GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
MARİFET İLTİFATA TABİDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyada hangi insan övülmekten hoşlanmaz ki! ...Yaptığımız müspet bir davranıştan dolayı takdir edilmek hepimizi mutlu eder.Kim ne derse desin bu insanın doğasında var olan bir hususiyettir.
Çoğumuz olumlu hâl ve hareketlerimizden sonra iltifat ve teşekkür beklentisi içerisinde oluruz.Marifetimiz övgüyle karşılık bulmazsa bu bizi rahatsız eder.Çünkü bu bizim için psikolojik bir ihtiyaçtır.Bir nevi ruhî açlıktır.Bu giderilmediğinde şevkimiz kırılır; arzularımız sekteye uğrar.Mevcut durum, motivasyonumuzu da alt üst eder; verimimizi düşürür.
Bu konuda Batılı düşünürlerden Willam James şöyle diyor: “İnsan doğasının en derin ilkesi takdir edilmeye duyulan iştahtır.” Nedense çok severiz kabul görmeyi…Bir anlamda yaptıklarımızın onaylanması olarak algılarız iltifatı.Övgüde hakikaten mucizevi bir güç vardır.Performansımızın tavan yapmasına zemin hazırlar övgü…
Yine David J. Schwartz: “İltifat,bir fincan kahveye benzer:Gönül alır.” der.Demek ki insanların gönlünü almanın en kısa ve kestirme yolu onu takdir etmekten geçiyor.Ne büyük bir güç…Üstelik bir o kadar da kolay! ...
Övgü ruh dünyamızı imar ederek fiziksel gücümüzü ve enerjimizi en üst noktaya çıkarır.Övgünün nelere kadir olduğunu anlamak için fazla uzaklara gitmeye gerek yoktur.Her alanda olduğu gibi bunda da kendimizden örnekler getirebiliriz.Hepimiz başkalarına karşı güçlü ve muktedir görünmeye çalışırız.Gücümüzün dinamosu da beğenilmektir.
Sosyal hayatta nelerle karşılaşmayız ki! ...Beklentiler,hayal kırıklıkları! ...Bunlar arasında bir denge kuramazsak hayata tutunamayız.Dimdik ve dipdiri ayakta kalabilmek için kendi dışımızdan gelecek bir güce ihtiyacımız vardır.Bu güç şüphesiz ki iltifata muhatap olmaktır.O bize apaydınlık bir yol gösterir.Ruhî çöküntülere derman olur.Bizi kolumuzdan tutup hedefimize adım adım yaklaştırır.
İnsanların davranışlarının çoğu başkaları tarafından fark edilmeye yöneliktir.Önceleri olumlu hareketlerle ilgi çekilmeye çalışılır.Bunda başarılı olunamazsa sırf ilgi çekmek uğruna olumsuz hâl ve hareketlerde bulunulur.İşte biz olumlu davranışlar noktasında kişiyi övgüyle ödüllendirirsek menfi durumların önünü kesmiş oluruz.Aksi hâlde istemediğimiz,utanç duyacağımız tavırlarla pekâla karşılaşabiliriz.Yerinde yapılmayan iltifat ilerde istenmeyen davranışlara yol açar. Bu sefer de yergide hayli cömert davranırız.Fakat yergi hiçbir şeyi halletmediği gibi, kırgınlıklara da zemin hazırlar.
Olumlu bir davranış gördüğümüzde takdir ve iltifatı peşin yapmalıyız.Sonra ne olur,beni mahcup eder mi,sözümün altında ezilir miyim diye düşünmemeliyiz.Üstelik takdiri kesin bir dille ve inanarak ifade etmeliyiz.Kişileri değil,onların sergiledikleri davranışları övmeliyiz.Neyi,niçin beğendiğimizi dile getirerek muhatabımızı bilgilendirmeliyiz.Kişileri kuru ve samimiyetsiz ifadelerle över gibi görünmek ne bize, ne de onlara bir şey kazandır.Çünkü sözün tılsımı kelimelerde değil,kelimelere yüklenen samimiyette gizlidir.
Her nedense millet olarak övgü konusunda çok cimri olmamıza rağmen yergi konusunda bir o kadar cömerdiz.Övülmeye değer onca davranış görürüz de bir türlü ödüllendirmeyiz.Bizim toplumumuzda övgü tabir caizse “yağcılık” olarak algılanmaktadır.Oysa her şey, takdir ederken takındığımız tavırda ve samimiyette gizli…Sen inanarak iltifat ediyorsan başkaları nasıl düşünürse düşünsün.Varsın bildiklerini söylesinler.
Bir başka yanılgımız da “Aman översem şımarır” anlayışıdır.Bunu daha çok kendi çocuklarımız için düşünürüz. Böyle düşündüğümüz için de onları içten takdir ettiğimiz hâlde, bunu ömrümüz boyunca kelimelere döküp dile getiremeyiz.Bu son derece yanlış bir anlayıştır.Övgüdeki tılsım söylerken takındığımız samimiyette gizlidir.İnandığımızı söylersek kimse şımarmaz.Bu, sakat ve yanlış bir düşüncedir.
Yanlış hâl ve davranışlarda muhatabımızı acımasızca hırpalarız.Övgü konusundaki hassasiyeti ve ağırdan alışı burada göstermeyiz.İnsanları eleştirmek için adeta sebep ararız.Oysa insanların hatalarını yüzüne vurmadan,onları incitmeden münasip bir dille düzeltmek erdemdir.Bunu nedense hep göz ardı ederiz.
Atalarımız:“Marifet iltifata tabidir.İltifatsız marifet zayidir.” demişlerdir.Eğer bu düsturu kılavuz edinebilseydik ülkemiz başarılı,kendiyle ve çevresiyle barışık ve mutlu insanlar beldesi olurdu.Bu da sosyal hayatımızda derin yaraların açılmasını önlerdi.Kimse kimsenin kuyusunu kazmazdı.Herkes herkesten emin olurdu.Cümleler “Acaba” ile başlamazdı.
Bundan sonra kendimize eleştirel bir gözle bakarak iltifat konusundaki köhnemiş ve fosilleşmiş görüşlerimizden sıyrılarak yiğidin hakkını yiğide vermede tereddüt etmeyelim.Hoşgörülü ve birbirini seven insanlardan kurulu bir toplum olmak için buna mecburuz.Bugünden tezi yok,hayata yepyeni ve insanî bir perspektiften bakmayı deneyelim.Unutmayalım ki Mevlâna’yı yücelten hoşgörü; Yunus’u bayraklaştıran sevgidir.Bu yoldur bizi hayata bağlayan…Bu anlayıştır dünyayı yaşanılır kılan! ...
e-mektup: [email protected]
KARLAR ALTINDA NEV-BAHARIM BEN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Doğum,yaşam ve ölüm! ...Kısa da olsa,uzun da olsa herkesin hayatının hulâsası bu değil midir? İnsan soyundan bâki kalan olmuş mudur bu fani âlemde? Hani bin yıl yaşayan ceddimiz? Bir yıl da olsa, bin yıl da olsa sayılı gün değil mi! ..Gelir geçer; dünya bir han, konan göçer.
Halkımızın gören gözü, işiten kulağı,söyleyen dili olan Veysel, dünyayı ne veciz bir ifadeyle dile getirmiştir: “İki kapılı bir handa gidiyorum gündüz gece! ...”
Öyle değil mi? Birinci kapı doğumla beraber açılıyor.Yediden yetmişe herkesin yüzünden gülücükler dağılıyor etrafa.. Muştular saçılıyor arzdan arşa! ...Sonra…Bildiğiniz gibi çilelere gebe bir ömür! ...Öyleki tuzaklarla dolu…Sırr-ı imtihan! ..Aklınızın alamayacağı kadar zor…Çetin olduğu kadar da üstün mükâfatlarla bezenmiş.Öyle zor bir yolculuk ki! ...Bir büyük maraton…Geri dönüşü olmayan bir yol; yol değil,sanki dört bir yanı dikenli tellerle çevrilmiş bir ölüm kalım dehlizi.Tepemizden akan ter ayak uçlarımızdan toprağa süzülür.
Susamışsınız kana kana! …Karşınızda bir çift oluk…Üstad’ın deyimiyle birinden nur akar,ötekinden kir! ..Nur suretinde kir,kir suretinde nur…Nefsimize nur görünen hakikatte kir; kir görünense bir o kadar nur! ..Basiret gerek nuru kirden,kiri nurdan ayırmak için! ...İman nuruyla cilalanmış bir basiret…Perde arkasındakini gören göz! ..
Göz vardır görünmeyen âlemleri yakınlaştıran…Göz vardır bir karış önünü göremeyen…Ya hakikati gören bir göz,ya elinden tutup sahil-i selâmete götüren bir kılavuz…Üçüncüsü mü! ...Ne olabilir ki! ...Bu kurtlar sofrasında elbette felâket,hem de büyük harflerle yazılı,altı çizili bir FELÂKET! ...Sonuç mu? Sonuç bir afet! ...
Bunca mücadele nereye kadar ve niçin? ...Yoksa neticesi baştan belli bir yarışın içerisinde miyiz? Olmaz tabi,olmaz…Bu düpedüz eşyanın tabiatına aykırı mânâsız bir eylem olur.Abesle iştigal! ...Dedim ya insanın aklını çeliyor onca sorular.Sağnak sağnak gelen, hakikatte cevabı içinde gizli bu suallere makûl ve mantıklı cevaplar vermek ancak nur çeşmesinden içilecek bir katre ab-ı hayatla mümkün.
Yanılıp da nurlu oluktan değil de kirli oluktan içtiyseniz ardı arkası gelmez soruların…Yağlı bir kement olup boynunuza dolanırlar bir gün.Hükmederler benliğinize tepeden tırnağa kadar…Siz, siz olmaktan çıkarsınız farkında olmadan.Şüpheler kalın bir zincir olup boylu boyunca sarar sarmalar mukaddesatınızı; kurtulamazsınız isteseniz de.Vücudunuzun kimyası bozulur bir anda.
Seneler geçer ardı sıra.Her geçen dakika ziyan hanesine yazılır sizin için.Akıllı insan odur ki büyük mizan terazisi kurulmadan evvel kendi terazisini kurup ölçer günahla sevabını.Neticeyi mantık süzgeçinden geçirip yeni bir yol haritası çizer ahir ömrüne dair! ...
Ölmeden evvel nefsini öldürendir yiğit! ...Kapitalizmin insanoğlunun kanını bir sülük gibi emdiği, nefse hizmetin kutsandığı bu asık suratlı çağda böyle bir hedef doğrultusunda menzile varmak hiç de kolay değildir.Çünkü düşman bir değil bin! ...Uzakta değil, içimizde.Kapıdan kovsanız bacadan giriyor.Hem küstah,hem pervasız!
Sen böyle koşturup oyalanıp dururken zaman duracak değil ya! ..Oda akıp gidiyor bir nehir misali! …Nereye? Dönüşü olmayan yere! ..
Şakaklarına yağan kar bir büyük fırtınadan haber veriyor.Basiret sahibi gözler verilen mesajı alıyor tabiki.Ağır bir kışın arafesinde olduğunu tahmin etmekte zorlanmıyor.Fırtına öncesi sessizlik çaresizliğın haykırışı oluyor adeta.O esnada mazide kalan koca bir ömür, bir film şeridi, gibi geçiyor gözünün önünden…Dudaklarından gayri ihtiyari olarak Yahya Kemal’in şu dörtlüğü dökülüyor:
“Bu defa farkına vardım ki ihtiyarlamışım,
Hayatı bir camın ardında gösteren tılsım
Bozulmuş anlıyorum,çıktığım seyahatte
Cihan ve ben değiliz artık eski hâlette.”
Hakikatler bir güneş misali karşımızda parıldayıp dile geliyor.Bahane ve mazeretler de sırtını dönüyor bize.Kalabalıklar içinde yapayalnız kalmak buna denir herhalde. Nefis yine de çıkış yolu arar kendisi için! ...Abdülhak Hamid’in avunduğu gibi,başındaki akları hayra yorar ve söyle seslenir içinden: “Karlar altında nev-baharım ben! ”.
Sonunda ağır bir kışın altında yalnız ve çaresiz olduğunun farkına varır ama son pişmanlık fayda vermez.Geçen günler geri gelmez.
e-mektup: [email protected]
HAYATI ANLAMLI KILMAK
M.Nihat MALKOÇ
Günler ne de çabuk geçiyor.Uyuduk sabah oldu,uyandık akşam oldu.Yıllar bir sel misali üzerimize akıp gidiyor.Hani bir zamanlar çocuktuk.Seneler birbirini kovaladı,şimdi çocuklarımız oldu.Bu böyle kalmayacak; Rabbim ömür verirse torunlarımızı da göreceğiz.
Bu akış nereye! Saniyeler dakikaları,dakikalar saatleri,saatler günleri,günler ayları,aylar yılları,yıllar da ömrümüzü sürüklüyor.Peki nereye! Menzili düşünüp hesap eden var mı? Sorular bir yumak olmuş zihnimi kemiriyor.
Kimler geldi,kimler geçti dünya denen bu zeminden…Bu kervan dur durak bilmeden yoluna devam edecektir elbette.Hayat üç aşamadan ibaret:Doğum,yaşam,ölüm! ..Sanki çözümü olmayan bir denklem.Bu denklemi çözen var mı? Vardır muhakkak.Onlar ne bahtiyar insanlardır.
Peki biz hayatın neresindeyiz? Onu nasıl algılıyoruz? Yaşamaktan maksat nedir? Kendimize bu soruları soruyor muyuz? Bu sorulara verdiğiniz cevaplar sizi tatmin ediyor mu? Yoksa bunları düşünecek zamanınız mı yok?
Hayatı anlamlı kılmak için neler yapıyoruz? Yaşıyoruz işte! …Peki bu yeter mi? .Kafanızı iki elinizin arasına alın, bir düşünün…Yaptığınız işleri anlamlandırmaya çalışın.Kendinizi sorgulayın imtihana çekilmeden.Yaşadığınız onca yılı şöyle bir süzgeçten geçirin.Süzgecin incecik deliklerinden geçenle üstünde kalan yaşam tortularını bir kıyaslayın.Bunu yaparken de objektif olmaya gayret edin.
Ortalama yaşam standardının neresindesiniz? Her şeyi paraya endeksleme basitliğinden kurtulun.Kaliteli yaşamak maddeden ibaret değil ki! .Dünyaya geniş bir perspektiften bakabilirsek görüş açımız o denli engin olur.Deve kuşu gibi kuma gömülüp hakikatlerden uzak ve bihaber kalamayız.
İnsan hayal dünyasının genişliği nisbetince düşünür,geleceğe dönük planlar yapar.Olmayacak şeyleri düşünmek de hayal kırıklığına zemin hazırlar. Her konuda olduğu gibi bu hususta da orta yolu tercih etmeliyiz.
Hayata nasıl bakarsanız öylece görürsünüz.Hayatı anlamlı veya anlamsız kılmak kendi elimizde.Pembe gözlükle bakarsanız güzellikler görürsünüz,kalın kara çerçeveli gözlüklerle bakarsanız umutsuzluk ve yeis görürsünüz.Aslında bütün güzellikler ve çirkinlikler kendi içimizde…Boşuna sebep arayıp durmayalım.
Şöyle bir iç dünyamıza eğilip bakalım.Başka bir tabirle içimize ayna tutalım.Neler gözüküyor? İnceden inceye bir gözlemleyelim.Unutmayınız ki oradan yansıyan güzellikler ve çirkinlikler sizin eserinizdir.Gördüğünüz bu tablonun analizi size kalmış.
Ucuz bahanelere sığınmak basit ve sığ insanların karakteristik özelliğidir Olgun insan miskin miskin oturup bela okuyan insan değildir.Tersine düşünen,çözüm üreten insandır.Bilinmelidir ki aslında çözümsüzlük diye bir şey yoktur.Her şey beyinde başlayıp yine orada bitiyor.Yeterki bu çözüm merkezini randımanlı olarak kullanalım.
Hayat her şeye rağmen yaşanmaya değer.Durup dururken hayatı kendimize zehir etmeyelim.Küçük meseleleri büyütmeyelim.Unutmayalım ki güzel bakan, güzel görür; güzel gören de hayatından lezzet alır.
Selam,saygı ve muhabbetlerimle!
e-mektup: [email protected]
GÖZYAŞI RAHMETTİR
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanoğlu ne garip bir yaratıktır.Çevresinde bin bir türlü ibretli hadise gerçekleşir de bunlardan kendisine ders almaz. Kur’an-ı Kerim’in yüzlerce yerinde Rabbimiz:”Düşünmüyor musunuz, akıl erdirmiyor musunuz? ” buyurarak bizleri tefekküre davet ediyor.Biz bu davete icabet edebiliyor muyuz? İnançlarınızı aksiyon hâline dönüştürebiliyor muyuz.? Bu sorulara müspet cevap verebilenlere ne mutlu! Keşke sayıları da öyle az olmasa!
İslâm dini,şefkat ve merhameti esas alır; bütün canlılara bu perspektiften bakılmasını ister.Zira mahlûka ve halika sevgi ve saygı göstermek yaraşır.Müminler Kur’anî ölçüleri, hayatının vazgeçilmez bir parçası telâkki eder.Hayatını ona göre şekillendirir.Müslümanların şefkat ve merhameti,onların kalp yumuşaklığından kaynaklanır.Bu,zamanla öyle bir merhaleye erişir ki hassas duygular,gözyaşlarına siner.En basit durumlarda bile gözyaşları sel olup gider.
Gözyaşı aczin ve nedametin işaretidir.İnsanoğlu bütün gücüne rağmen,yine de aciz bir varlık değil midir? Hangi birimiz yaşadığımız nâhoş hâl ve hareketlerden dolayı pişman olmayız? Ağlamak,kalp gözünün kapanmadığına delildir aynı zamanda.Asıl ağlayamayanlara ağlamak lâzım.Yaratılanların en şereflisi olan insan,yaratılanların en sefili durumuna düşünce,nasıl ağlamaz? Malını mülkünü top yekûn kaybeden bir tüccarın kahkaha atmasını bekleyebilir misiniz? Şayet böyle davransa,hepimiz ona deli yaftasını asarız.Durum bu iken,her geçen gün günahları dağ gibi çoğalan bir insanın pişmanlık duyup gözyaşı dökmemesi,onun kalp katılığına işaret değil de nedir? Ona hâlâ insan sıfatını yakıştırabilir misiniz?
Sahabeler az güler,çok ağlardı.Hatta kahkaha ile gülmekten hicap duyarlardı.Resulullah Efendimiz tevhit inancını hakkıyla yaşayan ve yaşatan bu insanlara çok kıymet verirdi.Çünkü onlar,yaşadıkları örnek müslümanlıkla cennetin anahtarını hak etmişlerdi.Peygamberimiz: “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir.Hangisine uyarsanız, hidayete kavuşursunuz.” demiştir.O büyük insanlar gözyaşı dökerken biz bunca günahlarımızla nasıl oluyor da kahkahayla gülebiliyoruz? Buna akıl erdiremiyorum.
Resulullah Efendimizin yanında Kur’an okunurken,bazı ayetlerin tilâveti esnasında gözyaşlarına engel olamazdı.Kur’an’ı başkalarından dinlemek hoşuna giderdi.Yine böyle bir Kur’an tilâveti esnasında Abdullah b.Mesut,İsra Suresi’ni okurken ağlamıştı.Bilindiği gibi bu surenin ilk ayetinde Resulullah’ın miracına değinilmektedir.
Yüce Rabbimiz,Necm Suresi’nin son ayetinde daha önceki ümmetlerin başına gelen felâketleri sıralayarak şöyle buyuruyor: “Şimdi siz bu sözden(bu Kur’an’dan) mı hayret ediyorsunuz? ..Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz? ”(Necm S.59-60.Ayetler)
Yukarıdaki ayetler nazil olduğunda Suffa ashabı ağlamışlardı.Onların ağlamasını duyan Resulullah da ağlamıştı.Hz.Ömer bir hutbesinde Tekvir’i okuyordu.Söz konusu surede kıyametin kopuşu tasvir edildiği için gözyaşlarını tutamamış; hutbeyi kesmek zorunda kalmıştır.Yine aynı zat Tûr Suresi’nin 7 ve 8. ayetlerini okuduğunda korkudan hasta yatağına düşmüştür.Söz konusu ayetlerde Rabbimiz şöyle buyuruyordu: “Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır; O’na engel olacak bir şey yoktur.”(Tûr S.7 ve 8. Ayetler)
Hz.Ömer,Hz.Osman,Resulullah ve ashabın ileri gelenleri kıyamet günü görülecek hesabın zor olduğundan ağlıyorlarsa bize ne yapmak düşer? Onların bir kısmı dünyadayken cennetle müjdelenmişti.Günah bataklıklarında yüzen günümüz insanı nasıl oluyor da gülmeyi kendisine yakıştırabiliyor? Sözün bu kısmında Yahya Kemal’in şu veciz ifadesi aklıma geliyor: “Güleriz ağlanacak hâlimize.”Oysa Resulullah’ın dediği gibi,gözyaşı rahmettir.Ağlayınız,belki kaskatı kesilen kalplerinizin yumuşamasına vesile olur.Bu dünyada ağlamayanın gözyaşı ahirette sel olur.
e-mektup: [email protected]
“ DENGE ÜZERE YAŞAMAK! ...”
M.NİHAT MALKOÇ
Bu dünyaya gelirken hangi birimiz ağlamadık? O minik gözlerimiz ışıkla temas eder etmez,ciğerlerimize hayat öpücüğü hükmündeki ilk oksijen iner inmez tepkimiz ağlamak olmamış mıydı? Bu sanki dünyada çekeceklerimize işaretti.İyi bir yere geliyor olsaydık ağlar mıydık acaba? Bu biz insanlara bir mesaj olabilir miydi? .. “Ey insan sen dünya denen bir diyara gidiyorsun.Burası senin hakikî vatanın değildir.Sadece ömür denen uzun ve sonsuz yolculuğun etaplarından birisidir; bunu böyle bil ve ona göre yaşa! ..”
Alabildik mi bu hayatî mesajı? Hangi birimiz yaşamını bu ölçüye göre sürdürüyor? ..Hangimiz “ Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için; yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışınız.” hadisini kendine düstur edebiliyor? Huzursuzluklarımızın yegâne kaynağı bu dengeyi sağlayamayışımızdır.
Oysa, gerçek mümin ne dünyaya sırtını çevirir, ne de ahirete! …Dünyaya dört elle sarılıp ahireti unutmak ne kadar yanlışsa; ahireti kazanmak için dünyayı tamamen elinin tersiyle itmek de o derece yanlıştır.Mümin denge üzere hayatını yaşar.O, ifrat ve tefrit noktalarından uzaktır.Çünkü dinin zaten kendisi dengedir.İki cihanda aradığın huzuru bulmak istiyorsan ölçü ve denge üzere yaşamalısın.
Dünyayı ebedî yaşayacağımız bir yer olarak gördüğümüz için kendimizi sonsuz âlemden soyutluyoruz.Onun için de huzursuz oluyoruz.Çünkü hayata bakış mantığımız yanlış ve tutarsız…Yanlışlar üzerinde yükseldikçe huzursuzlumuz o oranda artıyor.Ömrü, dünyevî ve uhrevî diye iki ayak olarak farzedersek, biz bu ayaklardan birini daima devre dışı bırakıyoruz.Tek ayak üstü yaşayan bir insan,iki ayak üstü yaşayan insana göre elbette daha çok yorulacaktır.Yoruldukça da huzuru kaçacaktır.Dünyadan zevk almayan ve de sonsuz âleme yönelik hiçbir hazırlığı olmayan insanların yaşam tarzı budur.
Denge üzere yaşamayan insanların zararı sadece kendilerine değildir.Onlar toplum için de büyük bir tehlike arzederler.Çünkü bu tip insanlar hep bir tedirginlik içerisinde yaşarlar.Umuttan çok, korku vardır yüreklerinde….Bu ruh hâli onları diğer varlıklara karşı sevgisiz ve hoşgörüsüz yapmıştır.Onun için yaşamları kararmıştır bu insanların! .Pozitif bir yöneliş göremezsiniz hayatlarında…Başkalarını da umutsuz ederler.Hayata müspet bir katkıları yoktur.Yaşamak onlar için bir yüktür.Aslında kendileri de topluma ve genel anlamda dünyaya yüktürler.
Bütün mevcudat belli bir denge üzere yaratılmıştır.Bunu böyle bilmeli ve ona göre biz de denge üzere yaşamalıyız.Birbirimizin karakter farklılıklarını çatışma sebebi olarak değil, kişisel bir zenginlik olarak görmeliyiz.Birbirimizin kadrini ve kıymetini bilmeliyiz.Çünkü ne biz bu hayatı tapuladık,ne de bu hayat bizi tapuladı.Ansızın ayrılacağız birbirimizden…Her doğan mutlaka ölecektir.Doğmak,ölmektir aslında…Doğumla beraber yaşam kronometresi geri saymaya başlamıştır.Sayılı gün çabuk geçer.Her fâni mutlaka tükenişi yaşayacaktır.Tükeniş demekle yokluğu kastetmiyoruz asla.Çünkü bizim inancımızda yokluk diye bir şey yoktur.Yokluk olarak düşünülen ölüm,aslında sonsuzluğa açılan nuranî bir kapıdır.
Hepimizin içinde sonsuza dek yaşama arzusu vardır.Bu arzu değil midir bizi ölümle düşman eden…Güya ölüm bizi ebedî âlemden alıkoyuyor! ..Tam tersi aslında..Ölüm bize sonsuzluğun kapılarını açıyor.Ruhları dünya gurbetinden kurtarıp ahiret yurdu denen aslî vatanına kavuşturuyor.Allah hiçbir şeyi lüzumsuz yaratmaz.Eğer Rabbimiz bize ebedî yaşama isteği vermişse muhakkak buna karşılık sonsuz bir hayat bahşetmiştir.Her duygunun bir karşılığı vardır.Aslında insanların sonsuza dek yaşama arzusu,ahiretin ve ebedî hayatın varlığına en büyük delildir.Allah bu duyguyu yarattığı hâlde insanlara ebedî yaşama nimetini vermeseydi (hâşâ) abes olurdu.
Madem ki sonsuz hayat var,korkulacak bir şey değildir ölüm! ...Bir de hayatımızı denge üzere yaşamışsak, ölüm dünya meşakkatlerinden kurtulup soluklanıp istirahat etmek için bir fırsattır.Yol azığı olan yolculuktan korkmaz.Azığımız olmadığı için korkuyoruz bu sonsuz yolculuktan…Oysa Allah’a kavuşmaktır ölüm…Kim istemez sevgilisine kavuşmayı? ...Varlık ummanlarına yelken açmaktır ölüm! ..Yunus’umuz ne güzel söylemiş:
“Ölümden ne korkarsın
Korkma ebedî varsın.”
Hem atalarımızın dediği gibi korkunun ecele faydası yoktur.Akıllı insan ömrünü ölüm korkusuyla harap etmez.Denge üzere yaşar,ahireti ve hesap gününü dikkate alarak vaktini geçirir; dünyada adını yaşatacak hayırlı eserler bırakır.
Tövbe ve pişmanlık günahların eriyip yok olmasını sağlar.Allah, samimi duygularla pişmanlık duyup yalvaranların elini asla boş çevirmez.Onun en çok sevdiği şey de tövbeleri kabul etmektir.Onun için tövbe kapısı ardına kadar açıktır.Bundan istifade etmesini bilelim.
Dünyaya gelirken biz ağlıyorduk,yakınlarımız gülüyordu.Ölüm hâli vuku bulunca her şey nasıl da değişti.İmanla göçenler, sevgililerine kavuşurcasına içten içe gülerek ayrılıyor dünya denen gurbetten! ...Bu esnada bu hakikati göremeyen biz fâniler ağlarken,fânilik elbisesini üzerlerinden atan sonsuzluğun bahtiyar yolcuları gülüyor.Rabbim,hepimize gülerek aslî vatanımıza göçmeyi nasip etsin.
e-mektup: [email protected]
ÇİLESİNİ ÇEKMEDİĞİN FİKİR SENİN DEĞİLDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Fikrin sözlük anlamı “düşünce,idrak,hatır,akıl,zihin,rey,oy,zan,inanma,zihin tasavvuru,kuruntu,murat,maksat,niyet…vb.” dir.En yaygın karşılığı da düşüncedir şüphesiz…İnsanın inandığı,bağlandığı,savunduğu,hayatını onun üzerine bina ettiği ilkeler…
İnsan,doğduğu andan öldüğü ana kadar hayatında pek çok gel-gitler yaşar.Çocukluğumuzda başkalarının öngördüğü hayatı yaşarız.Kendimize ait değerlerimiz yoktur.Bize sunulan fikirler henüz mantık süzgecimizden geçirilip test edilmemiştir.
Özellikle gençlik çağımızda sürekli bir bilgi akışı gerçekleşir.Bu akış bir bombardıman kadar hızlı ve şiddetlidir.Zaten bu dönemler ferdin bir arayış içerisinde olduğu dönemlerdir.Bir arı misali çiçekten çiçeğe konar fikre aç zihinler! …Fakat çiçek var hayat verir,çiçek var hayattan eder.Hangi çiçeğin zehirli, hangisinin ilâç hükmünde olduğunu ayırt edemez körpe sayılabilecek zihinler…Yanlış yollara sapmalar hep bu yaşlarda vuku bulur.Ebeveynler evlâtlarına kılavuz olmazlarsa gelecekte akla gelmedik problemlerle karşılaşmaları muhtemeldir.Hem belli bir noktadan sonra dönüş yoktur menzile giden yoldan.
Gençlik, dünyayı billûr gözlerle temaşa eder.Gelecekte yaşanabilecek muhtemel tehlikeleri göremez.Herkese dost gözüyle bakarlar.Hıyanet içerisinde bir sülük misali gençlerin kanını emmeye and içmiş hain odaklar, hep pusuda bekler.Kancayı hedefledikleri kişilere bir takmaya görsünler onlar artık kolay kolay iflah olmaz.
Arayış içerisinde olan gençler yüreklerinde belli bir fikrin sancısını duyarlar.Fikir yürekten beyne intikal edince bir hesaplaşma dönemi başlar.Saatlerce uyuyamadığı günler olur kişinin.Gece terlemeleri de işin cabası…Kâbuslarla boğuşmak bir başka aşamadır.
Fikir sancısı, diğer uzuvların çektiği sancılara benzemez.Baştan ayağa kadar bütün vücudunuz bu acıya iştirak eder.Bu maddî hastalıkların fevkinde, bocalamaya sebep olur.Söz konusu manevî maraz yiyip bitirir insanı.
Şayet nuranî fikrin gül bahçesine adımınızı atmışsanız bütün bir kâinat ve ötelerin sultanı sizinle beraberdir.Zaten o sultanların sultanı sizinle beraberse dünyada tek başınıza kalsanız da ne gam! ...
Fikrin nuranî oluklarından kabınızı doldurmuşsanız müjdeler olsun size.Ölümsüz düşünceler eninde sonunda sizi ölümsüzlüğe taşıyacaktır.Semayla arz arasındaki genişlik ruhunuzun hareket alanı olacaktır.Daralan ruh cendereleri bu genişlikte hayat bulacaktır.
Çocuklarımıza büyük servetler bırakmak yerine onlara ilâhî nizamı kuşatmış bir fikir atmosferi kazandırın.Hem mal,mülk değdiğin ne ki? ..Yalnız bu dünyada geçer akçe olan bu maddî varlıklar işe yarsaydı Karûn kendini kurtarırdı.Hem bizim zenginliğimiz onunkinin yayında devede kulak bile olamaz.
Manevî ızdırap ve borçtan kurtulmak için genç dimağlara nuranî yolda rehber olmalıyız.Böylelikle ebeveynlik ve insanlık borcumuzu da ödemiş oluruz.Aksi halde kendi dertlerimiz yetmiyormuş gibi o zorlu günde bir de çocuklarımız için hesaba çekiliriz.
İnsan bir şeye bedel ödemişse onun kıymetini bilir.Fikir de öyledir.Eğer sahip olduğumuz düşünce belli bir bedel ödenmeden ve çilesini çekmeden elde edilmişse o nispette tesiri zayıf olur.Ondan kolayca da vazgeçilebilir.
Bu demek değildir ki ille de fikrimiz uğruna başımızı derde sokalım.Yapmamız gereken tek şey taşıdığımız inancı hayatımıza tatbik etmektir.Yaşayalım ve yaşatalım zihnimizdeki tasavvurları…Benliğimizin bir parçası yapalım onları.O değerlerle anılalım.Bizi hatırlatan anahtar sözcükler olsunlar…Yaşanmayan düşüncelerin başkalarına tesiri olmaz zaten.Ziya Paşa’nın dediği gibi:“Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz”
Bunun yanında fikirler sorgulanmalı…Zihnin süzgecinden geçirilmeli.Hazır,başkalarından görülerek,taklit edilerek,birkaç saatlik okumayla elde edilen düşünceler hiçbir zaman gerçek manada bizim olamaz.Hem herşey gibi,fikir de bakıma ve beslenmeye muhtaçtır.
Adı zihinlerimize kazınmış ülkemizin aydınlarının çoğu, mensup oldukları fikrin çilesini çekmiş insanlardır.Hangi kesimde olursa olsun çilesini çekmediğin fikir senin değildir.
e-mektup: [email protected]
GELECEĞE YATIRIM
M.NİHAT MALKOÇ
Belli bir konuda,bir bilgi ve bilim dalında yetiştirme ve geliştirme işine “eğitim” diyoruz.Eğitim,çocukların ve gençlerin cemiyet içerisinde yerlerini almaları için mutlak gereklidir.Lüzumlu bilgi,beceri ve anlayıştan mahrum insanların,toplumla uyum içerisinde yaşaması mümkün değildir.Eğitim,bir çeşit davranış değişikliğidir.Eğitimin konusu insan olduğu için bu hususta titiz davranmak gerekir.Eğitimin önemi hususunda eski bir Çin ozanı şu dizeleri söylemiştir:
“Bir yıl sonrasını düşünüyorsan tohum ek
Ağaç dik on yıl sonrası ise tasarladığın
Ama yüzyıl sonrası ise düşündüğün,halkı eğit.
Bir kez ürün verir ekersen tohum,
Bir kez ağaç dikersen on kez ürün verir.
Yüz kez olur bu ürün eğitirsen halkı.
Balık verirsen bir kez doyurursun halkı
Öğretirsen balık tutmasını hep doyar karnı.”
Eski Çin ozanlarından Kuan-Tzu’nun bu dizeleri eğitimin ne büyük bir misyonu olduğunu açıkça ifade ediyor.Kültürel değerlerimizin benimsenmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması eğitim faaliyetiyle mümkündür.Kişinin cemiyetle yekvücüt olması için,iyi bir eğitimden geçmesi gerekir.Ferdin kendi kendine yetmesi ve hayatını idame ettirmesinde aldığı eğitimin katkısı gücümsenemez.Hayata hazırlanmamız ve bir şeyler üretmemiz için,bilgi altyapımızın sağlam olması gerekir.Kişinin iç dünyasındaki gizli kabiliyetler iyi bir eğitimle,üretime dönüşebilir.
Eğitimciler,eğitimin gücü hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.Bir kısmı,eğitimle davranışların müspet yolda değiştirilebileceğini,bir kısmı da eğitim çalışmalarıyla insanların değiştirilemeyeceğini iddia etmişlerdir.Aslında,alınan eğitimin içeriğine göre,kişinin davranışlarında olumlu veya olumsuz değişimler gözlenebilir.Herşey yapılan eğitimin gayesine bağlıdır.Bunun yanında şahsın evvelki yaşantısını da gözardı edemeyiz.Davranış değişiklerinin seyri,şahsın karakteri ve önceki hayatıyla yakından âlakalıdır.
Okul, aslında toplumsal bir çevredir.Hayatın akışı sürüp gider bu ortamda.İyiler-kötüler,sorumlular-sorumsuzlar,problemliler-problemsizler hep bir arada bulunur.Kişi bunlardan bir gruba dahil olur.O grubun yaşantısını kendine daha yakın hisseder.Kendini bir tarafa kanalize eder.Bunda,alınan eğitimin rolü ve ailenin mevcut durumu,belirleyici faktördür.Hangisinin daha etken olduğu,biraz da kişinin iç dünyasıyla ilgilidir.
Eğitim,nazarî olmaktan ziyade,pratiğe yönelik olmalıdır.Misal olarak söylemek gerekirse; bir kişiye,günlerce,balık tutmanın püf noktalarını anlatsanız da onu usta bir balıkçı olarak yetiştiremezsiniz.Sözkonusu şahıs sizinle birkaç kez balığa çıksa ve sizin öğrettiklerinizi,bilfiil tecrübe etse,hem daha çabuk öğrenir; hem de öğrettiklerinizi kolay unutmaz.Bugün Avrupa ülkeleri bunu yapıyor.Beyinlerini teorik bilgilerle tıka basa doldurmuyorlar.Kitaplardaki yazıları olduğu gibi hafızaya aktarmak bize fazla bir şey kazandırmaz.Hem günümüzde bilgiye ulaşmak ve bilgiyi taşımak çok kolaylaştı.Modern bilgisayarlar ve iletişim harikası internet gibi vasıtalar bilgiye ulaşmayı sıradanlaştırdı.Günümüzde mühim olan,teorik bilgileri pratikte kullanmak ve hayata geçirmektir.Bunu başarabilenler,diğerlerine göre bir adım öne geçiyorlar.
Artık ezberciliği bir kenara itmek lâzımdır.Çünkü bu sistem yirmi birinci yüzyıla girdiğimiz bu günlerde demode oldu.Beki geçmişte geçerli bir sistemdi:ama günümüzde ihtiyaçlara cevap vermekten çok uzaktır.Yarınlarımızın teminatı olan genç beyinleri,bilgi hamalı olmaktan kurtarmalıyız.Unutulmamalıdır ki dünyada yapılan harcamaların en kârlısı eğitime yapılan yatırımdır.Eğitime yapılan yatırım,geleceğe yatırımdır.
e-mektup: [email protected]
KÜLTÜRÜN TEMEL UNSURU DİL
M.NİHAT MALKOÇ
Dil ve kültür kavramları yapışık ikizler gibidir.
Siz onları birbirinden ayırmak isteseniz de onlar ayrılmamakta direnirler.
Hepimizin yakinen bildiği gibi insanlar,topluluklar halinde hayatlarını idame ettirirler.
Beraber yaşayan insanlar, dil sayesinde birbirleriyle iletişim kurarlar.
İletişim sadece bugünle sınırlı bir kavram değildir.
Geçmişi bilmek ve geçmişteki tecrübeleri günümüze taşımak da iletişimin önemli bir parçasıdır.
Milletlerin sözlü ve yazılı birikimleri kültürü oluşturur.
Dil,din,sanat,gelenek ve görenekler,mimarî eserler,giyim-kuşam,yiyecek ve içecekler,her türlü eşya; kültürü oluşturan unsurlardır.
Söz konusu bu öğeler,dille beraber geçmişten geleceğe aktarılır.
Bu nedenle büyük Türk sosyologu ve düşünürü Ziya Gökalp,dili kültürün temel unsuru ve taşıyıcısı olarak kabul ediyor.
Gökalp,bu fikrinde yerden göğe kadar haklıdır.
Dilin taşıyıcılık fonksiyonu olmasaydı bizler altı yüz yıllık Osmanlı kültüründen ve medeniyetinden nasıl haberdar olacaktık?
Kütüphanelerimizdeki on binlerce ciltlik yazma eserler tarihin canlı belgeleridir.
Altı yüz senelik kültür hazineleri,dil kalıbına konularak adeta dondurulmuştur.
Böyle sihirli bir güç olmasaydı tarihimizden,kültür ve medeniyetimizden haberdar olabilir miydik?
Bu soruya verilebilecek cevap koca bir “HAYIR” dan başka bir şey olamaz elbette.
Dilin yazı ve söz olmak üzere birbirinden farklı iki ayrı yönü vardır.
Sözün hükmü geçicidir.
Oysa yazı ilelebet kalıcıdır.
Büyük mutasavvıf şâir Yunus Emre,bu hakikati “Söz uçar,yazı kalır” çarpıcı vecizesiyle ifade etmiştir.
Bunu bilmek için âlim olmaya gerek yok.
İnsanın hafızası unutmaya meyillidir. “Hafıza-ı beşer nisyan ile malûldür” sözü de bunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymuyor mu?
Milletleri birbirinden ayıran unsurların başında,onların sahip oldukları dil,kültür ve medeniyet gelmektedir.Onun için bu üç unsur millîdir.Bu üç unsura sahip olmayan topluluklara millet denilemez.
Onun için milletlerin büyüklüğü bu unsurlarla ölçülür.
Türk Milleti,tarihinin en kritik ve zor dönemlerinde bu millî değerlerine sahip çıkarak aydınlığa erişmiştir.
Günümüzde Türk dili üzerinde sinsi oyunlar oynanıyor.
Yüzyıllardır dilimizi süsleyen ve millet olarak kenetlenmemizi sağlayan kelimelere savaş açılmıştır.
Onların yerine ne idüğü belirsiz uydurukça kelimeler sokulmaya çalışılıyor.
Bu, bilmeyerek yapılıyorsa gaflettir.
Şayet bilerek,planlı yapılıyorsa hıyanettir.
Buna bu millet müsaade etmez.
Dil,milletin fertlerini birbirine bağlayan çimentodur.
Hiç kimse bu çimentonun göz göre göre sökülmesine izin vermez.
Bugün dilimizde bir kısım yabancı unsurun varlığı,herkes tarafından bilinen bir gerçektir.
Mehmet Kaplan’ın dediği gibi: “Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur.Bu esnada o,akan bir nehir gibi,içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alır.Her medenî milletin konuşma ve yazı dili,karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle doludur.Bu bakımdan her milletin dili,o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin adeta özetidir.
Kaplan’ın sözleri aslında hadisenin görünmeyen yüzünü de sunuyor bize.Yeter ki kasıtlı ve planlı olarak dilimizi yozlaştırmayalım.
Ötekisi devede kulak kalır.
Bu böyle biline! ...
e-mektup: [email protected]
AĞLARSA ANAM AĞLAR! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Bütün inanç sistemlerinde anne babaya saygı ve sevgi esastır.Fakat İslâmiyet’in bu vefakâr ve cefakâr ikiliye verdiği önem öteki inanç sistemlerinin çok üstündedir. “Cennet anaların ayakları altındadır” hadis-i şerifi bunu açıkça göstermektedir.
Analar sevgi ve merhamet abideleridir.Bizleri dokuz ay boyunca karınlarında taşıyan bu seçkin insanlara çok şey borçluyuz.Onların hakkını maddî varlıklarla ödememiz mümkün değildir.Bu konuda nasıl hareket etmemiz gerektiği İsra Suresi’nin 23 ve 24. ayetlerinde zikredilmiştir:
“Rabbin,yalnız kendisine tapmanızı ve anneye babaya iyilik etmenizi emretti.İkisinden birisi,yahut her ikisi,senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa sakın onlara “öf” bile deme,onları azarlama,onlara güzel söz söyle,onlara acımadan dolayı küçülme kanadını indir ve: “Rabbim,bunlar beni nasıl (acıyıp) yetiştirdiyseler sen de bunlara öyle acı de.”
Yeni nesil manevî duygulardan mahrum yetiştiği için anne baba kıymeti bilmiyor.Yaşlanan ebeveynine küstahça “moruk” diye hitap edebiliyor.Hatta bir kısmı anne babasını huzur evlerine gönderiyor.Uzun yıllar boyunca evlât çilesi çeken bu cefakâr insanlar,evden kovulmaya reva mıdır? Evinde mutlu olamayan insanın huzur evlerinde gerçek huzuru bulması hiç mümkün değildir.Meşhur bir hikaye vardır: “Adamın biri,eli kolu tutmayan babasından çok bıkmış.Düşünmüş,taşınmış,sonuçta babasını evden uzaklaştırmaya karar vermiş.Yaşlı adamı büyük bir sepetin içine koyarak dağın yolunu tutmuş.Dağa giderken yanına da küçük oğlunu arkadaş olarak almış.Menzile varınca sepeti yere bırakarak oradan hızla uzaklaşmaya çalışmış.Babasının sepeti almadığını gören oğul,babasına seslenmiş:
-Baba sepeti unuttun,sepeti! ...
Baba hiç de oralıklı olmadan şöyle demiş:
-Bırak, ne yapacaksın sepeti?
Bu durum karşısında o küçücük çocuk şu çarpıcı ve ibret verici cevabı vermiş:
-Sen yaşlanınca ben de seni o sepetle buraya götüreceğim.
Bu dehşet verici cevap,babayı derinden sarsmış.Yanlış yaptığını anlamış.Koşa koşa geri dönerek babasına sarılmış; kucağına alarak onu eve götürmüş.”
Bu hadiseden çıkarılacak çok dersler vardır.Bu dünya etme bulma dünyasıdır.Rüzgâr eken fırtına biçer.Yarın gençler de yaşlanacaktır.Kervan böylece sürüp gidecektir.Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Biz insana anne babasına iyilik etmesini tavsiye ettik.Annesi onu zayıflık üstüne zayıflık ile taşıdı,sütten ayrılması da iki yıl sürdü.Bana ve anne babana şükret,dönüşün ancak banadır.(dedik) (Lokman S.14.Ayet)
Anne baba bulunmaz bir nimettir.Sağlıklarında kıymetlerini bilelim ki sonradan pişmanlık duymayalım.Onlar başımızın tacı,gönüllerimizin ilâcıdır.
e-mektup: [email protected]
ZİYA GÖKALP’İN MANEVÎ DÜNYASI
M.NİHAT MALKOÇ
Türk mefkûresinin gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden birisi de hiç şüphesiz ki Ziya Gökalp’tir.
O Türk’e gönülden sevdalı bir Türk milliyetçisiydi.
Hayatını Türklüğe adamıştı O! ...
Bunu şu dörtlüğünde de açıkça ifade ediyor:
“Türklüğe çalıştım sırf zevkim için,
Ummadım bu işten asla mükâfat!
Bu yüzden bin türlü felâket çektim,
Hiçbir an esefle demedim:Heyhat! ...
O, bazılarının sığ bir ifadeyle dile getirdiği gibi basit bir kafatası milliyetçisi değildi.
Gökalp dopdolu bir insandı.
Büyük bir sosyologdu.
Ekonomistti aynı zamanda.
Mütefekkirliği tartışılamazdı.
Eğitimci yönü de asla inkâr edilemez.
Bütün bu hususiyetleri benliğinde toplamış dopdolu bir Türk milliyetçisiydi O…
Türk’ü ve Türk’üm emsalsiz zafer levhalarıyla dolu Türk tarihini enine boyuna bilen bir insandı.
Milleti meydana getiren unsurlardan yurt,soy,dil,kültür,din ve tarih onun için mukaddes değerlerdi.
Doğrusu da bu değil mi?
Bu unsurlar milleti birbirine kaynaştıran çimento kabilinden değerler değil midir?
Bu unsurlar varsa millet ve devlet vardır.
Toprak parçası,bu maddî ve manevî unsurlarla vatan hâline dönüşüyor.
Demek ki bunlar,olmazsa olmaz,kabilinden vazgeçilmez,ihmale gelmez unsurlardır.
Gökalp’in bu husustaki hassasiyeti takdire şayandır.
Bazıları Ziya Gökalp’i Türkçülükte aşırı bulurlar.
O insanlara her şeyden evvel Türkçülüğün temel ilkelerini öğretmek gerekir.
Nedir Türkçülük?
Türkçülük,Türk Milleti’nin müspet olan her alanda ilerlemesini sağlamak demektir.
Bu kültür,sanat,edebiyat,ahlâk,fazilet,teknoloji,eğitim ve bilim olabilir.
Kısaca dünyayla yarışabilecek bir Türk Milleti ve Türk Devleti meydana getirmek…
Bunun neresi kötü? ...
Bu anlamda hepimiz Türkçüyüz ve olmak zorundayız.
Gökalp’in Türkçülükte ileri gittiğini söyleyen bir kısım insanlar, onu dinsizlikle bile suçlamışlardır.
Bunun gerekçesini anlamak mümkün değildir.
Türklükle Müslümanlık etle tırnak gibidir.Birinin varlığı ötekinin yokluğunu gerektirmez ki! ....
Hem Ziya Gökalp’in inanç hususunda,din konusunda söylediği şu sözler, onun din karşısındaki olumlu tavrını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor:
“İmanım kuvvetli,tevekkülüm sağlam olmasaydı,bu acılara dayanamayacaktım.Bereket versin ki dindar ve mefkûreli(idealist) bir ruhum var…Allah’ın doğru kullarına vefalı olduğuna itimat ediniz.Güneş bulut altına girebilir; fakat hakikat güneşi uzun müddet bulut altında kalamaz.Fırtınalar gelir geçer,kasırgalar gelir geçer.Biraz sonra görürsünüz hava güzelleşmiş.Allah güzeldir; güzelliği sever; güzelliği ister; ara sıra celâllenir(kızar,öfkelenir.) Fakat çok geçmez Cemal’e avdet eder.(Yüce güzelliğine döner; yumuşar; güzelliğini gösterir.) ”
Gökalp’in din,iman ve Allah hususundaki bu güzel sözlerinden sonra onu dinsiz olarak göstermeye çalışmak asla insaf ölçüleriyle bağdaşmaz.
Hem hiç kimsenin Allah adına ileri geri konuşmaya,mesnetsiz hüküm vermeye hakkı yoktur.
İslâm zahire(görünene) hükmeder.
Bir insanın dinsiz olarak damgalanması hakikatte onu dinsiz yapmaz.Hem böyle bir davranış kimseye bir şey kazandırmaz.Maazallah, iddia makamındaki kişi inkârcı konumuna da düşebilir.
Her şeyin en doğrusunu şüphesiz ki Allah bilir.
e-mektup: [email protected]
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta