GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
ESKİ TÜRKLER’DE ARICILIK VE BAL KÜLTÜRÜ
M.NİHAT MALKOÇ
Türkler uzun yıllar göçebe bir hayat yaşadıktan sonra yerleşik medeniyete geçmişlerdir.Savaşçı bir millet olan Türkler,cihan imparatorluğunun peşindeydiler.Uzun ve zor mücadelelerden sonra bu hayalleri hakikate dönüşmüştür.Bu arada geçen süre içerisinde mevcut şartlar gereği konar göçer bir hayat tarzını benimsemişlerdir.Köklü bir devlet kurulunca toprağa bağımlı hale gelmişlerdir.
Türkler’in yerleşik hayata geçmesi,toprağa bağımlı bir yaşam sürmeleri sonucunu doğurmuştur.Ziraat ve hayvancılık yaparak geçinen bu millet,toprakla iç içe bir medeniyet kurmuştur.
Milletimiz hayvancılıkla da yakından ilgilenmiştir.Özellikle arıcılık Türkler’in sevdiği uğraşların başında geliyordu.Bal her milletin severek tükettiği bir gıda maddesidir.İçinde,vücudun ihtiyaç duyduğu vitamin ve mineraller bolca bulunur.Ecdadımız sağlığa azamî ehemmiyet verdiği için çokça bal tüketirlerdi.
Türkler’in çok köklü bir arıcılık ve bal kültürü mevcuttur.Büyük araştırmacı rahmetli Bahaeddin Ögel’e göre Türkler,kanatlı kanatsız bütün böceklere “kurt” derlerdi.Bu nedenle bal arısına da “bal kurdu” demişlerdir.Çuvaşlar arıya sadece “hort” diyorlardı.Derleme Sözlüğü’nden elde ettiğimiz bilgilere göre eski Türkler arı beyine “beyarı”,kaliteli bal yapan arıya “boğa”,bal vermeyen arıya “göde” çalışkan arıya “köstengi”,deli ve tembel arıya “börenek”,erkek arıya “saka arı”,iğnesiz büyük arıya “dongulca”,yabancı arıya da “ilinti” ismini veriyorlardı.
Orta Asya Türkleri bala “arı yağı” diyorlardı.Yine Türkler bal için “arı boku”, “arı sütü” ifadelerini kullanıyorlardı.Yine Altay Türkleri bala “pal” demekteydiler.Uygurlar bu değerli gıda maddesine “mır” ismini vermekteydiler.
Türkler vaktiyle çok kaliteli ballar üretiyorlardı.Koyu bal,ak bal,gömeç balı ve deli bal diye adlandırılan bal çeşitleri mevcuttu.Bunun yanında balmumu ve eğir mumu değişik alanlarda kullanılmaktaydı.Bulgar Türkleri balmumuna “avus” diyorlardı.Bunlar gece aydınlatmada ve tıp sahasında kullanılıyordu.
Kırgız Türkleri bal arısı besleyen insanlara “bal çelekçi” namını veriyorlardı.Anadolu’da arıların barındığı kovanlara “arı evi” denilmekteydi.Bu ifade geniş kitlelerce sevilerek ve de benimsenerek kullanılmaktaydı.
Eski Türkler bal sağmak için çeşitli aletler kullanmışlardır.Kovandan bal sağanlar meşinden dikilmiş cübbeler giyerlerdi.Yine bal sağmak için “gözene” adı verilen maskeler kullanırlardı.Kovanlardan bal almak amacıyla “eğiş” isimli ucu eğri demirler kullanılırdı.
Türkler,arıları hastalık ve salgınlardan korumak gayesiyle kovan tütsüsü yaparlardı.Bu şekilde arıların sağlıklı ve uzun ömürlü olması sağlanırdı.Önceleri tatlıların çoğu balla yapılırdı.İçki ve şerbetlerin tatlandırılmasında bal kullanılırdı.Türkler geçmişten günümüze kadar arıcılık ve bal üretimi konusunda bir hayli mesafe almışlardır.
e-mektup: [email protected]
ŞİİRİN DORUKLARINDA! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Şiir,başkalarının düşünüp de kelimelere dökemediği duygu,düşünce ve hayalleri estetik kaygılar gözeterek yansıtmaktır.Bunu gerçekleştirmek her kişinin yapabileceği bir iş değildir.Yani her insan şiir yazamaz.Belki manzume tarzında bir şeyler karalar ama bunlar hiçbir zaman şiir kabul edilmez.Şâirlik Allah vergisidir bir yerde…Çalışmayla,zorlamayla ve inatla şâir olunmaz. “Vermezse mabut neylesin Mahmut” misali, kendisinde şâirlik ruhu olmayan insanlar, karalamalarında daima tekrara düşerler. “Benim oğlum bina okur,döner döner gene okur” sözü gereğince bir tekrar faslı devam eder gider.Bu da şiirin ruhuyla bağdaşmaz.
Şiir imkânsızı yakalama olayıdır.Tarifi imkânsız duygular şâirin belleğinden süzülerek şiir olur.Şairlerin diliyle kalbi arasında duygu süzgeci vardır.Kalpten gelen her türlü duygu ve düşünce dile ulaşmaz.Bu iki uzuv arasındaki manevî süzgeç, kaba lâfların dışarıya çıkmasını engeller.Dile ulaşanlar şiirsel bir özellik taşırlar.Böylelikle de herkes tarafından sevilerek okunurlar.Bilindiği gibi iki çeşit şiir vardır.Bunlar serbest şiir ve kafiyeli şiirdir.Hiçbirinin ötekine üstünlüğü yoktur.Şiir yazma kabiliyeti olanlar her iki türde de mükemmel eserler ortaya koymuşlardır.Hangimiz serbest tarzda yazan Orhan Veli Kanık’ın şiirlerine kötü diyebiliriz? Veya hangi birimiz Beş Hececiler’in yazmış olduğu kafiyeli şiirleri kötü olarak nitelendirebiliriz? Kanaatim şudur ki kafiye ve ölçü şiirin kıymetini ne artırır,ne de azaltır.Şiirin güzelliği kafiye ve ölçüde gizli değildir.Şiirin güzelliği şâirin ruhunda gizlidir.
Kafiye ve ölçü konusunda ısrarcı olmak anlamsızdır.Bir şâir ya kafiyeli ve ölçülü ya da kafiyesiz ve serbest yazacak diye bağlayıcı bir şart yoktur.Şiir ruhumuzun imbiklerinden çıkarken nasıl bir şekil alırsa dışarıya da öylece yansır.Bir şâir bazen ölçülü,bazen de serbest yazabilir.Bu şâirin şiir hamurunu yoğurduğu andaki ruhî aktivitesine ve hâline bağlı bir durumdur.Ölçülü ve serbest şiirin de güzeli ve çirkini vardır.
Bence önemli olan üslûptur.Şâir kendince özgün bir üslûp kullanabilmişse şiirin güzelliği de onun ardından gelir.Yahya Kemal,Necip Fazıl,Ahmet Hamdi Tanpınar,Faruk Nafiz Çamlıbel gibi şâirlerin büyüklüğü üslûplarının orijinalliğinde gizlidir.Bu isimler değerlendirilirken ölçü ve kafiyeye riayet edip etmediklerine bakılmamıştır.Sözlerimi ünlü Fransız şâiri Paul Verlaine’nin kafiyeden şikâyet ettiği bir şiirinden aldığım dörtlüklerle bitirmek istiyorum:
“Tut belâgatı boğazından,sustur,
El değmişken bir zahmete daha gir:
Kafiyenin ağzına da bir gem vur,
Bırakırsan neler yapmaz kim bilir?
Nedir bu kafiyeden çektiğimiz!
Hangi sağır çocuk ya deli zenci
Sarmış başımıza bu meymenetsiz,
Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi? ”
e-mektup: [email protected]
İSLÂMİYET’E GÖRE ŞÂİR VE ŞİİR
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyada şiir kadar insanı cezbeden bir edebî tür yoktur.Duygu ve düşünceleri şiirin esrarına büründürerek daha etkili kılarız.İnsanlığın var oluşundan beri şiir de var olmuştur.Bu yönüyle edebiyatın en eski türü olarak da niteleyebiliriz şiiri.İnanıyorum ki insanlık,dünyadaki hükmünü sürdürdükçe şiir de varlığını devam ettirecektir.
Şiirin tarihî geçmişi çok eskilere dayanır.Özellikle Arap Yarımadası’nda bu türe çok büyük ehemmiyet verilirdi.Her yıl şiir yarışmaları düzenlenerek en güzel yedi şiir, “Muallakat-ı Seb’a” adıyla Kâbe’nin duvarına asılırdı.Şâirlik övünme vesilesi olarak görülürdü.Bunların,halkın gözündeki konumu çok büyüktü.
Hz.Muhammet(S.A.V) ,peygamber olunca,Araplar’ın pek çok batıl adetleriyle beraber Kâbe’nin duvarına şiir asılması da yasaklandı.Resulullah Efendimiz İslâmiyet’i geniş kitlelere yaymak için olağanüstü bir gayret içindeydi.O,tebliğ vazifesini yaparken en büyük darbeyi Arap şâirlerinden yemiştir.Resulullah’ın getirdiği dine inanmamışlar,hatta onu kendilerine rakip bir şâir olarak görmüşlerdir.Sonra onu halka mecnun bir şâir olarak anlatmışlardır.Bunun üzerine Cenab-ı Allah,Hz.Muhammet’in bir şâir olmadığını belirten ayetler indirmiştir:
“Bir şâirin sözü değildir o.Ne kadar da az inanıyorsunuz.”(Hâkka S.41.Ayet)
“Yoksa şöyle mi diyorlar:O bir şâirdir.Zamanın ölüm getiren felâketine çarpılmasını bekliyoruz.”(Tûr S.30.Ayet)
“Ve şöyle diyorlardı:Mecnûn bir şâir yüzünden ilâhlarımızı mı terk edeceğiz? (Saffât S.36.Ayet)
Peygamberimizin bir şâir olarak görülmesi ve zamanın Arap şâirlerinin ilâhî tebliğin önüne set çekme gayretleri İslâmiyet’in şiir karşısındaki tavrının tartışılmasına yol açmıştır.Hatta Allahü Tealâ bir de Şuara(Şâirler) Suresi göndermiştir Resulullah’a.Bu surenin 224.ayetinde şu kesin emri koymuştur: “Şâirlere gelince onlara ancak sapıklar uyar.”
Bir kısım insanlar,bu ayet-i kerimeyi misal göstererek şiiri ve şâirleri top yekûn batıl kabul etmişlerdir.Oysa durum hiç de böyle değildir.Şiiri ve şâiri kötü olarak görmek cehalettir.Çünkü Kur’an,yukarıdaki ayetle sadece kötü şâirleri zemmetmiştir.Bir kısım şâirler,Allah’ın gönderdiği son din olan İslam’a,kalemleriyle savaş açmışlardı.Halk onların yazdığı şiirler yüzünden Allah’ın vahyini idrak edemiyordu.Ayette tenkit edilenler,sadece İslâm düşmanı şâirlerdir.Bunu tüm şiire ve şâirlere şamil olarak göstermek doğru değildir.Durum böyle olsaydı İslamî değerlere karşı son derece hassas olan Osmanlı Devleti’nde şiir türü o kadar gelişmezdi.Divan şiiri altı yüzyıl boyunca zirvede kalmazdı.Hatta Peygamberimiz,İslâm düşmanı şâirlere karşı mücadele ederken Müslüman şâirlerden istifade etmiştir.Bunun yanında Resulullah,bir kısım kâfir şâirleri öldürtmüştür.Önemli olan şâirin kendisi değil,ne söylediğidir.Müminleri hicvedip,müşrikleri tahrik eden şâirler,daima kerih görülmüştür.Bu tarz şiirler yazan onlarca şâir,davranışlarının bedelini canlarıyla ödemişlerdir.Bunun yanında Peygamberimizin canından çok sevdiği Abdullah İbnu Ravâha,Hassân İbnu Sâbit ve Ka’b İbnu Mâlik gibi Müslüman şâirler de vardır.Resulullah daima bunları korumuş ve kâfirlere karşı yazmış oldukları şiirleri belli meclislerde okutmuş,onları teşvik etmiştir.
Müminlerin emini olan Resulullah: “Bazı şiir vardır ki hikmetlerin ta kendisidir.” buyurarak,şiire asla karşı olmadığını,mühim olanın,şiirde neyin anlatıldığı hususu olduğunu beyan etmiştir.Şayet şiir,necis bir tür olsaydı Mehmet Akif ve Necip Fazıl gibi,Müslümanlığın önde gelen abide şahsiyetleri şiir yazmazdı.Yalan yanlış tevillerle insanların zihinlerini bulandırmaya kimsenin hakkı yoktur.
e-mektup: [email protected]
KARLAR ALTINDA NEV-BAHARIM BEN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Doğum,yaşam ve ölüm! ...Kısa da olsa,uzun da olsa herkesin hayatının hulâsası bu değil midir? İnsan soyundan bâki kalan olmuş mudur bu fani âlemde? Hani bin yıl yaşayan ceddimiz? Bir yıl da olsa, bin yıl da olsa sayılı gün değil mi! ..Gelir geçer; dünya bir han, konan göçer.
Halkımızın gören gözü, işiten kulağı,söyleyen dili olan Veysel, dünyayı ne veciz bir ifadeyle dile getirmiştir: “İki kapılı bir handa gidiyorum gündüz gece! ...”
Öyle değil mi? Birinci kapı doğumla beraber açılıyor.Yediden yetmişe herkesin yüzünden gülücükler dağılıyor etrafa.. Muştular saçılıyor arzdan arşa! ...Sonra…Bildiğiniz gibi çilelere gebe bir ömür! ...Öyleki tuzaklarla dolu…Sırr-ı imtihan! ..Aklınızın alamayacağı kadar zor…Çetin olduğu kadar da üstün mükâfatlarla bezenmiş.Öyle zor bir yolculuk ki! ...Bir büyük maraton…Geri dönüşü olmayan bir yol; yol değil,sanki dört bir yanı dikenli tellerle çevrilmiş bir ölüm kalım dehlizi.Tepemizden akan ter ayak uçlarımızdan toprağa süzülür.
Susamışsınız kana kana! …Karşınızda bir çift oluk…Üstad’ın deyimiyle birinden nur akar,ötekinden kir! ..Nur suretinde kir,kir suretinde nur…Nefsimize nur görünen hakikatte kir; kir görünense bir o kadar nur! ..Basiret gerek nuru kirden,kiri nurdan ayırmak için! ...İman nuruyla cilalanmış bir basiret…Perde arkasındakini gören göz! ..
Göz vardır görünmeyen âlemleri yakınlaştıran…Göz vardır bir karış önünü göremeyen…Ya hakikati gören bir göz,ya elinden tutup sahil-i selâmete götüren bir kılavuz…Üçüncüsü mü! ...Ne olabilir ki! ...Bu kurtlar sofrasında elbette felâket,hem de büyük harflerle yazılı,altı çizili bir FELÂKET! ...Sonuç mu? Sonuç bir afet! ...
Bunca mücadele nereye kadar ve niçin? ...Yoksa neticesi baştan belli bir yarışın içerisinde miyiz? Olmaz tabi,olmaz…Bu düpedüz eşyanın tabiatına aykırı mânâsız bir eylem olur.Abesle iştigal! ...Dedim ya insanın aklını çeliyor onca sorular.Sağnak sağnak gelen, hakikatte cevabı içinde gizli bu suallere makûl ve mantıklı cevaplar vermek ancak nur çeşmesinden içilecek bir katre ab-ı hayatla mümkün.
Yanılıp da nurlu oluktan değil de kirli oluktan içtiyseniz ardı arkası gelmez soruların…Yağlı bir kement olup boynunuza dolanırlar bir gün.Hükmederler benliğinize tepeden tırnağa kadar…Siz, siz olmaktan çıkarsınız farkında olmadan.Şüpheler kalın bir zincir olup boylu boyunca sarar sarmalar mukaddesatınızı; kurtulamazsınız isteseniz de.Vücudunuzun kimyası bozulur bir anda.
Seneler geçer ardı sıra.Her geçen dakika ziyan hanesine yazılır sizin için.Akıllı insan odur ki büyük mizan terazisi kurulmadan evvel kendi terazisini kurup ölçer günahla sevabını.Neticeyi mantık süzgeçinden geçirip yeni bir yol haritası çizer ahir ömrüne dair! ...
Ölmeden evvel nefsini öldürendir yiğit! ...Kapitalizmin insanoğlunun kanını bir sülük gibi emdiği, nefse hizmetin kutsandığı bu asık suratlı çağda böyle bir hedef doğrultusunda menzile varmak hiç de kolay değildir.Çünkü düşman bir değil bin! ...Uzakta değil, içimizde.Kapıdan kovsanız bacadan giriyor.Hem küstah,hem pervasız!
Sen böyle koşturup oyalanıp dururken zaman duracak değil ya! ..Oda akıp gidiyor bir nehir misali! …Nereye? Dönüşü olmayan yere! ..
Şakaklarına yağan kar bir büyük fırtınadan haber veriyor.Basiret sahibi gözler verilen mesajı alıyor tabiki.Ağır bir kışın arafesinde olduğunu tahmin etmekte zorlanmıyor.Fırtına öncesi sessizlik çaresizliğın haykırışı oluyor adeta.O esnada mazide kalan koca bir ömür, bir film şeridi, gibi geçiyor gözünün önünden…Dudaklarından gayri ihtiyari olarak Yahya Kemal’in şu dörtlüğü dökülüyor:
“Bu defa farkına vardım ki ihtiyarlamışım,
Hayatı bir camın ardında gösteren tılsım
Bozulmuş anlıyorum,çıktığım seyahatte
Cihan ve ben değiliz artık eski hâlette.”
Hakikatler bir güneş misali karşımızda parıldayıp dile geliyor.Bahane ve mazeretler de sırtını dönüyor bize.Kalabalıklar içinde yapayalnız kalmak buna denir herhalde. Nefis yine de çıkış yolu arar kendisi için! ...Abdülhak Hamid’in avunduğu gibi,başındaki akları hayra yorar ve söyle seslenir içinden: “Karlar altında nev-baharım ben! ”.
Sonunda ağır bir kışın altında yalnız ve çaresiz olduğunun farkına varır ama son pişmanlık fayda vermez.Geçen günler geri gelmez.
e-mektup: [email protected]
ÜSTTE GÖK ÇÖKMEDİKÇE! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyanın en eski ve köklü milletlerinin başında Türk Milleti gelmektedir.
Çok zengin ve köklü bir tarihimiz vardır.
Tarihte nice büyük zaferler kazanmışız.
Ecdadımıza yeryüzü dar gelmiştir.
On altı büyük Türk Devleti kurmuşuz.
Görkemli bir medeniyet inşa etmişiz.
Aç ve çıplak kalmışız zaman zaman…
Fakat hiçbir zaman iffetimizden ve şahsiyetimizden taviz vermemişiz.
Bu mukaddes değerleri başımıza taç etmişiz.
Bunlar için yaşamışız.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde dünyaya nam salmışız.
Osmanlı Devleti'ni kurarak,altı asrı aşkın bir zaman boyunca üç kıtaya hükmetmişiz.
Ben nasıl sevmem böyle bir milleti? ..
Ecdadımla gurur duymak benim en tabiî hakkım değil mi?
Onlara gıptayla bakmamak mümkün mü?
O büyük insanlara lâyık olamadık; bari hakkıyla takdir edelim onları…
Onların başarılarından haz ve hız alalım.
Ders alalım yanlışlarından.
Tarihimizi çok iyi bilelim ki ecdadımızın yaptığı hataları tekrar etmeyelim.
Onların tecrübelerinden istifade edelim.
Bilinen hakikatleri yeniden keşfetmek gerekmez.Hatta bu zaman kaybından başka bir şey değildir.
Bu millet,hata yaparak tecrübe kazandı.Tecrübeleriyle her geçen gün büyüdüler.
Ne zaman ki tecrübeler kulak ardı edildi,çöküş işte o zaman başladı.
Milletlerarası ilişkilerde en küçük hatalar bile ilerde çok büyük sıkıntılar doğurur.
Çok akıllı siyaset gütmek gerekir.
Milletimiz zaman zaman bir kısım siyasî hatalar yaparak gerek maddî,gerekse manevî pek çok kayıplar vermiştir.
Oysa bundan 1200 yıl evvel büyük devlet adamı,tavizsiz Türk milliyetçisi Bilge Kağan, bizleri ısrarla uyarmıştı.On iki asır evvel yapılan bu ikazlara uysaydık,bugünkü ABD'nin yerinde hiç şüphesiz ki biz olurduk.Dilerseniz on iki asır evvelki o hayatî nasihatlere kulak verelim:
'Ey Türk,Oğuz beyleri ve milleti işitin! Üstteki gök çökmedikçe,alttaki yer de delinmedikçe,ey Türk Milleti,senin devletini ve yasalarını kim yıkıp bozabildi.Ey Türk Milleti,kötü huyundan vazgeç ve pişman ol! İtaatsizliğin yüzünden,seni besleyip doyurmuş olan akıllı hakanın ile bağımsız ve müreffeh devletine karşı kendin hata ettin ve nifak soktun.Silahlı düşman nereden gelip seni bozguna uğrattı ve dağıttı?
Mızraklı düşman nereden gelip de seni yerinden yurdundan sürüp kaçırttı? Kutsal Ötüken Dağları halkı,yerini yurdunu bırakıp gittin.Doğuya gidenleriniz gittiniz,batıya gidenleriniz gittiniz.Gittiğiniz yerlerde kazancınız şu oldu şüphesiz:Kanlarınız ırmaklar gibi aktı,kemikleriniz dağlar gibi yığıldı; bey olacak erkek evlâdınız köle oldu; hanım olacak kız evlâdınız cariye oldu.Bilgisizliğiniz yüzünden,kötü davranışlarınız yüzünden,amcam hakan vefat etti…'
Bilge Kağan'ın nasihatleri böylece sürüp gidiyor.
Görüldüğü gibi o zamanlar da pek çok hata yapılmış.
Bu hatalar yüzünden ağır bedeller ödenmiş.
Bugün de millet olarak ciddi hatalar yapıyoruz.
Fert bazında yapılan hatalar telâfi edilebilir.Fakat millet olarak yaptığımız hataların tamiri çok zordur.
Bu yüzden Bilge Kağan'ın bu sözlerinden dersler çıkarıp yarınlarımızı bu doğrultuda şekillendirmeliyiz.
e-mektup: [email protected]
TEK MİLLET TEK YÜREK
M.NİHAT MALKOÇ
Bir toplumun millet olabilmesi için bir kısım hususiyetlere malik olması gerekir.Her şeyden önce dil,din,ahlâk,coğrafya ve ülkü birliği lâzımdır.Örfler,âdetler,gelenek ve görenekler milleti meydana getiren kültür müesseseleridir.
Milletlerin ortak millî vicdanları olur.Bu vicdan,önce millet,sonra fert menfaatlerini gözetir.Millî menfaatler her türlü şahsî çıkarın fevkindedir.Milleti oluşturan şahıslar millî dayanışma içerisindedir.Bu dayanışmanın gücü devletlerin sağlam temeller üzerine oturmasını sağlar.
Devleti oluşturan fertler,normal zamanlarda sıradan ve dağınık görünse de zor dönemlerde sımsıkı kenetlenirler.İşte bu kenetlenmeyi sağlayan millî vicdandır.Normal zamanlarda sıradan kalabalık görünümü veren milletler,yeri ve zamanı gelince tek yürek olmasını bilirler.Bunun en güzel örneklerini yüce milletimiz defalarca göstermiştir.
Türk milleti savaşçı bir ruha sahiptir.Daha doğrusu azgın düşmanlarımız bu ruhu şekillendirmiştir.Milletimizi teşkil eden fertler, tehlike anlarında tek yürek olarak kahramanlıklarını ve fedakârlıklarını göstermişlerdir.Millî Kurtuluş Savaşı’mızın zaferle neticelenmesi askerimizin ve onlara olağanüstü destek veren milletimizin sayesindedir.Bu müstesna zaman diliminde tüm vatandaşlarımız dayanışmanın en güzel örneğini vermişlerdir.Toplumun tüm fertleri imkânlar ölçüsünde bu çetin mücadeleye katkıda bulunmuşlardır.Demek ki zor zamanlarda tek millet,tek yürek olmasını çok iyi biliyoruz.Bu da kemalâta erdiğimizin göstergesidir.
Türklük ve Müslümanlık bizleri birbirimize bağlıyor.Fakat bugün bağımsız Türk Cumhuriyetlerine gereken yakınlığı göstermiyoruz.Oysa onlar da bizim soydaşlarımızdır.Onlarla aynı ruhu taşıyoruz.Bu hususta Ziya Gökalp’in millet adlı şiirine kulak vermemiz gerekiyor:
“Sorma bana oymağımı,Boy’umu…
Beş bin yıldır millet gibi yaşarım,
Sorma bana ailemi,soyumu…
Soyum Türklük,soy büyüğüm hünkârım…
Süngü beni ayırsa da vahdetimi unutmam,
Dilde,dinde müşterekiz,hep gelmişiz bir bilden
Devletimin kaygusuyla milletimi unutmam,
Anadolu bir iç ildir,ayrılamaz dış ilden…
Deme bana,Oğuz.Kayı,Osmanlı…
Türk’üm,bu ad her unvandan üstündür…
Yoktur Özbek,Nogay,Kırgız,Kazanlı,
Türk Milleti bir bölünmez bütündür…
Gök,Ay,Yıldız,Dağ ve Deniz Hanlar bütün ölmüşler,
Yalnız biri Gün Han kalmış altun yayı elinde
Baktı,dedi Moskof’la Çin Türk kavmini bölmüşler,
Artık onlar hür olacak Rus ilinde ve Çin’de…
Her ülkede Türk bir devlet yapacak;
Fakat bunlar birleşecek nihayet…
Hep bir dille aynı dine tapacak,
Olacak tek harsa mâlik bir Millet!
Ey Türkoğlu,artık ne ben,ne sen,ne o,bir şey yok! ...
Uluslar yok,uruklar yok,ancak büyük Turan var…
Siyasette şirk olamaz,ayrıca Han ve Bey yok…
Türk rûhunda yalnız bir il,yalnız bir tek İlhan var.”
Ziya Gökalp’in bu güzel ve manalı şiiri günümüz Türk insanına sanki bir vasiyetti.Fakat bu vasiyetnameye henüz itibar ettiğimiz söylenemez.Çünkü üç yüz milyonluk Türk âlemine “abi” olamadık.Bu nimeti elimizin tersiyle geri çevirdik. Umarım bu hep böyle sürüp gitmez; iş işten geçmeden yanlıştan tez döneriz.
e-mektup: [email protected]
ŞEHİDİMİN SON ÖRTÜSÜ BAYRAĞIM
M.NİHAT MALKOÇ
Bir devleti,bir askerî birliği,resmî veya gayri resmî bir kuruluşu temsil eden işarete bayrak diyoruz.Bir milletin varlığı ve bağımsızlığı bu sembolik işaretle temsil edilir.Bütün milletlerde bayrağa özel bir saygı duyulur.Çünkü o sıradan bir bez parçası değildir.Bir devletin maddî ve manevî değerlerini topyekûn ifade eder.Onun için milletimiz,her kimin olursa olsun,bayrağa büyük bir saygı duymuştur.
Bayrağın Türk ve dünya tarihindeki tarihî gelişimi çok geniş bir süreyi kapsamaktadır.Özellikle Türkler her dönemde bayrağa büyük ehemmiyet vermişlerdir.Kurulan on altı Türk devletinin ve bir çok Türk boyunun kendine mahsus bayrakları olmuştur.Bu devletlerde bayrak; “batrak,badruk,bayrah” gibi değişik isimlerle karşılanmıştır.Türk kökenli devletler,değişik dönemlerde birbirinden farklı renklerde bayraklar kullanmışlardır.Sarı,siyah,kırmızı,beyaz gibi renkler ağırlıklı olarak kullanılmıştır.Osmanlı Devleti’nde bayrağı taşıyana “Sancaktar” ismi veriliyordu.Padişahların ve ordunun kendine mahsus bayrakları da mevcuttu.
Bayrak,İslâm devletleri arasında da yaygın olarak kullanılmıştır.Bayrağın insanlıkla yaşıt bir sembol olduğunu söylersek abartmış olmayız.Resulullah Efendimiz ilk kez hicret esnasında Medine’ye girerken bayrak kullandığı söylenmektedir.Anadolu’nun Türkleşmesini ve Müslümanlaşmasını sağlayan Sultan Alparslan,Malazgirt Meydan Muharebesi’nde,üzerinde kelime-i şehadet yazılı büyük bir bayrak kullanmıştır.
Ay-yıldızlı bayraklar ilk olarak İkinci Mahmut döneminde kullanılmaya başlanmıştır.Bu devirde bayrakların üzerinde kelime-i şehadet ve Fetih ayetleri bulunurdu.On dokuzuncu yüzyılda,üzerinde hilâl ve yıldız bulunan sancak, Osmanlı’nın millî bayrağıydı.Yavuz Sultan Selim’in halifeliği döneminde Peygamberin mübarek sancağı İstanbul’a getirilerek Topkapı Sarayı’nda özel bir ihtimamla korunmuştur.
Saltanat kaldırıldıktan sonra yalnız hilâfet bayrağı ve millî bayrak muhafaza edilmiştir.Cumhuriyetle beraber bu hususta da yenilikler yapılmıştır.Türk Bayrağı Nizamnamesi 28 Temmuz 1937’de Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilmiştir.Bu kanunda millî bayrak,Cumhurbaşkanlığı bayrağı,ordu ve donanmaya ait bayraklarla ilgili hükümlere yer verilmiştir.
Bayrağımızdaki kırmızı renk,şehit kanlarını sembolize etmektedir.Ay ve yıldız,devletin erişilmezliğine ve yüceliğine işarettir.Bu bayrak için yüz binlerce askerimiz kara toprağın bağrına düştü.Onun için Arif Nihat ASYA, “Bayrak” adlı şiirinde onu “şehidin son örtüsü” olarak nitelendiriyor ve şöyle haykırıyor:
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
Kız kardeşimin gelinliği,şehidimin son örtüsü.
Işık ışık,dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum,senin destanını yazacağım.”
Çanakkale’de,Dumlupınar’da,Kosova’da ve bunun gibi her karış yurt toprağında binlerce şehit yatmaktadır.Toprağı vatan yapan asil şehitlerimizin hakkını ödememiz hiç mümkün değildir.Sözlerimi Mithat Cemal Kuntay’ın bir beytiyle bitirmek istiyorum:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
e-mektup: [email protected]
EZANLAR BUZ TUTMUŞ MİNARELERDE! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Türkler tarihin şahit olduğu eşsiz bir millettir.Bu iddia kuru bir lâftan ibaret değildir.Şanlı ecdadımız,İslâm’la mücehhez olan Türk’ün neler yapabileceğini defalarca göstermiştir.Altı yüzyıl boyunca üç kıtada at koşturan atalarımız,hak ve hukuk alanında örnek olarak,insanları derinden etkilemişlerdir.
Bizce Türklükle müslümanlık et ve tırnak gibidir.Birini ötekinden ayırmak hiç mümkün değildir.Türkler şerefli bir millettir.İslâmiyet’in kabulünden önce de böyleydiler.Fakat bu necip milletin İslâm’a dahil olması mevcut şerefini kat kat artırmıştır.
İslâm’da ırkçılık yoktur.Irkçılık yapanlar Peygamberimiz tarafından şiddetle lânetlenmiştir.Bilindiği üzere üstünlük takvadadır.Allahü Tealâ insanları ırklara ve kavimlere ayırdığını söyleyerek üstünlüğün bu dini daha iyi yaşamakla mümkün olacağını belirtiyor: “Ey insanlar,biz,sizleri bir erkek ile bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi şubelere(ırklara,kavimlere) ve kabilelere ayırdık.Şüphesiz ki,Allah yanında en şerefliniz,takvada en ileri olanınızdır.(Hücûrat S.13.Ayet)
İnsanların kendi ırkından olanları sevmesinin İslâmî açıdan hiçbir mahsuru yoktur.Fakat ırktaşlarını severken diğer ırklardan olan ihlaslı müminlere buğzetmemesi gerekir.Sevgi için ırk unsuru yeterli değildir.Sevdiklerimizin imanlı olması gerekir.Allah’ı sevmeyeni sevmek zulümden başka bir şey değildir.Peygamberimizin ifade ettiği “Kişi sevdiğiyle beraberdir” hakikatini gözardı etmemeliyiz.
Bugün dünyamızda üç yüz milyona yakın Türk vardır.Bunların çoğu Orta Asya civarında yaşamaktadır.Bizler Anadolu’ya göç ederken onları oralarda bırakmışız.Uzun yıllar Moskof ve Çin zulmüne maruz kalmalarına rağmen millî benliklerini korumuşlardır.Anadolu Türkleri’ne duydukları sevgi ve güven eksilmemiş; aksine her geçen gün daha da artmıştır.
Günümüzde Türk illeri özgürlüğüne kavuştu.Fakat Türkiye’den bekledikleri ilgiyi göremediler.Asırlık Rus zulmünden kurtulmanın getirdiği mutluluk kursaklarında kaldı.Onlara Türklük ve İslâm adına bir şey veremedik.Azerbeycan,Özbekistan,Kazakistan,Kırgızistan,Türkmenistan,Nahçivan,Batı Trakya,Doğu Türkistan eski benliğine kavuşmak istiyor.Bu konuda onlara ağabeylik yapamıyoruz.Örnek modeller sunamıyoruz.Bu topraklar ezana ve Kur’an’a hasret kalmış.Vebalimiz büyüktür.Bu noktada,yaşayan milliyetçi şâirlerimizden Abdurrahim Karakoç’un üşüyenler adlı şiirine yer vermek istiyorum:
“Bilir misin kardeş Türk illerinde
Havada yıldızlar,dağda kar üşür
Tutsak soydaşların türkülerinde
Dört mevsim ötede bir bahar üşür.
Ezanlar buz tutmuş minarelerde
Yaylalar der mi ki; töremiz nerde?
Yolların hasretle bittiği yerde
Her dağ yamacında bir mezar üşür.
Ses verir aktıkça ağlarcasına
Göl olur gözyaşı gönül tasına
Her sabah kuşların uyanmasına
Her köyün bağrında bir pınar üşür.”
e-mektup: [email protected]
KADEHLERDE ÖLÜM VAR
M.NİHAT MALKOÇ
Alkolle dost olmak,ölüme meydan okumak demektir.Bu yiğitlik değil,aptallığın taa kendisidir.
Alkolün ne denli zararlı bir madde olduğunu bilmeyen yoktur.Gözlerimizin önünde nice alkol komaları yaşanıyor.
Trafik kazalarının önemli bir kısmının sebebi alkollü araç kullanmaktır.Bir kişinin keyfi için nice ocaklar sönüyor.Sarhoş olduğu halde araç kullanan kendini bilmezler,büyük trafik facialarına sebep oluyorlar.
Alkol kullanan insan,dertlerini bir anlık unutuyor.Geçici bir mutluluk ileride çok pahalıya mal oluyor.
İçki insan aklını devre dışı bırakıyor.Bir anlık da olsa deli oluyor insan.Akılsız bir insandan da ne olsa beklenir.
Bir anlık geçici bir mutluluk yaşayan ayyaşlar,içkinin tesiri geçtikten sonra başlarını taşa vurmuş gibi oluyorlar.Realitelerin ağırlığı altında eziliyorlar.Kederlere tahammul edemeyenler intiharlara kadar sürükleniyorlar.
Alkolikler,gününü gün etme peşindedirler.Yarın diye bir şey yoktur onlar için…Alkolizm bataklığına saplanan nice zengin tüccarlar iflas topunu atmışlardır:Bir zamanlar kral gibi yaşadıkları halde içki felâketi yüzünden bir somun ekmeğe muhtaç olmuşlardır.
Boşanmaların çoğunda sebep alkolizmdir.Gece gündüz demeden içen evin reisi ,eve gelince,tabiatıyla sinirli olmaktadır.Gece yarılarına kadar kocasını bekleyen kadında tahammül gücü kalmamaktadır.Sonuçlar malum…Eşler birbirinden kopmakta,kimsesiz kalmaktadır.Onlarca ocak bir hiç uğruna sönmektedir.Bu işin bir de maddi yönü vardır. Alkol bağımlıları için içki,hava,su ve ekmek gibi elzemdir;içkiye verdikleri parayı çocuklarının rızkından keserler.Sonuçta geçim sıkıntısı baş gösterir.Parasızlık şiddeti doğurur.Şiddet ise tamiri imkânsız felâketler getirir.
Alkol bağımlığı iş verimini düşürür.Sarhoş bir insanın işini yerine getirmesi mümkün değildir.Çünkü içki,maddi ve manevi güç kaybına neden olur.Bu yüzden hasta yatağına düşüp işinden olanların sayısı az değildir.
Suç işleyenlere bakıldığında çoğunun alkol kullandığı görülür.Çünkü alkol suça teşvik eder insanı. Sarhoş olduğu halde adam öldüren veya yaralayan nice kişi hapislerde ömür tüketmektedir.Sarhoşluk hali sona erince pişman oluyorlar ama bu sefer de işten geçiyor.
Alkolün sağlığa verdiği tahribat saymakla bitmez.Bu keyif verici zehir ,farklı bünyelerde farklı tesir yapmaktadır.Merak unsuru bağımlılığa giden yolun ilk basamağı olmaktadır.Alkolün fiziksel,psikolojik ve sosyal zararlarına her geçen gün şahit oluyoruz.
İçki insanın mücadele gücünü yok ediyor.Kişinin pasifize olmasına yol açıyor.Tüm kötülüklerin anası olan alkol,ömrümüzü törpülüyor.Bizlere toz pembe görünen kadehler gerçekte ölüm saçıyor.
e-mektup: [email protected]
ALKOLİZM BATAKLIĞI
M.NİHAT MALKOÇ
Sağlık biz insanların en kıymetli hazinesidir.Parayla ve çalışmayla elde edilemez.Vücut,Allah’ın bize emanetidir.Bu hassas yapıyı korumakla mükellefiz.Hiçbir şey sıhhatten daha değerli değildir.Makam,mevki,şan,şöhret hepsi geçicidir.Bu hakikati Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman (şiirdeki mahlası Muhibbî) şu beytinde veciz bir ifadeyle dile getirmiştir:
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
Sıhhatimizin değerini bilmiyoruz.İçki ve sigarayla bu hayatî varlığımızı tahrip ediyoruz.Alkolizm bataklığına saplanan insanlarımız çırpındıkça daha çok batıyor.Günümüzde sigara ve alkole başlama yaşı 12-15’e düşmüştür.
Gençlerimizin alkole başlamalarının başta gelen sebebi büyüklere özenmektir.Yapılan araştırmalara göre ailesi alkol kullanan çocukların tamamına yakını sigara ve alkol kullanmaktadır.Bu hususta kötü arkadaş ve çevrenin rolü inkâr edilemez.
Yakın bir zamana kadar televizyonlarımızda bira reklamı yapılmaktaydı.Oysa alkollü ürün reklamı kanunen yasaktı.Fakat bu engeli aşmanın kolayı vardı.Reklamlarında “alkolsüz bira” sloganını kullandılar.Böylelikle de kanun engelini rahatlıkla aştılar.Aslında alkolsüz bira olmayacağını büyük küçük herkes biliyordu.Alkolsüz içeceğe bira değil,dense dense meyve suyu derler.
Birada yüzde sekiz civarında alkol vardır.Bilim adamlarına göre,içinde yüzde iki buçuk alkol bulunan içki, alkollü içkidir.Siz hangi mantıkla alkolsüz bira ifadesini kullanıyorsunuz? İşin dinî yönüne gelince Peygamber Efendimiz bunun ölçüsünü de şöyle koymuştur: “Çoğu sarhoşluk verenin azı da haramdır.”
Bazı kendini bilmezler alkolün bazı hastalıklara yararlı olduğu iddiasındadır.Tıbbın bu konuda verdiği hiçbir ilmî dayanak yoktur.Bunların tamamı uydurmadır.Peygamberimiz Hz.Muhammet(SAV) bir hadis-i şeriflerinde: “Haramda şifa yoktur.” buyurmuştur.Müslümanların Tıbbi Nebevî’ye(Peygamberimizin sağlıkla ilgili söz ve uygulamalarına) inanmaları esastır.
Hastalıkların önemli bir kısmı alkolden kaynaklanmaktadır.Damar tıkanıklığının sebebi bu zehirli maddedir.Bu yüzden pek çok insan, mühim uzuvlarını kaybetmiştir.Saygısız,terbiyesiz ve başıboş bir neslin hamuru alkolle yoğrulur.İçki aklı zayıflattığı için sarhoş insanlar,sağlıklı kararlar veremezler.Trafik kazalarının çoğu bu yüzdendir.Sigara ve alkol yüzünden felç olanların sayısı az değildir.
Şu işe bakın Allah aşkına! ..Paramızla kendimizi zehirliyoruz.Dünyayı kendimize zindan ediyoruz.Bir anlık mutluluk çok pahalıya mal oluyor.Anne-babaların çocuklarına sahip olması gerekir.Yoksa iş işten geçtikten sonra ah vah fayda etmez.
e-mektup: [email protected]
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta