GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
“TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI” SERGİSİ
M.NİHAT MALKOÇ
Dünya biz insanlar için yaratılmış bir yerdir.Bizi yaratan yüce kudret sahibi Allah, burada yaşamamız için ne gerekiyorsa halk etmiştir.Her şeyi herkese yetecek miktarda yaratmıştır.İnsanoğlunun eli hoyratça dünyaya değdiğinden beri nizam ve adalet kalmamıştır bu tek sığınağımızda.Tamahkâr insanlar başkalarının rızkını ve huzurunu parsellemiştir adeta.Ondan sonra da vaveylâlar ve şikâyetlerin ardı arkası kesilmemiştir.Oysa Nasreddin Hoca misali bindiğimiz dalı kesmişiz de haberimiz yok.Kimi kime şikâyet ediyoruz ki!..Suçlu olmayan kaç kişi var ki!...
İlimizde açılan “Tanıklarıyla Türkiye’de İnsan Hakları ve Sivil Toplum” sergisi de insanın insana yaptığını başka hiçbir varlığın hemcinslerine yapmayacağını gösteren sayısız örneklerle dolu…Avrupa Birliği Komisyonu’nun maddî katkılarıyla yürütülen projeye değişik kurumlar da maddî ve manevî destekte bulunuyor.Bunların başında Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı,Türkiye İnsan Hakları Vakfı,Yerel Gündem 21 gibi kuruluşlar geliyor.
Nisan 2004’te İzmir’de açılan sergi, Kasım 2004’e kadar tam yirmi ili(İzmir,Bursa,Edirne,Van,Diyarbakır,Mardin,Antalya,Mersin,Antakya,Gaziantep,Samsun,Trabzon,Çanakkale,Muğla,Denizli,Konya,Kayseri,Ankara,Zonguldak,İstanbul) dolaşacak.İlimizde 27-31 Temmuz 2004 tarihleri arasında Hüseyin Kazaz Kültür Merkezi’nde açılan sergi büyük beğeni topladı.Çünkü bildiğim kadarıyla bu tarz bir sergi hem Trabzon’da,hem de Türkiye’de ilk defa açılıyor.
Türkiye’nin değişik yörelerinde yaşayan ve bir şekilde insan hakları kıyımına uğramış ve mağdur edilmiş insanların acılı hikâyelerine yer veriliyor.Onun için sergiye “Hikâyemi Dinler misin?” adını vermişler.Mağdur edilen kişilerin gerçek ebatlarda fotoğrafları verilirken,bir kenarda da acılı hikâyeleri kendi ağızlarından aktarılıyor.Politika yapmadan,isim ve kurum adı vermeden,kişiler ve teşkilâtlar karalanmadan!....Serginin güzel yanı da bu zaten!...Tamamen iyi niyetli ve tarafsız!...Amaç, böyle hadiselerin bir daha yaşanmaması,son bulması!...Çünkü bugün bana,yarın sana!....Kimin ne zaman mağdur sandalyesine oturacağını kim bilebilir ki?...
Sergide, yönetmenliğini Can Dündar’ın yaptığı 40 dakikalık “Önce İnsan” belgeseli de saat başı büyük ekranda gösterildi.İlk kez böyle bir organizasyonda teknolojinin tüm imkânları cömertçe kullanıldı.Her köşede hazır bir bilgisayar kullanıma sunuldu.Ziyaretçiler insan hakları konusunda genişçe bilgilenme imkânına kavuştular.Bir zamanlar cezaevi olarak kullanılan Hüseyin Kazaz Kültür Merkezi’nin insan haklarıyla ilgili bir sergiye sahne olmasını enteresan ve manalı buldum.
Dedim ya bu proje saf duygularla hazırlanmış.Tanıklık ettiği yıllarda yaşananlar için sorumlu aramıyor.Türkiye tarihinin bir döneminin bilinçlere daha iyi kazınmasına ,ülkemizin insan hakları deneyiminin tartışılıp,bundan kalıcı sonuçlar çıkartılmasına çalışılıyor ve ülkemizde sivil toplumun büyük özveriler sonucunda güçlenişine tanıklık ediyor.
Bugün hiçbir insaf sahibi, insan hakları konusunda dünden daha menfi bir noktada olduğumuzu söyleyemez.Son yıllarda Avrupa Birliği’yle bütünleşme gayretlerinin bir neticesi olarak pek çok hususta olduğu gibi demokrasi ve insan hakları sahasında da çok büyük yol kat ettik.Fakat bu demek değildir ki bu meseleyi kökten çözüverdik.Bu hususta atmamız gereken çok önemli adımlar ve hamleler var.Her şeyden evvel insanımızı insan hakları konusunda eğitmeliyiz.İnsan hakları ihlâlleri hep devletten kaynaklanmıyor.Çok kere fertler birbirlerinin hakkını ihlâl ediyor.Bunun halledilmesi için insanlar arası ilişkilerde sevgi ve saygıyı tesis etmeliyiz.Fertlere, toplumda yaşamanın gereklerini ve insan olmanın beraberinde getirdiği sorumlulukları aşılamalıyız.Bu sergi, bu duyguların iadesine vesile olması açısından çok önemli bir hamledir.Serginin hazırlanmasında ve ayağımıza kadar getirilmesinde emeği geçenlere tüm Trabzonlular adına teşekkür ederken bu vesileyle insanların sevgi,saygı ve hoşgörü kavramlarına sımsıkı sarılarak bu yaşlı dünyamızı daha yaşanılabilir duruma getirme yolunda emek sarf etmelerini diliyorum.
e-mektup: [email protected]
AMELLER NİYETLERE GÖREDİR
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanı diğer varlıklardan ayıran,onun düşünme ve idrak edebilme kabiliyetidir.Bunun dışında,öteki canlılardan çok fazla bir farkımız yoktur.Hatta benzerliklerimiz,farklılıklarımızdan daha çoktur.Hayvanlardan ayrılan en bariz yönümüz,sorumluluk duygusuna sahip olmamızdır.Öteki canlılar sezgiyle hayatlarını yönlendirirken insanlar mantık çerçevesinde hareket ederler.Akıl nimeti sayesinde faaliyetlerimizi şuurlu yaparız.
Allah,insanı belli bir kader çizgisinde yaratmıştır.Doğumdan ölüm anına kadar,başımıza gelecek olan hadiseler,levh-i mahfuzda yazılıdır.Fakat biz onlardan haberdar değiliz.Bir saat sonra neler yaşayacağımızı bilemeyiz.Gelecek günler için harıl harıl planlar yaparız.Oysa her şey evvelden planlanmıştır.Bu durum bizim sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz.Vesileleri kendi cüzi irademizle ortaya koyuyoruz.
Hayatımız hep niyetler üzerine kuruludur.Her daim bir şeyler yapmak için niyetler ederiz.Yaptığımız işleri belli amaçlar uğruna gerçekleştiririz.İslâm inancına göre niyetler çok önemlidir.Yapılan işler, kişinin niyetine göre ehemmiyet kazanır.Niyet hususunda yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Göklerde ne var,yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.Siz içinizde olanı açıklasanız da,saklasanız da,Allah onu bilir ve onunla sizi hesaba çeker.(Sonra da ameline ve niyetine göre) dilediğinin günahını bağışlar,dilediğine azap verir.Allah’ın kudreti her şeye yeter.”(Bakara S.284.Ayet)
Allahü Tealâ,insanların yaptıklarını da,yapmak istediklerini de,neyi niçin yaptığını da en iyi bilendir.O içimizden geçenleri de bilmeye gücü yetendir.Hâl ve hareketlerimizde Allah rızasını gözetmeliyiz.Gösteriş için yapılan ibadetlerin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur.Her işimizde samimiyeti esas almalıyız.Başkalarına hoş görünmek,riyakârlık ve hodkâmlık amellerin en büyük düşmanıdır.
Bazı insanlar çok ibadet yapmalarına rağmen,niyetleri salih olmadığı için amellerinin kendilerine faydası olmaz.Bazıları da az ama ihlaslı ibadetleriyle cennete gitmeye hak kazanırlar.Bu misal,niyetin önemini gösteriyor bizlere.Bununla ilgili olarak Resulullah Efendimizin çok mühim bir hadis-i şerifi mevcuttur: “Muhakkak ameller(her türlü işler) ancak niyetlere göre değer kazanır.Ve şüphesiz her insan,(neye niyet etmişse,kendisine) ancak niyet ettiği şeyin karşılığı vardır.Bu hâle göre kimin hicreti(teveccüh ve hedefi) Allah’a ve Resulüne ise onun hicreti(göçü) Allah’a ve Resulünedir.Ve kimin hicreti elde etmek istediği bir dünya malına veya evlenmek istediği bir kadına ise bunların göçü de elde etmek istedikleri şeyedir.”
Yukarıda zikrettiğimiz hadis,niyetin dinimizce ne kadar ciddi bir mesele olduğunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.Niyetsiz yapılan işler,iradesiz işler sınıfına girer.Fiiliyata intikal etmeyen niyetlerin bir önemi yoktur.Niyetler davranış hâline dönüşünce günah veya sevapla karşılık bulurlar.Niyetsiz yapılan amellerin bir değeri yoktur.Meselâ niyetsiz namaz kılınmaz,oruç tutulmaz,hac farizası yerine getirilemez.Şayet bu hâliyle yapılsalar bile Allah katında ibadet hükmü taşımazlar.Bunlarda niyet etmek farzdır.
Bir insan çok fakir olsa,zengin olması hâlinde Allah yolunda tasadduk edeceğini düşünse,onun niyetinin halisliği,bu düşüncesini ibadet hükmüne dönüştürür.Allah ona,o işi yapmış gibi sevap yazar.Tabiki bunun aksi de geçerlidir.Bunun yanında,muamelâtla alâkalı işlerde niyet,ibadetlerdeki niyet kadar mühim değildir.Ne mutlu halis niyetle salih amel işleyenlere!...
e-mektup: [email protected]
ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Çok yönlü bir âlim olan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ni tavsif ve tasvir etmek için yeterli bir kelime bulmakta zorlanıyorum.O hem bir şair,hem bir yazar,hem bir tasavvufçu,hem de pozitif bilimlerle uğraşan çağdaş manada bir bilim adamıydı.Bahsi geçen bu sahaların hepsinde de azami derecede muvaffak olmuştur.En önemli hususiyeti,söylediklerini öncelikle yaşamış olmasıdır.Bu da onun geniş kitlelerce sevilip okunmasına zemin hazırlamıştır.
18 Mayıs 1703 yılında(bundan üç asır evvel) Erzurum’un Hasankale kazasında dünyaya gelen bu büyük zat,altı yaşındayken annesi Şerife Hanife Hatun’u,on yedi yaşına geldiğinde de babası Derviş Osman Efendi’yi kaybetmiştir.Babası,meşhur Kadirî şeyhi İsmail Fakirullah’a bağlı idi.Sırf bunun için yurdundan ayrılıp,hocasının yanına,Siirt’in Tillo Bucağı’na yerleşmiştir.Küçük İbrahim de bir süre amcalarıyla birlikte ikamet ettikten sonra babasının yanına,Tillo’ya göç etmiştir.Kendisi de İsmail Fakirullah isimli zattan fevkalâde etkilenmiş,onun himayesinde dinî ve tasavvufî ilimler sahasında derinleşmiştir.Hocası rahmetli olunca,dergâhın başına kendisi geçerek onlarca talebe yetiştirmiştir.
İbrahim Hakkı Hazretleri denilince,ilk olarak onun o meşhur Mârifetnâme isimli eseri aklımıza gelmektedir.Değişik konuları ihtiva eden bu ansiklopedik eser,uzun yıllardan beri sevilerek okunmaktadır.Eser bir mukaddime(önsöz),üç fen ve bir hatime olmak üzere,beş bölümden meydana gelmektedir.Sekiz yüz sayfadan mürekkep ,hacimli bir kitaptır.Bu kıymetli eserde dünyanın yaratılışı,gökler,melekler,cennet ve cehennem,güneş,ay,yıldızlar,arzın katları,kıyamet alâmetleri,akıl,nefis,anasır-ı
erbaa(hava,su,ateş,toprak),bitkiler,hayvanlar,aritmetik,geometri,astronomi,astroloji,atmosfer,madenler,iklimler,kıtalar,bedenin yapısı…vb. gibi konulara değiniliyor.Din ile ilim tek bir çerçevede bütünleştiriliyor.İnsan tahkikî imana erişiyor.1400 yıl evvel,kâinatı ve insanlığı şereflendiren Kur’an’ın gerçek bir mucize olduğunu tüm çıplaklığıyla görüyoruz Mârifetnâme’nin satır aralarında.
Bu büyük tasavvuf ehlinin,Mârifetnâme’nin dışında,onlarca eseri daha vardır.Bunlardan en önemlileri Divan,İrfaniyye,İnsaniyye,Mecmuatü’l-Maâni,Tuhfetü’l-Kiram Nuhbetü’l-Kiram,Meşakiku’l Yûh,Sefine-i Nûh,Kenzü’l-Futûh,Definetü’r-Rûh,Ruhu’ş –Şurûh,Ülfetü’l-Enam,Urvetü’l-İslâm,Heyetü’l-İslâm’dır.Bu eserlerin çoğunu Tillo’da kaleme almıştır.Zaten en verimli yılları da burada geçmiştir.Kitap yazmayla talebe yetiştirmeyi bir arada,dengeyle yürütmüştür.
Erzurumlu İbrahim Hakkı,aynı zamanda iyi bir şairdir.Şiirlerini yazarken Yunus Emre’den etkilenmiştir.O da Yunus gibi,şiirlerinde Allah aşkını ağırlıklı olarak işlemiştir.Müstakil bir Divan’ı mevcuttur.Çok rahat bir söyleyiş tarzı vardır.İçinden geçen duygu ve düşünceleri,şiirin kalıpları içerisinde mısralara dökmüştür.Onun sevilerek okunmasının sebebi üslûbundaki samimiyettir.Tefviznâme isimli uzun bir şiiri,her şeyiyle,her halükârda Allah’a teslim olanların dillerinden düşürmediği bir manzume olmuştur.Özellikle şu kısmı çok mânidardır:
“Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Arif anı seyr eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.”
18.yüzyılın mümtaz şahsiyetlerinden biri olan İbrahim Hakkı Hazretleri,yazdığı eserlerde şahsî bir üslûp ve zamanına göre sade bir dil kullanmıştır.Denebilir ki onun nâsırlığı,şairliğinden ileridir.77 yıllık ömründe onlarca eser telif eden bu Allah dostu,22 Haziran 1780 tarihinde,çok sevdiği Rabbine kavuşmuştur.Allah rahmet eylesin.
e-mektup: [email protected]
ALLAH ,NE GÜZEL VEKİLDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra neticesini Allah’tan beklemeye tevekkül,bunu yapana da mütevekkil diyoruz.Mütevekkil insan,sebeplere tevessül ettikten sonra sonucunu Allah’a bırakır.Ondan gelene rıza gösterir.Kaderine razı olur.Hakka güvenir.Üzüntü ve endişeden uzak olur.Kendisinde tam bir teslimiyet hâli görülür.
İnsanoğlunun pek azı tevekkülü hakiki mânâda anlayabilmiştir.Oysa iş, “Tevekkeltü” (Ben tevekkül ettim) demekle olmuyor.Her şeyden evvel,işin elimizden gelen kısmını hakkıyla ifa ettikten sonra tevekküle başvurmalıyız.Aşağı yatıp da Allah’a tevekkül edilmez.Sebepleri göz ardı etmemeliyiz.Rabbimiz kullarının rızkını sebeplere büründürerek veriyor.Merhum Mehmet Akif,tevekkülün gerçek manasını idrak etmeyenlere bakın nasıl çıkışıyor:
“Çalış dedikçe şeriat,çalışmadan,durdun,
Onun hesabına bir çok hurafe uydurdun!
Sonunda bir de TEVEKKÜL sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!”
Akif’in, portresini çizdiği insan tipi, tevekkülü hakkıyla anlamayanlardır.Mütevekkiller elinden gelen bütün imkânları kullanarak,üzerine düşen görevi yerine getirir.Kendi gücünün yetmeyen kısmını Rabbine bırakır.Meselâ bir öğrenci,gece gündüz demeden çalışarak başarı yolunda koşar.Gayretlerinin karşılığını almak için Allah’a yalvarır.Bunun yanında bir çiftçi tarlasını sürer gübresini koyar,tohumunu eker,gerektiğinde sular ve geri kalan kısmını Rabbine havale ederse hakiki ve makbûl bir tevekkül etmiş olur.Çünkü tevekkül Allah’a dayanmak ve ona güvenmektir.Allahü Tealâ,Kur’an-ı Kerim’in değişik ayetlerinde tevekkülü teşvik etmektedir:
“…Müminler Allah’a dayansınlar.”(Maide S.11.Ayet)
“Eğer(inanmaktan) yüz çevirirlerse de ki:Allah bana yeter!”(Tevbe S.129.Ayet)
“Ve ölmeyen(diri) e tevekkül et ve O’nu överek tesbih et”( Furkan S.58.Ayet)
“Gaalip ve esirgeyen (Allah)’a tevekkül et.”(Şuara S.217.Ayet)
“Allah’a tevekkül et,çünkü sen apaçık gerçek üzerindesin.”(Neml S.79.Ayet)
“Allah’a dayan;vekil olarak Allah yeter.”(Ahzab S.3.Ayet)
“Allah kuluna kâfi değil mi?...”(Zümer S.36.Ayet)
“…Yalnız onu vekil tut.”(Müzzemmil S.9.Ayet)
“Allah bize yeter,O,ne güzel vekildir.”(Âl-i İmran S.173.Ayet)
Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi Allah,kullarından kendisini vekil tayin etmelerini istiyor.Böyle yapanların kurtuluşa ereceklerini ve bol bol rızıklanacaklarını müjdeliyor.Aslında tevekkül, büyük bir rahat ve güven verir insana.Yüce Rabbimiz bütün canlıların rızkını vereceğini vaat ediyor.Bunu doğumdan ölüme dek gerçekleştiriyor.Kul,hangi hakla kalkıp Allah’ın taksimatına karşı itirazda bulunuyor?Tevekkülle alâkalı Resulullah Aleyhisselâm Efendimizin de çok muteber ve mübarek sözleri vardır:
“Ey ümmetim!Siz,Allah’a hakkıyla tevekkül etseniz,kuşların rızkını nasıl veriyorsa,sizin rızkınızı da öylece verir.Kuşlar sabahleyin yuvalarından aç çıkar,akşamleyin yuvalarına tok dönerler.”
“Allah’a tevekkül,insanlardan(bir şey) beklememektir.Zira insanlar bir şey veremez ve verilenlere de engel olamazlar.”
“Allah’a tevekkül eden ve onun kazasına razı olan kimse,istemekten kurtulacağı gibi kederden de rahat bulur.”
Tevekkül edenler,başkalarına kul ve köle olmaktan kurtulurlar.Allah muhakkak ki kullarına zulmetmez.Onlara merhamet eder.Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin dediği gibi:
“Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler.”
e-mektup: [email protected]
DÜŞLER RIHTIMINDA BİR AY DOĞUYOR!...
M.NİHAT MALKOÇ
Ben böyle değildim deniz gözlüm…Acılara yelken açardım gece gün demeden.Pembe şafaklarda kızıllığa ağıtlar yakacağımı deseler inanmaz,güler geçerdim.Oysa şimdi billur kadehlerde yudumladığım hasret boğazımda düğümleniyor.
İri güller yetiştirdiğim bahçelerde dikenler boy atmış…Dört bir tarafı ağuya banılmış keskin dişli dikenler yolumun vuslat güzergâhında nöbete durmuş.
Ümitler Kaf dağının ardına çekilmiş bir başına.İhtiyar ağaçlarınkiler gibi kurumuş yürek çınarımın yaprakları.Un ufak oluyorlar bir hafif dokunuşla.
Gökyüzü coğrafyamda hicret çırpınışları!...Bir göç telâşı ki sarmış dört bir yanımı.Asumanımda kalan son kuşlar da yolculuk arifesinde… Gittikçe tipiye dönüşüyor kalbimin derinliklerindeki yalnızlık sağanağı.. Katran karası karlar yağıyor sevgi hamuruyla yoğurduğum gizli dünyama.Gülün üstüne lâyık mı bu karanlık yağmurlar?...Madem ki her zulmetin bir nuranî şafağı var!....
“El intizar eşeddü minen nar…”
Bugüne nasipmiş bu Arap darb-ı meseline vakıf olmak!...
“Beklemek ateşten şiddetlidir!...”
Bu biraz da beklenenin şahs-i manevisine bağlı bir hakikat!...
İbrahim’i yakmayan ateş beni kavuruyor tarûmar olmuş gül bahçelerinde.Nemrut’la mücadele edemezken Nemrutlar dikiliyor muhabbet ülkesinin sultanının karşısına.
Gönül ülkesinin sınırları kalın duvarlarla örülüyor.Mecnûn’u kürek cezasına mahkûm ediyorlar amansızca.Sabır sarmaşıkları kuşatıyor dört bir yanı.Asırlık bekleyiş ummanda bir katre misali gittikçe büyüyor yürek devletinde.
Yürek devletine hükümdar olmak yürek ister.Bedeli kurşun misali ağır!...
Düşlerime bile sansür koyuyor zifiri gecenin karanlık mahlûkları.Güneşin hiç ayak basmadığı izbe ve kuytu dünyaların sahipleri, zincire vuruyor sevgiye banmış hecelerimi.Gönül dilimin sultanı olan sözcüklere ambargo koyuyorlar.
Ben yine istasyonlarda elimde kırmızı gül,yüreğimde intizar!...Beklemek ama nereye kadar?
Bir zamanlar vuslata yol alan lokomotifler,şimdi virane gönüllere hasret taşıyor.Ondan beridir ki kara tren diye nam salmışlar dünyaya.
Kara tren gecikir, belki hiç gelmez…Gelmez olsun yürek devletini hiçe sayan nefret katarları.
Biz ki sevgi rıhtımlarında masmavi denize nazır, elimizde ferman,dizimizde derman sonsuza dek bekleriz.Uzasa da zaman bir asra bedel, bu yoldan dönmek yazmaz lügatimizde.Geçen her dakika büyür gözlerimizde…Uzayan zaman azık olur sevgimize.
Gece gündüze gebedir daim..Karanlıklardan doğar apaydınlık gündüzler..Sabrın sonu selâmet…Sabır hayra alâmet!...
Her şey aslına rücû eder bir gün!...
Güneş doğmak için batar.
Sabır sarmaşıkları vuslata giden nurdan bağlardır.
Düşler rıhtımına demir atan hayal gemisinin sulara gömüleceğini sananlar yanılır elbet!...
Karanlıklar silinir bir gün…Yıldızlar selâma durur saf duygu erlerinin manevî huzurunda…Tablo tamamlanır yavaş yavaş…Mehtap kurulur boylu boyunca asumanın göbeğine…
Kömürleşen hislerin üzerinden kalkar sis perdesi…Yazılan değil,yaşanan duygulardır asil…Gönül kaleminden dökülür sevda güftesi…Nurlu şafaklardan yükselir bir aşk bestesi…
Aydınlıklar elbette karanlıkları boğar,
Düşlerin rıhtımında beklediğin ay doğar.
e-mektup: [email protected]
M.NİHAT MALKOÇ’UN BİYOGRAFİSİ
Beş çocuklu bir ailenin en küçük ferdi olarak 1970 senesinin 1 Haziran’ında Trabzon’un Köprübaşı ilçesine bağlı Gündoğan Köyü’nde hayata “Merhaba” dedi. İlkokulu komşu köy olan Güneşli Köyü’nde okudu.Orta ve lise öğrenimini Köprübaşı Lisesi’nde tamamladı.En büyük emeli iyi bir hukukçu olmaktı.
Lise son sınıfta girdiği üniversite imtihanında KTÜ/Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nü kazandı.Dersaneye gitme imkânı ve zaman kaybına tahammülü olmadığı için kazandığı fakülteyle yetindi.1992 yılında okulu bitirdi.İlk göz ağrısı olarak nitelediği Gümüşhane’de beş yıla yakın öğretmenlik yaptı.Her geçen gün öğretmenliği daha çok sevdi.Artık öğretmenliği bir tutku olarak görüyor.
Vatan borcunu İstanbul’da Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda Yedek Subay Öğretmen olarak onurla yerine getirdi.Bu peygamber ocağında yüzlerce yabancı subaya güzel Türkçe’mizi öğretti.Ankara’da girdiği sınavı kazanarak Akçaabat Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak atandı.Burada iki yıl görev yaptı.
Daha sonra girdiği yazılı ve sözlü imtihanı kazanarak Türkî Cumhuriyetlerden Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a,üç yıl görev yapmak üzere, öğretmen olarak gönderildi.Burada Mahdumkulu Türkmen Devlet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde ve İlâhiyat Lisesi’nde Türk Dili öğretmeni olarak çalıştı.Yine Aşkabat’ta Türkçe Öğretim Merkezi’nde(TÖMER) bir yıl boyunca değişik milletlerden kişilere Türkçe’yi sevdirerek öğretti.Şu anda Akçaabat’a bağlı Derecik İlköğretim Okulu’nda görev yapmaktadır.
Bugüne kadar,en büyüğünden en küçüğüne kadar onlarca dergi ve gazetede fikrî,edebî,felsefî ve kültürel konularda yüzlerce yazı ve şiir yazdı.Bu yayın organlarından Türk Edebiyatı,Türk Dili,Bizim Çocuk,Çınar,Bizim Azerbaycan,Anadolunun Sesi,Üniversitelinin Sesi,Türkiye,Bizim Okul,Şenliğin Sesi,İnsanlığa Çağrı,Yeni Sesleniş,Gençliğin Sesi gibi dergilerde;Türksesi,Demokrat Gümüşhane,Kuşakkaya,Ortadoğu,Yeni Mesaj,Hergün,Candaş,Edebiyat,Bolu Üçtepe,Akçaabat Yeni Haber,Karadeniz Olay,Hizmet gibi gazetelerde yıllardan beri deneme,makale,fıkra ve şiirler yazmaktadır. “Bizim Okul” isimli kültür,sanat ve edebiyat dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaptı.
Kültürel organizasyonların çoğunda aktif olarak görev aldı.Sevgi,Dostluk ve Kardeşlik konulu şiir yarışmasında birincilik,Trabzon Belediyesi’nin düzenlediği Çevre ile ilgili yarışmada birincilik,yine aynı belediyenin düzenlediği “İki binli Yıllara Doğru Trabzon” konulu makale yarışmasında mansiyon,Akçaabat Belediyesi’nin değişik zamanlarda organize ettiği şiir yarışmalarında birincilik,ikincilik,üçüncülük ödülleri kazandı.Karadeniz Yazarlar Birliği kurucularındandır.Halen bu birliğin üyesidir.
Bunların yanında elinin altındaki öğrencilere rehberlik ederek ve bizzat örnek olarak,onların da pek çok kültürel yarışmada ödüller almasına zemin hazırlamıştır.İkisi kız,biri erkek olmak üzere üç çocuk babasıdır.
CANLAR SATILIR MI TEN PAZARINDA?...
M. NİHAT MALKOÇ
O gün ne de güzel başlamıştı her şey!…Okuldaki arkadaşlarımla öğleye kadar güle oynaya vakit geçirmiştik.Keyfimize diyecek yoktu.Çünkü insan kendi mutluluğunun mimarıdır.Keyfinizi kaçıracak onca sebep varken ne diye huzurumuzu bertaraf etmek için kırk dereden su getiririz?Öncelikle iç dinamiklerimizi harekete geçirerek kendimizle barışık yaşamayı öğrenmeliyiz.Budur benim hayat felsefem!....Dünyaya kendi penceremden bakarak beni mutlu edecek bir yaşan kurgularım.
Günlerin en mübareği olan cumaydı o gün…Bayramdır Cuma inanan kalpler için…Gönüller neşe dolar bu günün manevî atmosferine banarak…İnanç genlerimiz harekete geçer o gün tan yerinin ağarmasından karanlığın çökmesine kadar….Arkadaşımın arabasına binene kadar her şey normal seyrindeydi…Okuldan ayrılırken her zamanki gibi vedalaşmıştık arkadaşlarımızla…Nedense içime hüzün dolar veda sözcüğü telâffuz edildiği zaman..İki günlük veda olur mu demeyin…Ayrılığın azı çoğu olmaz ki….Her ayrılık bir daha kavuşamama riskini de beraberinde getirir.Ya bir daha kavuşamazsak!....Hangi birimiz bu tereddütle çalkalanmaz ki!...
Bu duygularla çıkmıştık yola…On altı kilometrelik yol,uzun yolculuklara kıyasla devede kulak addedilse de,yine de bizi hüzünlendiren,karmaşık duygular yaşatan yolculuk sözcüğüyle vasıflandırılmaz mı?
Şoförle beraber dört arkadaştık arabada…Doğrusu biraz da acele ediyorduk en büyük dostla olan randevumuza yetişmek için!...Facialar bazen insanın içine doğarmış,derler…Önümüzde koca bir kamyon belirmişti henüz yolu yarılamadan…Birkaç kez sollamaya teşebbüs eden arkadaşımı uyarmıştım şakayla karışık... “Randevunun kazası mümkün ama hayatın kazası yoktur” demiştim.Bir anda trafik kazaları ve ölüm konusu açılmıştı dostlar arasında…Bunca lâftan sonra vazgeçmişti sollamaktan yanımdaki şoför arkadaş….
Yollar kıvrım kıvrım bir yılan misali uzayıp gidiyordu.Her virajın arkasında sanki Azrail pusuda bekliyordu biz fani insanları…Öyle ya hangi birimizin yedek canı var ki?Arabamızın pek çok yedek parçası vardı da bizim hiçbir organımızın yedeği yoktu.Bunun bilinciyle ve o korkuyla attığımız adımlara dikkat etmeliydik,ediyorduk da...
Fakat tedbir takdire engel değildir hiçbir zaman…Bizim için de aynı hüküm geçerliydi elbette...Ölüm virajlarını bir bir geride bırakarak ilerliyorduk.Son virajlara gelmiştik ki dönemecin ağzında bir taksi önümüzde peyda oldu.Frene basmak için vakit çok geçti artık…Kafa kafaya girdik bir başka taksiyi viraj ağzında sollarken önümüze düşen arabayla….Ben önde oturduğum için kafam ön cama çarpmıştı.Üstelik kazalarda hayat kurtaran can simidi hükmünde olan kemer de takmamıştım.Çok büyük bir hatanın bedelini az daha canımla ödeyecektim.Yanımdaki kapı, çarpmanın etkisiyle ezilip birbirine girmişti.Arabadan çıkmak istediysem de kapı açılmadı.Şoför arkadaş can havliyle kendi tarafındaki kapıya bir omuz vurarak açtı.Ben de onun çıktığı yerden kendimi dışarı attım.Başımdan,burnumdan ve ağzımdan kan geliyordu.Kendimi bir an unutup arkadaşlarımı aradım.Şoför arkadaş yere upuzun serilmişti.Nefes alamıyordu.Etrafımız kısa zamanda insanlarla dolmuştu.Peşimizden gelen öğretmenler bu manzarayı görünce telâşa kapılıp çığlık çığlığa bağırıyorlardı.Ben de, nefes almakta zorlanan arkadaşıma kalp masajı yapmaya çalışıyordum.Yanıma birisi yaklaşarak: “Bilerek mi yapıyorsun bu işi?Kalbi durmayana kalp masajı yapılır mı?Öldüreceksin adamı.” diye çıkıştı.
O sırada ambulans sesleri duyulmaya başlandı.Bizi ambulanslara koyup hastaneye götürdüler.Arkadaşlarımdan birisi bilincini yitirmişti.Hastaneye gidene kadar soru yağmuruna tuttu beni: “Biz neredeyiz?Bize ne oldu? Ben kimim?Sen kimsin?Başımızdan niçin kan akıyor?...” Şuurunu kaybeden arkadaşımın mantıksız sorularının ardı arkası kesilmiyordu.Ben ona nispetle daha iyi görünüyordum.En azından bilincim yerindeydi.Şoför arkadaşın kolu kırılmıştı.
Hastanenin acil polikliniğinde bir kısım tahlil ve tetkikler yaptılar.Ben sedyeyle hastaneye girerken apartman komşumuz olan acil doktoru, nöbetten çıkıyordu.Beni görür görmez yanıma koştu.Önce iyice bir muayene etti.Başımdaki iri cam kırıklarını cımbıza benzer bir aletle topladı.Kafam arabanın camına şiddetle çarptığı için kaşım yarılmıştı.Doktor arkadaş kaşımın üstüne büyük bir özenle beş altı dikiş attı.Doktor arkadaşın o sırada orada bulunması benim için büyük şanstı.Yaşadığımız o acı kazayı duyan öğretmenler ve diğer arkadaşlarım hastaneye akın etmişti.Bu gibi hadiselerde dostun hası belli oluyor.Böyle durumlarda insanlar dostlarına daha çok ihtiyaç duyuyor.
O günden sonra arabanın önüne binmekten çekindim.Karşıdan gelen arabaların bize çarpacağı korkusuyla yaşadım.Rüyalarıma girdi o ölümden kıl payı kurtulduğumuz kaza….Olayın etkisinden kurtulup hayatımın normal seyrine dönmesi aylar aldı.Hâlâ aynalara baktığımda yüzümde kalan nasırları görünce o acı günleri bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiririm.Allah bana ve hiç kimseye bu gibi nahoş hadiseleri yaşatmasın.
e-mektup: [email protected]
BENİM ESİR MİLLETİM!...
M.NİHAT MALKOÇ
Türkmenistan semalarında süzülerek uçarken hostesin sessizliği bozan o anonsunu unutmam mümkün değil:
“Değerli yolcularımız üç saat on beş dakikalık yolculuğumuz birazdan sona erecektir.Az sonra Aşkabat Hava Alanı’na ineceğiz.
Büyük bir heyecanla uçağın penceresinden aşağıya bakıyordum.Az sonra,yıllardır özlemini duyduğum ata topraklarına ayak basacaktım.
Hep bu anı beklemiştim yıllarca….
O esnada, farkında olmadan,Yavuz Bülent Bakiler’in,çocukluk yıllarımda ezberlediğim “Unuttuğumuz İnsanlar” şiirinin şu mısraları döküldü dudaklarımdan:
“Ben çilesi çekilmemiş bir Türkmen.
Ben her sabah,ciğerine kurşun yiyen bir yetim.
Çaresizlikler içinde sizi düşünüyorum.
Ey esir insanlar diyarında benim esir milletim!...
Ve ey Kafkas Dağları ardında
Bayraksız memleketim.”
Bu duygularla uçaktan indim.
Artık ayağım yere değmişti.Hem de ata topraklarına!...
Sanırım diğer öğretmen arkadaşlar benim kadar heyecanlı değildi.
Çünkü biz hep bu diyarın hasretiyle büyümüştük.Türkülerimiz,hoyratlarımız ve şiirlerimiz hep bu topraklara dairdi.Yine Yavuz Bülent Bakiler’in “Türkistan” şiiri geldi aklıma.O şiiri gözlerimin önünden geçirmekle kalmadım;adeta yaşadım:
“Öz yurdumu çarmıha germişler kırk yerinden
Unutmam bin yıl geçse acımın üzerinden
Vurulan bir ceylana yanar gibi derinden
Ulu Türkistan’a yandım.
Tanrım,bir gün acaba diyebilecek miyim;
-Vuslatın yüzüme nakışladığı nurla-
Bir komşu bahçesine uzanır gibi huzurla
Türkistan’ın toprağına uzandım.”
Türkistan’ın toprağına huzur içerisinde uzanmayı nasip eden Mevla’ma binlerce şükürler olsun.
Kardeş Türkmen halkına hizmet etme bahtiyarlığı benim için bütün maddî değerlerin fevkindedir.
Kimse bunu kuru ve hamasî bir Türkçülük ve Turancılık olarak da yorumlamaya kalkmasın.
Kim ne derse desin onlarla köklü tarihî bağlarımız var.Bu güçlü bağ yetmiş yıllık komünizm devrinde de kopmadı;belki zaman zaman gevşedi.
Onlar bizim kardeşlerimiz.
Bunu kimse inkâr edemez.
Dinimiz bir…
Dilimiz bir…
Özümüz bir…
Sözümüz bir…
Bir,bir,bir,bir!...
Bu kadar birin olduğu yerde ikilik olur mu?
Bu birleri çoğaltmak,uzatmak da mümkün!....
Bu kadar birlerin olduğu yerde elbette birlik olması gerek.
Bazı kesimlerin ikilik ve fitne tohumu ekme gayretleri hüsranla sonuçlanacaktır.
Kardeşi kardeşe kırdırmak isteyenler,Allah’ın izniyle,başarılı olamayacaklardır.
Ben buna bütün samimiyetimle inanıyorum.
Kardeş Türk Cumhuriyetleri, aynı ağacın meyveleridir.Bu vahdet ağacına zehirli aşı yapmak isteyenlere bu millet izin vermeyecektir.
e-mektup: [email protected]
ANA VATANDAN ATA VATANA!...
M.NİHAT MALKOÇ
1990 yılına kadar iki kutupluydu dünya.
Bir yanda Amerika Birleşik Devletleri…
Öte yanda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği…
İki kutuplu bu dünya 1990 yılında yerini bambaşka bir oluşuma bıraktı.
SSCB beklenmedik bir zamanda parçalanıverdi.
Bu durum dünya dengelerini bir anda alt üst etti.Her şey değişti.
O zaman SSCB’nin başında Mihail Gorbaçov vardı.Gorbaçov açık siyaseti tercih etti.
Glasnost ve Perestroika,siyasette değişimi ve yenilenmeyi beraberinde getirdi.
Zaten bunun böyle olacağı ta evvelden belliydi.
Doğum sancıları hissediliyordu.
Doğum bir gün muhakkak gerçekleşecekti.
Zaman ve zemin gözetiliyordu.
Yirmi birinci yüzyıla on kala her şey kıvamını buldu.Nihayet doğum gerçekleşti.
Kazakistan,Kırgızistan,Türkmenistan,Özbekistan ve Azerbaycan gibi beş Türk Cumhuriyeti doğdu.
Estonya,Letonya,Litvanya,Beyaz Rusya,Ukrayna,Moldova ve Tacikistan gibi topluluklar da müstakil devlet olduklarını ilân ettiler.
Sonuçta,öyle veya böyle,bugünlere gelindi.
Beş Türk Cumhuriyeti bağımsızlıklarını ilân ettikten sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin sorumluluğu,düne nazaran kat kat arttı.
Bağımsızlığın ilânı,hadisenin ilk boyutunu oluşturmaktan ileri gitmiyor.
Devlet kurmak,meseleleri halletmiyor şüphesiz…
Hakikaten devlet olmak ve devlet kalmak şartı var.
81 yıllık bir Cumhuriyet olan Türkiye’nin, edindiği tecrübeleri,kardeş Türk Cumhuriyetlerle paylaşması tarihî bir vazifeden öte,kelimenin tam mânâsıyla bir mecburiyetti.
Aradan tam 14 yıl geçti.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti,kardeş Türk Cumhuriyetlerine elinden geldiğince kol kanat gerdi.Tecrübelerini onlarla paylaştı.
Daha fazlası yapılabilirdi belki!...
Fakat Türkiye’nin de kendine özgü maddî sıkıntıları var.
Yorgan uzun olmadığı için ayağını ancak bu kadar uzatabildi.
Türkiye,kardeş Türkî Cumhuriyetlere her şeyden evvel eğitim hizmeti götürdü.Oralarda çağdaş ve modern okullar açtık.Bu okullarda görev yapacak Türk öğretmenleri özel imtihanlardan geçirerek oralara,Türkiye’yi temsil eden birer eğitim neferi olarak gönderdi.
Bugün Türkî Cumhuriyetlerde yüzlerce Türkiyeli öğretmen görev yapıyor.
Bu yüzlerce öğretmenden bir tanesi de bendim.
Bir yazılı,bir sözlü imtihandan başarıyla geçtikten sonra Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a öğretmen olarak gönderildim.
Bu satırları da Türkmenistan’ın başşehri Aşkabat’ta kaleme aldım.
Bundan önceki görev yerim Akçaabat İmam-Hatip Lisesi’ydi.Bu okulun Anadolu kısmında görev yapıyordum.
Tevafuğa bakın ki Türkmenistan’da da Diyanet Vakfı’nın açtığı İlâhiyat Lisesi’nde görevlendirdiler beni…Sözkonusu okul Türkmenistan’da açılan dinî içerikli ilk ve tek okul olma özelliğini taşıyor.
Burada Türk modeli din görevlisi yetiştiriliyor.
Okulu,o zamanın başbakanı Mesut Yılmaz ile Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı beraber hizmete açmışlar.
Bu okul Türkiye’nin Türkmenistan’daki yüzakı…
Ana vatandan ata vatana bir köprü oluşturan bu ve bunun gibi Türk okulları sayesinde yetmiş yıllık ayrılığın izleri hızla ve kolayca silinebilecektir.
e-mektup: [email protected]
TİYATRO YAZARLARININ DUAYENİ: RECEP BİLGİNER
M.NİHAT MALKOÇ
Tiyatro hayatın sahnede canlandırılmasıdır bir bakıma…İnsanlık var olduğundan beri tiyatro da var olmuştur.Fakat zamanla değişmiş,başkalaşmış ve her geçen gün gelişmiştir.
Türk tiyatrosu Osmanlı’dan günümüze kadar her geçen gün hızla gelişerek bugünlere gelmiştir.Cumhuriyetten evvel,daha çok geleneksel Türk tiyatrosu mevcuttu.Cumhuriyetle beraber tiyatromuzda da diğer alanlarda olduğu gibi batılılaşma açılımları gerçekleşmiştir.
Tiyatromuzun bugünlere gelmesinde en büyük katkıyı sağlayanlardan birisi hiç şüphesiz ki Muhsin Ertuğrul’dur. 1927'de, Darülbedayi'nin başına geçen Ertuğrul kısa zamanda tiyatromuzun batıyla bütünleşmesini sağlamıştır.
Günümüzde tiyatrolarımızın en büyük meselelerinden birisi yerli oyunların azlığıdır.Türk Milleti çok derin bir kültürel geçmişe sahiptir.Çağlar açıp kapayan bir neslin evlâtlarıyız biz…Fakat gelin görün ki yıllardan beri Batılı yazarların yazmış olduğu oyunlara mahkûm tiyatromuz…
Türkiye’de niçin yeterince yerli oyun yazıl(a)mıyor?Yeni yetme bir millet olmadığımıza göre bunun sebeplerini araştırarak nerede hata yaptığımızı gün yüzüne çıkarmalıyız.
Konu mu yok yazacak….Bu kadar savaşlar geçirmiş,bu kadar medeniyetler kurmuş bir millet,yazacak konu bulamıyorsa doğru dürüst bir tarihî geçmişi olmayan Amerika gibi milletler ne yapsın?Aksine onlar bu hususta bizden kat kat ilerden gidiyorlar.
Bu konu da nerden çıktı diye düşünmüş olabilirsiniz.Biliyorsunuz ki Türk tiyatrosunun önemli oyun yazarlarından birisi olan Recep Bilginer geçtiğimiz günlerde(17 Haziran 2005 Cuma) geçirmiş olduğu kalp krizi sonucu 83 yaşında iken aramızdan ayrıldı.Gazeteci ve tiyatro yazarıydı O…Kimdi Recep Bilginer?Ne kadar tanıyorduk onu?…Dilerseniz bir hatırlatalım…
1922'de Adana'da doğan Bilginer, İstanbul Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirdi. Gazetecilik mesleğine 1944'te Vatan gazetesinde başlayan Bilginer, Akın ve Tasvir gazeteleriyle Düşünce ve Yeni Çağ adlı dergileri çıkardı. Daha sonra tarihsel konulu oyunlar yazmaya başlayan Bilginer'in pek çok oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu ile Devlet Tiyatroları tarafından sahnelendi. Yunus Emre İlme Hizmet Vakfı Ödülü ile Türk Dil Kurumu Oyun Ödülü sahibi de olan Bilginer, “İsyancılar”, “Sarı Naciye”, “Yunus Emre”, “Mevlâna” adlı oyunlarla “Politikada Bir Sarıçizmeli”, “Hapiste Bir Gazeteci” ve “Zenginler Hükümeti” gibi kitapların yazarıydı.
Pek çok oyunu sahnelenmişti Bilginer’in…Bu oyunlardan birisi de “Yunus Emre” adını taşıyordu.Geçtiğimiz yıllarda Trabzon Devlet Tiyatroları Haluk Ongan Sahnesi’nde gösterilmişti.Fakat beğenmemiştim bu oyunu….Adından da anlaşıldığı gibi Yunus Emre’nin hayatını anlatıyordu bu oyun…
Bildiğiniz gibi Yunus Emre 13.yüzyılda yaşamış bir mutasavvıftır.Ömrünü Allah yolunca geçirmiştir.Sevgisinin merkezinde hep Allah vardır.Diğer varlıkları da Allah’ın kulu oldukları için sevmiştir.Bunu da “Yaradılanı hoş gör Yaratandan ötürü” dizesiyle dile getirmiştir.
Fakat Recep Bilginer yazmış olduğu biyografik tiyatro eserinde Yunus’u tabir caizse tam bir zampara olarak tasvir etmiştir.Oyun boyunca genç ve güzel kızlarla hemhâl etmiştir Yunus’u….Oysa Yunus’un şiirlerindeki aşk Allah aşkıdır.Onu Karacaoğlan gibi mecazî aşklarla meşgul göremezsiniz.Çünkü o bir veli âşıktır.Başka türlü davranması da mümkün değildir.
Oyunun ilerleyen bölümlerinde de Yunus Emre’yi Batılı mânâda insanı putlaştıracak derecede kutsayan bir hümanist olarak sunmuştur tiyatro severlere…Bu bir bakış açısıdır elbette.Fakat bu bakış açısı gösteriyor ki Bilginer Yunus’u ya hakkıyla tanıyamamış ya da fikrine alet etmiştir.
Recep Bilginer,yazdığı kıymetli eserlerle yerli oyun boşluğunu dolduran bir kalemdi.Hakikaten yerli eser hususunda çok büyük boşluklar var tiyatro sahasında….Bu millet yabancı oyun seyretmekten bıktı artık…İçimiz dışımız Shakespeare ve Moliere oldu. “On İkinci Gece” , “Cimri”…Hep aynı şeyler….Sıktı bizi,cendereye soktu…Tamam bu oyunların kalitesine diyeceğimiz yok .Fakat hep de aynı aş ısıtılıp ısıtılıp insanların önüne koyulmaz ki….Meselâ Haldun Taner’in “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” adlı oyunu çocukluğumdan beri oynanır durur.Nerdeyse benden yaşlı bir oyun….Ezberledik satır satır…
Recep Bilginer’in aramızdan ayrılması tiyatromuz için çok mühim bir kayıp….Kaliteli yerli oyun kıtlığının hat safhaya ulaştığı bu zaman diliminde ona çok ihtiyacımız olacak.Fakat onu takip edecek yeni isimler,bu boşluğu doldurmak için gayret sarfedecektir.Büyük devletlerde gidenlerin yerini dolduracak isimlerin olması kaçınılmazdır.Aksi takdir de o devletin ve milletin büyüklüğü kuru bir sözden öteye gidemez.Recep Bilginer aramızdan ayrılsa da bugüne kadar yazmış olduğu oyunlar,bundan sonra da oynanmaya devam edecektir.O oyunlar oynandıkça da Recep Bilginer sevenlerinin yüreğinde yaşayacaktır.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta