaçların süslediği bu parkta tavşankanı Rize çaylarımızı içtik. Çay eşliğinde koyu sohbetlere girdik. Oradan hemen karşıdaki Rize Kalesi’ne geçtik. Rize ilinin güneybatısında bulunan bu kaleden Rize’yi doyasıya temaşa ettik. Kalenin eteklerinde yer alan şirin bir caminin avlusundan geçtik kaleye. Kalenin hâkim bir noktasında metfun, denizi doldurarak şehri genişleten efsane başkan Ekrem Orhon’un kabrini ziyaret ettik. Uzun yıllar Rize Belediye Başkanlığı görevini sürdüren, 1983 yılında aramızdan ayrılan Ekrem Orhon, Rizelilerin çok sevdiği bir sima olarak dikkat çekiyor.

    Rize Kalesi’nden Rize bir başka güzel görünüyor. İstanbul’un Çamlıca’sı, Trabzon’un Boztepe’si neyse Rize’nin de şehre hâkim noktadaki bu büyüleyici kalesi de odur. Burada içilen bir yudum çayın keyfi kolay kolay silinmez zihninizden. Rize’yi kaleden seyretmeden şehri gezdiğinizi ve gördüğünüzü söylemeniz kuru bir iddiadır. Rize kalesiyle bir bütündür.

    Kaleyi gezdikten sonra yine Rize’ye hâkim bir noktada bulunan Kopuzlar Lisesi’ni ziyaret ettik. Rize’nin eğitimde başı çeken kurumlarından biri olan bu güzide okulda modern bir altyapı mevcut… Oradan ayrılıp Rize’nin çıkışındaki Salih Kalkavan Şahika İlköğretim Okulu’na vardık. Devasa bir binada eğitim veren bu kurum bizi doğrusu büyüledi. Çünkü çok geniş bir alanı var. Okulda son teknoloji kullanılıyor. Çok büyük bir yemekhaneleri var. Bina sekiz kattan oluşuyor. Okulda 32 derslik ve 10 laboratuar bulunuyor. Öğle yemeğini burada yedik. Öğle yemeğinde hamsi baş yemek olarak vardı. Güler yüz ve samimiyet gördük burda.

    Rize’ye gelişimizin asıl amacı İkizdere’deki kaplıcalara gitmekti. Onun içindir ki hiç zaman kaybetmeden İkizdere’nin yolunu tuttuk. Ovit Yaylası’nın eteklerinde yer alan İkizdere’nin doğasına hayran kaldık. Bu yeşil vadide gözlerimiz yeşile doydu, adeta bayram etti. Vakit kaybetmeden İkizdere’ye 6 km uzaklıktaki Ridos Termal Oteli’ne gittik. Oradaki kaplıcalara girip yorgunluğumuzu ve vücudumuzda biriken toksinleri attık. Bir yanda sımsıcak kaplıca suyu, öbür yanda dağların doruklarını bir gelin gibi süsleyen karlar… Çok güzel bir tesis kurmuşlar buraya. Vakit kaybetmeden herkesin buraları görmesi gerekir bence.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2009 - 06:37

    BEYAZ PERDEDEKİ “VALİ”

    M.NİHAT MALKOÇ

    Farklı kişiliğiyle, cesaretli çıkışlarıyla, halktan yana tavır ve davranışlarıyla sıra dışı bir valinin hayatı beyaz perdede… Fakat bu senaryo bir masa başında yazılmadı. Bu senaryo gerçek hayattan alındı, bizzat yaşandı. Aksiyon-dram türündeki sinema filmi “Vali”yi Çağatay Tosun adlı genç bir yönetmen yönetmiş. Aynı yönetmen filmin senaryosunu da Batur Emin Akyel’le birlikte yazmış. “Vali” filminde geniş ve daha çok, genç bir oyuncu kadrosu görev almış…Uğur Polat, Erdal Beşikçioğlu, İsmail Hacıoğlu, Hakan Boyav, Şebnem Dönmez, Ayşegül Ünsal, Şemsi İnkaya, Gökhan Soylu, Özgür Çevik, Türkü Hazer isimlerini görüyoruz “Vali” filminin afişinde. Filmin yapımcılığını da Ata Türkoğlu üstlenmiş.

    Trabzon’un Köprübaşı ilçesinin bir dağ köyünde doğan bir insanın Türkiye’de ses getiren ve bürokrasi anlayışını değiştiren örnek yaşamı önce Ayşe Kulin tarafından “Köprü” adıyla romanlaştırıldı. Daha sonra “Köprü” dizisi olarak seyirciyle buluştu haftalar boyunca. Vali Recep Yazıcıoğlu, halktan bir idareci olduğu için onun hayatını anlatan roman da, dizi de çok sevildi. Sonunda da bu güzel insanın hayatını beyaz perdeye aktardılar. Çok da iyi oldu. Zira kelle koltukta gezmeyi göze alabilen, serdengeçti bir kişiliği taşıyabilen ve makamına sımsıkı yapışmayan böyle iradeli insanların takdir edilmesi ve önlerinin açılması gerekiyordu. Aksi halde bu örnek insanların nesli kesilirdi. Bu insanlar Türkiye’nin önünü açan insanlardı.

    “Süper Vali” olarak zihinlerde yer eden Recep Yazıcıoğlu ömrünü bürokrasinin engellerini aşmak için mücadele ederek geçirdi. Kaymakamlık yıllarından, son görevi olan Denizli Valiliği yıllarına kadar hep inandığı doğruları ezilip büzülmeden, eğilip bükülmeden haykırdı. Tokat’ta, Aydın’da, Erzincan’da ve Denizli’de hoş bir seda bıraktı. Dilini tutamaması yüzünden sıkıntılar yaşasa da, Merkez Valiliği gibi pasif bir göreve atansa da o yine her fırsatta bürokrasiye çattı, halktan yana bir tavır takınarak sesini yükseltti. 2 Eylül 2003’te Eskişehir-Ankara Yolu üzerindeki Temelli Beldesi yakınlarında şüpheli bir trafik kazası geçirdi. Kazadan sonra bitkisel hayata giren Yazıcıoğlu, aramıza dönemedi. Fakat fikirlerini bıraktı arkasında. Tutarlı görüşleri hep konuşuldu, bundan sonra da konuşulacak. Bazı bürokratların adı, makamını kaybeder kaybetmez unutulduğu halde Vali Recep Yazıcıoğlu’nun adı caddelere, sokaklara, bulvarlara, hastanelere, okullara verilip yaşatılıyor.

    Örnek insan, örnek bürokrat Recep Yazıcıoğlu’nun kişiliğinden tekrar “Vali” filmine dönelim biz… Çekimleri merhum Recep Yazıcıoğlu’nun son görev yeri olan Denizli’de; sonra İstanbul, Ankara, Uşak ve Nazilli’de yapılan “Vali” filminin senaryosu aslında bildiğimiz gerçeklerle çok da örtüşmüyor. Yani bizim çok da iyi bilmediğimiz, sadece bazı kesimler tarafından seslendirilen Türkiye üzerine kurulan komplolara yer veriyor. Bu filmde de Amerikan karşıtlığının izleri görülüyor. Filmde dış mekânların ağırlıklı olarak kullanılması filmin seyir zevkini daha da artırıyor. Figüranlarla birlikte 1300 oyuncunun görev aldığı filmdeki aksiyon sahneleri çok başarılı olmuş bence. Filmin müzikleri de usta işi türünden.

    Yakın tarihe ve bürokrasiye ayna tutan “Vali” filminin konusu ve gidişatı şöyle özetlenebilir: “Vali Faruk Yazıcı’nın çocukluk arkadaşı olan MTA mühendisi Ömer Uçar ve ekibinin, Denizli’deki zengin uranyum yatağı ile ilgili elde ettikleri bilgiler üzerine başlayan şüpheli ölümler… Olayların ardındaki gerçekler ve sisteme karşı oluşan genel güvensizlik…

    Vali Filminde Erdal Beşikçioğlu yine, idealist ve vatansever Vali Faruk Yazıcı’yı canlandırıyor. Enerji kaynaklarının yabancılara verilmesi için çaba sarf eden, güzel ve akıllı bürokrata (Şebnem Dönmez) karşı mücadele eden vali, çocukluk arkadaşı Ömer Uçar ve ekibiyle uranyum madeni üzerinde çalışmaktadır. Şüpheli ölümlerin başlamasıyla birlikte tehlikenin de baş gösterdiği Denizli’de, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.”

    Yurtsever bir Vali üzerine oynanan çirkin oyunlar bu filmde canlandırılıyor. Fakat bu oyunların bir kısmı henüz doğrulanmış değil. Gerçeğin ötesine geçiliyor zaman zaman. Ama yine de başarılı buldum “Vali”yi. Seyredilmeye değer bir çalışma olmuş, yine de karar sizin…

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta