GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
yumuşakbaşlı rüzgarların kanatlarında bir yer bul bana
suyun ışıltılı sesleri aksın bir yanımızdan,
bir yanımızı defneler sarsın...
demir kollarının yumuşaklığında uyanayım sabahları
zeytin ağacının gözlerinde büyürken bir çekirdek
AHMET MUSAOĞLU’DAN MÜSTESNA BİR SEÇKİ: “HESAP LÜTFEN”
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanlar vardır içi boştur, insanlar vardır bir başka hoştur… İkinci sınıfa dahil olan mümtaz simalardan birisidir Trabzonlu Araştırmacı-Yazar Ahmet Musaoğlu… İlimle mücehhez, bir o kadar da mütevazı, hoş sohbet bir simadır O… Yaratılış üzerine kafa yormuş, birbirinden değerli eserler vücuda getirmiş bir Hak dostudur Musaoğlu…Onun hayat hikâyesi eğilip bükülmeyen, dimdik yaşayan onurlu bir insanın ilmiyle amil portresidir şüphesiz.
Ahmet Musaoğlu, 15 Haziran 1950 yılında Trabzon'da doğdu. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi Jeoloji Bölümü'nden, Jeoloji Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu. Ardından Ankara'da, 'Maden Tetkik ve Araştırma Enstitüsü'nde göreve başladı. Daha sonra bu kurumun, 'Trabzon Bölge Müdürlüğü'nde görev alan Musaoğlu, çeşitli projeleri ´Kamp (Proje) Şefi´ olarak gerçekleştirdikten sonra aynı kurumda, ´Maden Hakları ve Ruhsat Servis Şefliği´ ve ´Araştırma Plan Koordinasyon Başmühendisliği´ görevlerini sürdürdü. Yazar, 1998 yılı içerisinde kendi talebi üzerine, yürütmekte olduğu Başmühendislik görevinden istifa etti. 2002 Ocak ayı itibariyle de emekli oldu. Şu anda Trabzon’daki bürosunda ilmi çalışmalarını devam ettirmektedir.
Yazarın, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış farklı yazılarının yanında, 'Tarihsel Bir Gerçek: Nuh (a.s.) Tufanı', 'İnsanoğluna Biçilen Yazgı: Uygarlığın Tarihi', 'Kendiliğinden Oluşa İnanmak: Yaratılışın Altı Günü' ve 'Ölüm Yeniden Doğuş İçin: Kıyamet' isimli dört eseri yayınlanmış bulunmaktadır. Yazarın ayrıca, Adem Aleyhisselam ile Hz. Muhammed (S.A.V.) arasındaki baba-oğul ilişkisini kronolojik olarak ortaya koyan 'Peygamberler Şeceresi' isimli tablo eserinin yanında, söz konusu bu eserle uyumlu 'Peygamberler (İnsanoğlunun) Tarihi' isimli bir başka tablo eseri de yayınlanmış bulunmaktadır.
Hâlen, İLESAM (İlim ve Edebiyat Eserleri Meslek Birliği) Trabzon İl Temsilciliği görevini de yürütmekte olan Musaoğlu, “bilimsel yaratılışçılık” olarak tanımladığı çalışma alanındaki konuları, gazete yazılarıyla yerel-bölgesel yayın yapan radyo-televizyon kuruluşlarında hazırladığı veya katıldığı programlarla okuyucularına ulaştırmaktadır.
Ahmet Musaoğlu’nun son eseri olan “Osman ile Mozart-Hesap Lütfen” Sancak Yayıncılık’ın ilk eseri olarak okuyucuların ilgisine sunuldu. Kitabın kapak resmi çok ilgimi çekti. Kapakta Batı ile Doğu kültürü arasına sıkışıp kalan Türkiye’nin tasviri yapılıyor. 270 sayfadan meydana gelen kitapta birbirinden ilginç konu başlıkları var. Dokuz bölümden oluşan eserde ilmî, dinî, siyasî ve güncel meseleler farklı açılardan sorgulanıyor. Bu eserde anlatılanlar, daha evvel yazar tarafından Karadeniz Haber gazetesinde köşe yazısı olarak okuyuculara sunulmuş. Fakat sözü edilen yayın organı yerel bir gazete olduğu için belli sayıda kişilere ulaşmış. Onun için bu mühim yazıların geniş kitlelerce okunabilmesi gayesiyle bu eser vücuda getirilmiş. Çok da isabetli olmuş.
Araştırmacı-Yazar Ahmet Musaoğlu eserine çarpıcı bir önsözle başlıyor. Hepinizin altına imzasını atacağına inandığım yazarın şu ifadeleri Türkiye’nin yakın zaman gerçeğini ve umumî manzarasını gözler önüne seriyor:
“Ülkemizde bilgisizliğin bilginin yerine değer ölçüsü olduğu bir toplumsal yapı yaşanıyor. Bu yapıda ‘ölçü’ ‘ölçüsüzlük’ olduğu için muhatabınıza doğruyu sunsanız da sizi anlaması mümkün olmuyor. Çünkü normal olan ‘anormal’, anormal olan da ‘normal’ gibi görünüyor. Bu sebeple ‘yaşanan hâl’ kavranamıyor, her şey normal seyrinde gidiyor zannediliyor. Oysa, normal olan hemen hiçbir şey yok, anormal davranışlar normal, normal davranışlar da anormal olarak sürüyor. Bu sebeple de, kimse farkında bile olamıyor anormalliğin artık.”
Sayın Musaoğlu yaşanan hayatımızı ne güzel resmetmiş. Umumî görüntümüz bu değil mi? Aksini iddia etseniz de kim inanır bu deli saçmalarına. Toplum hasta…Bu hastalığı tedavi edecek bir ehil doktor bekleniyor. İlâç belli: Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak…. Mâziye, o görkemli tarihe ibret nazarıyla bakıvermek… Hatalardan ders, güzelliklerden ilham almak…. Aşağılık kompleksinden kurtulmak… Büyük millet olmanın ve büyük kalmanın şuuru ve inancıyla geleceğe emin adımlarla ilerlemek… “Hesap Lütfen” de bunun yolları anlatılıyor okuyucuya… Eseri bir solukta okuyacağınızdan eminim…. Çünkü kitapta ne ağır bir bilimsel dil, ne de kırık dökük sokak ağzı kullanılıyor. Yazılar her dönemde güncelliğini koruyor. Çünkü hastalık hâlâ olanca şiddetiyle sürüyor.
Ahmet Musaoğlu bir derya… Bu deryadan bir katre alanlara ne mutlu. Anne babamızdan görüp inandığımız güzel İslâm dinine dair kabullerimiz, ilme dayandıkça imanımız kâmilleşecektir. Bu mânada Musaoğlu’nun eserleri bulunmaz bir nimettir.
Harun Yahya müstear adıyla evrim teorisine savaş açan Adnan Oktar’dan eksiği yok Musaoğlu’nun. Hatta fazlası bile var. Çünkü Harun Yahya bir ekiple çalışıyor. Sınırsız maddî güçleri de var. Fakat Ahmet Musaoğlu tek başına, sınırlı imkânlarla adeta iğneyle kuyu kazıyor. Tabir caizse tek kişilik ordu…İçinden çıktığı şehir olan Trabzon’dan bile yeterli ilgi ve destek görmüyor.
Harun Yahya’yla Musaoğlu’nu kıyaslayanlar, bu iki ismin benzerlikleri üzerinde yoğunlaşıyorlar. Musaoğlu’nu Harun Yahya’nın Trabzon uzantısı gibi görüyorlar. Fakat bu kanaatlerinde yanılıyorlar. Çünkü bu iki isim, yaratılışı farklı yönlerden ele alıyorlar. Üstelik bu iki isim tıpatıp aynı konularda yazmıyorlar. Onları birbirlerinin sureti diye tavsif edenler her ikisine de haksızlık ediyor. Çünkü eserlerden yola çıkınca her ikisinin de orijinal kimliklerde ve görüşlerde oldukları rahatlıkla görülebilir. Fakat eserleri okuyan kim? Varsa yoksa dayanaksız polemik… Üstelik bu iki yazarın organik bir bağları da yoktur. Hatta farklı düşündükleri alanlar da az değildir. Fakat ucuz ve sığ malumatlardan yola çıkınca hakikatle gölgeleniyor.
Trabzon’dan böyle bir araştırmacı yazarın çıkması bizler için gurur vesilesidir. Fakat ilgisizlik, vurdumduymazlık ve çekemezlik hakikatlerin görmezlikten gelinmesi acı neticesini ortaya koyuyor. Ahmet Musaoğlu’nun Trabzon sınırlarını aşıp Türkiye’ye mal olması ve tesir alanını genişletmesi inananlar için bir zarurettir. Kendisine bundan sonraki çalışmalarında üstün başarılar diliyorum. Meraklılar için internet adresini vermek istiyorum: www.ahmetmusaoglu.org... Girin istifade edin.
E-mektup: [email protected]
ÂH BU TÜRKÜLER! …TÜRKÜLERİMİZ! …
M.NİHAT MALKOÇ
Toplulukları millet hâline getiren unsurların başında millî ve manevî değerler gelir. Bunları yaşadıkça ve yaşattıkça milletçe kenetleniriz. Nasıl ki çimento taşları sıkı sıkıya birbirine bağlarsa örf ve adetler, kültürel birikimler de değişik unsurlardan meydana gelen toplulukları birbirine bağlar.
Türküler bu değerlerin sese bürünmüş, nağmelere gömülmüş,notalarla örülmüş hâlidir. Türküler bizim sesimiz,yürek burkuntularımızdır çoğu zaman…Türküler Anadolu demek…. O coğrafyada acıları bal eden ve tahammülü destanlaşan şahsiyet abidelerinin gönül çağlayanı… Sinelere hapsedilen aşkların dilidir türküler… Kerem’in Aslı’sına, Mecnun’un Leylâ’sına, Ferhat’ın Şirin’ine, Tahir’in Zühre’sine söylediği yürek mektuplarıdır onlar…
Ege türküleri yiğitlik, Akdeniz türküleri melânkoli, Orta Anadolu türküleri hüzün, Doğu ve Güneydoğu Anadolu türküleri ağıt, Karadeniz türküleri kıpır kıpır hareket ve hayata bağlılık duygularıyla örülüdür. Her bölgenin türküleri ayrı bir yönümüzü işler nağmelerin sihirli atmosferinde…
Türküler beni benden alır, bambaşka dünyalara götürür. Bir uzun havada hüzünlenirim…. “Oy Trabzon Trabzon İçin Kalaylı Kazan” türküsü memleket özlemimi doruğa çıkarır. Yozgat Sürmelisi’nde sevdam alevlenir. Dedim ya türküler beni bana bırakmaz. Vaktiyle türkülere ilişkin hislerimi “Âh bu Türküler! ” adlı şiirimde şöyle dile getirmiştim:
“Anadolu’muzun dili, gönülde harman türküler
Soframda tuzum ekmeğim yarama derman türküler
Yaslı nağmelerde hasret, mazluma ağıt türküler
Akan gözyaşımı dindir, efkârı dağıt türküler
Kerem’i nâra yandıran,yürekte Aslı türküler
Onulmaz dertlere salan,elemli, yaslı türküler
Gurbetten sılaya nâme,ruhuma akar türküler
İbrahim’in ateşinde sinemi yakar türküler
Gönülden gönüle köprü, kıtalar bağlar türküler
Gül bahçesi yangın yeri, bülbülü dağlar türküler
Edirne’den Kars’a kadar,yürekte gezer türküler
Sevgi deryasında yunup düşlerde yüzer türküler
Mehtabın koynuna girip her gece yatar türküler
Can evime mihman olup cana can katar türküler
Şu bahtsız gönlümü alıp zindana koyar türküler
Seyyid Nesimi misali derimi soyar türküler
Dün,bugün,yarın fark etmez, her çağda yaşar türküler
Önünde engel tanımaz bendini aşar türküler
Gözlerimden süzülen yaş, sazımda teldir türküler
Buram buram hasret kokan, bahçemde güldür türküler”
Adamı işte böyle söyletir türküler…. Böyle yakar sevda ateşini… Efkâr bırakırlar sinemizin derûnunda… Ezilmişliğin haykırışıdır türküler… Bazen isyan,bazen buram buram sevgi kokarlar…Neticede hayat kazanında pişirir, bizi biz yaparlar…
Türkülerin bağrı yanık çocuklarıyız biz… Hissedip de ifade etmekte zorlandığımız duyguların tercümanıdır türküler… Türküler yalan söylemez hiçbir zaman … Hile,riya,gurur nedir bilmezler… Yürek dağlarından kopup gelen bengisu çağlayanıdırlar.
Globalleşen dünyaya meydan okuyan millî sesimizdir türküler… Batı kökenli her türlü müziğe rakiptirler. Daha doğrusu pop müziğinin saçtığı zehiri izale ederler. Onların sıcaklığını ancak ana kucağında bulabiliriz. Onları yok edemez hiçbir güç… Çünkü yürek devletinin başkentidir türküler… En son başkentler düşer.
Yaşamak da uzun bir türkü değil midir zaten? … Bazen coşkulu,bazen hüzünlü,bazen deli dolu… Türk’ü anlatır türküler… Onun yere göğe sığmayan engin muhayyilesini ifade ederler. Özümüzdür,sözümüzdür,ayı kıskandıran nurlu yüzümüzdür türküler….
Çocuklarımızı türkülerle büyütelim…. Türkü ikliminde büyüyen nesiller daha hoşgörülü ve sevecen olur. Pop onların ruhunu asabileştirir. Çünkü pop bu toprağın mahsulü değildir. Yaşasın bu toprağın bin yıllık sahibi Türkler ve Türk’ü anlatan türküler… Ebedî ezgimiz olsunlar.
ÜSTÜME YAĞAN YILLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Hayat üstümüze abanan çıngıraklı bir yılandır. Gölgesinde bin bir hayali barındıran yıllar, çıngıraklı yılanın desenleri misali hoş görünse de, ister istemez ürkütür bizi. Renk çizgileri içerisinde dalar gider gözlerimiz. Tonlar koyulaştıkça hissiyat karamsar, açıldıkça da iyimser bir hâle bürünür. Bir su misali, menziline koşar adım gider zaman. Tepeler ırak görünür yaklaştıkça.
Renk deyip geçmeyin sakın ola… Hayatın şeklini renkler tayin eder kanımca. Yaşamın keskin çizgileridir onlar. Pembeden ibaret değildir yaşamın tuvalindeki hâkim renk… Siyahın matemi yer yer sarar ruhumuzu derinden. Kırmızılar dikkat edilmesi gereken hassas geçiş noktalarıdır insanlık için… Hâl lisanıyla her an her şey olabilir mesajını iletirler beynimizin alıcılarına. Sarısı, moru, mavisi, beyazı da vardır ömrümüzün… Fakat hepsi gelip geçicidir. Şüphesiz ki hiçbir rengin saltanatı ilelebet değildir hayatımızda.
Renkler de gün gelir çekilir hayatımızdan… Buharlaşır pembenin o alımlı tonları. Rüzgârın ılık nefesi okşar aheste aheste büyüttüğümüz hayat ağacını. Gün gelir fırtınaya dönüşür rüzgârın şiddeti. Onca emekle bugünlere getirdiğimiz fidanlar, kırılır orta yerinden hiç beklenmedik bir anda. Demek ki fırtına yemeyen fidan, hayata tutunma kudretine sahip değildir. Bu böyle biline. Hayatın rotası öylece çizile.
Durum bundan ibaretken hayallerimizi ne kadar daha erteleyeceğiz bu köhne zaman ağacının koyulaşan gölgeleri altında. Düşlerimiz ne kadar daha direnecek yaşamın katran karası yalnızlığına? Ne zaman bitecek oradan oraya koşturmacamız? Kendimizi boy aynasında seyretmeye ve içimizdeki o ateşîn sesi duymaya vaktimiz kalacak mı? Gelecek günlerin telâşını bugünden duymak ne kadar gereksiz ve ağır bir yük. Gün yaşanandır aslında. Dünle yarın arasında sıkışan hayatımız ne zaman gül misali açılacak? Yarınların ağırlığını çekmez oldu gönül terazimiz. Yirmili yaşlarda, yetmişli yaşların elemini çekmeye mahkûm olmamalı yüreğimiz. Kime göre yetmiş, kime göre altmış yaş?... Var mı bunun ortasını bulan? Bazılarına göre ömrün yarısı eden otuz beş yaş, kimilerinin nihaî demleri oluyorsa ne ifade eder hayatımızı parselleyen rakamlar?...
Rakamlar büyüdükçe dünyadan uzaklaşıyor insan. Her boy atımı toprağa bir adım yaklaşmaktan öte ne ifade eder ki?...Yukarı büyüdükçe hayata kuşbakışı baksak da bu dünyayla olan bağlarımızı gevşetiyoruz aslında. Sarıp sarmalamıyor bizi hayat eski sıcaklığında.
Yaşanmış günlere saklarız umutlarımızı. Gelir mi gelmez mi hesabını yapmayız bile. Bilmeyiz ömür defterimizde ne kadar beyaz sayfa kaldığını. İyi ki de bilmeyiz. Sona ramak kaldığını hisseden bir ruhun çırpınışlarını ve hayal kırıklıklarını düşünebiliyor musunuz? Geçen her bir dakika nasıl da bir kurşun misali düşer yüreğimizin orta yerine. Ötelere attığımız hayallerimizi yaşar mıyız bilmem. Ama bildiğim o ki, anı yaşamalı insan doyasıya dek. Ötesi yok bugünün. Yarın diye bir şey yoktur aslında.
Cemreler düşünce toprağa, tenimi alır bir titreme. Toprak ısındıkça üşür bedenim. Kanım akmaz olur damarlarımdan. Cemreler yüreğimdeki buzları eritmekten acizdir. Buzullar cemreleri dondurur aslında.
Kışın ortasında Ağrı Dağı’nın zirvesinde tir tir titreyen bir yetim çocuktan farksızdır yüreğim. Cemreler ısıtmıyor içimi. Ancak sevgi dolu tebessümler eritebilir içimdeki buzulları. Çünkü onlar nefretin soğuk ve sevimsiz tortularıdır. Ateşi su nasıl söndürürse içimdeki nefret buzlarını da ancak sevgi gülücükleri eritebilir.
Mevsimler, yalancı mevsimler… Yazı, kışı, hazanı, baharı… Ömrün güneşi kabul ettik baharı göğümüzde. Fakat kıştan kalma ayazlar yedik günün en taze ve diri demlerimde. O ayazlar ki kırdı körpecik dallarımızı. Demek yalancı bahar dedikleri buymuş. Nerden bilebilirdik bizi kıpır kıpır oynatan baharın yalancı olabileceğini. Yaşanmadan bilinmez hiçbir şey. Ödünç aldığımız nasihatler tez unutulur, netice vermez.
Doğumla ölüm arasında kurulmuş bir asma köprüdür yaşam. Ne sular akmıştır o köprünün altından. Akan sular asla geri dönmemiştir, dönmeyecek de. Azlar çoğa karışmıştır. Parçalar bütünü oluşturmuştur.
Köprünün altından akan sular birbirine benzese de aynı değillerdir. Hepsi de bir kez geçer aynı köprünün altından. Akarlar uzun uzadıya menzile doğru. Bir köprünün altından aynı damlanın iki kez geçmesi muhaldir. İnsan da öyledir bir bakıma. Damla misali bir kez geçer dünya sahnesinden. Geçiş o geçiştir. Filmin tekrarı yoktur. Başkaları çıkar sahneye peşi sıra. Böylece uzar gider uzun metrajlı filmler misali yaşam.
Doğumla ölüm arasında geçen süreye ömür diyoruz müştereken… Ağlayarak geldiğimiz bu koca ömür sahnesinden, ağlatarak çıkıyoruz pervasızca. Nerden bakarsan tezatlar yumağı gel gitlerimiz.
Yaşamak yürek ister ihanetlerin kol gezdiği bu çorak yamaçlarda. Prangalar vursalar da düşlerimize koparamazlar umutlarımızı yürek coğrafyamızdan. Umudun bittiği yerde yaşamak nefes almaktan öte ne ifade eder ki?.... Nefes almak can taşıdığımıza, yaşadığımıza delil olsa da insanca yaşadığımız manasına gelmez kanımca. Çünkü nefes insanlığın değil, canlılığın alâmetidir yalnızca. Varın siz ad verin bu yaşadıklarımıza.
E-mektup: [email protected]
İLKÖĞRETİM OKULLARI VE 100 TEMEL ESER
M.NİHAT MALKOÇ
Son yıllarda kitap okuma alışkanlığımızda gözle görülür bir azalma olduğu inkâr edilemez.Gerçi ülkemizde böyle bir alışkanlık olup olmadığı da tartışma konusudur.Buna daha gerçekçi bir ifadeyle kitap okumama alışkanlığı da diyebiliriz.Kitle iletişim araçlarındaki hızlı değişim ve artış kitabın pabucunu dama atmak üzeredir.Televizyon ve internet,kitabın en büyük alternatifleri veya daha değişik bir tabirle düşmanları olarak ilk sıraları alıyor.
İnternet,hayatımızın bir parçası oldu çıktı.Hani internette faydalı işlerle meşgul olsak diyeceğim yok.Teknolojinin son büyük nimeti olarak yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan internette oyun oynayarak vakit geçiriyoruz.Kültür,sanat ve edebiyatla ilgilenenler devede kulak kabilinden…
Böyle bir ortamda yeni neslimize sahip çıkmanın,onların elinden tutup doğrulara yönlendirmenin önemi daha da belirgin bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor.Geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı kitapla barıştırmalıyız.Hiçbir iletişim vasıtası kitabın alternatifi olamaz.Kitabın sıcaklığını ve samimi havasını hiçbir bilgi kaynağında bulamayız.
Bunları göz önünde bulunduran Millî Eğitim Bakanlığı ilköğretim çocuklarına yönelik “100 Temel Eser” listesi hazırlayarak eğitim camiasına ve ebeveynlere sundu.Daha evvel orta öğretim öğrencileri için buna benzer bir okuma listesi hazırlanmıştı.İlköğretim öğrencilerine yönelik listede, Mevlâna’dan Yunus Emre’ye kadar çok sayıda yazarın eserine yer veriliyor.
Fakat ilköğretim öğrencilerine yönelik listede yer alan eserlerin yazarlarının hiçbiri yaşamıyor.Bakanlık polemiklere mahal vermemek için böyle bir uygulamayı daha doğru bulmuş.Bu konu basında tartışılıyor. “Yazar kabul edilmek ve de bu gibi listelere girmek için ille de ölmüş olmak mı gerekiyor” diyorlar.
Milli Eğitim Bakanlığı bu eleştirileri olağan karşılıyor.Yazarlar açısından haklı da buluyor. Bunun ticarî boyutu olacağından, rant temin edildiği eleştirisine muhatap olmak istemediklerini belirtiyorlar.Ancak hayattaki yazarların eserlerinin zaten piyasada olduğunu ve ilgi gördüğünü kaydederek,amaçlarının 13. yüzyıldan itibaren ülkenin kültürel birikimini aktarmak olduğunu söylüyorlar.
Nasreddin Hoca misali bence bakanlık da haklı…Dedikodunun ayyuka çıktığı,herkesin herkesi eleştirme yarışı içerisinde olduğu bir ülkede iş yapmak eleştiri oklarını üzerine çekmekten farksızdır.Bu listede yer alan kitapların satışı doğal olarak artacak hatta fırlayacaktır.Hangi yayınevi istemez kendi yazarının eserlerinin çok satmasını?Yaşayanlardan birini listeye dahil etseniz,listeye giremeyenler feryat ü figan koparacaktır.Bu sefer de benim yazarım iyi,seninki kötü kısır tartışması alevlenecektir.
Listede öğrencilere masal, türkü, mani, bilmece ve şiiri sevdirecek eserler de yer alıyor.Listedeki bazı kitapların piyasada olmadığı belirtiliyor.Fakat bu aşılabilecek,ayrıntı kabilinden bir meseledir.Onun dışında listede yer alan Rakım Çalapala’nın “87 Oğuz” adlı kitabının hiçbir kitaplıkta, Milli Kütüphane dahil hiçbir devlet kütüphanesinde olmadığı iddia ediliyor.Hatta 1960'lı yıllarda eserin yazarı Rakım Çalapala bu kitabını torununun okuması için yeniden yayınlamak istemiş fakat hiçbir devlet kütüphanesinde bulamamıştır.Bu listeyi hazırlayanlar herhalde uzaydan gelmedi ya...Bir bildikleri var.
Listede her görüşten yazara ait eser bulunuyor.Peyami Safa’dan Nazım Hikmet’e kadar geniş bir yelpaze esas alınmış.Mehmet Akif ve Necip Fazıl Kısakürek’in listeye alınmayışına kızanlar var.Ben bunları haklı bulmuyorum.Çünkü ne Mehmet Akif’in,ne de Necip Fazıl’ın çocuklara yönelik bir eseri vardır.Bu liste dörtten sekizinci sınıflara kadar olan öğrenci kesimine hitap ediyor.Bu yaştaki çocuklar “Çile” veya “Bülbül” şiirlerinden ne anlayabilir?Hadiseye ideolojik bakmak doğru değil.Pedagojik açıdan yaklaşmak daha sağlıklı olsa gerek.
Okuma listesinde otuz tane Batı klasiği var.Bunu doğru bulmuyorum.Yüz kitabın otuzu bize ait değil.Bu sömürge mantığıdır..Hem o klasik diye nitelendirilen kitaplar kültürümüz için tehlikeler saçıyor.Neslimizi dejenere ediyor.Korsanlık,mafya,savaşlar,Hıristiyanlık propagandası ne ararsan bu eserlerde…Hem Türkçe’nin ruhundan uzak tercümeler bunlar…Dil zevkini körelten bu tarz tercüme eserlerin çocuklarımıza müspet şeyler kazandıracağına inanmıyorum.Buram buram Anadolu ve memleket kokan millî ve yerli eserler dururken listeyi ecnebilere ait bu tarz kitaplarla şişirmek sağlıklı bir yaklaşım değil.
Fransız yazarı Antonie de Saint Exupery'nin Türkçe’mize ondan fazla çevirisi yapılan Küçük Prens adlı eserinde baş kahraman olan Küçük Prens’in zikrettiği Türk diktatörden bahsediliyor.Kimdir bu diktatör?Bu eserin tercümesinde örtbas ediliyor.Ancak orijinalini okuyanlar bu sırra vakıf olabilir.
Bu ifadelerimden başka mânâlar çıkarmaya gerek yok.Batı’ya sırt çevirelim demiyorum.Fakat ölçüyü de kaçırmayalım.Dünya ülkelerinden hangisi böyle bir liste hazırlasa içine bizim klasiklerimizden birini koyar?Başımıza ne geldiyse Batı hayranlığından geldi.Fakat hâlâ aynı kafadayız.Değişen sadece zaman…
Bu tarz listeler kimseyi tatmin etmez.Çünkü yetmiş milyonluk bir ülkede herkesin farklı düşünmesi doğaldır.Fakat asgari müştereklerde birleşmek de esas olmalıdır.Bu gibi okuma listeleri biraz da semboliktir.Yani ille de bu yüz kitabı okuyacaksın diye bir şart yok.Bunlar okumayı teşvik için bir vasıtadır.Onun için konuyu uzatıp sulandırmak faydadan çok zarar getirir.Listenin okumama hastalığımıza bir nebze de olsa derman olmasını diliyorum.
SEYYİD AHMET ARVASI’NİN RUH ASALETİ
M.NİHAT MALKOÇ
Tarihler 31 Aralık’ı gösterdiğinde herkesi bir yılbaşı telâşı ve heyecanı sarar….“Akşama neredeyiz? Mezeler hazır mı? Bu gece hangi mezbelelikte sabahlayacağız? ”….diye bir dizi soru kümelenir bulanık zihinlerde! ….
Bu durum nereden nereye geldiğimizin bariz göstergesidir aynı zamanda.Millet olarak millî ve manevî değerlerimizi Batı’nın çöplüğünde bırakıp onların kirli çamaşırlarını esvap edindik kendimize.Altını bırakıp paslı tenekeyi tercih eder olduk.Çünkü ruhlar karardı öncelikle….Gözlerimize inen perde, hakikatleri gölgeledi.Bâtılı hak,hakkı bâtıl görer olduk.Basiretimiz bağlandı adeta.
Bu akşam(yılbaşı gecesi) yine dağıtacağız milletçe! İçkiler su gibi akacak,aktıkça da ruhlar daralacak…Kalbimizin ak yamaçları karardıkça kararacak, dik bir zulmet yokuşuna dönüşecek…Sabahleyin hiçbir şey olmamış gibi yeni bir yıla yelken açacağız.
31 Aralık bana nedense farklı ve asil bir ruh iskeletini hatırlatır.Bu mümtaz ruh, Türk-İslâm ülküsünün abide şahsiyetlerinden biri olan Seyyid Ahmet Arvasî’dir.Bu ülkü devi 31 Aralık 1988 tarihinde aramızdan ayrıldı.İstanbul’un Erenköy semtinde saat 11.00’de ruhunu Hakk’a teslim ederken en sadık dostu olan daktilosunun başındaydı.Herkes akşama mezeler hazırlarken o,nesilleri kurtaracak fikirleri cem eden yazılar hazırlıyordu. 1988 yılının son gününde aramızdan ayrılan bu yüce şahsiyet, Türk’ü Türk yapan millî ve manevî değerleri baş tacı edinerek gelecek kuşaklara aktarmak için gecesini gündüzüne katmıştı.
15 Şubat 1932 Pazartesi günü Ağrı ilinin Doğubayazıt İlçesinde doğan Seyyid Ahmed Arvasî, ailece Van'ın Müküs (Bahçesaray) ilçesine bağlı, Arvas (Doğanyayla) köyündendir. Babası Gümrük Müdürlüğü'nden emekli Abdulhakim Efendi, annesi Cevahir Hanım'dır.
Ailenin altı çocuğundan birincisi olan S.Ahmed Arvasî, ilk öğrenimine Van'da başlayıp Doğubayazıt'ta bitirmiştir. Ortaokulu Erzurum'da bitiren Arvasî, lise öğrenimine Erzurum Erkek Öğretmen Okulu'nda başladı, Erciş Öğretmen Okulu'nda bitirdi. 1952 yılında Konya'nın Doğanbeyli Nahiyesi'de ilkokul öğretmeni olarak göreve başladı. Yurdun çeşitli yerlerinde öğretmenlik görevini sürdüren Arvasî, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Pedegoji Bölümünü 1958 yılında tamamlayarak çeşitli eğitim enstitülerinde pedegoji öğretmenliği yaptı.
Ömrü boyunca davasının çilesini çekti.Bu uğurda sayısız bedeller verdi.Onlarca eser yazdı.Bunlardan bazıları şunlardır:Türk-İslâm Ülküsü (3 cilt) , Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, Şiirlerim, Eğitim Sosyolojisi, Doğu Anadolu Gerçeği, İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri, Hasbihal (6 cilt) . Hasbihal, daha sonra konularına göre şu isimlerde yayımlandı: Emperyalizmin Oyunları, Devletin Dini Olur mu? , Kadın Erkek Üzerine, İnsanın Yalnızlığı…vb.
56 yıllık kısa ömrüne çok şey sığdırdı Üstad Arvasî….Ömrünün ilk yıllarını hak bildiklerini anlatmakla geçirdi.İyi bir hatipti O…Hayatının son demlerini de hep yazmakla geçirdi.Çok kıymetli eserler kazandırdı Türk gençliğine…Onun üç ciltlik Türk-İslâm Ülküsü adlı eseri millî ve manevî değerlerimizi cem eden bir kılavuz hükmündedir.Bu eseri şuurlu olan her Türk gencinin okuması gerekir.Çünkü bu eserde tarafsız bir Türk-İslâm sentezi yapılmaktadır.Arvasî kendini şu sözlerle tavsif ediyor:
'Ben, İslâm imân ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, büyük Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâm'ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim.
İnanıyorum ki, hem Türk, hem müslüman olmak, hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür. Ecdadımız bütün tarihleri boyunca bunu denediler ve başarılı oldular. O halde bizler niye bu tarihî misyonumuzu yerine getirmeyelim.”
İslâm’la Türklüğü ve Batı medeniyetini bağdaştıramayanların Arvasî’yi çok okumaları gerekir.Bu hususta Ziya Gökalp de “Türk milletindenim,İslâm ümmetindenim,Batı medeniyetindenim” diyerek Arvasî’yle aynı noktada birleşmiştir.
Bazı kendini bilmezler, ecdadımız olan eski Türkler’i, bazı varlıkları ve özellikle bozkurdu totem olarak kabul etmekle suçlarlar.Oysa tarihe tarafsız gözle bakanlar bunun hiç de böyle olmadığını göreceklerdir.Arvasî bunu değişik ortamlarda özellikle vurgulayarak tarihî hakikati şu şekilde ifade etmiştir:
'Hiç bir zaman Türk'ün totemi olmamış olan Bozkurt, coğrafyamızın kültürümüze kazandırdığı bir motiftir.Türk milliyetçiliği politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimaî ırk gerçeğini inkâr ve ihmâl etmemelidir.
İçtimaî ırk, biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların soy birliği şuurudur. Ortak bir şuur tarzında beliren mensubiyet duygusunun ve kan birliği şuuru biçiminde duyulmasıdır. Zâten biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücâdeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhî, hem de fizik bakımından bir birine yaklaştırır.'
Seyyid Ahmed Arvasî,Türk-İslâm ülküsünü hayatının esas gayesi olarak görmüş ve her anını bu uğurda harcamış bir Türklük mücahididir.O asla sığ ve kökeni olmayan bir milliyetçiliği benimsememiştir.Düşmanlarımızın zihniyetini çok iyi tahlil ederek bu kanlı zehire adeta panzehir olmuştur.O, Türk-İslâm ülküsüne bağlılığının ve çıkar yol olarak bu görüşe bir can simidi olarak sarılışının sebebini şöyle izah etmektedir:
“Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de, 'Türk-İslâm Ülküsü'ne bağlanmayı savunuyoruz? Biz iddia ediyoruz ki, emperyalizm, Türk ve İslâm dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile vatan çocuklarını din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da bir birine düşürmeyi planlamaktadır. Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ, sanki bir insan, hem dindar, hem milliyetçi, hem medeniyetçi olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan çatışan güçler meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca plânlarlar ki, tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli veya yüz yıl geçmesi gerekiyor. O hâlde, Türk milliyetçisine düşen iş, bütün varlığı ile bu oyunu bozmak olmalıdır. Bu ülkede, sunî olarak güya Türkçü ve güya İslamcı cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına, bir Müslüman Türk olarak ve tarihine yaraşır biçimde çıkmalıdır
.Bunun için, Türk-İslâm kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslâm Ülküsü'ne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslâm aşk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmiyet'i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, dünya Türklüğü'nün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çâremiz yok.”
Yirminci asrın son çeyreğinde ebediyete uğurladığımız büyük mütefekkir,sosyolog ve Türk-İslâm ülküsünün yılmaz savunucusu,peygamber soyunun nurlu oluklarından süzülen neslin son temsilcilerinden olan Seyyid Ahmet Arvasî’yi ölümünün sene-i devriyesinde rahmet ve minnetle anıyoruz.Allah bu neslin devamını nasip etsin.
e-mektup: [email protected]
GAZETECİLERİN EN KIYAĞI: AYHAN KIYAK
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyanın en zor yazılarıdır ölen bir dostun ardından kağıda dökülenler…Hep zor gelmiştir bana bu tür yazıları kaleme almak…İnsan ne diyeceğini bilemiyor.Eli ayağı birbirine dolanıyor.Ölen kişi sizin on beş yıllık dostunuz ve ağabeyinizse işin zorluğu katlanıyor üstelik…Zor ama hakikat…Ölüme çare bulan yiğit çıkmadı daha; çıkmayacak da.
“Her can ölümü tadıcıdır” ilâhi fermanı işliyor durmadan…Kıyamete kadar da işleyecektir.İslâm’ın ilk halifesi büyük insan Hz.Ebubekir’e ölümü ne kadar yakın hissettiğini soruyorlar.O da şu ibretli cevabı veriyor: “Nefesimi verdim mi alamayacak kadar, aldım mı veremeyecek kadar yakın bilirim! ”
Her gün belediye hoparlörlerinden ölüm ilanları duyarız da yine de ölümü kendimize yakıştıramayız.Kendimizi en sona bırakırız bu hususta.Hatta sıraya bile koymaya kıyamayız.O, kendisinden kaçtığımız ölüm elbet bir gün bizi de yakalayacaktır.
Ölümü hatırlatan ne varsa dışlıyoruz hayatımızdan.Mezarlıkları şehrin en uzağına kuruyoruz görüp de moralimiz bozulmasın diye.Eskiden hemen her caminin önünde bir mezarlık bulunurdu.Cemaat bu kabirlere bakarak kendi sonunun muhasebesini yapardı.Modern şehirlerde mezarlıklara yer yok.Hatta ölümü hatırlatacak hiçbir şey olmamalı etrafımızda! ...
Aslında ölümden korkan ve kaçan, bin kere ölür ömrü boyunca.Akıllı insan ölümden korkmaz; bu ilâhî sonu kabullenir ve ona hazırlanır.Hem atalarımız ne güzel söylemiş “Korkunun ecele faydası yok” diye.Ölüme hem karamsar bakmayalım.Çünkü ölüm yok oluş değil,sonsuz bir ahiret hayatının ilk basamağıdır.Üstat Necip Fazıl, ölümün güzelliğini bakın nasıl dile getiriyor:
“ Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber? ”
Muhterem insan Ayhan Kıyak ağabeyi 09 Kasım 2004 Salı günü kaybettik.Bir yıldan beri kanser tedavisi görüyordu.Fakat belli bir süre bu kötü hastalıkla kerhen de olsa dost yaşamasını bildi.Fakat bundan dört ay evvel kendisini gazetede gördüğümde tanıyamamıştım.Bir insan bu kadar kısa zaman içerisinde nasıl bu kadar değişebilirdi.Onun bu hâli hayatın ne kadar değişken ve bir anlamda boş bir meşgale olduğunu hatırlattı bana.
Ayhan abi Trabzon basınının duayenlerindendi. Hayatının 45 yılını gazeteciliğe adayan Kıyak (63) , 1959 yılında başladığı gazetecilik hayatı boyunca Sabah, Hayatspor ve Türkspor gazetelerinde ve Anadolu Ajansı'nda çalıştı. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti'nde bir süre başkanlık yapan Kıyak, 2002 yılından bu yana Hizmet Gazetesi'ni çıkarmaya başlamıştı. Ayhan Kıyak, evli ve 3 çocuk babasıydı.
Onunla bundan on dört yıl evvel tanışmıştım.O zaman Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nde öğrenciydim.İçimde büyük bir yazma tutkusu vardı.Her gün kâğıtlara bir şeyler karalayıp duruyordum.Fakat bunları paylaşacağım bir vasıtaya ihtiyacım vardı.Bu gayeyle Türksesi Gazetesi’nin kapısını çaldım.Onunla ilk karşılaşmamızdı.Yirmi yaşlarında toy bir insandım o zaman.Beni çok büyük bir ilgiyle karşılamıştı.Gazetesinde yazmak istediğimi söylediğimde gözleri parlamıştı.Benim gibi genç insanların kahve köşelerinde,sokaklarda boş boş dolaştıklarını görerek içinin sızladığını,kendisine ilettiğim yazma teklifini sevinçle karşıladığını belirtmişti.
O zamanlar Türksesi tipo baskıyla çıkıyordu.Yanı elle diziliyordu harfler…Bu zor şartlar altında gazeteyi aksatmadan çıkarıyordu.Her yazı getirişimde uzun uzun sohbetler ederdim kendisiyle.Küçükle küçük,büyükle büyük olurdu.Herkese seviyesine göre konuşurdu.Sohbeti hoştu.İnsan canlısıydı.Yapabileceği hiçbir işe hayır demezdi.Bir ara siyasetin içine de girdi.DYP Trabzon İl Başkan Yardımcısı oldu.Fakat dosdoğru bir insan olduğu için bu alanda fazla ileri gidemedi.Anadolu Basın Birliği Genel Başkanlığı ve Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu.Bu kurumun Trabzon Başkanlığını da sürdürdü.Kısa bir süre olsa da Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı yaptı.
Trabzon’da basın denince onun adı hep ilk sıralarda anılırdı.Çünkü hayatı basın içerisinde geçti.Gazetecilik onun için bir yaşam biçimiydi.Fakat basının nimetlerinden pek yararlanamadı.Hep külfetleriyle hemhâl oldu.Gazetecilikten zengin olmayı düşünmedi hiçbir zaman….İsteseydi çok daha farklı yerlerde olurdu.Hep kendi dünyasında, ilkeleriyle tutarlı bir hayatı tercih etti.Sigaraya aşırı bir düşkünlüğü vardı.Sigarayı bırakmayı aklının ucundan bile geçiremezdi.Aç durabilirdi ama sigara içmeden asla! ....
Türksesi Gazetesi’ni Erol Üzen’e bırakıp ayrıldıktan sonra ilk göz ağrılarından biri olan Hizmet Gazetesi’ni çıkarmaya başladı.Fakat haftalık çıkıyordu Hizmet…Onun en büyük emeli Hizmet’i günlük çıkarmaktı.Fakat geçirdiği o kâbus hastalık buna izin vermedi.İnşallah oğulları Serkan ve Aykan,babalarının bu arzusunu gerçekleştirirler.
Tam on dört yıldan beri iç içe yaşadık Ayhan ağabeyle…Beni de ailenin bir ferdi gibi görerek hep sıcak davrandı.Oğulları Serkan,Aykan,kızı Özlem,sevgili eşi emekli öğretmen Kadriye Hanım çok samimi ve içten insanlar…Kızını çok sevdiği için matbaasının adını da Özlem Matbaası koymuştu.Eşine karşı çok hürmetkârdı.Gazetede sürekli eşine rastlardım.Bir an olsun ayrı kalmaya tahammül edemezlerdi.Oğullarını canı gibi severdi.Bakmaya bile kıyamazdı.Fakat Cahit Sıtkı Tarancı’nın dediği gibi:
“N'eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.”
O henüz genç sayılabilecek bir yaşta,63 yaşında aramızdan ayrıldı.Peygamber Efendimiz de 63 yaşında ölmüştü.Onun için 63 yaşına “Peygamber Yaşı” denir İslâm inancında…Yani Ayhan abi Peygamber yaşını idrak ettiği bir dönemde göçüp gitti.Ölüm haberini gazeteden öğrendim…Bu yüzden mahşeri bir kalabalığın cem olduğu cenaze namazına iştirak edemedim.Hakkını helâl eyle.Ruhun şad olsun güzel insan…
e-mektup: [email protected]
UZUNGÖL’DE ALABALIK KEYFİ
M.NİHAT MALKOÇ
Türk turizmi yıllardan beri Ege ve Akdeniz sahillerine mahkûm edilmiştir.
Varsa yoksa Antalya! ...
Tamam,Antalya güzel bir yer…Adeta bir turizm cenneti hüviyetinde…
Fakat bunların yanında Karadeniz gibi bir yeşil doğa cenneti var.
Tatil deniz ve yüzmekten ibaret değildir.Bunları da içine alan bir ruh genişlemesidir.
Geçenlerde Trabzon’un turizm incisi Uzungöl’deydim.
Şehrin boğucu ve bunaltıcı havasından sıkılınca kendimi bu gibi yerlere atarım.
Özellikle nem ve sıcaklığın hat safhaya ulaştığı zamanlarda şehrin stresi ve ağırlığı çekilmiyor.
Uzungöl’e gitmek zor bir şey değil.
Özel arabanız olmasa da olur...
Trabzon’dan her gün Uzungöl’e araba kalkıyor.Hem bir değil, birkaç araba…Üstelik günün değişik saatlerinde…Bu saat bana uymaz diye bir sıkıntı mevzubahis değil.
Gerçi Uzungöl’e sabah gidilir,alabalık veya her neyse yenir,o güzel hava teneffüs edilir ve akşama doğru geri dönülür.
Trabzon’la Uzungöl arası gerçi biraz uzak ama o manzarayı görmeye ve o temiz havayı teneffüs etmeye değer doğrusu.
Uzungöl Trabzon’un hemen yanı başında olsaydı çok daha büyür ve gelişirdi.Belki iğne atsan yere düşmezdi.Özellikle hafta sonları ana baba gününe dönerdi.
Aslında hemen yanımızda Sera Gölü var.Onu değerlendiriyor muyuz?
İstedikten sonra zaman ve mekân hiçbir zaman sorun teşkil etmez.
Önceki yıllarda Uzungöl’e giden yol çok kötüydü.Son yıllarda bu hususta büyük atılımlar gerçekleştirilmiştir.Fakat bu konuda daha yapılacak çok iş vardır.
Ha, hafta sonu gezimden bahsediyordum.Uzun ve yorucu yolculuktan sonra Uzungöl’e vardık.Yemyeşil bitki örtüsü ve masmavi göl manzarası, bize yorgunluğumuzu unutturdu.Çünkü yeşiliyle,gölü ve bungalov tipi şirin evleriyle bakir bir ortam kucaklıyor sizi.
Dikkat edin temiz hava çarpabilir.
Espri yapmıyorum.
Yanımızdaki bir turisti,bol oksijenli temiz hava çarptı.Hâlsizlikten düşecek gibi oldu.
Bizler,şehrin karbondioksit oranı yüksek kirli havasına alışmışız.Bunun dışındaki hava dokunuyor,lüks geliyor bize! ...
Uzungöl’ü, yukarıya çıkıp hakim tepelerden seyretmeye doyum olmuyor.
Muhteşem bir manzara cezbediyor insanı…
Bu güzide diyarı gezdikten sonra dünyaya bakış açınız değişiyor bir anda.
Tabiata aşık oluyorsunuz.
Biz de farklı ve bambaşka anlar yaşadık o gün…
Çevreyi gezdikten sonra karnımız acıktı.Soluğu Sezgin Motel ve Alabalık Tesisleri’nde aldık.
Önce çorba,sonra mis gibi alabalık ve salata…Sonunda da sütlaç veya diğer tatlı çeşitleri…
Felekten bir gün çalmak buna derler.
Gitmeyenlere şiddetle tavsiye ederim.Hem de bir değil, birkaç defa! …Durumunuz iyiyse ve vaktiniz çoksa sık sık gidin…
İnanıyorum ki sizlerin de böyle nostaljik bir gün yaşamaya ihtiyacı vardır.
Yaz kış demeyin.Bugünden tezi yok,hazırlanın! ...
Uzungöl’de doğayla barışın ve kucaklaşın
e-mektup: [email protected]
TRABZONLU TARİHÇİ ŞAKİR ŞEVKET’İN GÖZÜYLE SÜRMENE
M.NİHAT MALKOÇ
Şehirler tıpkı insanlar gibidir.Hepsinin kendilerine mahsus kimlik ve şahsiyetleri vardır.Şehirlerin ruhu, orada yaşayan insanların ruh bileşiminden oluşur.Günümüz şehirleri kozmopolitleşti.Özgün aile şehirleri tarihe karıştı.
Sürmene,Trabzon’un en köklü ilçelerindendir.Bugün itibariyle şehir içi nüfusu yirmi bin civarındadır.Sürmene, tarihî evleri ve konaklarıyla tanınan bir yerleşim yeridir.Fakat modernleşme arzuları bu estetik yapıların yok olmasına zemin hazırlamıştır.Artık günümüze intikal eden tarihî Sürmene evlerinin sayısı bir elin parmakları kadardır.İnsanlar göz göre göre geçmişin izlerini silip süpürdüler.Tarihî konakların enkazı üzerinde,hiçbir estetik kıymeti olmayan binalar dikildi.
Eski Sürmene’yi siyah beyaz fotoğraflardan görüp mâzinin şefkat iklimine sığınıyoruz.Bunun yanında tarih kitapları bizlere yol gösteriyor bu konuda…Şimdi,geçmişteki Sürmene’yi,Trabzonlu tarihçi Şakir Şevket’in “Trabzon Tarihi” adlı eserinden aldığım tarihî pasajlarla tanıtmaya çalışacağım.Genç yaşta dünyamızdan ayrılarak ebediyete intikal eden tarihçi ve şâir Şakir Şevket eski ve nostaljik Sürmene’yi şöyle anlatıyor:
“Sürmene kazası seksen dokuz tarihine kadar nâhiye sûretinde idare olunurken,Teşkilât Nizamnâmesi’nin gösterdiği icab üzerine Vakfıkebir,Görele ve Aybastı kazalarıyla birlikte kaymakamlık ittihaz olunmuş ve köylerle birlikte 7301 hâneyi ve 236.203 dönüm araziyi câmi bulunmuştur.
Buranın bir de limanı olup,bir fırtına çıktığında Trabzon limanından Pulathâne limanını tutturamayan sandal ve gemiler Sürmene limanına gider ise de o limanda kurt tabir olunur bir nevi muzır balık bulunduğundan gemiyi fena halde rahne-dâr etmekte(yaralamakta) bulunduğu cihetle uzun süre orada kalınamaz.
Sürmene’nin yukarı taraflarında bulunan ahali eğerçi zencirlik ile meşgul ise de ziraatlerinden o derece istifade hâsıl olamayup,fakat deniz kenarında bulunan ahalisi balıkçı olduklarından bunlar külliyet üzere Yunus balığı avlayarak balık yağı imal ederler.
Sürmene kazası iskelesinde üç beş bin kilelik gemi dahi müceddeden yapılur.
Sürmene kazasının sağ taraflarında Çebi tabir olunur Bölükbaşılar hâlâ mevcut ve bazı zararlı hareketleri yoktur.
Bu Çebi denilen Bölükbaşılar ailesinin eski fikirlerdeki sebatları şu dereceye kadardır ki bundan iki sene önce deniz komutanlarından bir zat kura teftiş memuriyetiyle o köylerin birisine giderek bir Bölükbaşı’nın hanesinde misafir olmuş idi.O esnada bahriye mülâzımlarından birisi sıla içün memleketine yani o köye geldiğinde çaresiz en evvel ağa ile görüşmek lâzım geleceğinden ve halbuki Miralay dahi ağanın yanında oturmakta bulunduğundan ağaya yapacağı dostluğu bir kat daha artırmak içün o sırada mülâzım belinden kılıcı çıkararak doğrudan doğruya ağanın eteğini öper.Ve Miralay Bey’e asla bakmayarak gerüden gerü kapudan dışarı çıkar.
-Şu yersiz durumlar ile beraber orada kan dökme eksik olmadığından ırz ehli takımının sıkılmamak elinden gelmez.”
Şakir Şevket’in anlattığı Sürmene’den bugüne çok zaman geçti.Sürmene daima büyüdü ve bugünlere geldi.Görünen o ki Sürmene gelecekte vilâyet seviyesine bile yükselecektir.
e-mektup: [email protected]
TRABZON FETİH TARİHİ
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon,Türk-İslâm coğrafyasının en köklü yerleşim yerlerinden biridir.Pek çok millete ve medeniyete ev sahipliği yapan bu güzide şehir,26 Ekim 1461 yılında İslâm topraklarına dahil edilmiştir.
İstanbul’u gayri müslimlerin elinden alarak İslâm diyarı yapan ve sonuçta Peygamber Efendimizin övgüsüne mahzar olan Fatih Sultan Mehmet,ikinci büyük başarısını Trabzon’u fethederek göstermiştir.Bundan 543 yıl önce Trabzon’u fethetmek gayesiyle Zigana Dağı’na gelerek planlar yapan Fatih’e,annesi Sara Hatun: “Hey oğul! Bu Trabzon’a bunca zahmet nedendür? Trabzon nedür ki,andan ötürü Şehsuvar-ı Saltanat piyade olup pür taab ola? ” diyerek onu bu niyetinden caydırmak istemiştir.Bu söz üzerine,çağ açıp çağ kapayan Koca Fatih şu anlamlı cevabı vermiştir:
“Trabzon’u fetihten maksat,kale fethetmek ve servet kazanmak değildir.Buraları müslümanlara vatan yapmak,Allah’ın rızasını ve cihad sevabını kazanmaktır.Bu zahmet din(İslâm) içindir.Bundan ötürü çektiğimiz sıkıntılardan daha çoğunu da çeksek yine azdır.”
Trabzon,tarihî İpek Yolu’nun üzerindedir.Ayrıca Türkiye’nin Orta Asya’ya açılan kapısıdır.Bu nedenlerle bu güzide şehrin fethi Türk siyasî tarihi açısından çok önemlidir.Bilindiği gibi Trabzon,Rumlar’ın merkeziydi.Burayı bir üs olarak kullanıyorlardı.İflas eden Rum ordusu Trabzon’u bir sığınak ve tükenmemiş olduklarının ispatı olarak görüyorlardı.Fatih’in muazzam zaferi Rumlar’ın bu kozunu da ellerinden çekip aldı.Son küfür kalıntıları da Anadolu’nun mukaddes topraklarından silinmiş oldu.Sultan Alparslan’ın Anadolu’ya vurduğu Türk-İslâm mührü daha da pekişmiş oldu.
Fatih Sultan Mehmet bir mücahitti.Savaş bilgisi olağanüstüydü.Manevî terbiyesini Molla Güranî ve Akşemseddin gibi erenlerden almıştı.Nefsini İslâm potasının saf ikliminde eritmişti.Bir güzel gazelinde fetihlerden ne amaçladığını,hedefinin ne olduğunu şöyle dile getiriyor:
“İmtisâl-i Câhidû-fillâh oluptur niyyetüm
Din-i İslâm’un mücerred gayretidür gayretüm(1)
Fazl-ı Hak u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile
“Ehl-i küfri ser-te-ser kahr eylemekdür niyyetüm(2)
Enbiyâ vü evliyaya istinâdum var benüm
Lütf-i Hak’tandur hemân ümmîd-i feth ü nusratum(3) ”
(1.Gayem, “Allah uğrunda,Onun için hakkıyla savaşınız” ayetine bağlı kalmaktır.Gösterdiğim gayret de,İslâm dininin emrettiği gayretlerdendir.
2.Yüce Allah’ın lütuf ve yardımları,O’nun sevgili kullarının himmetiyle donanmış askerlerin gayretleriyle,niyetim kâfirleri baştan başa bozguna uğratmaktır.
3.Ben,peygamberlere,din büyükleri velilere güveniyorum,kendimi onlara dayamışım.Benim fetih ve zafer ümitlerim Allah’ın yardımlarıyla gerçekleşecektir.)
Önce İstanbul,sonra Trabzon bu gaye ve doğrultuda fethedilerek Türk-İslâm topraklarına katıldı.Allah’a güvenen ve onun gösterdiği yoldan gidenler er geç zafer müjdesine nail olurlar.
Fatih’in iman gücü büyüktü.Onun azimli mücadelesi karşısında Trabzon Rum İmparatoru David Komnen tutunamadı.Kısa zamanda şehri Fatih’e teslim etmek zorunda kaldı.
Şehzadeler şehri Trabzon’un fethiyle beraber Anadolu birliği sağlanmış oldu.Karadeniz bir Türk gölü hüviyeti kazandı.Cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmed,zorlu fetihten sonra ilk Cuma namazını, o zamanki adıyla Yeni Cuma Kilisesi’nde kıldı.Böylece feth-i mübinin manevî yönü de tamamlanmış oldu.
e-mektup: [email protected]
TRABZON BELEDİYE BAŞKANLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon çok eski bir yerleşim yeridir.Pek çok millet bu güzel şehri yurt edinmiştir.1461 yılında da Fatih Sultan Mehmet tarafından İslâm topraklarına dahil edilmiştir.Bu fetih hadisesi sıradan bir toprak kazanma değildir.Bunu Fatih Sultan Mehmet şöyle dile getirmiştir:
“Trabzon’u fetihten maksat,kale fethetmek ve servet kazanmak değildir.Buraları müslümanlara vatan yapmak,Allah’ın rızasını ve cihad sevabını kazanmaktır.Bu zahmet din(İslâm) içindir.Bundan ötürü çektiğimiz sıkıntılardan daha çoğunu da çeksek yine azdır.”
Trabzon’umuz o günden bugüne kadar değişik belediye başkanları tarafından yönetilmiştir.Trabzon’un Cumhuriyet’in ilânından önceki belediye başkanları şunlardır: “Mevlâna Muhammet Bey,Arazi Memuru Fevzi Efendi,Hafız Ahmet Efendi,Hacı Halil Efendi,Ali Rıza Efendi,Hacı Derviş Ağa,Eyüpzâde Ali Galip Efendi,Mustafa Efendi,Barutçuzâde Arif Efendi,Rıfat Bey,Mehmet Paşazâde Hasan Bey,Hacı Kadızâde Mustafa Efendi,Hanzâde Ziya Bey,Çulhazâde Şükrü Efendi,Barutçuzâde Hacı Ahmet Efendi,Ali Efendi,Nemlizâde Cemal Bey,Kazazzâde Hüseyin Efendi,Hacızâde Hakkı Efendi.”
Trabzon’umuz 1916-1919 yılları arasında işgal altındaydı.O zamanki belediye başkanı Metropolit Hrisantos idi.İşgal süresince bu görevi sürdürmüştür.Cumhuriyetten önceki ilk belediye başkanı olarak Mevlâna Muhammet Bey tespit edilmiştir.Cumhuriyetten evvel Ali Rıza Efendi üç,Barutçuzâde Hacı Ahmet Efendi ve Kazazzâde Hüseyin Efendi ikişer kez belediye başkanı seçilme başarısını göstermişlerdir.
Cumhuriyetin ilânından sonraki belediye başkanlarını da şöyle sıralayabiliriz: “Kazazzâde Hüseyin Efendi,Temel Nücümi Göksel,Kadri Mesut Evren,Dr.Cemal Turfan,Bahri Doğanay,Muammer Yarımbıyık,Cevdet Akçay,Tevfik Yunusoğlu,Hüseyin Çulha,Muzaffer Korlu,Haluk Çulha,Ahmet Rasim Karanis,Hüsnü Albay,Vali Hayrettin Nakiboğlu,Kr.Alb.Necmettin Ergüven,Vali Fethi Tansuk,Vali Kâmuran Çuhruk,Vali Vefa Poyraz,Suat Oyman,Sefer Özgür,Hasan Melek,Orhan Karakullukçu,Atay Aktuğ,Asım Aykan,Niyazi Sürmen ve bugünkü Belediye Başkanımız M.Volkan Canalioğlu…”
Cumhuriyet döneminde Trabzon Belediye Başkanlığı görevinde en uzun süre kalanlar Suat Oyman’la Orhan Karakullukçu’dur.Her ikisi de onar yıl(ikişer dönem) belediye başkanlığı vazifesini ifa etmişlerdir.Bu arada dört vali, Trabzon’da belediye başkanlığı yapmıştır.
Trabzon Belediye Başkanları silsilesi dünya var oldukça halka halka devam edecektir.Bizler hangi siyasî görüşten olursa olsun, iyi niyetle bu şehre hizmet edenlerin her zaman yanındayız.Çünkü gidebileceğimiz başka Trabzon yok.
e-mektup: [email protected]
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta