Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1604

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 17:36

    MEHMET AKİF’İN OSMANLI’YA BAKIŞI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bundan yedi yüz yıl evvel,Söğüt’te temelleri atılan Osmanlı Devleti,altı asır gibi uzun bir zaman üç kıtaya hakim olmuş; onlarca değişik ırkı bünyesinde sükûnetle barındırmıştır.Fakat son dönemlerde zayıflama emareleri göstererek çöküşe geçmiştir.Bunun sebepleri pek çoktur.Bunların başında oterite boşluğu gelmektedir.Çöküş dönemi padişahları,devleti iyi idare edememiştir.Dinî değerler lâfta kalmıştır. Çağa ayak uydurulamamıştır.Batı’nın ilim ve teknolojisine sırt çevrilmiştir.Batı’dan moda ve benzeri gibi bize uymayan unsurlar alınmıştır.Millet aç ve susuz iken bir kısım gürûh Paris’te çıkan yeni modayı ertesi gün İstanbul’a getirtmiştir.Dinî ahkâm rafa kaldırılmıştır.
    Batı’nın körüklemesiyle ve özellikle Fransız İhtilâli’yle,milliyetçilik akımları baş göstermiştir.Huzur ve sükûnet içerisinde yaşayan değişik milliyetlere mensup topluluklar,Osmanlı Devleti’ne bayrak açmışlardı.Bağımsız devlet kurma hayali içerisinde,hakikatleri görmekten acizdiler.Çünkü Batılı devletler,fitne ve fesat mekanizmasını işletiyorlardı.Gün geçmiyordu ki ayaklanma olmasın.Arnavutluk ve Kosova ayrılanlar kervanına katılmış.Akif bu durumu bir yangına benzeterek şöyle diyor:
    “Üç beyinsiz kafanın derdine,üç milyon halk,
    Bak nasıl doğranıyor? Kalk,baba,kabrinden kalk!
    Diriler koşmadı imdadına,sen bari yetiş…
    Arnavutluk yanıyor! ...Hem bu sefer pek müthiş!
    Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu:
    Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu.
    O ne yangın ki:Ocak kalmadı söndürmediği!
    O ne tufan ki: Yakıp yıktı bütün vadiyi! ”
    Mehmet Akif,Batı’yı da Doğu’yu da görmüş bir insandır.Batı, ilme ve âlime kıymet verdiği için,meselelerini büyük ölçüde halletmiştir.Batı,uyuyan bir devdir adeta.Bir taraftan teknolojik altyapısını hazırlarken,bir yandan da Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmak için çırpınıp durmaktadır.Fakat tepedekiler bu gizli ve sinsi oyunun farkında değillerdir.Belki haberdardır ama bunu şimdilik bir tehdit olarak görmemektedirler.Fakat zamanla bu gizli faaliyetler öyle bir noktaya geldi ki,devlet önce sarsıldı,sonra yıkılıverdi.O zamanlar Osmanlı Devleti,İslâmiyetin müdafacısı ve de hâmisi idi.Şark devletlerine ağabeylik yapıyordu aynı zamanda.Lâkin doğulular özellikle Osmanlı’nın son zamanlarında iyice uyuşuk bir hâl almışlardı.Bilime sırt çevirmişlerdi.Gündelik işlerle zaman öldürüyorlardı.Yöneticiler halktan kopuk bir vaziyette yaşıyorlardı.Halkı birbirine bağlayan manevî değerler bir kenara itilmişti.Hiç kimse müslümanların derdini kendine dert edinmiyordu.Herkes,başının dikine gidiyordu.Dilerseniz halkın bu sefil manzarasını bir de Aktif’ten dinleyelim:
    “Ne gördün,Şark’ı çok gezdin,diyorlar.Gördüğüm:Yer yer,
    Harap iller; serilmiş hanümanlar; başsız ümmetler;
    Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;
    Buruşmuş cehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;
    Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar,kaynamaz kanlar;
    Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; baslı vicdanlar;
    Cemaatsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;
    Gaza namıyla dindaş öldüren bîçâre dindaşlar
    Geçerken,ağladım geçtim; dururken,ağladım durdum;
    Duyan yok,ses veren yok,bin perişan yurda başvurdum.”
    Böyle acı bir görünümü olan memleketin ayakta durması mümkün müdür? Yine de sultan Abdülhamit Han,böyle bir devleti otuz üç sene ayakta tutabilme başarısı göstermiştir.Bugünkü genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın hatalarından ders alması gerekir.Çünkü tarihin tekerrür etmemesini istiyorsak yaşanan hadiselerden ibret almalıyız.

    e-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 17:36

    MEHMET AKİF’E GÖRE EĞİTİM VE ÖĞRETİM

    M.NİHAT MALKOÇ

    Hayatı idame ettirebilmek için eğitim ve öğretim şarttır.İnsan, Resulullah’ın deyimiyle; beşikten mezara kadar ilim tahsil etmelidir.Dinimiz,mürebbilere ve âlimlere büyük bir ehemmiyet vermiştir.Öyle ki âlimler, peygamberlerin varisleri olarak görülmüştür.
    Müslümanı bir bütün olarak ele alan ve Safahat’ında, onun yaşamından pasajlar sunan Mehmet Akif Ersoy,eğitimi hayatın olmazsa olmazlarından biri olarak görmüştür.Cehaleti en büyük düşman olarak kabul etmiş ve bunu bir şiirinde şöyle dile getirmiştir:
    “Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet…
    Ey derd-i cehalet sana düşmekle bu millet,
    Bir hâle getirdin ki, ne din kaldı ne namus
    Ey sine-i İslâm’a çöken kapkara kâbus
    Ey hasm-ı hakiki, seni öldürmeli evvel:
    Sesin bize düşmanları üstün çıkarılan el! ”
    Gerçekten de Akif’in teşhisi çok doğrudur Hiçbir şeyden çekmedik cehaletten çektiğimiz kadar... Hep cahilliğimizin kurbanı olduk. Kendi hatalarımızı görmek istemeyince, kabahati yüce İslâm dinine attık. Geri kalışımıza gerekçe olarak onu gördük. Oysa kendimizi kandırdık. Yanlış teşhis, tedaviyi geciktirir; hatta imkânsız kılar. Gaflet uykusundan uyanmak gerekir.Çünkü Akif’in dediği gibi, uyanık olmalıyız:
    “Yıllarca,asırlarca süren uykudan artık,
    Silkin de: muhitindeki zulmetleri yak,yık!
    Bir baksana: gökler uyanık, yer uyanıktır;
    Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır! ”
    Memleketin kalkınması ve çağdaş medeniyetler seviyesine erişmesi için kadın-erkek,yaşlı- genç demeden herkes eğitimden, üzerine düşen payı almalıdır. Eğitim, çağın gereklerine uygun ve millî olmalıdır. Genç nesiller fennî ilimlerin yanında, dinini de öğrenmelidir. Çünkü dinî ve fennî ilimler terazinin iki ayrı kefesi gibidir. Birinin boşluğu ötekinin dengesini sarsar. Akif,“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? ”(Zümer S.9.Ayet) ilâhi sualine karşılık şu cevabı veriyor: “ Olmaz ya … Tabiî… Biri insan, biri hayvan! ”
    Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: “İlim Çin’de dahi olsa gidip alınız.”buyurmuştu. Buradaki Çin, uzaklığı sebebiyle, özellikle belirtilmiştir. Akif bu hadisten yola çıkarak Müslümanlara şu tavsiyede bulunuyor:
    “Müslüman,elde asâ, belde divit, başta sarık;
    Sonra sırtında yedek şaplı beş on deste çarık;
    Altı aylık yolu, dağ taş demeyip çiğneyerek,
    Çin-i Maçin’deki bir ilmi gidip öğrenecek.”
    Kur’an’ın ilk ayetinin “Oku” diye,bariz bir emirle gönderilmiş olması tesadüf değildir.İslâm,okumayı terakkinin vazgeçilmez bir şartı olarak görmektedir. Müslümanlar bu gerçeği idrak edemediği için müstemleke durumuna düşmüşlerdir.Oysa Müslümanların sahip olduğu topraklar,yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından çok zengindir.Fakat çağın ilmine sırt çevirdikleri için ellerinin altındaki hazineleri çağdaş ülkelerle paylaşmak zorunda kalmışlardır.Akif bakın nasıl bir dünya hayal ediyor:
    “Sayısız mektep açılmış:Kadın,erkek okuyor;
    İşliyor fabrikalar,yerli kumaşlar dokuyor
    Gece gündüz basıyor millete nâfi âsâr
    Adeta matbaalar bir uyumaz hizmetkâr
    Mülkü baştan başa imâr edecek şirketler;
    Halkın irşâdına hâdim yeni cemiyetler,
    Durmayıp iş buluyor,gösteriyor,uğraşıyor;
    Gemiler sahile boydan boya servet taşıyor…
    Hasır üstünde bu rüyaları görmekte iken,
    İki mel’un gözün altında ayıldım birden.”

    Hepimiz aynı rüyayı görmüyor muyuz yüzyıllardır? Bu rüyanın gerçek olması için daha ne bekliyorsunuz? Herkes vazifesinin başına! ...
    e-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 17:35

    BATI MEDENİYETİ KARŞISINDA MEHMET AKİF

    M.NİHAT MALKOÇ

    Her milletin kendine mahsus bir medeniyeti mevcuttur.Bunun yanında medeniyetlerin beynelmilel uzantıları da vardır.Bugün,medeniyet kelimesi “Uygarlık”la karşılık bulmaktadır.Kültür ve medeniyet kavramlarının içeriği ve kapsamı konusu,bugüne dek çokça tartışılmıştır.Bazıları kültürü millî,medeniyeti evrensel olarak nitelemiştir.Her ikisinin de millî olduğunu söyleyenler de vardır.Mevzumuz bu olmadığı için bunun üzerinde durmayacağız.
    Millî Şairimiz Mehmet Akif Ersoy,ömrü boyunca kâmil bir mümin olarak yaşamıştır.Dünyaya bakış açısı Kur’anî ölçüler dahilindedir.Müslümanlığın gereği de budur zaten…Dinin bir kısmını kabul edip,bir kısmını çağdışı olarak görmek mümine yakışmaz.O da Müslümanlığı bir bütün olarak görmüş ve öylece yaşamıştır.
    Bazı insanlar Mehmet Akif’i,yobaz ve medeniyet düşmanı olarak kabul ederler.Buna dayanak olarak da İslâma tavizsiz bağlanmasını gösterirler.Onlara göre, dünya zamanla değişiyor.Değişen dünyaya ayak uydurmak gerekir.Oysa Akif çağdaş bir insandı.Yani çağın ilminden ve tekniğinden haberdardı.Hiçbir zaman,başını kuma gömerek dünyadan habersiz yaşamayı tercih etmemiştir.Lâkin manevî değerlerinden de asla taviz vermemiştir.Onun için de,bazılarının gözünde taassupkâr bir kişi olarak görülmüştür.
    Bilindiği gibi “medeniyet” Arapça kökenli bir kelimedir.Bu kelimenin başındaki “mim” harfi kaldırıldığında “deniyet” olarak okunur. “Deniyet” de “hayvanlaşma” demektir.Akif,medeniyetin,deniyete dönüşmesine karşıdır.Onun için,Batı medeniyeti hususunda ince eleyip sık dokumuştur.Çünkü onların inançlarıyla bizimkiler hiçbir zaman birbiriyle bağdaşmaz.Osmanlı Devleti’nin yıkılışına sebep olarak da,Batı’ya körü körüne bağlanışımızı gösterir.Çünkü Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı’nın ilim ve tekniğinden ziyade,modası takip edilmiştir.Avrupa’ya teknoloji transferi gayesiyle gönderdiğimiz talebeler,kimliklerini kaybederek melez bir hâl üzere geri dönmüşlerdir.Bilimden nasiplerini alamamışlardır.Akif bu hususta Japonlar’ı takdir etmektedir.Çünkü onlar yozlaşmadan Batı’nın teknolojisini ülkelerine taşımışlardır.Gelenek,görenek ve inançlarından asla taviz vermemişlerdir.Ona göre Japonlar,tevhid hariç,müslümanlığın bütün gereklerini, farkında olmadan, yerine getirmektedirler.Akif,biz Müslüman- Türk milletine şu tavsiyede bulunmaktadır:
    “Alınız ilmini Garb’ın,alınız sanatını,
    Veriniz mesainize hem de son süratini
    ……….
    Sade Garb’ın,yalnız ilmine dönsün yüzünüz
    Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız
    Çünkü milliyeti yok sanatın,ilmin yalnız.”
    Akif,ilme ve teknolojiye hayrandır.İnsanların yerinde sayması,onu rahatsız eder.Batı’dan gelen her şeye önyargıyla yaklaşan kaba softalara da kızar.İfrat ve tefritten uzak durulmasını ister.Her konuda ölçülü hareket edilmesinden yanadır.Batı’nın teknolojisini alırken,onu da kendi millî rengimize boyamamız gerektiğini ifade eder.Yani taklide şiddetle karşı çıkar.Çünkü taklit hiçbir zaman aslı kadar mükemmel olamaz.
    Akif’e göre Batı,geçmişte Müslüman Türkler’e karşı kötü bir imtihan vermiştir.Onun için İstiklâl Marşı’nda Batı medeniyetini “tek dişi kalmış canavar” a benzetir:
    “Ulusun,korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
    Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar? ”
    Burada sözü edilen medeniyet,Batı’nın ahlâksızlıklarıdır; yoksa,ilim ve teknik değildir.Sözlerimi,Akif’in,Batı’nın ilim ve tekniğiyle alâkalı değerlendirmesiyle bitirmek istiyorum: “Avrupalılar’ın ilimleri,irfanları inkâr olunur şey değildir.Heriflerin ilimlerini,fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı,kapılmamalı.”
    Akif’in ne kadar doğru söylediğini bugün yaşadıklarımız göstermiyor mu?

    e-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 17:35

    MEHMET AKİF,IRKÇI DEĞİLDİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Milletlerin ayakta durabilmesi için birlik ve beraberlik şarttır.Bizleri birbirimize bağlayan ortak değerlerin deforme olmasına müsaade etmemeliyiz.Osmanlı Devleti’nin çöküşüne zemin hazırlayan hadiselerin başında milliyetçilik ve kavmiyetçilik hareketleri gelmektedir.Asabiyet davası cahiliyye adetlerinden biridir.Resulullah Efendimiz pek çok hadis-i şeriflerinde ırkçılığı lânetlemiş ve yasaklamıştır:
    “…Allah indinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır.Arap’ın Arap olmayan(Acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur.Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur.Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur.Beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur.Üstünlük sadece takva iledir.”
    “Kim Cahiliyye davasında(kavmiyetçilikte) bulunursa cehenneme iki dizi üzerine çökmüş demektir.Dediler ki:Ey Allah’ın Resulü,oruç tutsa,namaz kılsa da mı? “Evet” cevabını verdi; oruç tutsa da, namaz kılsa da.”
    Merhum Mehmet Akif,İstiklâl Marşı’nın bir dörtlüğünde: “Ebediyen sana yok IRKIMA yok izmihlâl” diyordu.Yani mısrada açıkça ırk kelimesini kullanıyordu.Fakat O,bu ifadeyi kavmiyetçilik gayesiyle kullanmış değildir.Onun koca Safahat’ını bir kenara atıp,bir mısrasında “ırk” kelimesini kullandı diye,onu ırkçılıkla(kavmiyetçilikle) suçlamak haksızlıktır doğrusu….Çünkü onun pek çok şiirinde ırkçılık kerih görülmüştür:
    “Ne Araplık,ne de Türklük kalacak aç gözünü!
    Dinle Peygamber-i Zîşanın ilâhî sözünü!
    Müslümanlık sizi gayet sıkı,gayet sağlam,
    Bağlamak lâzım iken,anlamadım, anlayamam,
    Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
    Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
    Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı,
    Aynı milliyetin altında tutan İslâm’ı,
    Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir
    Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir…”
    Şayet Mehmet Akif ırkçı olsaydı,Arnavut ırkını ön plana çıkarırdı.Zira kendisi Arnavut kökenlidir.Onun Arnavutluğunu arkadaşı Mithat Cemal Kuntay bakın nasıl ifade ediyor:
    “Zola ne kadar İtalyansa,
    Heredis ne kadar İspanyolsa,
    Nice ne kadar Lehistanlı ise,
    Kamus mütercimi Âsım ne kadar Arap’sa,
    Kamus sahibi Şemsettin Sami ne kadar Arnavutsa,
    Akif de o kadar Arnavut’tu.”
    Akif,Osmanlı’nın güçlü devlet teşkilâtı altında ömrü boyunca huzurla yaşamıştır.Arnavut olduğu hiçbir zaman aklına gelmemiştir.Daima İslâmî ölçüleri hayat tarzı olarak benimsemiştir.Çünkü O biliyordu ki kavmiyetçilikle müslümanlık aynı sinede barınamaz.İslâm,ırkçılığı her halûkârda reddetmiştir.İslâm’ın kabul etmediğini, bir inanç abidesi olan Akif’in sahiplenmesi düşünülemez.Hatta O, ırkçılık yapanlara şu çağrıda bulunmuştur:
    “Kavmiyet cereyanı en medenî,en ilerlemiş cemiyetleri birbirine düşürür.Bizim gibi bir araya gelmiş ırkları, istisnasız câhil bulunan bir cemaati ise tarumar eder.Geliniz bu cereyanı körüklemeyiniz.”
    Sözlerimi Akif’in,ırkçılığı lânetleyen mısralarıyla bitiriyorum:
    “Müslümanlıkta anâsır mı olurmuş? Ne gezer!
    Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber!
    Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatte yeri?
    Küfr olur,başka değil,kavmini sürmek ileri.”

    e-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 17:35

    AKİF’İN DÜNYASI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Merhum Mehmet Akif,dünü,bugünü ve yarını engin ufkuyla kuşatan mümtaz bir inanç abidesiydi.Bir ahlâk,ülkü ve aksiyon adamıydı.Onun kişiliğini şu mısralarından yola çıkarak kolayca anlayabiliriz:

    “Zulmü alkışlayamam,zalimi asla sevemem;
    Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem

    Üç bucuk soysuzun ardında zağarlık yapamam,
    Hele Hak namına haksızlığa ölsem tapamam

    Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum,
    Kesilir belki,fakat çekmeğe gelmez boynum.”

    Millî Şair Akif,özü sözü bir olan bir kişiydi.Prensiplerinden asla taviz vermezdi.Geniş bir bilgi birikimine sahipti.Çok okur ve düşünürdü.Millî ve manevî değerler her şeyden önce gelirdi onun için…Vatan,millet ve maneviyat konularında asla geri adım atmazdı.Din mezhep ve soy farkı gözetmezdi.Allah için sever,yine Allah için nefret ederdi.Gurur ve kibir onun tabiatıyla asla bağdaşmazdı.Çok bilge bir insan olmasına rağmen,konuşmaktan ziyade dinlemeyi tercih ederdi.Hazırcevaplılıkta üzerine yoktu.Emeğe azamî derecede saygı gösterirdi.Mevlâna kadar hoşgörülü,Yunus gibi sevgi doluydu.
    Akif, toplumcu bir sanat görüşünü savunmaktaydı.Yani ona göre sanat toplum içindir.Şiiri,düşünceleri kitlelere ulaştırmada bir araç olarak kullanmıştır.Akif’i ümmetçi olarak göstermek doğru olmasa gerek.O, imanlı bir kişi olmasının yanında milliyetçidir de.Fakat ırkçılığa şiddetle karşıdır.Bilindiği gibi O Arnavut kökenli bir insandır.Fakat her zaman kendisini Müslüman-Türk olarak görmüştür.İstiklâl Marşı’nda geçen “Ebediyen sana yok,ırkıma yok izmihlâl” mısrasındaki “ırk” kelimesi Müslüman-Türk’ü anlatmaktadır.
    İstiklâl Marşı’mızın şairi olan Mehmet Akif,İslâmcı bir düşünceye mensuptur.Fakat onun İslâmcılığı siyasî değildir.Müslümanların,kutsal kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’i yanlış yorumlamaları ve uyuşuk bir yaşam sürmeleri karsısında fevkalâde rahatsız olur.Aslında dinimiz çalışmayı öncelikli olarak emrediyor.Çağın teknolojik gelişmelerine ayak uydurmamızı istiyor.İbni Sinalar,Farabiler,Gazaliler ve İbni Haldunlar bu dinin mensuplarıydı.Buna rağmen dünyayı buluş ve görüşleriyle sarstılar.Demek ki tembellik dinden değil,Müslümanların gevşekliğinden kaynaklanıyor.O,Müslümanlara şunu tavsiye ediyor:

    “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
    Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

    Akif,şiirlerini Safahat adlı eserde bir araya getirmiştir.Bu şiir kitabı yedi bölümden meydana gelmiştir:Safahat,Süleymaniye Kürsüsünde,Hakkın Sesleri,Fatih Kürsüsünde,Hatıralar, Asım,Gölgeler…O,Sebilürreşat ve Sırat-ı Müstakim adlı iki ayrı dergi de çıkarmıştır.Zaman zaman nesir yazıları da yazmıştır.Ona göre şiir hayalden çok,hakikatleri anlatmalıdır.Bu onun aynı zamanda hayata bakış açısıdır.Bunu şu mısralarda açıkça görebiliriz:

    “Hayır,hayâl ile yoktur benim alış verişim
    İnan ki:her ne demişsem görüp de söylemişim

    Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
    Sözüm odun gibi olsun,hakikat olsun tek..”

    Akif,sözü tılsıma büründürerek ebedî kıldı.Her mısrasına bir mesaj sokuşturdu.Türk gençliğine iyi bir örnek oldu.Bu abide şahsiyeti rahmet ve minnetle anıyor,hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.



    e-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 17:35

    NİHAT MALKOÇ’UN BİYOGRAFİSİ

    Beş çocuklu bir ailenin en küçük ferdi olarak 1970 senesinin 1 Haziran’ında Trabzon’un Köprübaşı ilçesine bağlı Gündoğan Köyü’nde hayata “Merhaba” dedi. İlkokulu komşu köy olan Güneşli Köyü’nde okudu.Orta ve lise öğrenimini Köprübaşı Lisesi’nde tamamladı.En büyük emeli iyi bir hukukçu olmaktı.Lise son sınıfta girdiği üniversite imtihanında KTÜ/Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nü kazandı.Dersaneye gitme imkânı ve zaman kaybına tahammülü olmadığı için kazandığı fakülteyle yetindi.1992 yılında okulu bitirdi.İlk göz ağrısı olarak nitelediği Gümüşhane’de beş yıla yakın öğretmenlik yaptı.Her geçen gün öğretmenliği daha çok sevdi.Artık öğretmenliği bir tutku olarak görüyor.
    Vatan borcunu İstanbul’da Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda Yedek Subay Öğretmen olarak onurla yerine getirdi.Bu peygamber ocağında yüzlerce yabancı subaya güzel Türkçe’mizi öğretti.Ankara’da girdiği sınavı kazanarak Akçaabat Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak atandı.Burada iki yıl görev yaptı.Daha sonra girdiği yazılı ve sözlü imtihanı kazanarak Türkî Cumhuriyetlerden Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a,üç yıl görev yapmak üzere, öğretmen olarak gönderildi.Burada Mahdumkulu Türkmen Devlet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde ve İlâhiyat Lisesi’nde Türk Dili öğretmeni olarak çalıştı.Yine Aşkabat’ta Türkçe Öğretim Merkezi’nde(TÖMER) bir yıl boyunca değişik milletlerden kişilere Türkçe’yi sevdirerek öğretti.Şu anda Akçaabat’a bağlı Derecik İlköğretim Okulu’nda görev yapmaktadır.
    Bugüne kadar,en büyüğünden en küçüğüne kadar onlarca dergi ve gazetede fikrî,edebî,felsefî ve kültürel konularda yüzlerce yazı ve şiir yazdı.Bu yayın organlarından Türk Edebiyatı,Türk Dili,Bizim Çocuk,Çınar,Bizim Azerbaycan,Anadolunun Sesi,Üniversitelinin Sesi,Türkiye,Bizim Okul,Şenliğin Sesi,İnsanlığa Çağrı,Yeni Sesleniş,Gençliğin Sesi gibi dergilerde; Türksesi,Demokrat Gümüşhane,Kuşakkaya,Ortadoğu,Yeni Mesaj,Hergün,Candaş,Edebiyat,Bolu Üçtepe,Akçaabat Yeni Haber,Karadeniz Olay,Hizmet gibi gazetelerde yıllardan beri deneme,makale,fıkra ve şiirler yazmaktadır. “Bizim Okul” isimli kültür,sanat ve edebiyat dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaptı.Kültürel organizasyonların çoğunda aktif olarak görev aldı.Sevgi,Dostluk ve Kardeşlik konulu şiir yarışmasında birincilik,Trabzon Belediyesi’nin düzenlediği Çevre ile ilgili yarışmada birincilik,yine aynı belediyenin düzenlediği “İki binli Yıllara Doğru Trabzon” konulu makale yarışmasında mansiyon,Akçaabat Belediyesi’nin değişik zamanlarda organize ettiği şiir yarışmalarında birincilik,ikincilik,üçüncülük ödülleri kazandı.Karadeniz Yazarlar Birliği kurucularındandır.Halen bu birliğin üyesidir.
    Bunların yanında elinin altındaki öğrencilere rehberlik ederek ve bizzat örnek olarak,onların da pek çok kültürel yarışmada ödüller almasına zemin hazırlamıştır.İkisi kız,biri erkek olmak üzere üç çocuk babasıdır.


    e-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 17:34

    TRABZONLU KANUNÎ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Trabzon,tarihten bugüne kadar çok büyük şahsiyetler yetiştirmiştir.Bu şahsiyetlerin başında da Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman gelmektedir.O Trabzon’un gözbebeğidir.Kendisinin “Kanunî” diye tavsif edilmesi, zamanında etkili kanunlar koymasından dolayıdır.Çok önemli kanunlar çıkarmıştır.

    Kanunî Sultan Süleyman,Osmanlı Devleti’nin Yükselme Dönemi padişahlarındandır.Yavuz Sultan Selim’in oğludur.Annesi Hafsa Sultan’dır.Sultan Süleyman, 1494 yılında Trabzon’un Ortahisar Mahallesi’nde doğmuştur.O yıllarda babası Yavuz Sultan Selim Han, Trabzon’da Sancak Beyi’ydi.Bugünkü anlamda vali statüsündeydi.Annesi Ayşe Hatun da İstanbul’daki sarayda yaşamak yerine oğlu Selim’in yanında,yani Trabzon’da yaşamayı tercih etmiştir.Mezarı da Atapark civarında kendi adına yapılan caminin avlusundadır.
    Yavuz Sultan Selim,1512 tarihinde şehzadelikten padişahlığa yükseldiği için Trabzon’dan ayrılmak zorunda kalmıştır.O yıllarda oğlu Süleyman, 15 yaşındaydı.Yani Kanunî 15 yıl boyunca Trabzon’da yaşamıştır.İlk ve ortaöğrenimini bu şehirde tamamlamıştır.Babası padişah sıfatıyla saraya intikal edince kendisi de Manisa’ya Sancak Beyi göreviyle gönderilmiştir.
    Trabzonlu Kanunî Sultan Süleyman,1520’de tahta çıkmıştır.O zaman 26 yaşındaydı.Bu büyük insan kesintisiz 46 yıl tahtta kalarak bir büyük rekora tuğrasını basmıştır.Kanunî 1494 ilâ 1566 yılları arasında olmak üzere 72 yıl yaşamıştır.72 yılda bin yıllık hizmet ifa etmiştir dersek fazla abartmış olmayız.Batılılar’ın ona “Muhteşem Süleyman” demesi boşuna değildir.Şâirlerimizden Selâhaddin Yılmaz’ın şu dörtlüğü onu ne güzel anlatıyor:
    “Doğu,batı,güneye sayısız sefer yapan,
    Osmanlı tarihine altın sayfalar yazan,
    Halifelikten başka,gerçek Müslüman olan,
    Cihana hakim olan Kanunî Süleyman’dır.”
    Kanunî Sultan Süleyman aynı zamanda bir şâirdi. “Muhibbî” mahlâsıyla(şiirdeki takma ad) Klasik nazım şekilleriyle birbirinden güzel şiirler yazıyordu.Şiirlerinde arûz ölçüsünü kullanıyordu..En sevdiği şâirler Bâkî ve Fuzulî’ydi.Şiirlerini Divan’ında bir araya getirmiştir.Onun sağlıkla ilgili olarak söylediği şu beyit herkesin hafızasında yer etmiştir:
    “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
    Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
    (Türkçesi:Halk arasında makam,mevki ve zenginlik itibar edilen,sevilen bir unsurdur.Oysa dünyada en kıymetli şey sağlık ve sıhhattir.)
    Kanunî çok zeki bir yöneticiydi.Bir o kadar da âdildi.Âlimlere ve sanatçılara çok değer verirdi.Pek çok zafere imzasını atmıştır.Bunlar arasında Rodos ve Belgrat’ın fethini,Mohaç,Budin,Estergon zaferlerini,Viyana,Almanya,İtalya, Avusturya seferlerini sayabiliriz.Kanunî Sultan Süleyman,Trabzon için eşsiz bir değerdir.Onunla hemşehri olmaktan gurur ve onur duyuyoruz.
    e-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 17:33

    KANUNÎ’NİN ŞÂİRLİĞİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Trabzon bir şehzadeler şehridir.Osmanlı Devleti’ni yöneten padişahlardan en önemlileri arasında yer alan Yavuz Sultan Selim ile onun muhteşem evlâdı Kanunî Sultan Süleyman,ömürlerinin mühim bir kısmını Trabzon’da geçirmişlerdir.Yavuz Sultan Selim, uzun yıllar Trabzon Sancakbeyi olarak görev yaptı.Geleceğin padişahları arasında yer alacak olan Süleyman da bu şehirde dünyaya geldi.15 yıl boyunca da burada yaşadı.
    Sultan Süleyman,Kefe ve Manisa sancak beyliklerinde bulunduktan sonra babasının ölümü üzerine 1520’de tahta çıktı.Kırk altı yıl boyunca saltanat sürdükten sonra Zigetvar kuşatmasından sonra ebediyete intikal etti.
    Osmanlı Devleti’nde hak,adalet,inanç kavramları gerçek anlamını bulmuştur.Onun içindir ki üç kıtayı sevgi ve hoşgörüyle yönetmişlerdir.Osmanlı sultanları bunca meşguliyetlerine rağmen güzel sanatlarla da yakından ilgilenmişlerdir.Güzel sanatlar içinde de en çok şiire alâka duymuşlardır.Onlar iyi bir şiir okuyucusu oldukları gibi,şâirdirler aynı zamanda.
    Osmanlı padişah ve şehzadeleri estetik açıdan kaliteli şiirler yazmışlardır.Bilindiği gibi Divan şiirinde şâirler takma isim kullanırlar.Şâirlerin şiirlerinde kullandıkları takma isimlere “mahlas” diyoruz.Mahlasların derin anlamlar taşımasına dikkat edilirdi.Osmanlı Devleti’nin yöneticileri değişik mahlaslar kullanarak Divan edebiyatı nazım şekilleriyle şiirler vücuda getirmişlerdir.Fatih Sultan Mehmet “Avnî”,İkinci Bayezid “Adlî”,Kanunî Sultan Süleyman da “Muhibbî” mahlaslarıyla orijinal şiirler meydana getirmişlerdir.Bunların yanında Korkut Sultan,Şehzade Mustafa,Sultan İkinci Selim,Şehzade Bayezid,Yavuz Sultan Selim de özgün Divan şiirleri yazmaya muvaffak olmuşlardır.
    Osmanlı padişahlarının onuncusu olan Kanunî Sultan Süleyman’ın “Muhibbî” mahlasıyla yazdığı şiirler genelde kahramanlık,aşk,dinî,tasavvufî,hikemî ve rindane olmak üzere değişik muhtevalarda tecelli etmiştir.Şiirlerini ihtiva eden çok geniş bir Divan’ı vardır.Ölçü olarak arûzu kullanmıştır.Bu alanda pek marifetli olduğu söylenebilir.Çok zengin bir kelime hazinesi vardır.Şiirlerine,Bâkî gibi büyük şâirler bile nazire yazmıştır.
    Onun şiirleri kendi karakterini açıkça ele vermektedir.Yaptığı fetihler ve seferlerin izlerini şiirlerinde görebiliriz.Makama,mevkiye,padişahlığa ve genel anlamda dünyalığa önem vermediğini defalarca dile getirmiştir.Onun bu hususta kaleme aldığı “gibi” redifli şu şiiri önemlidir:
    “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
    Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
    Saltanat didükleri ancak cihan kavgasıdır
    Olmaya baht u saadet dünyada vahdet gibi.”

    e-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 17:33

    ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Çok yönlü bir âlim olan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ni tavsif ve tasvir etmek için yeterli bir kelime bulmakta zorlanıyorum.O hem bir şair,hem bir yazar,hem bir tasavvufçu,hem de pozitif bilimlerle uğraşan çağdaş manada bir bilim adamıydı.Bahsi geçen bu sahaların hepsinde de azami derecede muvaffak olmuştur.En önemli hususiyeti,söylediklerini öncelikle yaşamış olmasıdır.Bu da onun geniş kitlelerce sevilip okunmasına zemin hazırlamıştır.
    18 Mayıs 1703 yılında(bundan üç asır evvel) Erzurum’un Hasankale kazasında dünyaya gelen bu büyük zat,altı yaşındayken annesi Şerife Hanife Hatun’u,on yedi yaşına geldiğinde de babası Derviş Osman Efendi’yi kaybetmiştir.Babası,meşhur Kadirî şeyhi İsmail Fakirullah’a bağlı idi.Sırf bunun için yurdundan ayrılıp,hocasının yanına,Siirt’in Tillo Bucağı’na yerleşmiştir.Küçük İbrahim de bir süre amcalarıyla birlikte ikamet ettikten sonra babasının yanına,Tillo’ya göç etmiştir.Kendisi de İsmail Fakirullah isimli zattan fevkalâde etkilenmiş,onun himayesinde dinî ve tasavvufî ilimler sahasında derinleşmiştir.Hocası rahmetli olunca,dergâhın başına kendisi geçerek onlarca talebe yetiştirmiştir.

    İbrahim Hakkı Hazretleri denilince,ilk olarak onun o meşhur Mârifetnâme isimli eseri aklımıza gelmektedir.Değişik konuları ihtiva eden bu ansiklopedik eser,uzun yıllardan beri sevilerek okunmaktadır.Eser bir mukaddime(önsöz) ,üç fen ve bir hatime olmak üzere,beş bölümden meydana gelmektedir.Sekiz yüz sayfadan mürekkep,hacimli bir kitaptır.Bu kıymetli eserde dünyanın yaratılışı,gökler,melekler,cennet ve cehennem,güneş,ay,yıldızlar,arzın katları,kıyamet alâmetleri,akıl,nefis,anasır-ı
    erbaa(hava,su,ateş,toprak) ,bitkiler,hayvanlar,aritmetik,geometri,astronomi,astroloji,atmosfer,madenler,iklimler,kıtalar,bedenin yapısı…vb. gibi konulara değiniliyor.Din ile ilim tek bir çerçevede bütünleştiriliyor.İnsan tahkikî imana erişiyor.1400 yıl evvel,kâinatı ve insanlığı şereflendiren Kur’an’ın gerçek bir mucize olduğunu tüm çıplaklığıyla görüyoruz Mârifetnâme’nin satır aralarında.
    Bu büyük tasavvuf ehlinin,Mârifetnâme’nin dışında,onlarca eseri daha vardır.Bunlardan en önemlileri Divan,İrfaniyye,İnsaniyye,Mecmuatü’l-Maâni,Tuhfetü’l-Kiram Nuhbetü’l-Kiram,Meşakiku’l Yûh,Sefine-i Nûh,Kenzü’l-Futûh,Definetü’r-Rûh,Ruhu’ş –Şurûh,Ülfetü’l-Enam,Urvetü’l-İslâm,Heyetü’l-İslâm’dır.Bu eserlerin çoğunu Tillo’da kaleme almıştır.Zaten en verimli yılları da burada geçmiştir.Kitap yazmayla talebe yetiştirmeyi bir arada,dengeyle yürütmüştür.
    Erzurumlu İbrahim Hakkı,aynı zamanda iyi bir şairdir.Şiirlerini yazarken Yunus Emre’den etkilenmiştir.O da Yunus gibi,şiirlerinde Allah aşkını ağırlıklı olarak işlemiştir.Müstakil bir Divan’ı mevcuttur.Çok rahat bir söyleyiş tarzı vardır.İçinden geçen duygu ve düşünceleri,şiirin kalıpları içerisinde mısralara dökmüştür.Onun sevilerek okunmasının sebebi üslûbundaki samimiyettir.Tefviznâme isimli uzun bir şiiri,her şeyiyle,her halükârda Allah’a teslim olanların dillerinden düşürmediği bir manzume olmuştur.Özellikle şu kısmı çok mânidardır:
    “Hak şerleri hayr eyler
    Zannetme ki gayr eyler
    Arif anı seyr eyler
    Mevlâ görelim neyler
    Neylerse güzel eyler.”
    18.yüzyılın mümtaz şahsiyetlerinden biri olan İbrahim Hakkı Hazretleri,yazdığı eserlerde şahsî bir üslûp ve zamanına göre sade bir dil kullanmıştır.Denebilir ki onun nâsırlığı,şairliğinden ileridir.77 yıllık ömründe onlarca eser telif eden bu Allah dostu,22 Haziran 1780 tarihinde,çok sevdiği Rabbine kavuşmuştur.Allah rahmet eylesin.

    e-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 17:32

    GEVHERİ’NİN HAYATI VE ŞİİRLERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk edebiyatı ayrılmaz bir bütündür.Yani Halk edebiyatı, Divan edebiyatı, Tasavvuf edebiyatı… vb. gibi isimler altında anılıyorsa da bunları birbirinden soyutlayamayız. Bu edebiyatlar daima birbirinden etkilenmiştir. Diğer edebiyatlara en fazla tesir eden de Halk edebiyatıdır. Halk edebiyatı bazıların dediği gibi yabana atılacak bir edebiyat değildir. Bu edebiyat geçmişten bugüne kadar binlerce dâhi sanatkâr yetiştirmiştir. İşte bu dâhi sanatkârlardan birisi de Gevheri’dir.
    Gevheri 17. yüzyılın ortalarında dünyaya gelmiştir. Tabiki bu ihtimalden ibarettir. Onun hayatını kesin çizgileriyle bilemiyoruz.Bunlara rağmen döneminin güçlü şâirlerinden biri olduğunu şiirlerine istinaden söyleyebiliyoruz. Şâirin doğum yeri olarak Kırım gösterilse de hayatının çoğu İstanbul’da geçmiştir.
    Gevheri’nin şiirlerine bakınca az çok belli bir tahsil gördüğünü söyleyebiliriz. Gevheri hem divan, hem de saz şiiri tarzında eserler vermiştir. Birinci türde divan, müstezat, semai, ikinci türde başta koşma olma üzere türkü, türkmani ve tecnis şeklinde eserler vücuda getirmiştir.
    Gevheri divan türünde eserler vermişse de en güzel şiirlerini heceyle yazmıştır. Bu şiirlerin birkaçı müstesna olmak üzere,aşk temi çerçevesinde cereyan eder. Şiirlerinde sevgiliye olan tutkusunu ve kavuşma emelini dile getirir:
    “Bak şu kalbimin işine
    Saldı sevdayı başıma
    Dünü gün aşk ateşine
    Yanarım kimseler bilmez”
    Gevheri, ahlâkın toplum hayatındaki önemine değinir. Fakat O, zamane insanın tavırlarından hiç hoşlanmaz. İnsanların azması O’nu fazlasıyla üzer:
    “Gevheri der işler hata
    Katırlar baskındır ata
    Olur olmaz maslahata
    Çocuklar karışır oldu.”
    Gevheri, Allah’a ve peygamberlere inanan, taassuba karşı ve açık sözlü bir şairdi. Şiirlerinde az da olsa inanmışlığının belirtileri vardır. Bazı şiirlerinde Hacı Bektaş Veli’ye olan bağlılığını açığa vurmaktadır:
    “Gevheri eylemiş Hâkk’a itaat
    İtaat edene olsun beşaret
    Hacı Bektaş Veli gibi sahib-kerâmet
    Erkânımız vardır pîrsiz değiliz”
    Gevheri’nin şiirlerinde çok yazmaktan ileri gelen bazı hatalar vardır.Fakat şiirleri genelde sağlam,lirik ve İstanbul Türkçesi’yle yazıldığı için geniş kitlelere seslenebilmiştir.Hatırasını saygı ve sevgiyle yâd ediyoruz.


    e-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta