GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
ROMANCI MEHMET NİYAZİ’YLE BAŞBAŞA
M.NİHAT MALKOÇ
Geçen hafta Çanakkale Şehitleri’ni anma günü kapsamında gazeteci-yazar Mehmet Niyazi Trabzon’a geldi. Trabzon Valiliği’nce şehrimize getirilen Mehmet Niyazi, Trabzon Lisesi Konferans Salonu’nda öğretmen ve öğrencilere seslendi. ‘Çanakkale Zaferi ve Şehitlerimiz’ adlı konferansta tarihî gerçekleri dile getirerek gençleri aydınlattı. ‘Çanakkale Mahşeri’ romanının yazarı “Çanakkale cumhuriyetimizin önsözü, son dönem Türk tarihinin de mührüdür. Çanakkale Savaşları dünya tarihinin seyrini değiştirmiştir. Yardım alamayan, dünyanın en hızlı gelişen ülkesi Çarlık Rusya sosyalist olmuştur. Burada otuz milyon insan katledilmiştir. Rusya daha sonra Çin’i komünist yapmıştır. Burada elli milyon insan ölmüştür. İlk önce halklara özgürlük ve kardeşlik diyen Sovyetler daha sonra Türk Cumhuriyetlerini işgal etmiştir. Bugün bu ülkeler de sosyalist Rusya’dan kurtuluşunu, Rusya’nın sosyalist oluşlarına borçludur. Bu açılardan Çanakkale Savaşları çok mühimdir.” dedi. Öğretmenlere ve öğrencilere Mehmet Niyazi’nin valilikçe sağlanan birbirinden güzel romanları hediye edildi.
Gazeteci-yazar Mehmet Niyazi Özdemir aynı günün akşamı İl Özel İdaresi Lokali’nde Trabzon’un seçkin kültür ve sanat adamlarıyla uzun bir sohbet gerçekleştirdi. Sayın valimiz Nuri Okutan’ın da hazır bulunduğu sohbet toplantısında Türkiye’nin kültürü, edebiyatı ve tarihi masaya yatırıldı. Bu samimi sohbet toplantısını İl Kültür Müdürü İsmail Kansız, İl Millî Eğitim Müdürü Selim Yavuz Sandıkçı da şereflendirdi. Ben de bir yazar olarak buraya çağrıldım. Tavşankanı çaylar eşliğinde gerçekleşen sohbette hayata dair çok şey konuşuldu.
Mehmet Niyazi aslında bir hukukçu… İstanbul Üniversitesi’ni bitirmiş. Almanya’da doktorasını yapmış. Fakat o daha çok tarih ve edebiyata ilgi duymuştur. ‘Yazılamamış Destanlar’, ‘Çanakkale Mahşeri’, ‘Yemen Ah Yemen’, ‘Ölüm Daha Güzeldi’, ‘İki Dünya Arasında’, ‘Varolmak Kavgası’, ‘Dâhiler ve Deliler’ kaleme aldığı eserlerden bazılarıdır.
Romancı, hikâyeci ve fikir adamı Mehmet Niyazi’yi eserlerinden tanır ve severdim. Fakat kendisiyle bugüne kadar sohbet etme imkânı bulamamıştım. Çok şükür bu değerli romancıyla yüz yüze oturup konuşma imkânına kavuştum. Ona birçok soru sordum. Mehmet Niyazi, sohbetine Osmanlı tarihini kuruluşundan çöküşüne kadar anlatmakla başladı. Kronolojik, resmi bilgilerden çok, Osmanlı’nın bilinmeyen yönlerine değindi. Maturidilik ve Eşarilik mezheplerini anlattı bizlere. Bu mezheplerin dinî ve pozitif ilimlere yaklaşımlarından bahsetti. Atatürk’ü büyük yetkilerle Samsun’a Vahdettin’in gönderdiğini vurguladı.
Romancı Mehmet Niyazi Özdemir, hayranı olduğumuz pek çok şair ve yazarla şahsî dostluklar kurmuştur. Bunlar arasında Nihal Atsız’ın, Osman Yüksel Serdengeçti’nin ve Necip Fazıl’ın ayrı bir yeri ve önemi vardır. O, sohbetinde Nihal Atsız’ın tutarsızlıklarından genişçe söz etti. Atsız’ın Peygamberimize gelen vahyi bir rüya olarak nitelediğini belirtti. Mehmet Niyazi Ağabey’e Necip Fazıl’la olan dostluğunun hangi boyutta olduğunu sordum. Bu sorum karşısında yaklaşık yarım saat Necip Fazıl’la aralarındaki hatıralara değinerek şöyle dedi: “Necip Fazıl’la dostluğumuz çok eskilere dayanır. 10 bin liram kalmış kendisinde. Ama helal olsun. Ondan alacağımız yoktur. Ona çok şey borçluyuz. Şiirimizin gerçek abidesidir o.”
Mehmet Niyazi’de malzeme tükenmiyor, konuştukça açılıyor. Mehmet Niyazi’ye Ali Şükrü Bey-Topal Osman hadisesini de sordum. O buna ‘tarihin cilvesi’ olarak baktığını belirterek bu olayla ilgili bilinmeyen gerçekleri dile getirdi. Günümüz romancılarından beğendiği ismin olup olmadığını sorduğumda Peyami Safa’nın dışında, kendisi de dâhil olmak üzere hiçbir romancıyı beğenmediğini söyledi. Orhan Pamuk’un romanlarının okuyucuyu iyice sıktığını, iyi okuyucular tarafından bile bitirilemediğini dile getirdi. Bundan sonra yazacağı kitabın ne olacağını sorduğumda Plevne’yi yazmaya başladığını müjdeledi. Daha sonra İstanbul’un fethini, Kurtuluş Savaşı’nı yazmayı arzuladığını sözlerine ekledi.
Aslen Vakfıkebirli olan Mehmet Niyazi hoşsohbet bir insan… Çok zengin bir bilgi dağarcığı var. 67 yaşında olmasına rağmen hafızasının bu denli güçlü olması beni çok şaşırttı.
YAZMALAR YETİM KALDI
M.NİHAT MALKOÇ
Aynı meslekten olanların birbiriyle evlenme ihtimali doğal olarak daha yüksektir. Çünkü aynı meslekten olanlar genellikle aynı zevkleri ve aynı mekânları paylaşırlar. Bu da daha çok yüz göz olmalarına zemin hazırlar. Bu doğal karşılaşmalar gün gelir aşka, aşk da olgunlaşınca günün birinde evliliğe dönüşür. Ülkemizde ve dünyada bunun sayısız örneğine şahit olabilirsiniz. Romanyalı ressam Ernestine ile Türk ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ölümsüz aşklarını bilenler bilir. Hayat, bu iki resim ustasını aynı karede buluşturmuştu. 1930 yılında tanışan bu güzel çiftin daha sonra kitap haline de getirilen sevgi ve hasret yüklü aşk mektupları tabir caizse sandıklar dolusudur. Sonunda aynı yastığa baş koyan ve Eren adını alan Ernestine ile Bedri Rahmi’nin evliliğinin ilk ve tek meyvesi 1939’da dünyaya gelen ve babası gibi bir sanatkâr olan Mehmet Hamdi Eyüboğlu’dur.
Mehmet Hamdi Eyüboğlu hiçbir zaman babası kadar şöhretli olamadı; belki böyle bir şeyi tercih etmedi. Fakat yaşadıkça güzel işler yaptı ve babasının yolundan gitti. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun oğlu Mehmet Hamdi Eyüboğlu da her fani gibi hayata gözlerini yumdu. Trabzon kökenli olan, ABD, Kanada gibi birçok ülkede kaldıktan sonra son yıllarda hayatını İstanbul’da sürdüren Mehmet Hamdi Eyüboğlu değerli yazar Sabahattin Eyüboğlu’nun da yeğeniydi. Mehmet Hamdi Eyüboğlu, babası Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan kendisine miras kalan yazmacılık sanatını devam ettirmeye çalışıyordu. Onun hayat öyküsünü Mehmet Akif Bal’ın kaleme aldığı “Trabzonlu Ünlü Simalar” adlı eserden sizlere aktarmak istiyorum:
“Yazma sanatçısı Mehmet Hamdi Eyüboğlu 1939 yılında İstanbul’da doğdu. Maçka ilçesinden Prof. Dr. Bedri Rahmi Bey’in ve Eren Hanım’ın oğludur. İlk ve ortaöğrenimini Fındıklı Örnek İlkokulu’nda, Fransız St. Joseph Lisesi’nde ve Kabataş Erkek Lisesi’nde tamamladı. Maya Galerisi’nde açılan yazma sergisinin hazırlanışında çalıştı. İlk baskı ve boyamalarını yaptı. 1960 yılında Kanada’ya gitti ve orada mektupla tanıştığı Fransız Kanadalı Hughette Bouffard’la evlendi. 1962 yılında ABD’de New Jersey Fairleight Dickinson Üniversitesi’nden burs kazandı ve Kanada’dan Amerika Birleşik Devletlerine geçti. Amerika Birleşik Devletleri’nde Philadelphia, California, Chicago ve New Jersey eyaletlerinde Bedri Rahmi ve Eren Eyüboğlu sergilerini açtı. 1966 yılında okuduğu üniversitenin Pazarlama ve İstatistik bölümünden mezun olarak Türkiye’ye döndü. 1969–1975 yılları arasında İlsan, Roche ve Nasaş’ta araştırmacı ve pazarlamacı olarak çalıştı. 1976 yılında babası Bedri Rahmi’nin vefatı üzerine önemli bir değişim geçirdi; ailesini ve işini bırakarak annesi Eren Hanım’ın yanına döndü. Baba mesleğini yapmaya başladı. Uzun bir aradan sonra yazma sergileri açtı. 1977 yılında kalıp oyma dalında kendi buluşu olan yepyeni bir teknik geliştirdi. İlk kez Eren Eyüboğlu kalıpları oydu ve 1977–1992 yılları arasında çok sayıda sergi açtı.”(1)
Yazma ustası Mehmet Hamdi Eyüboğlu, babasının yaptığı gibi bir yabancıyla evlenmeyi tercih etmişti. O, Kanadalı Hughette ile evliydi. Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nun eşi Hughette’nin anılarını içeren “Kanadalı Bir Gelinin Türkiye Anıları” adlı kitap, kendini bir Türk gibi hisseden birinin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktadır. Okunmaya değer olan bu kitabın arka sayfasında eserin içeriğine dair şu ifadeler yer alıyor: “Bu anılar, bir Türk’e âşık olmuş, onunla evlenmiş, içinde yaşadığı toprak ve kültürden ayrılıp bambaşka bir toprak ve kültüre dâhil olmuş bir kadına ait; Türkiye’ye gelen bir geline. Kanadalı Hughette Hanım Türk resminin seçkin isimleri Bedri Rahmi - Eren Eyüboğlu ailesinin gelini. Ülkemize gelir gelmez, kültür ve sanat dünyamızın en önemli ve en renkli isimlerinin arasında buluyor kendini; yeni vatanını onlarla tanıyor... Mehmet Eyüboğlu’nun eşi olan, sağlık sektörüne önemli hizmetler veren, sürekli çalışan ve üreten Hughette Hanım’ın anıları, Türkiye'nin çalkantılı yıllarının ve aydınların başına gelenlerin trajik öyküsünü aktarıyor bize...”
Mehmet Hamdi Eyüboğlu iyi bir evlat örneği veriyordu. Zira babasının kitaplarını uzun yıllardan beri o, yayına hazırlıyordu. Özellikle annesi Eren Eyüboğlu’yla babası Bedri Rahmi Eyüboğlu arasındaki aşk mektuplarını bir araya getirdiği kitaplar önemlidir. Bu mektuplar bir dönemin sevgi tarihine düşülen notlar olarak da kabul edilebilir. İlginçtir ki bu mektuplar muhataplarına Türkçe değil, Fransızca yazılmıştır. Bu kitaplarda el yazısıyla yazılan mektuplar, zarflar, desenler, resimler, fotoğraflar da yer almaktadır. Onun, babası Bedri Rahmi Eyüboğlu ile amcası Sabahattin Eyüboğlu arasında gidip gelen, birbirinden güzel olan ve edebî bir üslupla kaleme alınan mektupları “Kardeş Mektupları” adıyla yayına hazırladığını da belirtmek istiyorum. Mehmet Hamdi Bey’in anne ve babasına olan derin sevgisini ve muhabbetini aşağıdaki sözlerde bütün açıklığıyla ve çıplaklığıyla görebiliriz:
“...Babamı 21 Eylül 1975’te, annemi 29 Ağustos 1987’de yitirdim. Her ikisinde de çok sarsıldım. Bir daha geriye gelmemecesine yuvalarından uçan bu güzel insanlardan geriye kalanlara, akıllıca sahip çıkabilmek için çok zaman, güç ve para harcadım. Her ikisinin de çok özel ve güzel insanlar olduklarını, aklım ilkokul çağlarında kesmişti. Çevremizde bir sürü ana, baba vardı. Ama bizimkilerin havaları bambaşkaydı. Sergileri bir başkaydı. Konuşmaları, tartışmalar bir başkaydı. Eşleri, dostları, gelenleri, gidenleri bir başkaydı. Yemeleri, içmeleri bir başkaydı. Her ikisi de çok sevgi dolu insanlardı. Hayret ederlerdi; şaşarlardı. Çok okurlardı. Çok severlerdi. Her zaman, her yerde, herkesi severlerdi. Yedikleri sevgi, içtikleri sevgi, soludukları bile sevgiydi. Her günümüz bir şiir tadındaydı. Coşkulu insanlardı. Babamın kaç kere Ankara’da Saman Pazarı’nda bir kilim satıcısında gördüğü bir kilim karşında heyecanlanıp uzun süre ağladığına şahit olmuşumdur. Çok çalışkan insanlardı. Yaşam sarhoşuydular. İnsan gibi güler, insan gibi ağlar ama devler gibi çalışırlardı...”(2)
Mehmet Hamdi Eyüboğlu, yazmacılığa gönül vermiş, adeta sevdalanmış bir insandı. O bu işe sadece emeğini değil; sevgisini ve göz nurunu da katıyordu. En büyük gayesi babasının da felsefesi olan ‘güzeli çoğaltmak’ düşüncesini diri kılmaktı. O, güzeli çoğaltmak ve geniş kitlelere yaymak için yazmacılık geleneğini yaşatmaya çalışıyordu. Onun yazmacılıkla ilgili şu duygu ve düşünceleri bu arzuyu açıkça ortaya koymaktadır: “Motiflerimizin gönüllere girme, akılda kalma, insanları mutlu etme, onlara neşe, yaşama sevinci verme özellikleri var. Evrensellikleri var. Bizim motiflerin yayılma özellikleri var. İşte ben buna inandığım için yazmacı oldum. Buna ikna olduğum için çok özen gösteriyorum tezgâhıma... Bugün buradaysa diyorum ‘bizim yazmalar, yarın Çin’dedir.’ Ve benim yediveren ustalarım, annem babam yüreğimin taa içindedir. Onlara olan sonsuz sevgim, saygım, mesleğe olan aşkım, beni ayakta tutuyor. Ustalarıma olan sevgiyle eriyip yok olasım geliyor.
‘Erimek belirsizce her şeyde / Karışmak sulara, ‘yazmalara’… / Sinmek, kokusuna mor menekşenin / Yaşamak, damar damar, nefes nefes /Yaşamak, tükene tükene…’
İşte ben de böyle, damar damar, nefes nefes eriyorum yazmalarımda. Benim yazmamı eline alan Bedri Rahmi’nin yüreğini tutuyordur elinde… Eren Hanım ağacının dalındadır, yaprak yaprak… Onları yaşatmaktı dileğim. Kalıplarımı gözyaşlarımla oyuyorum. İçlerine de canımı katıyorum. Onların ne kadar has, ne kadar özlü olduklarını bildiğim için, işlerini kendi özümle sulandırsam bile, gayet iyi biliyorum ki, değerlerinden hiç bir şey kaybetmeyecekler. Onların kişilikleri o kadar kuvvetli ki, sevgileri o kadar yoğun ve katıksız ki, çoğalmayla tatsızlaşmıyorlar. Zaten Bedri Rahmi’nin ellili yıllarda yazılarını izleyenler Bedri Rahmi’nin de yazmaya yönelmesinin asıl nedeninin ‘güzeli çoğaltmak’ olduğunu pek iyi anlayabilirler. Peki! Ben neresindeyim bu işin? Ben bir yazma emekçisiyim. Boyasından fırçasına, bezinden kalıbına... Alaettin lamba fitilinden, su pompasına kadar her taşın altındayım. İşi götüren benim, biricik eşimle hayat arkadaşım ve can yoldaşım Hüget Gelinle. Çalışan, ustalarımı alın terimle yaşatıyorum. Kendim de ‘Kandilli Yazmaları’na vurgunum. O yönde bir şeyler yapmaya çalışıyorum.”(Sanat Çevresi Dergisi–1989)
Kalamış’taki babadan kalma atölyesinde babası Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan öğrendiği yazmacılık sanatını sürdüren, bu sahada öğrenciler yetiştirerek bu sanatın silinip gitmesini önleyen Mehmet Hamdi Eyüboğlu doğrusu yaşadıkça güzel işlere imza attı. O, çok zor şartlar altında olsa da sanat değeri tartışılamayacak eserler üretti. Çalıştı, didindi, başardı.
Mehmet Hamdi Eyüboğlu, yazma sanatının yaşayan en büyük isimlerinden biriydi. O, annesinin ve babasının tahta kalıplarını bulup onları bir anlamda yeniden diriltti. O, Kalamış’ta anne-babasından miras kalan evde kendi halinde mütevazı bir hayat yaşıyordu. ‘Onun hayatı kalıplar, boyalar ve kumaşlardan ibaretti’ dersek sanırım abartmış olmayız.
Merhum Mehmet Hamdi Eyüboğlu zor yıllar geçirdi. Kalp ve böbrek rahatsızlığından muzdaripti. Son dönemlerde tabir caizse hastanelerde süründü. Türk yazma sanatına önemli eserler kazandıran bu büyük ustayı küstürdüler. Hastanelerde kötü muamele gördü. O kadar çaresiz kaldı ki bir gün gazetelere bir ilan verdi. “Çok sevdiğim Türk halkına, belki de bu son seslenişimdir.” diye başlayan ilanda Türkiye’deki sağlık uygulamalarına da vurguda bulundu. Amacı şikâyet değildi. Kendi yaşadıklarını başkalarının da yaşamasını istemiyordu. Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nun hastanede yaşadıkları tam bir trajediydi. Hastanede doktorunun tavsiye ettiği yemekleri yedirmemişler ona; yatağından kaldırıp hareket ettirmedikleri için sırtında yaralar oluşmuş, hatta kendisine özel olarak temin edilen yatağını bile altından çekip almışlar. Türkiye’nin önemli bir sanatkârına yapılan bu muameleler gerçekten düşündürücüdür. Onun, Zaman gazetesinde yayınlanan serzenişinin bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum:
“2008 Aralık sonunda evimde rahatsızlandım. Ailem hastaneye kaldırılmama karar verdi. Beni, Kartal Koşuyolu Devlet Hastanesi’ne kaldırdılar. Orada iki günü bir odada geçirdikten sonra, rahatsızlığım yeniden baş gösterince, bu sefer yoğun bakım ünitesine yolladılar. Orada anlatılamayacak bir zaman süresi geçirdim. Yuvarlak hesap on gün kadar bir süre ama asla unutamayacağım bir on gün… Çok koydu bana!
Koğuşumda iki yatak ötede yatan hanımefendi, kalbine pil taktırmış Almanya’da. Allah’ım o piller bizim koğuşta birden canlandılar… Şakır şukur atmaya başladılar… Her çarpışta hasta yerinden sıçrıyor ve ‘Yeter ölmek istiyorum’ diye bağırıyordu. Bu üç gün böyle sürdü. Yazık değil mi? Hem hastaya hem de buraya şifa bulmak için gelen bana…
Geceleri koğuşumuzda yatan on dört, on beş hastayla meşgul olan bay ve bayanlar, sırra kadem basıp yok olduklarında, geri kalanlar sakin ve konforlu bir şekilde kikirdeştiler. Hatta saçları güzel örülmüş, güzel gözlü bayan nadide kuş sesleri çıkararak gecelerimize renk kattı. Olur mu bu? Sanki bizim halimizle dalga geçiyor gibiydiler…
Adı üstünde yoğun bakım ünitesi! Allah’ım ne bakım, ne yoğun… Kimseyi yermek için değil lafım. Dikkat edilirse seslenişimi sağlık kuruluşlarına değil, Türk halkına yapmamın nedeni budur. Arkadaşlar, burada sorunlar var. Benden söylemesi, sizden de çözmesi…”
Eyüboğlu, yazmacılıkta önemli bir insandı. Büyük bir Türk ressamı ve şairi olan Bedri Rahmi Eyüboğlu’yla yine büyük bir ressam olan Eren Eyüboğlu’nun biricik oğluydu o... O, aynı zamanda Fenerbahçe Kulübü’nün stattan sorumlu yönetim kurulu üyesi, Yüksek Divan Kurulu Üyesi ve Sarı Lacivert Derneği Başkanı Rahmi Eyüboğlu’nun babasıydı.
Birbirinden güzel ve özgün yazmalarıyla Türk sanatında iz bırakmıştı Mehmet Hamdi Eyüboğlu… Yazmalarıyla tanınan Eyüboğlu, Antalya, İçel, Adana, İzmir, Bursa ve Trabzon gibi sayısız kentte kişisel sergiler açmıştı. Sanatçı en son yazmalarından oluşan 90 eserlik bir seçkiyi Eczacıbaşı Sanal Müze’de sergilemişti. Yetmiş yıllık ömrüne çok şey sığdırmıştı o... Onun birbirinden renkli ve güzel yazmaları kültürümüzde layık olduğu yerde yaşayacaktır.
Her yaşayan canlı bir gün ölecek elbette. Fani olan bu dünyada hoş bir seda bırakıp göçmenin gayreti içerisinde olmalı insanlar… Zira hoş bir seda bırakanlar hayırla ve rahmetle anılacaklar. Ünlü yazmacı Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nun cenazesi Altunizade’deki Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii’nde kılınan öğle namazından sonra Küçükyalı’daki aile mezarlığında toprağa verildi. Bu büyük yazma ustasına Allah’tan rahmet diliyoruz.
Dipnotlar:
1. Mehmet Akif Bal, Trabzonlu Ünlü Simalar ve Trabzon’un Ünlü Aileleri, Çatı Yayınları, İstanbul 2007, s.320
2. Bedri Rahmi-Eren Eyüboğlu Aşk Mektupları 1932–1933, Yayına Hazırlayan: Mehmet Hamdi Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul Kasım 1995 s.5
İlk Yayın: Mortaka Dergisi/Bahar 2009/12. Sayı
ÇANAKKALE İÇİNDE VURDULAR BENİ! ..
M.NİHAT MALKOÇ
Büyük Türk milleti tarih boyunca nice çetin mücadelelere şahit olmuştur. Bunların pek çoğunu da zaferle neticelendirmiştir. Sözkonusu destanlaşan mücadelelerden birisi de Çanakkale’de yaşanmıştır. Çanakkale, Türk tarihinin dönüm noktalarından biridir.
Malumdur ki Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na bir oldu-bittiyle sürüklenmiştir. Enver-Talat-Cemal Paşaların bir anlık gafletleri sonucunda kendini amansız bir savaşın içinde bulan bu köklü devlet, bundan sonra toparlanamamıştır. Durup dururken bir hiç uğruna böyle büyük bir ateşin içine atılmak maceraperestlikten başka bir şey değildi.
Enver Paşa’nın Alman hayranlığı yüzünden uçurumun eşiğine gelen Osmanlı Devleti, bu savaştan sonra bir daha kendine gelip doğrulamamıştır. Şanlı ordularımız canlarını hiçe sayarak Rus, Irak, Sina, Çanakkale cephelerinde olağanüstü mücadeleler vermişlerdir.
Hiç şüphe yoktur ki Birinci Dünya Savaşı’nın en kanlı cephesi Çanakkale’dir. Bu cephede kan gövdeyi götürmüştür. Kara ve deniz savaşları diye ikiye ayırabileceğimiz bu şanlı mücadele, azmin nelere kadir olduğunu göstermesi açısından da ehemmiyetlidir.
Düşman kuvvetleri Çanakkale Boğazı’nı rahatlıkla geçebileceğini sanıyordu. Çünkü karşı güçler arasında kemiyet ve keyfiyet bakımından uçurum derecesinde dengesizlikler vardı. Boğazı kolayca aşabileceğini sanan İtilaf Devletleri, çok geçmeden, yanıldıklarını anladılar. Seddülbahir’de sular alev ateş olup yandı. Orhaniye ve Ertuğrul adlı tabyalarımız fevkalâde yararlılıklar gösterdiler. Hele torpile çarparak sulara gömülen Fransız Bauvet zırhlısının durumu görülmeye değerdi. Deniz savaşları mutlak hâkimiyetimizle sonuçlanmıştı.
Denizden umduğunu bulamayan İtilaf orduları, bu sefer de son çare olarak karaya yönelmişti. Kumkale, Beşike, Bolayır, Arıburnu, Kabatepe, Conkbayırı ve Anafartalar kara savaşlarının en ateşli cepheleriydi. Fakat vatanı namus sayan kahraman askerimiz, bu toprak parçalarını da al kanıyla sulayarak düşmanın kirli çizmeleri altından çekip almıştır. İsterseniz bu destanlaşan mücadeleyi Millî Şâirimiz Mehmet Akif Ersoy’un ağzından dinleyelim:
“Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi
……….
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,
O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Vurulup, tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna ya Râb ne güneşler batıyor! ”
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe! ’ desem, sığmazsın.
“BİR LÂHZA-İ TEAHHUR” VE SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİT
M.NİHAT MALKOÇ
Tevfik Fikret, Servet-i Fünûn Topluluğu’nun başta gelen şairlerinden birisidir. Hatta bu edebî kitlenin yayın organı olan Servet-i Fünûn dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü de yapmıştır. Şiirlerini “Rübab-ı Şikeste” adlı önemli eserde bir araya getirmiştir. Bu kitapta yer alan şiirlerden birisi de üzerinde çok konuşulan “Bir Lâhza-i Teahhur” dur. Günümüz Türkçesine “Bir Anlık Gecikme” şeklinde çevirebiliriz bunu. Peki, bu şiirin ne ehemmiyeti vardır? Söz konusu şiir, İkinci Abdülhamit’e düzenlenen suikast nedeniyle yazılmıştır.
İkinci Abdülhamit, Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemlerinde tahta oturmuş talihsiz bir padişahtır. Onun için de pek çok düşmanları olmuştur. İşlerin iyi gittiği zamanda herkes methiyeler düzer. Hele bir de işler kötü gidedursun herkes düşman kesilir bir anda. Abdülhamit de bu kaderi yaşamış iyi niyetli, aşırı müsamahakâr bir insandı. Ermenilerin en büyük ideali Doğu Anadolu toprakları üzerinde müstakil bir Ermenistan kurmaktı. İkinci Abdülhamit buna şiddetle karşı çıkmıştır. Onun için Ermeniler, Abdülhamit’i en büyük düşman olarak ilân etmişlerdi. Hatta onu öldürmek için büyük bir suikast düzenlemişlerdir.
21 Temmuz 1905 senesinde icra edilen suikast planı gerçekten tüyler ürperticiydi. Bilindiği gibi Abdülhamit, mütedeyyin bir insandı. Osmanlı padişahlarının tamamı böyledir zaten. Abdülhamit Han, Cuma namazını daha çok Yıldız Camii’nde kılardı. Ermeniler onun bu özelliğini bildikleri için kendisine Yıldız Camii’nin önünde şirret bir tuzak kurmuşlardır. Hatta bu işin eksiksiz gerçekleşmesi için dünya çapında ün yapmış Belçikalı terörist Jorris’i de aralarına dâhil etmişlerdir. Hazırlanan plan gereğince Abdülhamit’i, Cuma Selâmlığı’ndan çıkarken bomba marifetiyle havaya uçuracaklardı. Hatta pek çok kritik nokta da bombalanacaktı. Her şey saniyesi saniyesine ayarlanmıştı. Yüz kiloluk bir bomba hazırlanmıştı bunun için… Saatli bomba hassas hesaplarla Abdülhamit’in çıkış anına ayarlanmıştı. Ama öldürmeyen Allah öldürmüyor işte. O gün her ne hikmetse Abdülhamit Han, Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi’yle ayaküstü bir süre konuşmuş. Bomba şiddetli bir gürültüyle patladığı esnada o, yukarıdaki merdivenlerden yeni iniyordu. Kendisinin burnu bile kanamamıştır. Fakat bu hadisede 26 kişi hayatını kaybetmiş; 58 kişi de yaralanmıştı.
Osmanlı’nın en dirayetli padişahlarından biri olan Sultan İkinci Abdülhamit’i, pek çok kişi gibi, zamanın büyük şairlerinden biri olan Tevfik Fikret de hiç sevmezdi. Yukarıda bahsedilen başarısız suikast girişimi üzerine “Bir Lâhza-i Teahhur” adlı, kin ve nefret dolu şiirini yazmıştır. O, bu şiirinde Abdülhamit’i yerden yere vurarak suikastçı Ermenileri övmüştür. Ermenilerin “Bir Anlık Gecikme” sine hayıflanmıştır. Bakın ne diyor Fikret:
“Ey şanlı avcı, dâmını bî-hûde kurmadın!
Attın… Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!
Dursaydı bir dakikacağız devr-i bî-sükûn
Yahut o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn
Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
Bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş
Lâkin tesadüf… Ah o kavîler münâdimi,
Âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,
Birden yetişti mahva bu tedbîr-i hâriki;
Söndürdü bir nefeste bu ümmîd-i bâriki.
Nakşetti bir tehekküm için baht-ı bî-şuûr
Târih-i zulme bir yeni dibâce-i gurûr
Kurtuldu; hakkıdır, alacak, şimdi intikam;
Lâkin unutmasın şunu târih-i sifle-kâm:
Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen denî
Bir lâhza-i teahhura medyûn bu keyfini! ”
Tevfik Fikret, ömrü boyunca buhran içinde yaşamıştır. Gün gelmiş İstanbul’a, gün gelmiş manevî değerlere, gün gelmiş Sultan İkinci Abdülhamit gibi mütedeyyin eşhasa saldırmıştır. İçindeki maneviyat boşluğu, bu yaptıklarını ona şirin göstermiştir. Mensup olduğu devletin padişahına düzenlenen suikaste methiyeler yazan bir insanın ruh dünyasını varın siz düşünün! Ölüm, öyle veya böyle hepimizi gelip bulacaktır. Başkalarının ölümüne sevinilmez. Fakat Fikret, şahsına münhasır bir kişi olduğu için, Abdülhamit’e düzenlenen suikaste çok seviniyor. Hatta bunun başarısızlıkla neticelenmesine karşı da asabı bozuluyor.
Bu pek meşhur Servet-i Fünûn şairine göre Allah hep güçlüleri koruyormuş! (Hâşâ) Allah, zavallıların her zaman düşmanıymış! ... Ermenilerin Abdülhamit’e düzenledikleri suikastte de böyle olmuş! Güya Allah, Ermenilerin ümit ışığını söndürmüş. Fikret bu şiirde Abdülhamid’e olan kinini kusmakla yetinmiyor, manevî değerlere de saldırıyor. Fikret, hedef değiştiriyor. ‘Tarih-i Kadim’ adlı eserinde aşağıladığı Allah’la şu ifadelerle boy ölçüşüyor:
“Lâkin tesadüf… Âh, o kavîler münâdimi,
Acizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,
Birden yetişti mahva bu tedbir-i hâriki
Söndürdü bir nefeste bu ümmîd-i bârikı
Servet-i Fünûn şairi Fikret’in bu mısralarında günümüz Türkçesiyle şöyle deniyor:
“Fakat o rastlantı… Ah, o güçlülerin yardımcısı,
Güçsüzlerin, zavallıların sürekli düşmanı
Birden yetişti bu eşsiz önlemi yok etmeye,
Söndürdü bu parıldayan umudu bir solukta.”
Bu suikastte onlarca masum insan hayatından olmuştu. İnsanda azıcık merhamet olsa, ölen onca zavallı insana acırdı. Vicdan sahibi bir şair, sebepsiz yere insanları canlarından eden suikaste methiyeler yazmazdı. Büyük Şair(!) bununla yetinmeyerek olaya muhatap olanları: “Aşağılık bir seyirci topluluğu, kudurmuş, kaba” gibi sıfatlarla tavsif ediyor. Gök boşluğuna bacak, kelle, kan ve kemiğin yükseldiğini söylüyor. Dilerseniz bu mısralara da bir göz atalım:
“Bir darbe… Bir duman… Ve bütün bir gürûh-ı sûr,
Bir ma’şer-i vazî-i temaşa, haşîn, akuur
Tırnaklarıyla bir yed-i kahrın, didik didik,
Yükseldi gavr-i cevve bacak, kelle, kan, kemik…”
Bu ifadeler bana merhum Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiiri hatırlattı. Nasıl oluyor da bir Türk şairi, Ermenilerle ağız birliği ediyor ve onları övmekten çekinmiyor. Oysa Sultan Abdülhamit, vatanperver bir insandı. Hiç kimseye bir kötülüğü dokunmamıştır. Herkese karşı hoşgörülü olduğu için çok eleştiriliyordu. Bunu pasiflik olarak addediyorlardı. Bir sultana mütevazı olmayı yakıştıramıyorlardı. Fikret de bu kervana katılanlardandı. Gerçi o devirde basına zaman zaman sansür de uygulanıyordu. Lâkin hadiseleri değerlendirirken cereyan ettikleri zamanı da göz önünde bulundurmak lâzımdır. O dönemde böyle yapmak gerekiyordu. Zira devlet, bölünme ve parçalanma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Abdülhamid ne yapmışsa devletin bekası için yapmıştı. Fikret bunlara rağmen Ermeni suikastını hoş görüyor ve suikastçıları kutluyordu. Onları kurtarıcı bir el olarak görüyordu. Bu hadiseyle toplumun uyanacağını iddia ediyordu. Ona göre Abdülhamit’in ölümü, zorbalığın da sona ermesi mânâsına geliyordu. Bu saldırının o görkemli taçları sarsmasını istiyordu. O gizli eli çok merak ediyordu. Belli ki bilfiil kutlayacaktı onları:
“Ey darbe-i mübeccele, ey dûd-ı müntakim,
Kimsin? Nesin? .. Bu savlete sâik, sebep ne? Kim? ..
Arkanda bin nigâh-ı tecessüs ve sen nihân,
Bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân.”
Bu fâni dünyada sonunda Abdülhamit de öldü, Tevfik Fikret de… Çünkü Rabbimizin buyurduğu gibi: “Her nefis, ölümü tadacaktır.”(Enbiya S. 35.Ayet) Başkalarının ölümünü istemek caiz değildir. Hepimiz bu kervanın yolcusuyuz. Bak işte hepsi öldü, biz de öleceğiz.
İlk Yayın: Cümle Dergisi/Bahar 2007
EUROVİSİON ŞARKI YARIŞMASI VE ÖZE DÖNÜŞ…
M.NİHAT MALKOÇ
Bir zamanlar birbirlerini çiğ çiğ yiyen Avrupa devletleri, yüzyılın son yarısında kavgayla bir yere varılamayacağını anlamış olmalılar ki her konuda(kültür, sanat, ekonomi, siyaset) ortak teşkilatlar kurarak birlikte hareket etme yoluna gitmişlerdir. Ne zamanki böyle bir ortaklığa girmişler, işte o zaman daha çok gelişmişlerdir. Bu devletlerin bugün her konuda bize fark atması bu beraberlik ruhunun eseridir. Avrupa’daki birlikteliğe bir de yayın birliğini eklemek isteyen bu devletler, Türkçesi “Avrupa Yayın Birliği” olan “European Broadcoasting Union” adlı bir teşkilat kurmuşlardır. Bu ülkeler söz konusu kurum aracılığıyla ilki 1956 yılında İsviçre’de yapılan ve yine aynı ülkenin şarkısının birinci seçildiği “Eurovision Şarkı Yarışmaları” düzenlenmeye başlamışlardır. Bu şarkı yarışmaları bugüne kadar gelmiştir.
Türkiye ilk yıllarda bu şarkı yarışmalarına ilgi göstermemiştir. Ülke olarak Eurovision’a ilk kez 1975’te Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika” adlı parçasıyla katıldık ve kötü bir sonuçla, sonunculukla ülkemize döndük. Daha sonra Nilüfer, Ajda Pekkan, MFÖ gibi popüler birçok grup ve şarkıcıyla denemelerimiz oldu ama yine elimiz boş döndük.
Bizler gerçekte bir Asya ülkesiyiz. Aslında Avrupa’ya yamanmışız. Bu yarışmaya bizim kadar ciddi yaklaşan ve konuyu millî bir mesele hâline getiren başka bir ülke göstermek pek mümkün değildir. Adeta gurur meselesi yaptık bu yarışmadan aldığımız neticeleri…
Türkiye, tarihiyle, kültürüyle ve yetmiş milyonu aşkın nüfusuyla dünyanın sayılı devletlerinden birisidir. Göktürklerden günümüze kadar onlarca devlet kuran ve pek çok medeniyete beşiklik eden ülkemizin dünya devletleri içerisinde apayrı bir yeri vardır. Yani bu ülke bir kabile devleti değildir. Fakat gel gör ki kültürümüze ve bin yıllık devlet geleneğimize yaraşmayan icraatlara imza atıyoruz. Bu büyük kültürel birikimi lehimize kullanamıyoruz.
Bunun son örneğini ‘Eurovision Şarkı Yarışması’nda yaşadık… İki yıl evvel söz konusu yarışmada birinci olmuştu Türkiye… 2003’te Sertab Erener, çok büyük bir millî risk alarak, sözleri ve müziği Demir Demirkan’a ait olan “Every Way That I Can” isimli parçayı Letonya’nın başkenti Riga’da seslendirmiş ve Türkiye’yi Dünya Kupası’ndan bir yıl sonra, bu sefer müzik alanında sevince boğmuştu. Fakat ben bu birinciliğe hiç mi hiç sevinememiştim. Çünkü adeta bir sömürge ülkesi mantığıyla hareket ederek, yarışmaya sözleri İngilizce olan bir parçayla katılmıştık. Ezgiler de bize çok yabancıydı… Bizim olan sadece şarkının icracısı ve de bestecisiydi. Bu yüz kızartıcı bir birincilikti. Sonunda Avrupalılar emeline kavuşarak kendi dillerini ve kültürlerini bizlere kabul ettirmişlerdi. Bunun semeresi olarak da ağzımıza bir tatlı sakız hükmünde kendi zehirlerini enjekte ederek bizi sözde onurlandırmışlardı.
Bu yılki yarışmada asi komşumuz Yunanistan birinci oldu. Fakat komşumuz Yunanistan bizim becerip kullanamadığımız bize ait değerleri kullanarak bu dereceyi elde etti. Yunanistan, kültür hırsızı bir ülke olmasıyla tanınır. Her ne kadar Avrupalılar tarafından kültür ve medeniyetin beşiği olarak görülse de gerçekle kültür kapkaççısıdır Yunanistan… Bize ait olan ne varsa kendilerine mal etmekte mahirler… Karagöz oyunu, kemençe ve bunun gibi pek çok kültür unsurumuzu aşırıp kendilerininmiş gibi dünya kamuoyuna sunuyorlar.
Bu yıl Ukrayna’nın başkenti Kiev’de düzenlenen 50’nci Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi, “Rimi Rimi Ley” adlı şarkıyla Gülseren temsil etti. Sanatçımız 92 puanla ancak 13’üncü olabildi. Yarışmada birinciliği ise Yunanistan adına yarışan Helana Paparizou “My Number One” adlı şarkısıyla kazandı. Biz yine elimiz boş döndük geri…
Yunanistan’ın şarkısını seslendiren Helana Paparizou ve dans ekibi Karadeniz ezgileriyle tabir caizse Ukrayna’nın başkenti Kiew’i salladı… Evet, yanlış duymadınız… O ezgiler tıpatıp Karadeniz horonu ve Karadeniz ezgileri… Ben bir ara gözlerime inanamadım… Adamlar resmen horon oynuyorlardı… ‘Bunlar bizimkiler mi? ’ diye düşündüm… Fakat sunucu Yunanistan’ı çağırmıştı sahneye… Sanki “Anadolu Ateşi” isimli dans ve folklor ekibinin gösterilerini izliyorduk. Yunanistan yine kültür hırsızlığı yapmıştı.
Türkiye kültürel zenginlikler bakımından dünyayla boy ölçüşebilecek köklü bir devlettir. Dünyada bizim kadar zengin bir medeniyete sahip devlet sayısı bir elin parmakları sayısıncadır. Fakat bizler Divan şairi Hayalî’nin ifade ettiği “Ol mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler” sözünün en canlı örneğiyiz. Deryanın içinde yüzüyoruz ama bunun farkında değiliz. Farkında olmadığın ve faydalanamadığın kültürün kime ne yararı olabilir ki?
Evet… Komşumuz Yunanistan bize ait kültürel değerlerle dünyayı salladı ve haklı olarak birincilik tahtına kuruldu. Çünkü bu yarışmada esas olan orijinal buluşlara dayalı müziktir. Avrupa’yı taklit ederek derece almayı beklemek saflıktır. Taklit hiçbir zaman orijinal kadar güzel olamaz… Öyle de oldu… Fransa, Almanya, İngiltere gibi Avrupa’nın sayılı devletleri yıllardır aynı şeyleri tekrarlayıp durdukları için bu yarışmada tökezlediler. Dünya yeni şeylerin peşinde… Bozuk plak gibi tekrarlanıp durulan şeyler ilgi görmüyor.
Türkiye bu yarışmada ne yaptı? ... “Rimi Rimi Ley” adlı ne olduğu belirsiz bir şarkıyla yarışmaya katıldı. Şarkıyı seslendiren Gülseren’in kültürümüzü ne kadar özümsemiş biri olduğu da ayrıca tartışılabilir. Kendisi bir yabancıyla evli… Kültüründen ve medeniyetinden bîhaber… Soyadı bile bizden değil… Alabildiğine yabancılaşmış… Diyeceksiniz ki ne ilgisi var? İlgisi olmaz mı hiç! Bizi ancak bizi tanıyan ve bizimle aynı duyguları yaşayan anlar. Neyse o ayrı bir konu ama bizi ancak içimizden çıkan ve kültürümüzü özümsemiş biri hakkıyla temsil edebilir. Zira şarkıyı seslendiren Gülseren ve dans ekibi hâl ve hareketleriyle, kıyafetiyle ve danslarıyla Hintlileri andırıyordu. Türk dansları ve emsalsiz Türk ezgileri varken niçin bu kadar uzaklara gidiyorsunuz ki? Hindistan adına katılsalardı kesin birinci olurlardı. Fakat biz Türkiye’yiz; Avrupa da Türkiye olduğumuzun farkında, onun için argo tabirle oyunumuzu yemediler. Üstelik bize çok da iyi bir ders vererek gerisin geri gönderdiler.
Türkiye 92 puanla bu yarışmada 13. oldu. Ülkemize Hollanda ve Fransa tam puan verdi. Ayrıca Almanya ve Belçika 10, Arnavutluk, Danimarka ve Bosna-Hersek 8, Avusturya 7, İsveç 6, Makedonya 4, Romanya ve Bulgaristan 3, İngiltere ise 1 puanı uygun gördü. Yarışmada, Yunanistan birinci olurken, ikinciliği Malta, üçüncülüğü de Romanya elde etti.
Türkiye bu yarışmada en yüksek puanı komşusu Yunanistan’a verdi. İşte Türkiye’nin puan verdiği diğer ülkeler: Bosna-Hersek 10, Malta 8, Moldova 7, Macaristan 6, Makedonya 5, Romanya 4, İsrail 3, Arnavutluk 2 ve İngiltere 1… İlginçtir ki bize tam puan veren Fransa ve Hollanda’ya biz hiç puan vermedik. Ama İsrail’i yine unutmadık… Onların yanında olduğumuzu ne yazık ki burada da gösterdik. Diyeceksiniz ki bu bir siyaset değil. Fakat pek çok ülke puan verirken siyaseti ölçü alıyor. Düşmanın silahıyla silahlanmak gerekir mi?
Ben bu yarışmayı hiç ciddiye almıyorum. Çünkü ‘al gülüm, ver gülüm’ hesabı, hemen her ülke kendisine yakın bulduğu devletleri kayırıyor. Kıbrıs Rum kesimi adına yarışan şarkıcılar böğürse Yunanistan 12 tam puan veriyor. Balkan ülkeleri birbirini kayırıyor… İsrail Amerika’nın hatırına nazlı bir bebek muamelesi görüyor… Falan filan! ... Bunları uzatabiliriz.
Mademki TRT sponsorluğunda yıllardan beri bu yarışmaya iştirak ediyoruz, amacımız da ülkemizi tanıtmak ise, o zaman bizi biz yapan değerlerle bezenmiş şarkı ve türkülerle Eurovision vitrinine çıkalım. Biz biz olarak çıkalım da varsın derece almayalım; mühim değil.
Gelin gelecek yıl Karadeniz’in özgün sanatçıları Fuat Saka’yı, Volkan Konak’ı hatta İsmail Türüt’ü bu yarışmada Türkiye adına yarıştırın… Evet evet… Bir de bunu deneyin. Ne kaybedersiniz ki! ... Zaten kaybediyorsunuz. Arka fona da Akçaabat horon ekibini koyun… Ondan sonra gelsin puanlar… İsterse de gelmesin… Yeter ki “Biz buyuz” diyebilelim… Dik duralım yani… Onlar puan verir vermez… Kendi bilecekleri şey… Bu arada sözüm ona barış adına Yunanistan’a 12 puan verme yalakalığından da artık kurtulalım. Çünkü haddini bilmeyene haddini bildiriyorlar. Ne olur aynı delikten iki kez ısırılan ahmaklardan olmayalım.
Bu ülke ne çektiyse ecnebi kültür sevdalılarından çekti. Bizden olmayan bu insanlar ne yazık ki bizim adımıza karar verdiler hep... Yeter artık… Kurtulalım bu sömürge mantığından… Titreyelim ve özümüze dönelim. Gerçek kurtuluş reçetesi de budur. “Ey Türk titre ve kendine dön! ” Şayet özüne dönmezsen, gıptayla bakarsın komşularına bön bön! ….
KÖPRÜBAŞI’NIN MEDYADAKİ GURURU: MUSTAFA KARAALİOĞLU
M.NİHAT MALKOÇ
Köprübaşı’nın medyadaki gururu Mustafa Karaalioğlu 1966 yılında Köprübaşı’na bağlı Küçükdoğanlı Köyü’nde dünyaya geldi. İlkokulu Samsun Necatibey İlkokulu’nda, ortaokulu Çarşamba Ortaokulu’nda, liseyi Samsun’da Devrim Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1989 yılında Gazi Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. 1987’de üniversiteyi okurken aynı anda Zaman gazetesinde muhabir ve sayfa sorumlusu olarak çalışıyordu. Yani o hem okuyor, hem de çalışıyordu. Türkiye gazetesinde çalıştı daha sonra… Tüketici Test Dergisi’nde ilk genel yayın yönetmenliği tecrübesini yaşadı. 1995 yılında Yeni Şafak gazetesinin kuruluşunda o da vardı. Yeni Şafak’ta çeşitli mevkilerde vazife yaptı. Bunlar arasında Haber Koordinatörlüğü, Ankara Temsilciliği, Yazı İşleri Müdürlüğü, Genel Yayın Yönetmenliğini sayabiliriz. Karaalioğlu, bu gazetede aynı zamanda ciddi ve kaliteli köşe yazıları da kaleme alıyordu. O, 1997 senesinden beri Star gazetesinde Genel Yayın Yönetmenliği ve Star Medya Grubu İcra Kurulu Başkanlığı görevlerini aynı anda yürütmektedir. O evlidir; iki çocuk sahibidir. Mustafa Karaalioğlu’nun “Tüketim Virüsü”, “Uygun Adım Siyaset”, “Hilal ve Ampul” adlarını taşıyan üç de kitabı bulunmaktadır.
Gazeteci Mustafa Karaalioğlu “Hilal ve Ampul” adlı kitabında 1970’lerin başlarında siyaset arenasına çıkan Millî Görüş Hareketini enine boyuna masaya yatırıyor. Fazilet Partisi’nden Saadet Partisi’ne kadar geçen süre içerisinde yaşananlar ve AKP’nin kuruluşu bu kitapta dile getiriliyor. Yazar, siyasal İslam’la ilgili dikkate değer analizlerde bulunuluyor.
Köprübaşılı Mustafa Karaalioğlu, Ahmet Hakan Coşkun’un safını değiştirmesinden sonra Kanal 7 Televizyonu’nda “İskele Sancak” programını devralarak başarıyla hazırlayıp sunmuştur. O şimdi Kanal 24 adlı televizyon kanalında program yapmaya devam etmektedir.
Karaalioğlu tam bir Karadenizli… Manahoz deresinin deli dolu hali onun karakterine fazlasıyla yansımış. Çabuk kızıyor, parlıyor, son söyleyeceği sözü hiç bekletmeden söylüyor. Onun için de zaman zaman başı derde giriyor. O, Anayasa Mahkemesi’nin türban düzenlemesini iptal eden kararının ardından 6 Haziran’da “Söz Bitti, Sözleşme Bozuldu” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Kararı eleştiren yazı üzerine Karaalioğlu’nun ‘Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama’, ‘Heyet halinde kamu görevlisine hakaret’, ‘Suç işlemeye tahrik’ suçlarından cezalandırılması talep edildi. Cesur gazeteci-yazar Mustafa Karaalioğlu bu yazısında, “Anayasa Mahkemesi, genç kızlar üniversite eğitimi alabilsin, bir ayıp ortadan kalksın, bir hak ihlaline son verilsin diye yapılan düzenlemeyi iptal ederek yetkisini aştı, kendisini var eden hukuku çiğnedi. Sadece hukuku değil, toplumun dindarlığını, başörtüsü gibi yüzyılların ve inancın mirası bir değeri de ayaklar altına aldı.” ifadelerine yer vermişti.
Hemşehrimiz Mustafa Karaalioğlu kendini yetiştirmiş çok iyi bir gazeteci… Malum çevrelerce AKP’ye yakın olmakla ve tarafsızlığını koruyamamakla suçlanıyor. O, gündemin nabzını da çok iyi tutuyor. Tavır ve davranışlarında çok rahat… Konuşma becerisi var, iyi bir hatip olarak biliniyor. Onun medyaya dair analizlerinin çok isabetli olduğunu da görüyoruz.
Köprübaşılı Karaalioğlu’nun gelecekte politikada da iyi yerlere geleceğini tahmin ediyoruz. O, Köprübaşı’nın medyadaki ve siyasetteki yeni yüzü olacaktır. O, demokrasiye inanmış bir yazardır. Onun basınla ilgili şu görüşleri dikkate değerdir: “Basın özgürlüğü demokrasinin temel, olmazsa olmaz, tartışma götürmez bir unsurudur. Medyası özgür olmayan bir yönetime demokrasi denilemez. Ama medyası; siyaseti, ekonomisi ve magazini kadar konuşulan bir demokrasinin sağlığından da şüphe etmek gerekir. Türk medyası yıllardır, on yıllardır sorunludur, kirlenmiştir. Toplumla arasında güven sorunu yaşanmaktadır ve bunun temel nedeni de medyanın boğazına kadar siyasete ve ekonomiye batmış olmasıdır. Medya, siyaseti yönlendirmenin, siyaset üzerinde nüfuz kullanmanın aracı haline gelmiştir.”
Bence Köprübaşılı gazeteci Mustafa Karaalioğlu’nun en büyük eksiği, elinde güç ve imkân olmasına rağmen, basınla uğraşan yetenekli hemşehrilerinin elinden tutmamasıdır.
ÇOCUKLUK ARKADAŞIM DOÇ. DR. MUSTAFA CİN
M.NİHAT MALKOÇ
Zaman ne çabuk geçiyor; geçen zaman neler gösteriyor yaşayanlara... Çocukluk arkadaşlarımız ülkenin dört bir yanına dağılıp kendi yollarını çizerek hayat mücadelesi veriyorlar. İşte bu yazımda çocukluk arkadaşlarımdan olan Mustafa Cin’in yükseliş hikâyesini anlatacağım size. Köprübaşı’ndan Öğretim Üyeliğine uzanan gerçek bir başarı hikâyesi…
Kıymetli arkadaşım Mustafa Cin’le aynı mahalleden(Kosron’dan) olduğumuz için ortaokula ve liseye hep beraber gidip geldik. O, benden küçük olmasına rağmen benden bir sınıf ilerdeydi. Demek ki erken başlamıştı okula. Ortaokulda ve lisede sınıflarımız ayrı olsa da okullarımız, köylerimiz ve yollarımız aynıydı. Gerçi o, ilkokulu Köprübaşı’nda okumuştu. Ben Güneşli Köyü İlkokulu’nda okumuştum. Yani onu ortaokul yıllarında daha çok tanıdım. Mustafa kendi halinde, kalender kişiliğe sahip bir insandı o zamanlar. Şimdi de farklı değildir. Hesaplı ve yerinde konuşan, biraz içine kapanık fakat gayretli ve mücadeleci bir insan… Öyle olduğu içindir ki şimdi adının önünde ‘Doç. Dr.’ akademik unvanını hakkıyla taşıyor.
Giresun Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Bölümü’nde “Doç. Dr.” akademik unvanıyla çalışan Mustafa Cin, 1971 yılında Köprübaşı’nın Gündoğan Köyü’nün Kosron mevkiinde doğdu. İlkokulu Köprübaşı Merkez İlkokulu’nda, orta ve liseyi ise Köprübaşı Lisesi’nde okudu. KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Coğrafya Öğretmenliği Bölümü’nü 1993’te bitirdi. Yüksek Lisansını 1996 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde Beşeri ve İktisadi Coğrafya alanında yaptı. Doktora için İngiltere’ye gitti. Doktorasını İngiltere’nin en eski ve köklü yükseköğretim kurumlarından biri olan Durham Üniversitesi’nde ‘Coğrafya Eğitimi’ alanında gerçekleştirdi. 2000 yılında ‘doktor’ unvanı kazanarak o zaman KTÜ’ ye bağlı Giresun Eğitim Fakültesi’ndeki görevine döndü. Bilindiği üzere daha sonra Giresun Üniversitesi kurularak söz konusu bölümler KTÜ’den ayrılarak bu üniversiteye bağlandı. Cin, 2008 yılında da ‘Doçent Doktor’ akademik unvanını elde etti.
Köprübaşı’nın son yıllarda yetiştirdiği önemli değerlerinden biri olan Doç. Dr. Mustafa Cin’in akademik ilgi alanları Coğrafya Eğitimi, Doğal Afetler Eğitimi, Kavram Öğretimi, Kavram Yanılgıları ve Öğretim Yöntemleridir. “İlköğretim Yedinci Sınıf Öğrencilerinin Astronomi ile İlgili Kavramları Anlama Düzeyleri ve Kavram Yanılgıları”, “İlköğretim 6. Sınıf Öğrencilerinin Coğrafya Kavramlarını Anlama Düzeyleri ve Kavram Yanılgıları”, “Yer Yuvarlağı Ünitesinin Öğretiminde Bilgisayarlı ve Geleneksel Öğretim Uygulamalarının Karşılaştırılması Üzerine Bir Uygulama”, Cinsiyet Farklılıklarına Göre Üniversite Öğrencilerinin Coğrafî Bilgi Düzeyleri” konulu yüksek lisans tezlerinin yönetiminde görev almıştır. Mustafa Cin, bunların yanında “İklim Elemanları Konusundaki Öğrenci Yanlış Anlamalarının Giderilmesinde Kavramsal Değişim Metinlerinin Etkisi ” konulu doktora tezini de başarıyla yönetmiştir. Köprübaşılı Doç. Dr. Mustafa Cin’in bir kısım meslekî yazıları ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmıştır. Onun ulusal bilimsel toplantılarda da birbirinden kıymetli bildiriler sunduğunu da sevinerek müşahede etmekteyiz.
Giresun Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Öğretim Üyelerinden Köprübaşılı Doç. Dr. Mustafa Cin bugüne kadar değişik idarî görevlerde de bulunmuştur. O, 2001–2003 yılları arsında KTÜ Giresun Eğitim Fakültesi’nde İlköğretim Bölüm Başkanlığı yapmıştır. 2002–2005 seneleri arasında da KTÜ’de senato üyeliğinde bulunmuştur. 2002–2007 arasında da Giresun Eğitim Fakültesi’nde Dekan Yardımcısı olarak beş yıl görev yapmıştır. Doç. Dr. Mustafa Cin uluslararası The Geographical Association bilimsel kuruluşuna da üyedir. O, bağlı bulunduğu fakültede “Özel Öğretim Yöntemleri, Doğal Afetler Eğitimi, Okul Deneyimi, Vatandaşlık Eğitimi” gibi dersler vermektedir.
Mustafa Cin birkaç yıl sonra ‘profesör’ olarak başarı çıtasını daha da yükseltecektir. Köprübaşılı bir çocukluk arkadaşı olarak Doç. Dr. Mustafa Cin’in başarılarıyla gurur duyuyorum. Onu gelecekte büyük yerlerde görmek istiyoruz. Yolun açık olsun aziz dostum…
İLAHİYATÇI-YAZAR VEHBİ YILDIZ’I DİNLERKEN…
M.NİHAT MALKOÇ
Peygamber Efendimizin doğum yıldönümünü ümmetçe idrak ediyoruz. 14 asır evvel dünyayı şereflendiren o büyük insanın bütün insanlığa getirdiği evrensel mesajı bir kez daha hatırlıyoruz. Bu vesileyle ülke genelinde konferanslar ve sohbetler düzenleniyor. Hak dostları il il dolaşarak Resulullah’a dair bilgi ve duygularını bütün insanlarla paylaşarak onu daha iyi tanımamızı ve sevmemizi sağlıyorlar. İşte bu çerçevede 06 Mart 2009 Cuma günü akşamı Gülbahar Hatun Koleji’nde Vehbi Yıldız’ın Hz. Muhammed(sav) konulu bir konferansı vardı. Konferans başlamadan evvel Kur’an-ı Kerim okundu. Salon tıklım tıklım dolmuştu. Kur’an tilavetinin ardından araştırmacı-yazar Vehbi Yıldız kürsüye gelerek dinleyenlerini selamladı. Konferansta neler anlatıldığına geçmeden evvel konuşmacı hakkında birkaç bilgi vereyim.
Vehbi Yıldız, ilahiyat eğitimi almış bir araştırmacı-yazardır. Uzun yıllardan beri İslam hizmetinde yoğun çaba göstermektedir. Trabzon’da da uzun yıllar görev yapmıştır. “Düşün, Anla ve Ağla”, “Değer Ölçüsü–1”, “Değer Ölçüsü–2”, “İrfan Ordusu”, “Başarılı Eğitimcinin El Kitabı İrfan Ordusu”, “İlham Kaynakları”, “Aklın Gözyaşları”, “Hidayet Yıldızları”, “Hakikat Güneşi” adlı kitapları Nil Yayınları arasında yayınlanmıştır. Eserlerinde önemli dinî meselelere değinerek okuyucuyu aydınlatmıştır. O aynı zamanda bir Hakk ve Peygamber aşığı… Türkiye’yi baştanbaşa dolaşıp Peygamber Efendimizi gür sesiyle insanlara anlatıyor. Gülbahar Hatun Koleji Konferans Salonu’nda da konu Resulullah ve onun evrensel mesajıydı. Bir buçuk saatlik konuşmasında Hz. Muhammed(sav) ’ı özellikle insanî boyutuyla anlattı. Onun insanlar için hem dünyada, hem de ahrette büyük bir şefaatçi olduğu gerçeğine değindi. Günümüzün tehlikelerini ve bunlardan korunma yollarını dile getrdi. Daha çok şeyler söyledi, konuşmasını güzel bir dua ile tamamladı. Sözlerinden bir kısmını aşağıya almak istiyorum:
“Hz. Muhammed(sav) insanlığın dibe vurduğu cahiliye devrinde Arap Yarımadasına bir güneş gibi doğdu. O dönemde insanlar yolunu iyice şaşırmıştı. Çamura batmıştı her ne varsa. Allah hiçbir zaman insanlığı peygambersiz, rehbersiz bırakmamıştır. İşte bu durumdaki insanları da peygambersi bırakmamıştır. Yüce Allah, Hz. Muhammed(sav) ’i sadece Araplara değil, son peygamber olarak bütün insanlığa bir elçi olarak göndermiştir. Cebrail vasıtasıyla son ilahî hak kitap olan Kur’an-ı Kerim’i de bir hidayet kaynağı olarak yeryüzüne indirmiştir.
Peygamber Efendimiz şefkat ve merhamet duygularıyla dolu emsalsiz bir insandı. Onun inanan ve inanmayanlara hep faydası, şefkati ve merhameti olmuştur. İnsanlara hep sevgiyle ve güler yüzle yaklaşmıştır. İnsanların onun getirdiği dine bu kadar teveccüh etmesinin sebebi de bu şefkat ve merhamet duygularıydı. O, yaşadıkça hiç kimseyi kırmamıştır. Kendisine galiz küfürler edenlere bile bir kötü söz söylememiştir. Mübarek dişi Uhud Savaşı’nda kırılmış, ağzı kan içinde kalmıştır. Müşriklere beddua etmesini söyleyenlere “Ben insanlığa rahmet Peygamberi olarak gönderildim, lanet isteyici olarak değil” demiştir.
Resulullah’ın ümmetine düşkünlüğü dillere destandır. O dünyadayken ümmetine hep şefkat ve merhamet duygularıyla yaklaştı. O büyük insan ahrette de ümmetine şefaat edecektir inşallah… Diğer peygamberler ‘nefsi nefsi’ derken o ‘ümmeti ümmeti’ diyecektir. Resulullah ümmetinin kurtuluşu için Allah’a yalvarmıştır hep… Kıyamette de ilk o dirilecek ve ‘Nerde benim ümmetim? ’ diyecektir. Ümmetinin günahlarını bile üzerine almak isteyecektir.
Günümüzde çok zor şartlar altında yaşayan bir ümmet var. İnsanlık inançlarından uzaklaşmış… Dini değerler çoktan unutulmuş… Fakat böyle bir ortamda bir gençlik doğuyor çok şükür… Maneviyatla iç içe büyüyen bu gençlik sizin eserinizdir. Böyle bir ortamda büyüyen ve yetişen bu gençliği siz imar ve inşa ettiniz. Çok şükür ki bir kısım gençlik azgın tavırlar sergilerken bir kısım gençlik de Resulullah’ın sünneti yolunda ilerliyor. Bu gençlerin bu kadar düzgün yaşaması sizlerin sayesindedir. Allah hizmetlerinizi kabul ve makbul eylesin.
Vehbi Yıldız bir güzel insan… Hayatını hizmete adamış bir yürek… Kitaplar yazıyor, irşat sohbetleri yapıyor, Anadolu’yu baştanbaşa dolaşıyor. Allah razı olsun kendisinden…
TÜRKÜLERİN SULTANI: NERİMAN ALTINDAĞ TÜFEKÇİ
M.NİHAT MALKOÇ
Hayatın tadını tuzunu kaçırıyor ölüm… Her gün birilerinin bağını bozuyor ecel… Hesapları alt üst ediyor hesabımızda olmayan hesaplar… Her şey tarumar oluyor bir nefesin nihayetinde… Ölüm, hayata öldürücü darbeyi vurunca ağzımızın tadı bozuluyor ister istemez. Cahit Sıtkı ölümle ilgili ne diyordu: “Ve ölüm kapımda kişner sabırsız /Bir at oldu nihayet” Haksız da değildi. Bu kişneyen at, insanlığın kapısına dadanmış, vakti geleni sürükleyip götürüyor sonsuzluk âlemine. Orda sıfırdan bir hayat başlıyor şüphesiz. Ama aslında ölenler değil, geride kalanlar yalnızlaşıyor iyice. Gidenler değil, kalanlar terk ediyor. Sonsuzluk âlemine koşuyor hayat kervanının yolcuları. Bu koşuya herkes bir yerden dâhil oluyor.
Ölümün hoyrat elleri bir güzel sesi daha hayatımızdan kopardı. Bir bahçe daha tarumar oldu ne yazık ki… Türkülerin sultanı, Türk halk müziğinin emsalsiz sesi Neriman Altındağ Tüfekçi de aramızdan ayrıldı. 4 Şubat 2009’da dünyadan göçen Tüfekçi, büyük bir müzik mirası bıraktı arkasında. O, Türk müziğinin yaşayan en büyük isimlerinden biriydi. Türk müziğinde ilklerin kadınıydı o... Türk Halk Müziği’nin ilk kadın solistiydi. Aynı zamanda ilk kadın şefti. Türk sanat müziği sanatçısı Perihan Altındağ(Sözeri)’ın da kardeşiydi. Türk folkloruna, Türk müziğine yaptığı önemli derlemelerle katkıda bulunan Muzaffer Sarısözen’in de eşiydi o... Yani ailece sanata ve müziğe gönül vermişlerdi. Neriman Altındağ Tüfekçi, Türk Halk Müziği’nin bağımsız bir dal olarak ayrılmasından sonra bu dalı seçen ilk kişiydi.
Yüzden fazla derlemesi bulunan Neriman Altındağ Tüfekçi, Türk müziğine çok büyük hizmetler etti. 1949 yılında Yurttan Sesler Korosu Şef Yardımcılığı yaptı. 1950’de Kadınlar Korosunu kurdu ve yönetti. Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nın kuruluş çalışmalarına katıldı. Burada yönetim kurulu üyesi ve öğretim görevlisi olarak hizmetlerde bulundu. O, aynı zamanda kıymetli eşi Nida Tüfekçi’yle birlikte “Memleket Türküleri” adlı bir kitaba imza attı.
O, “Kışlalar doldu bugün / Doldu boşaldı bugün / Gel kardaş görüşelim / Ayrılık oldu bugün” türküsünü ne de yanık söylerdi. Âh o türkü yok mu; ciğerlerine işler insanın… Hele de askerseniz veya asker yakınıysanız o zaman gözyaşlarınız yerçekimine teslim olur.
Müziğe çok değer veren ve müziği hayatının bir parçası olarak gören Tüfekçi, işini çok iyi yapardı ve çok titiz çalışırdı. Müziğin her alanında varlığını hissettiren; solistlik, şeflik ve hocalık yapan Neriman Altındağ Tüfekçi çok büyük bir sesti. TRT Türk Halk Müziği repertuarında yer alan türküleri ve uzun havaları yöresel tavrına uygun olarak yorumlardı. Bu hususta sivrilmiş bir şahsiyetti. O, Türk müziğini çok iyi bilen bir sanatçıydı. Onu bugünkü yeniyetmelerle ve magazin bataklığına batmış sözde sanatçılarla karşılaştırmayı bile abes buluyorum. Şayet karşılaştırsak aradaki farkı kelimelerle ifade edemeyiz. Merhum sanatçı Neriman Altındağ Tüfekçi ile yeniyetmeler için dağ ve fare benzetmesini yapsak yeridir. O bir dağdı, fakat dağ olsa da tevazuyu elden bırakmazdı hiçbir zaman. Tevazusu asaletindendi.
Yozgat Sürmelisini Neriman Altındağ Tüfekçi’den dinlemenin doyumsuz keyfi hiçbir şeyle ölçülmez. “Dersini almış da ediyor ezber/Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler/ Aman aman ben yarelendim aman…” diye başlayan Yozgat Sürmelisi onun sesinde başka bir ahenge ve kimliğe bürünür. Alır götürür sizi düne… Duygular masmavi bulutlara kanatlanır sanki.
Neriman Altındağ Tüfekçi uzun ve bereketli bir ömür yaşadı. 83 yıllık ömrüne müzik adına çok şey sığdırdı. Bilgilerini daima paylaştı; gece gündüz demeden, yılmadan, yorulmadan öğrenciler yetiştirdi. Türk müziğinde büyük bir iz bıraktı. O şimdi türkülerini söyleyip bir kanara çekildi. Fakat milletin gönlünde ölmedi. Onu genç nesiller fazla tanımasa da bu durum, onun değerinden bir şey kaybettirmez. Altın yere düşmekle kıymetini yitirmez. Günümüz sanatçılarının ondan öğreneceği çok şey vardır. İki türkü veya şarkı okuyup ahkâm kesenler, Neriman Altındağ Tüfekçi’nin hayatını ve müziğe hizmetlerini bilseler, onu kendilerine örnek alsalar ne kadar da iyi ederler. Neriman Altındağ Tüfekçi’nin ölümü gerçek müzikseverler için ve Türk Müziği için gerçekten büyük kayıptır. Allah rahmet eylesin.
İlk Yayın: Beyaz Gemi Dergisi/Mart 2009
KÖPRÜBAŞI’NIN MANEVÎ DİNAMİKLERİNDEN HACI SEFER EFENDİ
M.NİHAT MALKOÇ
“Âlimler peygamberlerin varisleridir” demiş fahr-i kâinat Efendimiz Hz. Muhammed(sav)… Bu ne büyük, ne şerefli bir payedir, bu ne güzel bir mirastır. Ne mutlu Allah yolunda giden ve Allah yolunu aydınlatan âlimlere… Ne mutlu o âlimlere tabi olanlara.
“Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir” hadis-i şerifi, âlimlerin kıymetini bize ne güzel ifade ediyor. Âlim ölmeden onun ilminden istifade etmeli, büyük bir tevazuyla ondan ilim talep etmeliyiz. Değerlerimizi kaybetmeden tanımalı, onlardan gereğince yararlanmalıyız.
İslam’a gönül verenler halkın gönlünde de geniş yer etmişlerdir. Allah’a yakın olanlar halka da yakın olmuşlardır. İşte Allah’a ve halka yakın olan simalardan biri de Köprübaşı’na bağlı Beşköy Beldesinden Hacı Sefer Saka Hoca Efendi’dir. Bu mübarek zat, Köprübaşı’nda dinî sahada adından en çok söz edilen âlimlerdendir. Köprübaşı’nda onun adını sanırım duymayan yoktur. Hemen herkesin zihninde Sefer Efendi’yle ilgili bir miktar malumat vardır.
Hacı Sefer Efendi, Köprübaşı’nın manevî sahadaki yüz aklarından biridir. Onun adı dini ve maneviyatı çağrıştırmaktadır. Zira dinî ilimlere vakıf bir insandır kendisi. Halkın gözünde büyük bir itibarı vardır. O, 1960 senesinden 2000 senesine kadar Mezire(Yılmazlar) Camii’nde imamlık yapmıştır. Mezire Camii onun adıyla özdeşleşmiştir. Onun bu camide görev yaptığı süre içerisinde bu kutsal mekânın itibarı çok yükseklerde olmuştur. Halk ona ayrı bir kimlik ve değer vermiştir. Adeta onu eteğine yapışılacak bir mürşit olarak görmüşlerdir. Dinî meselelerde bir fetva alınacaksa öncelikle ona müracaat edilmiştir. Sefer Efendi bir fetva vermişse bunun üzerine kimse bir şey eklememiş, bu fetva tereddütsüz kabul edilmiştir. Halk nezdinde bu kadar kabul görmek ve güvenilmek ne büyük bir bahtiyarlıktır.
Sefer Efendi, bir Kur’an ve Allah dostudur. O, bu dostluğunu sözde bırakmamış, uzun ömrü boyunca bunu dinî hizmetleriyle ispatlamıştır. Mütevazı bir insan olsa da onda büyük bir dinî ilim hazinesi mevcuttur. Bunu onun vaazlarını dinleyenler iyi bilir. Mezire Camii’nde görev yaptığı süre içerisinde Köprübaşı’na, civar köylere ve genel anlamda Trabzon’a hayat vermiştir. Dilerseniz onu çok yakınında olan bir kişiden, torunu Mehmet’ten dinleyelim:
“Kendisi 1990 yılından beri Bursa da ikamet etmektedir. Ömrünü İslam’a adamış ve talebeler yetiştirmiş bir âlimdir. Çocukluk yıllarındaki fakirliğe rağmen altı yaşında hafızlık yapmış, o dönemin tanınmış âlimlerinden Kuran-ı Kerim ve Arapça eğitimini almış; daha sonraki yıllarda Trabzon’un çeşitli ilçelerinde on yaşından başlayarak ramazan akşamlarında Kuran-ı Kerim okumuş ve namaz kıldırmıştır. Gençlik yıllarında başta Bursa ve İstanbul olmak üzere bazı illerde İslam’a hizmet etmek nasip olmuştur ona. Sefer Efendi o dönemde büyük şehirlerde kalması yönünde yapılan baskılara rağmen kendi bölgesine hizmet için Trabzon’a dönmüş, girdiği müftülük sınavını kazanmış; fakat daha fazla hizmet için imamlığı tercih etmiştir. İmamlık döneminde belki de binlerce kişiye Kuran-ı Kerim ve Arapça eğitimi vermiştir. Binlerce kişi Türkiye’nin ve dünyanın birçok yerinden yanına gelmiş ve o, elinden geldiğince onlara yardımcı olmuştur. Şu an 85 yaşında ve Allah’a hamdolsun ki nerde kendisine ihtiyaç olsa ve nereye davet edilse imkân dâhilinde gitmeye çalışıyor.”
Altı yaşından beri Kur’an yolunda yürüyen bir ışık insandır Hacı Sefer Efendi… Kur’an-ı Kerim’i kaynağından okuyup anlayabilen, tefsir edebilen bir âlim… Ömrünü Allah yoluna adamış nur yüzlü bir pir-i fani… Yetiştirdiği, feyzinden faydalandırarak hafız ettiği, Kur’an’la cilalanan ışığında yüreklerindeki karanlıkları aydınlattığı talebelerin sayısını kendisi de bilmiyor. Bu ne büyük bir manevî hizmettir, berekettir... Zıvanadan çıkmak üzere olan ve bu asrın bataklıklarında debelenen bugünkü gençlerin onun gibi mürşitlere(yol göstericilere) ne kadar da ihtiyacı vardır. Allah onun gibi insanların sayısını artırsın. Allah onu başımızdan eksik etmesin. Bursa’da manevî irşat faaliyetlerine devam eden Hacı Sefer Efendi Hocamıza uzun ve bereketli bir ömür diliyoruz. Keşke Köprübaşı’mızda yaşamaya devam etseydi. Onun güzel sohbetlerinden ve kıymetli fetvalarından istifade edebilseydik.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta