Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1604

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 17:00

    SULTAN MURAT ŞEHİTLERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bu vatan öyle kolay elde edilmedi.Bedel ödedik her karış toprak için…Hem bu bedel parayla değil,insanın en kıymetli varlığı olan canıyla ödendi.
    Türk milleti Osmanlı’nın mirasını teslim alarak şerefle taşıdı ve bugünlere ulaştırdı.Zayıflamış,gücü tükenmiş,Batı’nın oyuncağı hâline gelen yorgun bir devletten yepyeni bir Cumhuriyet çıkaran bu millet,her türlü övgüye lâyıktır.
    Mehmetçik her devirde canını ortaya koyarak Türk’ün namus,şeref ve haysiyetini muhafaza etmiştir.Batılı devletlerce “Hasta Adam” olarak nitelendirilen devletimizin inşası ve bekası için oluk oluk kan akmıştır.Nice civanları toprağın kara bağrına gömmüşüz.İşte Türk’ün bu destanlaşan mücadelelerinden birisi de Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Sultan Murat Yaylası’nda yaşanmıştır.
    Sultan Murat Yaylası,beş köyün ortaklaşa kurduğu merkezî bir yayladır. Adını Osmanlı padişahlarından 4. Murat'tan almıştır. Sultan 4. Murat'ın İran'a sefer yapmak üzere ordusuyla bu yöreden geçtiği ve cuma namazını burada kıldığı bilinmekte olup, namaz kıldığı yer muhafaza edilmektedir.
    Sultan Murat Yaylası’na 1,5 kilometre mesafede bulunan Şehitler Tepesi’nde bir şehitlik bulunmaktadır. Şehitlikte 1916 yılında, Rus işgal kuvvetleriyle yapılan muharebe neticesinde şehit düşmüş olan bir subay, bir astsubay ve yetmiş erin mezarları bulunmaktadır. Aziz şehitlerimizi anmak maksadıyla her yıl 23 Haziran'da şehitleri anma töreni yapılmaktadır.Bu merasime binlerce vefakâr hemşehrimiz iştirak ederek kadirşinaslığını göstermektedir.
    Trabzon İli Çaykara İlçesine 25 km mesafede olan ve Aydıntepe’nin 54 km kuzeybatısında bulunan Sultan Murat Yaylası’nda elektrik ve içme suyu bulunmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma siperler ve şehit mezarlarını her yıl binlerce insan ziyaret etmektedir.
    Sultan Murat Yaylası’nda yaşanan mücadele dillere şayandır.Burada şehadet mertebesine yükselen yiğit erler,yurdun dört bir yanından gelmişlerdir bu yüksek rakımlı yaylaya…Onların tek bir emeli vardı: Yurdu düşmanın tasallutundan korumak ve kurtarmak…Çok büyük bedeller ödemişlerse de bu yüce gayelerine erişmeye muvaffak olmuşlardır.Bu cengâverleri,vaktiyle yazmış olduğum bir şiirde şöyle tavsif etmiştim:
    “Bizdik dağı,taşı konuşturan at kişnemesiyle
    Şehadet şerbetini içen bizdik Mehmed’im
    Bizdik çağ açıp çağ kapayan imanın gür sesiyle
    Allah Allah nidasıyla Hakk’a koşan bizdik Mehmed’im

    Bizdik her karış toprağını sulayan kanıyla
    Mahşeri canlandıran ordu bizdik Mehmed’im
    Bizdik nefsin inadına alay eden canıyla
    Kasırga,tayfun misali kopan bizdik Mehmed’im”
    Mehmetçik budur işte!…Yurdu için yaşamasını da,ölmesini de çok iyi bilir.Verilen emri her halükârda hakkıyla ifa eder.Tarihimiz bunun emsalsiz örnekleriyle doludur.Çünkü bizim için hürriyet her türlü kıymetin fevkindedir.Hürriyet olmazsa namus tehlikeye girer.İnsanlar inançlarının gereklerini hakkıyla yerine getiremezler.Müslüman bir millet ehl-i sâlibin çizmesi altında yaşayamaz.Bu dinen ve vicdanen kabul edilebilir bir durum değildir.
    Onun içindir ki Çanakkale’den,Edirne’den,Sivas’tan,Balıkesir’den ve yurdun dört bir köşesinden hiçbir zorlamaya maruz kalmadan gönül hoşluğu içerisinde Trabzon’un yüksek bir dağı(yaylası) olan Sultan Murat da bile 72 vatan evlâdı şehadet şerbetini hiç tereddüt etmeden kana kana içmiştir.
    Böyle bir millet sevilmez mi?Böyle bir millet için ölünmez mi?Türk milletinin şerefli mâzisi gözlerimizin önünden geçtikçe gururlanıyoruz.Bizler de gerekirse o sahneleri yaşamaktan ve vatan için canımızı Hakk’a teslim etmekten asla çekinmeyiz.Çünkü biz ecdadımızdan böyle gördük.Bize de böyle yapmak düşer.
    Birinci Dünya Savaşı’nda büyük bir mücadele örneği göstererek şehitlik mertebesine yükselen bu aziz vatan evlâtlarını şehadetlerinin 89. yılında rahmet ve minnetle anıyoruz.Ruhları şâd olsun.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:59

    ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA…O KÖY BİZİM KÖYÜMÜZDÜR!...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Trabzon’un sonradan ilçe olan beldelerindendir Köprübaşı….Denizden uzakta bir başına,kaderiyle baş başa,unutulmuş,biraz da horlanmış,üvey evlât muamelesi görmüş Köprübaşı….
    Adana’nın,Eskişehir’in ve Manisa’nın Köprübaşı’sıyla karıştırmayın bu şirin diyarımızı….Çünkü bizim Köprübaşı’mız onlara benzemez….Hep mağdur edilmiş bir yerleşim yeridir bizimkisi….Şâirlerimizden Ahmet Kutsi Tecer “Orda Bir Köy Var Uzakta” adlı şiirinde şu nostaljik ifadelere yer vermişti:
    “Orda bir köy var, uzakta,
    O köy bizim köyümüzdür.
    Gezmesek de, tozmasak da
    O köy bizim köyümüzdür.”
    Doğup büyüdüğüm Köprübaşı Ahmet Kutsi Tecer’in bu dörtlüğünü hatırlattı bana…Aydan aya,belki yazdan yaza gidebildiğimiz Köprübaşı’nda onca hatıralarımız saklı…İlk,orta ve liseyi burada okudum.Çocukluğumun en güzel anları ve anıları burada geçti.Nasıl unuturum bu şirin diyarı?...
    Köprübaşı ilçesinin tarihçesi ve ilk yerleşmeler hakkında bilimsel veriler yok denecek azdır. Eldeki tarihî bilgilere göre Trabzon’un fethinden sonra Orta Asya’dan göçen çeşitli Türk kavimleri Trabzon’a gelerek boş buldukları yerlere yerleştirilerek buraları iskân etmişlerdir. Köprübaşı yerleşime açılmadan önce çok sık ve gür ormanlarla kaplı idi. Ağaçların sıklığından dolayı güneş toprağı ısıtmazdı.
    Of ilçesine yerleşen Türk kavimlerinden bir aile; Of ilçesi ile Köprübaşı arasında bulunan Kozalak Dağı denilen tepeyi aşarak bugünkü Köprübaşı ilçesine bağlı Fidanlı Mahallesi’nde Tekke mevkisinde Kuzgun Irmağı denilen yerde ormanın içinde güneşten ara bir yerde bir baraka yapmak suretiyle buraya yerleşmiştir. Bu yerleşim yeri “güneşten ara yer” diye adlandırıldığından bilâhare Köprübaşı denilen ve ilk iskân edilen bölgeye “Güneşara” adı verilerek uzun yıllar bu şekilde adlandırılmıştır. Daha sonra Şarkî ve Garbî Güneşara olmak üzere iki muhtarlığa dönüştürülmüştür.
    Bölgenin merkezinden akmakta olan ve kaynağı merkezden 40 km uzakta yaylalarda bulunan Manahoz Deresi etrafında yerleşen halkın, yayaların geçişini sağlamak üzere mevcut Manahoz Deresi üzerinde çok sayıda köprü yapmak suretiyle ve bu köprülere çeşitli adlar verilerek ( baş köprü, büyük köprü, orta köprü vb. ) bilâhare Sürmene ile Köprübaşı arasında en son yapılan köprüye de “köprülerin başı” denilerek, “Güneşara “diye adlandırılan yerleşim yeri “ KÖPRÜBAŞI “ adını almıştır.
    Köprübaşı’nın bucak oluşu 1929’a dayanır.O zamanlar on beş köyden oluşan bu belde bucak statüsüne kavuşturulmuştur.Daha sonra ise Fidanlı, Akpınar ve Gündoğan Mahallelerinin tüzel kişiliklerinin birleştirilmesi ile 1965 yılında Köprübaşı Belediyesi kurulmuştur.
    1965 yılından günümüze kadar yedi kişi Belediye Başkanlığı yapmıştır. Şu anda Belediye Başkanlığı görevini yürüten Ali Rıza Hacıefendioğlu’dur. Belediyeye bağlı mahallelerin nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre 4998’dir.
    Rahmetli Adnan Kahveci de Köprübaşılı’dır.Maliye Bakanlığı döneminde Köprübaşı’na geldiğinde şehrin girişine “Sayın Bakanım Biz de İlçe Olmak İstiyoruz” yazılı bir pankart asılmıştı.Biz o zamanlar lise öğrencisiydik.O bez pankartı alarak arabasının arkasına koymuş ve Köprübaşı’nın en kısa zamanda ilçe yapılacağı sözünü vermişti.Sözünde de durmuştu.
    5 Mayıs 1990 tarihinde 3644 sayılı kanunla Sürmene İlçesinden ayrılarak yeni bir ilçe olarak kurulmuştu.12 Ağustos 1991 tarihinde ilk kaymakamı göreve başlamıştı.
    Köprübaşı İlçesi sahilden 14 km içeride bulunmaktadır.Sürmene’ye uzaklığı araçla 15-20 dakika civarındadır.Fakat hâlâ yolu düzgün bir şekilde asfaltlanılamamıştır.Trabzon’un pek çok beldesinde asfalt yollar olduğu halde iki ilçeyi(Sürmene-Köprübaşı) birbirine bağlayan ana yol asfalt değildir.Köprübaşı’nın makus talihini ifade etmek için bilmem başka söze gerek var mı?
    İlçemizin halkının gelir kaynaklarından birisi de ağaç işleri ve el sanatlarıdır. Beşik ve kaşık yapımı ile uğraşıp geçimini bu yoldan sağlayan pek çok vatandaşımız bulunmaktadır. İlçemizde insanların bir arada çalışıp üretim yapabileceği fabrika vb. üretim tesisi bulunmamaktadır.
    Tarım alanların az olması beraberinde geçim problemlerini getirmektedir. Bu nedenle ilçemizden İstanbul, İzmit, Samsun ve Zonguldak gibi pek çok vilâyete gurbete gidilmektedir.Çalışkan insanlarımız gittikleri yerlerde kısa zamanda işçilikten patronluğa terfi etmektedir.
    İlçemizde her yıl 29 Haziran tarihinde 1916 yılında bölgemizi işgal eden Rus askerlerine karşı yapılan savaşlarda şehit düşen 7 subay ve 150 asker için Harmantepe Şehitlerini Anma Töreni düzenlenmektedir.Bu şehitlerimiz için Millî Savunma Bakanlığı tarafından görkemli bir anıt yapılmıştır.
    Bütün maddî ve manevî sıkıntılara rağmen yöre insanı hayat doludur.Her türlü problemin üstesinden gelmeye muvaffak olmuşlardır.Buralarda yaşayan insanlar son derece güçlü ve dayanıklıdır.Zorluklar ve iklim şartları onları dayanıklı kılmıştır.Ayakta kalmaya ve hayatın zorluklarına direnmeye mecburdurlar zaten….Mevcut şartlarda başka alternatifleri de yoktur.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:59

    ÖZ MÛSİKİMİZİN PİRİ: MUSTAFA ITRÎ EFENDİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk musikisi bütün engellemelere rağmen çok büyük bir merhale kat etmiştir.Bir kısım insanlar kendilerince musikiyi muzır bir uğraş olarak görmüşlerdir.Kendi mantıklarını ölçü alarak fetva vermeye kalkmışlardır.Oysa Kur’an’ın hiçbir yerinde musikiye dair lehte ve aleyhte ayet mevcut değildir.Fakat her alanda olduğu gibi, bu sahada da kendi fikirlerini dinin emriymiş gibi göstermeye kalkanlar olmuştur.Buna rağmen musiki,hayatımızın her alanına sirayet etmiştir.Hatta mistik bir musiki de doğmuştur.Tasavvuf müziği de diyebileceğimiz bu alanda büyük bestekârlar yetişmiştir.Aslında insanı Allah’a yaklaştıran her şey güzeldir.Bunun yanında kulu Allah’tan uzaklaştıran şeyler de çirkindir.Ölçü bu olmalıdır.Bu,ister şiir olsun,isterse müzik…Mühim olan muhtevadır.
    Aslında Türk musikisi çok köklü bir mâziye sahiptir.Fakat her alanda olduğu gibi değerlerimize bir türlü sahip çıkamamışız.Bu,değeri bilinmeyen değerlerin başında Mustafa Itrî Efendi gelmektedir.Klasik Türk Musikisinin bu en meşhur bestekârı hakkında bilgilerimiz maalesef çok azdır.1640 senesinde doğduğu rivayet ediliyor.Asıl adı Mustafa’dır.Itrî,onun mahlasıdır.Buhûrîzâde sülâlesinden gelmektedir.İstanbul’da doğmuş ve yaşamıştır.Yenikapı Mevlevîhanesi’ne devam etmiştir.Çok büyük bir değerdir Türk musikisi için…Bununla ilgili olarak Yahya Kemal Beyatlı,Itrî için şu dizeleri sıralıyor:
    “Mûsikîsinde bir taraftan dîn,
    Bir taraftan bütün hayât akmış;
    Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,
    Mâvi Tunca'yla gür Fırât akmış.
    Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,
    Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
    Bize benzer o kâinât akmış.”
    Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi binlerce beste yapmış hayatı boyunca…Gel gör ki bunlardan ancak elli tanesi günümüze kadar gelebilmiştir.Binlerce bestesi tarihin karanlığına gömülmüştür.Bu ,Türk kültür tarihi için büyük bir kayıptır.
    Başlıca eserleri şunlardır: Segâh Kurban Bayramı Tekbiri; Segâh Salât-ı Ümmiye; Dilkeşhâveran Gece Salâtı; Mâye Cuma Salâtı; Segâh Mevlevi Ayini; Rast Darb-ı Türkî Naat ve Sofyan Tevşih; Nühüft Durak; Nühüft İlahî; Nühüft Tevşih; Nevâ Kâr; 2 Pençgâh Beste; Hisar Devr-i Kebir Beste ve Aksak Semai; Mâhûr Ağır Aksak Semai; Rehavî Berefşan Beste; Buselik Hafif Beste ve Yürük Semai; Segâh Ağır Semai; Segâh Yürük Semai; Bayatî Çember Beste; Bestenigâr Darb-ı Fetih Beste; Dügâh Hafif Beste; Isfahan Zencir Beste ve Ağır Aksak Semai; Nikriz Muhammes Beste; Râhatu'l Ervah Zencir Beste; Irak Aksak Semai; Rast Aksak Semai; Nühüft Aksak Semai; Acemaşiran Yürük Semai; Rehavî Peşrev; Nühüft Peşrev ve Saz Semaisi…
    Günümüz gençliğinin,bu büyük musiki üstatlarından haberdar olmaması ne acıdır.Batı’nın pop müziğini hayat tarzı olarak benimseyen gençlerimiz,klasik Türk Musikisine sırt çevirmişlerdir.Oysa Yahya Kemal’in dediği gibi:
    “Çok insan anlamaz eski musikimizden
    Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.”
    Itrî,zamanında saray çevresi tarafından da sevilen ve takdir edilen bir insandı.Beş padişah görmüştür.Besteleri devrinin padişahları tarafından beğenildiği için saray çevresince himaye edilmiştir. Sultan IV. Mehmed zamanında dikkatleri üzerine çekmiştir. Itrî uzun yıllar Enderun'da müzik öğretmenliği ve hanendelik yapmıştır. Divan şairlerinden Şeyhî'nin yazdığına göre, ölümünden sonra 'Mevlevihane Yeni kapısı haricine' gömüldüğü rivayet edilmiştir.
    Büyük bestekâr Itrî,aynı zamanda bir şâirdir.Elimizde çok sayıda şiiri olmasa da,mevcut şiirlerinden, iyi bir şâir olduğunu anlıyoruz.Bestelerinin çoğunun güftesi kendisine aittir.Şiirlerinin dili günümüze göre ağırdır.Fakat zamanı için bu kanaate varamayız.Kendine ait olanlarının dışında,zamanın pek çok şâirinin şiirini bestelemiştir.Yani geniş bir ufka sahiptir.İyi bir eğitim almamışsa da,kendisini yetiştirmiştir.Zaman zaman dinî motifli besteler de yapmıştır.Hafız Post’un etkisi altında kalmıştır.Dinî muhtevalı besteleri Mevlevî dergâhlarında söylenmiştir.Lâkin eserleri bunlarla sınırlı değildir.Dilerseniz onu tekrar Yahya Kemal’den dinleyelim:
    “O ki bir ihtişamlı dünyâya
    Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;
    Âdetâ benziyor muammâya;
    Ulemâmız da bilmiyor kimdi?
    O eserler bugün defîne midir?
    Ebediyyette bir hazîne midir?
    Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?”
    Tabiki o eserlerden hiçbirimizin haberi yok.Eserleri bırakın,Itrî’yi bile doğru dürüst tanımıyoruz.Her ne kadar kendisini hakkıyla tanımazsak da,okunan her bestesiyle kendimizden geçiyoruz.Bu durum,onunla olan gönül köprümüzün yıkılmadığına bir işarettir.Buna da şükür!...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:59

    ÇAĞA VURULAN DAMGA
    M.NİHAT MALKOÇ

    Bundan 552 yıl evvel,ülkemizin gözbebeği olan İstanbul,Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmişti.Bu “Feth-i Mübin” sadece İlâ-i kelimetullah aşkıyla gerçekleştirilmişti.Hocası,Akşemseddin’in çile dergâhında olgunlaşmıştı Fatih…Nefsinin oyuncağı olmaktan kurtulmuştu.Manevî sahada rüştünü defalarca ispatlamıştı.İstanbul’u fetihteki gayesi son Peygamber Hz.Muhammed(SAV)’in hadiste zikrettiği ilâhî müjdeye mahzar olmaktı.Zira Resulullah Efendimiz: “İstanbul mutlaka fetholunacaktır. O’nu fetheden komutan ne güzel komutan ve O’nu fetheden asker ne güzel askerdir” buyurarak fethin önemini belirtmiştir.Zira burası alınmadan evvel Bizans İmparatorluğunun başkentiydi.
    İstanbul’un fethedilmesi Müslümanlar için bambaşka bir mânâ ifade ediyordu.Peygamberin övgüsüne mahzar olmak müminler için çok ehemmiyetliydi.Bu yüzden Müslümanlar İstanbul’un fethi için büyük gayret göstermişlerdir.İlk teşebbüs Hz.Osman zamanında gerçekleştirildi.Muaviye’nin oğlu Yezid’in önderliğindeki İslâm ordusu,şehri kuşatmasına rağmen fethe muktedir olamadı.Bu ordunun içinde sahabelerin büyüklerinden Hz.Ebu Eyyub-ı Ensarî de vardı.Kuşatma sırasında dizanteriden öldüğü için İstanbul’da kendi adıyla anılan ilçede,adına yaptırılan caminin avlusunda defnedilmiştir.Bunun dışında,pek çok fetih teşebbüsünde bulunulmuşsa da neticeye ulaşılamamıştır.Bu şeref İkinci Mehmet Han’a nasip olmuştur.
    İstanbul’un fethi büyük bir askerî ve taktik başarıdır.O zamanın geri teknolojisiyle bizzat Fatih’in döktüğü ağır toplarla,surlar yerle bir edilmiştir.Mağrur surlarda tarihe şekil veren mukaddes gedikler açılmıştır.Bu fetihle beraber köhnemiş bir çağ kapanırken yepyeni bir çağ açılmıştır.Karadeniz,bir Osmanlı gölü hâline dönüştürülmüştür.Osmanlı bir dünya devleti olduğunu ispatlamıştır.
    Fethin mimarı İkinci Mehmet Han,bu muazzam zaferden sonra müslümana yakışır bir hoşgörüyle gayri müslimlere inanç hürriyeti tanımıştır.İstanbul’la birlikte Hıristiyanların da gönlünü fethetmiştir.Bunun üzerine bir Bizans vatandaşı şu enteresan ifadeleri kullanmıştır: “Burada kardinal külâhı görmektense Müslüman sarığı görmeyi tercih ederim.” Osmanlı bu hoşgörüsü sayesinde altı yüzyılı aşkın bir süre yaşadı.
    Fatih Sultan Mehmet,İstanbul’u fethettiğinde tarihler 29 Mayıs 1453’ü gösteriyordu.Bizler şimdi yeni bir yüzyıla girdik.O günden bugüne 552 sene geçti.Köprülerin altından çok sular aktı.İstanbul şimdi Fatih zamanındaki İstanbul değil.Nüfusu arttıkça yozlaştı ve değerlerinden uzaklaştı bu koca şehir!..Adeta kimliğini kaybetti.Bugün İstanbul maddeten bizim olsa da,manevî bakımdan bizden çok uzaktır.Bu şehrin manevî bir fethe ihtiyacı vardır.İstanbul’un bugünkü durumu hakkındaki düşüncelerimi “İstanbul’a Dair” adlı şiirimde vaktiyle şöyle dile getirmiştim:

    “Hayâl misin gerçek mi?...Seni tanımak çok zor
    Bu hâle nasıl düştün anlayan birine sor
    Bak Fatih mezarında hâline üzülüyor
    İstanbul’un içinde bir İstanbul daha var
    Üvey evlât misali öz evlâtlarına dar

    İstanbul neden küstün öz evlâdına böyle?
    Niçin mahzûn durursun,derdin var ise söyle
    Bana Yavuz’dan,Fatih’ten,Hamit’ten bahseyle
    Düşman mutlanır iken dost ağlıyor hâline
    Henüz yol yakın iken İstanbul dön kendine!...

    Ey koca şehir ufkun neden böyle karardı?
    Ömrünün taze baharında benzin sarardı
    Hayalimizde seni hep mağrur görmek vardı
    Bir zaman söz vermiştin direnecektin güya
    Kiliseler gülerken ağlıyor Ayasofya…

    Mabetler kan ağlıyor Beyoğlu’nun hâline
    Geçmiyor rezaletsiz ne gün,ne ay,ne sene
    Eyüp Sultan ‘da kabir davet ediyor dine
    Ne olacak bu hâlin derdine bir deva bul
    Çıkar o pis gömleği mâzine dön İstanbul!...”

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:58

    KIRKPINAR ER MEYDANI

    M.NİHAT MALKOÇ

    “Türk gibi güçlü” ifadesi bütün dünyada söylenegelen bir teşbihtir.Gerçekten de Türkler gücün ve iktidarın sembolüydüler.Osmanlı Devleti cihanşümul bir imparatorluktu.Onun 624 yıl ayakta kalması bu gücün eserinden başka bir şey değildi.
    Her şeyden evvel savaşçı bir milletiz biz…Savaşlar bizim alın yazımız olmuş…Bu biraz da yaşadığımız coğrafyanın özelliğinden kaynaklanmaktadır.
    Biz Türklerde güreş yaygın bir spor olagelmiştir.Pehlivan yürekli yiğitler her fırsatta güç ve hünerlerini sergilemişlerdir.Bu yıl 644.sü düzenlenen Kırkpınar yağlı güreşleri de bunun en güzel örneğidir.Kırkpınar yağlı güreşleri,dünyada olimpiyatlardan sonra en eski spor faaliyeti olarak biliniyor.
    Edirne bizim serhat şehrimiz…Mimar Sinan’ın Selimiye Camiî’ni kondurduğu güzel şehir….Sınırlarımızın öbür ucu…Ülkemin Batı’ya açılan kapısı Edirne….Kahraman askerlerimin at oynattığı,nal ve kılıç seslerinin tarihin hafızasına kazındığı harikulâde diyar…Kapıkula,Pazarkule,İpsala,Hamzabeyli ve Uzunköprü sınır kapılarıyla Balkanlar’a ve Avrupa’ya açılan kilit şehir….Tarihî Kırkpınar güreşleriyle taçlanan topraklar…Osmanlı’nın payitahtı,padişahların ayak izlerinin dört bir yana yayıldığı sınır kentimiz…
    Tarihî Kırkpınar güreş ve kültür etkinlikleri haftası, Edirne'nin en önemli mesire yerlerinden birisi olan Sarayiçi mevkiindeki sahada yapılmaktadır.Bu güreşlerin başlangıç hikâyesi acıklı ve enteresandır. Osmanlı akıncıları, burada yaptıkları akınlar sırasında, savaşmadıkları ve mola verdikleri günlerde, zamanlarını, aralarında çeşitli sporlar yaparak değerlendirirlerdi.
    Bir keresinde güreşe tutuşan kırk yiğit içinden ikisi, tutuştukları güreşi gece yarısına dek sürdürdükleri hâlde neticelendiremezler ve ikisi de güreştikleri yerde can verir...Arkadaşları bu iki yiğidi,güreş yaptıkları yerde bulunan bir incir ağacının altına gömdükten sonra Edirne 'ye doğru akınlarına devam ederler.
    Edirne'nin fethinden sonra Ahırköy çayırlığına geldiklerinde, o incir ağacının civarında billur kaynaklı bir suyun, Kırkpınar çayırlığına doğru aktığını görürler ve bu nedenle de 'Kırktı bunlar. Bu yakaya ilk ayak basanlardır bunlar' diyerek o yere Kırkpınar adını verirler.
    Bu yıl 644.'sü yapılan olan tarihî 'Kırkpınar güreşleri', Sarayiçi mevkiindeki 'Sarayiçi Er Meydanı' denilen sahada düzenlenmektedir.Genellikle haziran ayı sonu, temmuz ayı başlarında düzenlenen tarihi Kırkpınar güreşleri yedi gün sürmektedir.
    Kırkpınar güreşlerine katılan güreşçiler için ayrı ayrı kategoriler belirlenmiştir. Bunlar; minik 1, minik 2, teşvik, tozkoparan, deste küçük boy, deste orta boy, deste büyük boy, küçük orta küçük boy, küçük orta büyük boy, büyük orta, başaltı ve baş kategorileridir.
    Kırkpınar yağlı güreşlerinde pek çok boylarda güreşler olmasına rağmen asıl ilgiyi çeken başpehlivanlık güreşidir. Bu unvanı elde eden pehlivan bir yıl için Türkiye'nin başpehlivanı olur ve altın kemer ile ödüllendirilir.Arka arkaya üç yıl başpehlivanlığı kazanan güreşçi, altın kemerin de sahibi olur.
    Son yıllarda üst üste birinci olarak başpehlivanlık kategorisinde adını duyuran Ahmet Taşçı, 1990 - 1992 / 1995 - 1997 / 1999 - 2001 yılları başpehlivanı olmuştur. Birçok defa altın kemer almaya hak kazanmıştır.
    Cazgırlar,Kırkpınar’ın en renkli simalarındandır.Okuduğu dua ve şiirlerle güreşçileri meydana çağırırlar.Onlara moral-motivasyon kazandırırlar.Cazgırlara “Salavatçı” da denir.
    Altın kemer Kırkpınar’da verilen en büyük mükâfattır. Yağlı güreşe çıkan her pehlivanın güreş malzemesinin başında kispet gelir. Manda, dana veya malak derisinden yapılan kispetin bel kısmı dört parmak genişliğinde ve kalın olur. Beli sarması için kalın bir ip geçirilen bu kısma “kasnak” denir.
    Yağlı güreşte esas olan tüm vücudu iyice yağlamaktır.Kuru yer kalmamalıcasına yağlanan güreşçiler birbirini tutmakta güçlük çekerler.
    Geçtiğimiz yıllarda Edirne’de Kırkpınar evi yapılmıştır.Buna bir çeşit müze de diyebiliriz.Çünkü burda ağaların ve pehlivanların kullandıkları elbiseler, zembil, yağ testileri, davul-zurna, eski ve yeni bir çok fotoğraf, altın kemer ve Kırkpınar'la ilgili tüm eşyalar bulunmaktadır.
    Kırkpınar güreşlerinin esas unsurlarından biri de ağalık kurumudur.Eskiden pehlivanları güreşe çağıran, yarışmaları düzenleyen, gelen misafirleri ağırlayan, yemek ve yatacak yerlerini temin eden, örf ve adetlere uygun olarak güreşlerin yapılmasını sağlayan, ödüller veren Kırkpınar ağalarıydı...Bugün bu ihtiyaçları ağalar tam anlamıyla karşılayamasa da sembolik açıdan varlığını devam ettirmektedir.Son günlerde bir kısım televizyoncular(özellikle Mehmet Ali Erbil) ağalık müessesesine gölge düşürdü.Tarihî bir gelenek olan güreşleri bile magazine alet etmekten çekinmediler.Kimliği tartışma konusu olan Fatih Ürek adlı yarı dönme bir şarkıcıyı ağalığa lâyık gördüler.Bunu haftalarca dillerine dolayarak köklü bir geleneği baltaladılar.
    Bu yıl 644. Kırkpınar yağlı güreşlerinde Sarayiçi Er Meydanı'nda yapılan başpehlivanlık final müsabakasında, Ekrem Yavuz ile Şaban Yılmaz karşı karşıya geldi. Güreşin normal süresi olan 40 dakikadan sonra yedi dakikalık uzatmada Şaban Yılmaz (Samsun), Ekrem Yavuz'u ''açık düşürerek'' yendi. Böylece 644. Tarihî Kırkpınar yağlı güreşlerinde başpehlivanlığı Şaban Yılmaz kazanarak, 2005 yılı Türkiye Başpehlivanı oldu.Bu tarihî geleneğin sürmesi hepimizin temennisidir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:58

    “MÜREKKEP”


    M.NİHAT MALKOÇ

    Şiir ilk ve son göz ağrımız…..Şiirle soluk alan bir neslin evlâtlarıyız biz….Milletimiz daima hissiyatı ön planda tutmuştur.Onun için ülkemizde binlerce şâir her gün yüzlerce şiir karalar…Karalar diyorum,çünkü yazdıklarının pek azı şiir vasfına haizdir.İki dudak arasından çıkan her ölçülü söz şiir olamaz.Şiirin de kendine mahsusu kaideleri mevcuttur.Bunlara uyan,hakkını veren pek azdır.
    Son yıllarda bayanlarımız da şiire bir hayli ilgi duymaktadır.Gerçi kadınlardaki duygu yoğunluğu erkeklere nazaran daha geniştir.Fakat ülkemizde bu iş de genellikle erkeklerin tekelindedir.Bu anlayış yavaş yavaş yıkılıyor.Doğrusu bunda erkeklerin bir kabahati yoktur.Çünkü bu iş,ilgi ve sevgi meselesidir.Hiç kimse bu hususta kadınların yoluna taş koymuş değildir.
    Dedim ya,artık kadınlar da en az erkekler kadar var şiirde…Elimdeki kitap bunun ispatı niteliğinde…. “Mürekkep” Ankaralı şâir Ulviye Savtur Hanım’ın ilk şiir kitabı….96 sayfadan meydana gelen kitapta şâire hanımın 88 adet şiiri var.Son derece güzel iki kapak arasına alınan şiirler,daha çok aşka ve sevgiye dair….Zaten aşkın olmadığı yerde şiir mi olur?
    Ulviye Hanım kitabının başında “Her duygu şiir,her insan şâir” adıyla hislerini dile getirdiği takdim yazısında kendini ve şiire dair macerasını şöyle anlatıyor:
    “Her insan kaderini kendince yaşasa da bazen duygularda benzerliklere rastlanır.Şarkılar,kitaplar ya da dostlar hem ağlatır hem güldürür.1974 yılında yazmaya başladığım,dergi ve gazetelerde yayınlanan şiirlerim ödül ve plaketler aldı.”
    Ankara’nın köklü ailelerinden birinin evlâdı olan Savtur,şiir zevkini babasından almış..Zira babası Hazım Efendi,eşi Nermin Hanım’a ithafen şiirler yazar ve bunları kendisine okurmuş.O da bunları duya duya,farkında olmadan bilinç altında şiirsel bir derinlik hasıl oluşmuş.Kendisi İLESAM üyesidir.Bazı şiirleri bestelenmiştir.Şiire gönülden sevdalı olan Ulviye Hanım,Ankara’da her hafta sonu şiir fasılları,dinletiler düzenlemektedir.
    Şiirlerini “Mürekkep” isimli eserinde bir araya getirmiş Savtur….Bunun yanında “Mürekkep Şâirler” adında bir de araştırma eseri var.Bu eserde Ahmet Tufan Şentürk,Abdullah Satoğlu,Abdülkadir Şehitoğlu,Bekir Mutlu,Cemal Safi,Cevdet Aslangül,Erdoğan Ünver,Erol Kavşit,Güzide Gülpınar Taranoğlu,Halil Soyuer,Hüseyin Yurdabak,İlkan San,Özkan Gönlüm,Vedat Fidanboy,Yahya Akengin ve Yekta Güngör Özden’e ver vermektedir.Fakat bu şâirleri kuru biyografik bilgilerin dışında özel yönleriyle sunmaktadır.Zira hepsiyle birebir görüşmüştür.
    Ulviye Savtur,şiirlerini hem heceyle,hem de serbest tarzda yazmıştır.Ölçü hususunda ısrarcı değildir.Şiir,içinden nasıl gelmişse öylece yansıtmıştır onu beyaz sayfalara….Fakat kanaatimce hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerinde daha başarılıdır.Bunu “Gönülsüz Yârim” adlı şiirde görmek mümkündür:
    “Odana girmeye destur var mıdır?
    Ateşin kor mudur yoksa hâr mıdır?
    Kuşağın bağlarsın vaktin dar mıdır?
    Gönlün edem dedim gönülsüz yârim.”
    Onun şiirlerinde dikkat çeken unsurlardan birisi de dilinin sadeliğidir.Vasat bir okuyucu bile bu şiirlerden mânâlar çıkarabilir.Sadelik şiirin kıymetine noksanlık getirmez.Mühim olan duyguların yoğunluğudur.Sade bir dille de şiirsel bir üslûp yakalanabilir.
    Şiirleri kısa ve özdür.Az kelimeyle çok şey anlatmanın peşindedir.Şiirde de esas olan bu değil midir?Fakat son yıllarda sayfalarca devam eden uzun şiirler yazılmaktadır.Duygular uzadıkça okuyucu sıkılmaktadır.Savtur’un çok beğendiğim dörtlüklerinden biri olan “Metânetlik Hırkası” az sözle çok şey anlatılabileceğinin en güzel örneğini teşkil etmektedir:
    “Hangi dağın arkası
    Varmayınca görülür
    Metânetlik hırkası
    Sabır ile örülür.”
    Fazla söze ne hacet ….Bu kadarcık bir şiir her şeyi en güzel biçimde dile getiriyor.Fakat bu demek değildir ki Savtur’un bütün şiirleri güzel….Aceleye gelmiş,vasatı aşmayan şiirleri de ilişti gözüme….Fakat genel itibariyle düşünürsek şiirsel bir çizgi tutturmuş kendisine…Belli bir üslûbu oturtabilmesi için uzun bir sürecin geçmesi kaçınılmazdır.Ondaki bu heves ve heyecan ilerde bu üslûbu tutturacağını gösteriyor.Şiir uzun ve çileli bir yol…Şiirin yokuşlarında yorulmadan yürümek ve yarıda kalmamak için sabır ve tahammül gerekli…Bunu Ulviye Hanım’da görüyorum.Yolu açık olsun.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:57

    “HAYATTA BEN EN ÇOK BABAMI SEVDİM…”

    M.NİHAT MALKOÇ

    Anneler üzerine yüzlerce şiir,öykü,roman,makale ve deneme yazılmıştır da her nedense babalar pek dikkate alınmamıştır edebiyatımızda…Sadece edebiyatımızda mı?...Hayatta da öyle!...
    Kadınların ve anaların faziletinden dem vuranlar bir kez de babalardan bahsetseler…Üstelik erkek merkezli bir toplum olduğumuzu söyleyip dururlar.
    Kadının önemini inkâr edecek değiliz…Kadınlar,analar başımızın tacı fakat babalar ayağımızdaki pabuç mu?Onlara da hak ettikleri kıymeti vermek ve onları onurlandırmak gerekmez mi?
    Gerçi babaların çocuklarıyla yeterince ilgilenmedikleri yıllardan beri söylenir durur.Yani bu hususta babaların sicili pek iyi değil.Hatta bununla ilgili araştırmalar da yapılmıştır. “Hangi ülkede babalar çocuklarına ne kadar zaman ayırıyorlar?” diye istatistikler çıkarılmıştır.
    Araştırmalar, Avrupalı babalar arasında, çocuklarına en az ilgi gösterenlerin İtalyanlar olduğunu ortaya koymuştur. İtalyan Psikologlar Derneği'nin sekiz Avrupa ülkesinde yaptığı araştırmanın 'Help Me' adlı dergide yayınlanan sonuçlarına göre, İtalyan babalar çocuklarına günde 22 dakika ayırırken, Norveçli babalar 57, İsveç ve Danimarkalı babalar ise bir saat ayırıyorlar.
    İspanyol babalar çocuklarına günde 34 dakika, Portekizli babalar ise 36 dakika ayırırken Alman babalar günde 55, İngiliz babalar 50, Fransız babalar 38, İsviçreli babalar da 37 dakikalarını çocuklarıyla birlikte geçiriyor.
    Biz Türkler’in bu hususlardaki sicilleri bilinmiyor.İyiki de öyle…Araştırılmadığı iyi…. Yoksa cümle âleme rezil olurduk….
    Aslında babanın çocuk üzerindeki tesiri anneden eksik değildir.Hatta çocukların disiplin ve otoriteyi babalardan öğrendiği de bir gerçektir.Çünkü anneler yumuşak ve duygusal oldukları için o yönleri esnektir.
    George Herbert adlı düşünür,babalarla öğretmenleri karşılaştırarak “Babanın rolü, yüz öğretmeninkine bedeldir.” diyor.Ne kadar doğru ve yerinde bir söz…Çünkü öğretmen sadece okulda görüyor öğrencisini…Oysa baba her zaman çocuğunu kontrol etme ve onunla beraber olma imkânına sahiptir.
    Babalar tıpkı anneler gibi kendi mutluluk ve refahından çok çocuğunun huzurunu düşünür.Bunu ancak baba olanlar anlayabilir.Babanın mirasından çok,çocuğuna verdiği terbiye önemlidir.Miras günün birinde elden çıkabilir.Fakat iyi bir terbiye insana iki cihan saadeti sağlayabilir.
    Genç yaşlarda babalarını kaybeden çocuklar,hayatları boyunca ezik yaşarlar.Babanın boşluğunu anne dahil,hiç kimse dolduramaz.Baba güçtür,güvendir çocuk için…
    Babalar günü de tıpkı diğer belirli günler gibi Batı’dan bize intikal etmiştir..Bununla ilgili değişik rivayetler vardır. Bazı araştırmacılar tarih belirtmezken Babalar Günü'nün Batı Virginia'da ortaya çıktığını savunuyor. Bu araştırmacılar Batı Virginia'da yaşayan John Dowdy'nin,annesi öldükten sonra onun yerini alan ve çocuklarına annelik eden babası için böyle bir gün kutlamak istediğini söylüyor.
    Diğer araştırmacılar ise 1910 yılında Washington'daki John Bruce Dodd'un 6. Çocuğunun doğumu sırasında hayatını kaybeden annesinin ardından hayatını çocuklarına adayan babası William Smart'a özel bir gün armağan etmek amacıyla bu fikri ortaya attığını belirtiyorlar.
    Ülkemizde 80'li yılların sonlarına doğru kabul gören “Babalar Günü”, bu yıl da Haziran ayının üçüncü pazarına denk gelen 20 Haziran'da kutlanıyor.
    Batı menşeli belirli günlerin gayeleri genellikle ticarîdir.O gün ve haftalarda alışveriş artar.Birilerinin cebi dolar.Anneler günü,babalar günü hep bu kutsal(!) gaye uğruna tertiplenmektedir.Öyle olsa da biz,içimizden geldiği için babalarımızı her zamanki gibi bir öpücük veya gülücükle de olsa sevindirelim.
    Çocuklar genelde annelerine düşkündürler.Çünkü anneler onlarla daha çok ilgilenir.Bazı babalar sabahın ilk ışıklarıyla evden çıkıp akşam karanlığında eve döndükleri için çocukları onların yüzünü göremez.Malumdur ki sevgi biraz da ilgiyle orantılıdır.Böyle olunca babalar sevgi paylaşımında da sınıfta kalıyorlar.Fakat bazı çocuklar istisnai olarak babalarını annelerine nazaran daha çok sevmektedirler.Bunlardan birisi de meşhur şâirlerimizden Can Yücel’dir.Onun babası eski Millî Eğitim Bakanlarımızdan Hasan Ali Yücel’di.Türk şiirinin önemli simalarından biri olan Can Yücel bir şiirinde şöyle diyordu:
    “En son teftişine çıkana değin
    Koştururken ardından o uçmaktaki devin.
    Daha başka tür aşklar; geniş sevdalar için
    Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
    Hayatta ben en çok babamı sevdim.”
    Çocukların tercihine karışılmaz…..Sevgi bu!…..Fakat az veya çok,her çocuk babasını sever…Bunun ölçüsü anneye nazaran biraz daha az olsa da neticede sever.Çünkü babalar olmasa çocuklar ayakta kalamaz.Bütün babaların gününü kutlarken,ahirete göçmüş babalara da Allah’tan rahmet ve mağfiret diliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:57

    ZARİF BİR YÜREK: CAHİT ZARİFOĞLU
    M.NİHAT MALKOÇ

    Şâirler yüreklerimizin tercümanıdır.Onlarla görürüz,onlarla düşünür,onlarla hayal ederiz.Bu yürek dostları olmasa nasıl ifade ederdik hislerimizi?....Dünya onlarla güzel…Kanın ve barut kokusunun gök kubbemizi sardığı bu çağda şâirler az da olsa hayatımıza renk katıyorlar.Bize insanî hislerin ölmediğini haykırıyorlar.Katılaşan yüreklerimizi yumuşatıyorlar.
    Hislerimizin soylu tercümanlarından olan Cahit Zarifoğlu’nu bundan 18 yıl evvel kaybettik.1 Temmuz 1940 tarihinde Ankara’da başlayan hayat serüveni 47 yıllık bir ömürden sonra 7 Haziran l987’de İstanbul'da tamamlandı.Bu kısa ömre çok şey sığdırdı O…Dördü şiir, biri hikâye, biri roman, biri deneme, biri günlük, biri tiyatro ve altısı çocuk hikâyesi olmak üzere on beş eser bıraktı bizlere...
    Bir elinde birden çok karpuz tutan ender şahsiyetlerden biri olan Cahit Zarifoğlu,edebiyat dünyasında şâir olarak tanıttı kendini.Her ne kadar hikâye,roman,deneme,günlük ve tiyatro türlerinde eserler yazsa da şiirde yoğunlaştı. “İşaret Çocukları” adını taşıyan şiir kitabı onun şiirinin çıkış ve zirve noktasıdır.
    O da pek çok şâir gibi Maraşlı’dır.Maraş’ın bu kadar çok ve büyük şâirler çıkarması da ayrı bir merak ve araştırma konusudur.
    Onun dört tane şiir kitabı var,demiştik.Bunlar: “İşaret Çocukları (1967)”, “Yedi Güzel Adam (1973)”, “Menziller (1977)”, “Şiirler (1989)” adlarını taşıyor.
    Zor şiirlerdir Cahit Zarifoğlu’nun yazdıkları….Vasat bir okuyucu onu anlamakta hayli zorlanır.Onun için de geniş kitlelere hitap edememiştir.Fakat bu durum onun şiirinin edebî açıdan kıymetini asla düşürmez;aksine artırır.
    O,şiirlerinde sürekli bilinçaltını kurcalar durur.Bununla beraber felsefî uzantıları var şiirlerinin…Yazdığı pek çok şiirde gözle görülür bir derinlik mevcuttur.Bazen kelimeleri şifreler…Anahtar rolü oynayan mazmunu bulduktan sonra mânâ,çorap söküğü gibi gelir.Onu ve şiirlerini anlamak için okuyan kişinin belli bir fikri altyapısı olması gerekir.Bu yönüyle onu Behçet Necatigil’e benzetenler de olmuştur.
    Aslında Zarifoğlu,şiirlerinde sade bir dil kullanmıştır.Bu yönüyle anlaşılır gözükse de şiirsel derinliği çözme bakımından zordur eserleri…İlk bakışta sıradan gözükür yazdıkları….Fakat her kelimede bir derinlik ve mesaj yükü vardır.Bunu anlamak için köklü bir şiir bilgisi ve felsefi birikim gerekir.Bu demek değildir ki bütün şiirleri böyledir.Vasat okuyucunun vakıf olabileceği şiirleri de vardır.
    Onun şiirlerinde ölçü ve kafiye bulamazsınız.Bu boşluğu mânâ derinliğiyle doldurmuştur.Yani kafiyenin ahenginden istifade etmemiştir.Lâkin şiirlerinde zaman zaman bir iç kafiye sezilir.Kelimeleri kullanışı ölçülüdür.Görünürde basit gözükse de yazmaya kalktığınızda zor olduğunu fark ettiğimiz şiirlerdir bunlar….Bu şiirlerin çok uzun zaman dilimlerinde yazıldığı da bir gerçektir.Bazı insanların sandığı gibi bir çırpıda yazılmamıştır bu şiirler….Bir çilenin ve fikir sancısının ürünüdürler.Dostlarıyla ve şiirle ilgili enteresan kanaatleri vardır Zarifoğlu’nun...Bunları kendisinden dinleyelim isterseniz:
    “Biri benimle şiirim yüzünden ilgilenirse ve hele beğenirse, çok sıkılırım.Tepeleme bir şâir gibi yaşarım. Ama şiir hayatımda hiç yer almaz. Şiir yazdığımdan habersiz çok samimi arkadaşlarım vardır. Bilmelerini de hiç istemem, zira hemen tavır alırlar. Onlar bu yönde belli bir tavır alınca da benim şâir yaşamımı etkiler. Zira, dostlarım 'halktan' tabir edilen kişilerdir. Esnaf, küçük memur, şoför, balıkçı, küçük muhasebeci, işçi vs. gibi kişiler….
    Ben yaşarım. Hareketli, canlı, kıvıl kıvıl yaşarım. Ve hayattan sızlandığım hemen hiç görülmez. Günlük dış hayatımda şiir hiç yoktur. Ama içimde her an kilolarla şiir ağırlanır. Hep şiir tezgâhlayan bir mekanizma vardır içimde. Aman ne de bencildir. Şiir bir tüm olarak hep kendisinde kalsın ister. Ne zaman ki doymuş bir eriyik gibi, şiire doyar ve benim içeriye habire dolduklarımı artık kabul edemez olup, gelenlerin ısrarı karşısında bir yara gibi zonklamaya başlar, o zaman izin verir, bir-iki şiir yazarım. Onun vekili gibi yaşarım...”
    Bazı insanların zannettiği gibi Cahit Zarifoğlu,halktan kopuk ve içine kapanık bir insan değildir.Yüreği sevgi dolu,sıcak bir yürek dostudur.Şiirini anladığımızda şüphesiz ki onu daha çok sevecek ve kendimize yakın bulacağız.Bu,kadri bilinmemiş,büyüklüğü göz ardı edilmiş aydını ve şâiri ölümünün 18. yılında rahmetle anıyoruz.Bıraktığı boşluğu her geçen gün daha çok hissediyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:57

    HECENİN YETİM ÇOCUKLARI
    M.NİHAT MALKOÇ

    Bilindiği gibi şiir hece ölçüsüyle,aruzla ve serbest tarzda yazılır.Hece ölçüsü bin yıldan beri özellikle halk şiiri geleneğiyle günümüze kadar gelmiştir.Bu süreç içerisinde binlerce büyük halk şâiri yetişmiştir.Yunus Emre,Karacaoğlan,Aşık Veysel bunlardan bazılarıdır.Bu ekol çok köklü bir geleneğe sahiptir.
    Hece ölçüsüyle şiir yazmak sanıldığı kadar kolay bir iş değildir.Çünkü hece,şiirde bir disiplinin adıdır.Öncelikle dizelerdeki hece sayılarının eşit olması gerekir.Ardından durakların da baştan sona kadar aynı düzende devam etmesi şarttır.Yani meselâ 11’li ölçüyü tutturmak yeterli değildir.Bunun durakları da vardır ve olmalıdır.İlk mısranın durakları 6+5=11 ise ötekilerin de öyle olma mecburiyeti vardır.
    Bunun yanında kafiyelerin kusursuz olması gerekir.Beytin veya dörtlüğün aynı kafiye türüne sahip olması lâzım.Dörtlüğün tamamı aynı kafiyelenmelidir.Bir dize başka,öbürü başka olamaz.Bunun yanında bir de kafiye örgüsü vardır.Düz kafiye,çapraz kafiye,sarma kafiye diye…Buna da uymalıyız…Kafiyeyle redifi de birbirine karıştırmamak gerekir.Meselâ iki çekim eki kafiye olmaz;redif olur.Tunç kafiye ve cinaslı kafiye de ayrı bir ustalık gerektirir.Kısacası heceyle şiir yazmak bazılarının sandığı gibi kolay bir iş değildir….Bunu başarmak hüner ve çaba ister.
    Bazılarının heceyle ilgili klasik yakınmaları vardır.Neymiş efendim heceyle yazarken duygular kısıtlanıyor.Çok güzel bir benzetme buluyorsun ama hece ölçüsüne uymayınca terk etmek zorunda kalıyorsun.Şiir yazmayı alelâde bir iş olarak mı görüyorsunuz?Marifet bu kısıtlamalara rağmen güzel eserler vücuda getirmektir.Türk şiirinde bunu başarmış pek çok mümtaz isim mevcuttur.
    Hece bir söz disiplinidir.Yok neymiş,hisleri prangalara vurmamalıymışız…Git o zaman deneme yaz…Hikaye yaz….Kelimeleri leblebi gibi beyaz sayfalara savurmak mıdır şiir?....Bu mu sizin sanat anlayışınız?Benim soyut hikayelerim var(Bazıları bunlara postmodern hikâye diyormuş…) Alın o hikayeleri; sıralayın cümleleri alt alta…Alın size serbest şiir…Bundan sonra ben de hikâyelerimdeki cümleleri yan yana değil de alt alta mı yazsam?Bunu hiç düşünmemiştim.Hay aklımı seveyim…İyi fikir…Kim tutar beni!!!!!
    Bir de aruzla yazılan şiirlerimiz var.Osmanlı devleti zamanında zirveye çıkan aruz şiirinin de kendine mahsus pek çok kuralı vardır.Yok işte aruz kalıplarına uyacaksın;imale,zihaf,med,ulama yapacaksın gibi…Bu şiir altı yüz yıl boyunca yaşamıştır.Çok da mükemmel eserler ortaya konulmuştur.Fuzulî,Bakî,Nef’i,Nâbî,Nedim,Şeyh Galip bu tarzın üstatlarıdır.Dil inkılabıyla beraber bu şiir de tarih olmuştur.
    Divan şiirinin son büyük üstadı bir Mevlevi şeyhi de olan Şeyh Galip’tir.Divan şiiri maalesef bugün müzeye kaldırılmıştır;esamesi okunmamaktadır.Bu ayrı bir tartışma konusu…Ben bugün bu şiirin tekrar canlandırılması gerektiğini savunmuyorum.Onu bir kenara bırakalım ama asla yok saymayalım.Onu yok sayarsanız edebiyatımız kuşa döner.
    Gelelim serbest şiire…Ben serbest şiirin varlığını inkâr eden bir insan değilim.Şiirde ne kadar çeşitlilik ve alternatif söyleyiş tarzı olursa bu edebiyatımız için o kadar kârlıdır.Fakat serbest şiir derken bazıları bu serbestliği başıboşluk olarak anlıyorlar.Serbest şiir demek,ne söylersen şiir olur demek değildir.Onun da kendine mahsus söyleyiş ilkeleri vardır.
    Önüne gelen ne idüğü belirsiz imajlar icat ederse bu yazılanları,o eseri yazandan başkası anlamaz…Biraz daha da ileri giderek şunu söylemek istiyorum..Serbest şiir yazdığını söyleyen bazı aşırı serbestler(!) ne dediklerini kendileri bile bilmiyorlar.Ben atayım,onlar mânâlandırsınlar.Nasıl olsa şâirlerin hayal dünyası sorgulanamaz.
    Hatta ne idüğü belirsiz şiirler bugün daha çok tutuluyor.Vay be….Adam ne biçim yazmış…Hiçbir şey anlamıyorum bu dizelerden…Ben de ne cahilmişim…Hele bu şiiri bir çözsem kim bilir ne harika mânâlar çıkar altından…Gelsin övgü dolu yorumlar….”Yüreğine sağlık…” diye başlayan samimiyetten uzak dilekler…Sormalı o kişilere anlamadığın,çözemediğin şiirin güzel olduğuna nasıl karar veriyorsun?Güzelliğin ve mükemmelliğin ölçüsü anlaşılmazlık mıdır?Bu kanaat akılla ve mantıkla bağdaşır mı?Kerameti kendinden menkul diye bir deyimimiz var ya….Aynen uyuyor bu anlaşılmaz şiirlerin hayranlarına…
    Şiir üzerine konuşulsun...Herkes yazıyor ama şiir teorisi konuşulmuyor...Şiir tahlilleri yapılmıyor...Herkes üstât...Ama niçin? ...Güzel şiir nedir? ....Şiir değerlendirmelerinde kıstaslarımız neler olmalıdır? Bunlar konuşulsun...Şiir tabu olmaktan çıkarılsın.Şiir özneldir deyip işin kolayına kaçılmasın....Kimse iyi şiir yazıyorum diye kendini kandırmasın.....Bu, şiirin geleceği açısından hayatî öneme sahip bir mevzudur..Ben biraz da bunun peşindeyim...
    Kurumasın söz ağacı....Gelişsin,serpilsin,yeşersin,gürleşsin...Serbestlik serbestlik de bu kadar mı? ...Bunun bir sınırı olmalı...Pek çok şâir ne yazdığından kendisi bile haberdar değil...Şiirlere methiyeler dizilince kendisi de şaşırıyor...Tabiki,argo tabirle söylemek gerekirse çaktırmıyor da! ..Şiirde anlaşılmamak marifet olarak telâkki edilmemeli….
    Başımızı kuma gömmekle hakikatleri görmezlikten gelemeyiz. “Güneş balçıkla sıvanmaz” demiş atalarımız...Herkes bir yol tutturmuş gidiyor.Bu başıboşluk hayra alâmet değil..Ben bir kıvılcıma vesile oldum.Bu ateşi korlaştıracak sizlersiniz...Tartışmaktan zarar gelmez...Fikirler tartışılarak gerçeklere varılır.
    Son yıllarda ülkemizde bir serbest şiir furyası esiyor.Bin yıllık heceye kimse itibar etmiyor…Serbest yazmak moda oldu….Hatta heceyle yazanlar çağa ayak uyduramamakla suçlanıyor…Hatta bir Şâir(!) benim heceyle yazdığım şiirleri eleştirirken “Siz Yahya Kemal’i bile aşamamışsınız…Neyin peşinde koşuyorsunuz?…” diyordu.Yahya Kemal sanki sıradan bir şâir de ben onu bile aşamamışım…Soruyorum şiirle uğraşanlara: “Bugün Yahya Kemal’i aşan bir isim var mı?” O büyük şâiri aşsam sen benim şiirimi eleştirmeye cesaret edebilir misin?Yani sapla saman karışmış bir durumda…
    Ben bu hece düşmanlığına bir anlam veremiyorum…Heceyle yazanlar,bazı aşırı serbest şiir üstatları(!) gibi makinalaşarak vatanlarına mı ihanet ettiler?….Peki niçin hece şâirlerinin karşısına dikiliyorsunuz?Onların da hislerini ifade etme hakları yok mu?Hececiler niçin üvey evlât muamelesi görüyor?
    Son yıllarda yapılan şiir yarışmalarını hep takip etmişimdir…Bu müsabakalarda birinci seçilenler hep serbest tarzda yazan şâirlerdir.Madem öyle,bu yarışmalar “serbest ve hece ölçüsüyle yazılanlar” diye ayrı kategorilerde değerlendirilsin…Olmazsa şartnamelere “Bu yarışmaya ölçülü ve kafiyeli şiirler katılamaz” diye bir hüküm konsun!….
    Bunlar da olmazsa Kültür Bakanlığı’na bir teklifle giderek heceyle şiir yazılmasını yasaklayın…Konuyla ilgili kanun hükmünde kararnameler çıkarttırın!…Yine de heceyle yazanlar çıkarsa büyük Divan şâiri Nef’î’yi boğdurdukları gibi siz de bu asi herifleri darağacında sallandırın…Hem heceyle şiir yazmak Kopenhag kriterlerine de aykırı!!...Bizi Avrupa Birliği’ne almazlarsa bunun asıl suçlusu hece şâirleridir.Hecenin bu yetim çocuklarının bu ileri çağda yaşamaya ne hakkı var ki!.....

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:55

    ŞİİR NEDİR? ...NE DEĞİLDİR?
    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanı diğer varlıklardan ayıran hususiyetlerin başında düşünme kabiliyeti gelmektedir.Bunun dışında pek çok özelliğimiz hayvanîdir.Yemek yemek,uyumak,korkmak,acıkmak,üzülmek,yorulmak,hastalanmak,sevmek,ölmek…..Bunlar diğer varlıklarla ortak unsurlarımız….
    İnsan duygusal bir varlıktır.Yaşadığımız her hadise bizi az veya çok etkiler.Biz hissetmesek de bazı şeyler şuur altımıza yerleşir.Bunlar zamanla birikir; adeta kuluçkaya yatar ve vakti gelince çıkıverir.
    Şiir de böyledir insan için…..Yaşadıklarımız bizi bir noktaya kadar getirir.Hissimizin ve fikrimizin ince gülünü derme faslı başlar.Kelimeler boğazımıza düğümlendiğinde şiirin doğum sancılarını hissederiz belleğimizde.Bu bir süreçtir elbette.Nasıl ki bir çocuk doğmak için dokuz ayı beklerse şiir de olgunlaşmak için o sürecin geçmesini bekler.Fakat doğumun süresi dokuz ayla sınırlı olmasına rağmen şiirin şekillenmesinin vakti yürekten yüreğe değişiklikler arz eder.
    Şiirin muhtevasını gönül dünyamızda pişiririz evvelâ…Bu belli bir aşamadan sonra kaynama noktasına gelir.İçimizi yakar adeta…Bir köz misali kavurur hayallerimizi.Dışarı atmaktan başka bir hâl çaresi yoktur bu yangından kurtulmak için….Ve sonunda içimizi yakan duygular nur topu gibi doğar cemiyetin muhayyilesine…Artık toplumun ortak hafızası olmuştur bu dizeler…Kime uyarsa onu ifade ederler.Anonim bir hâl alırlar sağnak sağnak…
    Günümüzde bilinç altında yeterince olgunlaşmadan doğan şiirler az değildir.Her zaman gebeler düşük yapmaz ya! …Bazen de şâirler düşük yapar ve düşük şiirler doğurur.Nasıl ki vaktinden evvel doğan çocuklar cılız ve güçsüz olursa,gerekli süreci tamamlamadan,erken doğan şiirler de cılız ve etkisiz olur.Bırakın toplumu,önünü bile aydınlatamazlar.
    Şiirin ne olup ne olmadığı yüzyıllardan beri tartışıla gelmiştir.Şiiri tanımlamak bir ihtiyaç mıdır? Önce bunu konuşup açıklığa kavuşturmak lâzımdır.Bence tanımlar kitabî sözlerdir.Çok bağlayıcı yanları yoktur.Şiir tanımlanmaz,yaşanır.
    Şiirde esas olan sıradanlığı aşıp edebî ve ebedî sözler yakalamaktır.Edebiyatın kökü de edepten gelir zaten…Fakat günümüzde edepten nasibini almayan bir kısım gürûh edepsiz edebiyatın peşindedir.Bu da ayrı bir yaramızdır.Deşmeyelim isterseniz…
    Şiirde gizlilik esastır.Düzyazıdan farkı da budur zaten…Düzyazıda sözler aşikâr söylenir.Oysa şiir imajlar ve imgeler sağanağıdır.Sözü perde arkasından söylemektir şiir….Fakat bu hususta da ölçüyü asla kaçırmamak lâzımdır.Yazdığınız şiiri sadece siz anlamlandırabiliyorsanız bu işte bir çıkmaz var demektir.Geçmişte Fecr-i Âti Edebiyat Topluluğu bu hataya düşerek “Sanat şahsî ve muhteremdir” diyerek aşırı derecede kapalı,soyut ve şifreli şiirler yazmışlardır.Bu onları toplumdan koparmıştır.Ahmet Haşim bunlardan birisidir.Haşim şiirde soyutlamanın dozunu ayarlayabilseydi günümüzde sevilen şâirler listesinin başına yazdırırdı adını…
    Demek ki hiçbir şeyde ifrat ve tefrite(aşırı uçlara) kaçmamalıyız.İtidalli hareket etmek en doğru olanıdır.Günümüzde aşırı derecede anlaşılmaz(muğlak) şiirler yazılıyor.Biraz abes olacak ama yazan da yazdıklarından bir şey çıkaramıyor doğrusu...Maalesef bu tarz şiirler daha çok tutuluyor.Güzel oldukları için mi? Hayır…Anlaşılmaz oldukları için beğeniliyorlar.Şâir yazmışsa bir bildiği vardır kanaati dolaşıyor zihinlerde…Oysa kazın ayağı hiç de öyle değil.
    16.yüzyılın büyük şiir üstadı Fuzulî: “İlimsiz şiir,harcı ve hesabı olmayan duvar gibidir” demiş….Demek ki şiir bir hesabın ürünüdür.Kelimeleri iktisatlı kullanmaktır şiir…Az kelimeyle çok şey ifade etme sırrı…. Bu sırra erenler ancak şâir sıfatıyla tavsif olunmaya hak kazanırlar.
    Şiir yazmak için bir yerlerden ruhsat almaya gerek yok elbette…Kimsenin şiir yazmasını engelleyemeyiz.Şiirle meşgul olanların sayısındaki artış bizi ancak mutlu eder.Fakat bu işte iddialı olduğunuzu söylüyorsanız attığınız adımlara dikkat etmelisiniz.Bektaşî misali işi “Ben yazdım oldu” basitliğine indirgeyemezsiniz şiiri.
    Eskiden beri süregelen bir tartışma vardır: “Şiir yazıldığı dilin haricinde başka bir dile çevrilebilir mi? ” Çevirirsen çevrilir de bu şiirin posası olur; özü kaybolur.Çünkü şiir yazıldığı dilin armonisiyle güzelleşir.Şiirin estetiği kelimelerin müzikalitesini yakalamakla sağlanır.Balık nasıl denizden çıkarıldıktan sonra yaşamazsa şiir de yazıldığı dilin haricinde bir lisana çevrildiğinde yaşamaz.Ölü balık misali bir ucube olmaktan öteye gidemez.
    Bunun yanında şiiri düz yazıya çevirmek de muhaldir.Şiir sıradan bir dil değildir.Şiir düzyazıya çevrilemez.Çünkü şiiri şiir yapan sadece mânâ değildir.Kelimelerin birbirleriyle uyumu,müzikalitesi ve derinliği de önemlidir.
    İlmek ilmek dokunur şiir….Tabir caizse kelimeler ipliktir,yündür.Şiir o yünden dokunan rengârenk kazaktır.İplik tek başına bir güzellik arzetmediği gibi kelimeler de yerli yerinde yan yana gelmedikten sonra bir değer ve güzellik kazanmaz.İşin sırrı tertip ve nizamda gizlidir.
    Demek ki şiirde de bizi bağlayan unsurlar vardır.Kendimizi koyveremeyiz sınırsızca…Aksi hâlde yazdıklarımız estetikten mahrum,sıradan kelime yığınları olmanın ötesine geçemez.
    Şiirde anlatılanlar kelimelerin izdüşümüdür.Dolaylı anlatımın en güzelidir.Aklımızı hayallere teslim etmektir bir bakıma….Hayali direksiyon başına geçirip aklı ona muavin yapmaktır bir başka anlatımla.Zira şiir hayallerle kurulur fakat hayallerin çıkmaza sürüklendiği hissiyatın kör kavşağında akıl onun elinden tutarak bir çeşit muavinlik vazifesi görür.
    Özetlemek gerekirse şiir Friedrich Hegel’in de belirttiği gibi şiir güzel sanatların en üstünü ve en zor olanıdır.Bazılarının dediği gibi boş zamanlarımızı değerlendirmek için düşünülen bir uğraş değildir.Şiiri çerez çıtlatmak misali boş zamanların uğraşı olarak görenler sözün derinliğinde bocalayan ve boğulan zavallılardır.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta