Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1604

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:32

    RUS YAZAR TOLSTOY VE HZ.MUHAMMED(S.A.V.)
    M.NİHAT MALKOÇ

    İslâmiyet üzerinde görüş beyan eden pek çok müsteşrik vardır.Hakikati teslim eden bu âlim ve sanatkârlar, müslümanlık, Allah ve İslâm peygamberi Hz.Muhammed(SAV) hususlarında düşüncelerini ifade etmişlerdir.
    Rus edebiyatının unutulmaz isimlerinden biri olan Tolstoy da Resulullah Efendimizle alâkalı güzel sözler söylemiştir. Büyük Rus yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy, “Savaş ve Barış”, “Anna Karanina”, “Diriliş” gibi dünya klasiklerinin yazarıdır.
    Tolstoy, İslâm’a ilgi duyduğu için,1908 yılında, Abdullah El-Sühreverdi’nin Hindistan'da basılmış “Hz. Muhammed'in Hadisleri” kitabını okumuştur. Okuduğu hadislerden bir kitapçık tertip etmiş, bunu Rusya'nın “Posrednik” adlı yayınevinde bastırmıştır.Resulullah Efendimizin özellikle şu hadisleri Tolstoy’u etkilemiştir:
    “Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söyleyin.”
    “Hiç kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir. ”
    “Çok fazla yiyip içerek kendi kalbinize yüklenmeyin. ”
    “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz. ”
    “Ölüm bir köprüdür, dostu dosta kavuşturur. ”
    “İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz. ”
    Karakutu Yayınları tarafından okuyucuya sunulan “Hz. Muhammed: Bilinmeyen Kitap”, Arif Arslan tarafından dilimize çevrilmiş…Tolstoy’un dinimizle ve Peygamberimizle ilgili böyle güzel ifadelerle dolu bir eser kaleme alması İslâm’ın tanıtılması açısından bir şanstır.Fakat bunun İslâm âlemi tarafından müspet yönde kullanıldığı söylenemez.Her zamanki gibi “görmedim,duymadım,söylemedim” mantığıyla hareket ediyoruz.
    Kitabın editörü Azerî yazar Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu Aliyev, Tolstoy’un Müslümanlığa ve bu dinin önderi Hz.Muhammed’e yaklaşımıyla ilgili şu çarpıcı değerlendirmeyi yapıyor:
    “Rus halkı ve özellikle Rus aydınları, L. N. Tolstoy'u ilâhî bir kuvvete sahip gibi seviyorlardı ve onun İslamiyet’i kabul etmesinin duyulmasının Rus toplumu içinde İslam'a güçlü bir akım başlatabileceğini biliyorlardı. Bu yüzden de Tolstoy'un Hz.Muhammed'in hadislerinden derlediği kitapçığını KGB gibi Rus istihbarat birimleri gizli tutmaya, unutturmaya ve basılmasını engellemeye çalışıyorlardı. Tolstoy, bu risale (kitapçık) ile Rus okurlarını, Hz. Muhammed'in hadisleriyle tanıştırmıştır. Hadislerden seçtiği konularda “fakirlik” ve “eşitlik” gibi kavramları esas almış, Rus halkına ve onları aldatanlara bir ders verir nitelikte olmasına özen göstermiştir.
    Tolstoy, seçip kitapçık haline getirdiği bu hadislerle, gerçek adalet ve eşitliğin, gerçek kardeşlik ve fedakarlığın yerinin İslam olduğu, hatta insana saygı ve sevginin ve daha ötesinin de yerinin yine İslam olduğunu vurgulamak istemiştir...”
    Tolstoy gibi evrensel bir kalemin İslâmî hakikatleri benimsemesi ve övmesi bu dinin mensupları olan bizleri fevkalâde sevindirmelidir.Çünkü Hıristiyan âleminin baş tacı ettiği Tolstoy, İslâm güneşinin Avrupa’da,Rusya’da veya daha geniş mânâda dünyada doğması için bir fırsat ve şanstır.Tolstoy, Hz.Muhammed(SAV) ile ilgili şu görüşlere yer veriyor eserinde:
    '' Muhammed her zaman Evangelizm'in (Hıristiyanlığın) üstüne çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah'tan başka ilahı yoktur ve Muhammed onun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur.''
    '' Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haç'a tapmaktan (Hıristiyanlıktan) mukayese edilemeyecek kadar yükseklikte duruyor. Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her bir insan, şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği, tek Allah'ı ve onun peygamberini kabul ederdi. ''
    “Kalbimizde Allah'ın nuru vardır, onun adı da vicdandır”
    “Müslümanlık Hıristiyanlık karşısında üstündür.”
    Tolstoy, 82 yaşında eşiyle yaşadığı geçimsizlik ve kavgalar yüzünden evini terk etti. 20 Kasım 1910’da Odesa-İstanbul üzerinden Bulgaristan’a gitmeye çalışırken zatürreeye yakalandı ve Astapova’da metruk bir tren garında hayata veda etti. Vasiyeti sebebiyle Yasnaya Polyana’daki çiftliğinin sessiz ve gölgeli bir yerine gömülmüştür.
    Tolstoy’un Resul-i Ekrem Efendimizle ve yüce dinimiz İslâmla ilgili birbirinden kıymetli görüşlerinin dünya kamuoyuyla paylaşılması gerekir.Bunu başarabilirsek üç yüz milyonluk Rus âlemi ve onun kat kat fevkinde olan Hıristiyan âlemi teslis inancının zehrinden kurtularak hakikatle yüzleşmiş olacaktır. Ama öncelikle bu kıymetli kitabı kendimiz alıcı bir gözle ve dikkatlice okumalıyız. Sonra da okutmalıyız.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:32

    ÖZGÜR YAŞAMAK! .. AMA NEREYE KADAR? ..
    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanlar belli gayeler için dünyaya gönderilmişlerdir. Dünyaya gelişimizi ve var oluşumuzu asla tesadüf olarak göremeyiz. Zaten kâinatta tesadüfe tesadüf etmek mümkün değildir.Her şey belli planlar ve amaçlar çerçevesinde cereyan etmektedir.
    Dünyamızın yaratılışı insan içindir.Bizler olmasaydık kâinat halk edilmezdi şüphesiz… İnsansız bir dünyanın ne mânâsı olabilir ki? ...Kâinat insan için yaratıldı. Peki insan niçin yaratıldı?
    İnsanın var oluşu yüksek gayeler içindir. Rabbimiz kullarını imtihan etmek ve bu imtihanı kazananları cennetle ödüllendirmek için dünyaya gönderdi.Yoksa Yunan filozofu Epikür’ün dediği gibi insan haz peşinde koşmak ve bu hissini tatmin etmek için dünyaya gelmemiştir.Freud da Epikür gibi düşünür. O bu konuda daha da ileri giderek bu zevklerin bastırılmasının insanları ruhî bunalımlara sürükleyeceğini iddia eder.
    Ne kadar sefilce bir zihniyet…..Hakk’ı ve hakikati göremeyenler, basiret gözü körelenler ne kadar da komik oluyorlar. Herkes tarafından otorite olarak görülen adı büyük, ufku dar bu insanlar, küfürde ısrarcı olunca mevcut şöhretlerine yalanın gölgesini düşürüyorlar.
    İnsan haz peşinde koşmak için yaratılmış! .......Öyle mi? ......İmamı şeytan olanların kıblesi nefis olur.
    Böyle bir fikrî altyapısı olan kişiler, bilim adamı olsa da acaba ne kadar inandırıcı ve güven verici olur? Varın bir düşünün…
    Bazı kendini bilmezlerden sık sık şu ifadeyi duyarız: 'Dünyaya bir kez geliyorum, canımın istediğini yapamayacaksam neden yaşayayım ki? ..' Onlar ölümü yokluk olarak gördükleri için dünyada yapılan her işin kendilerine kâr kaldığını zannederler.Batı’ da “hedonizm” diye ifade ediliyor haz almak için yaşamak…
    Sosyologlara göre Amerikan sinemasının dünyayı etkisi altına almasıyla birlikte, iyice yayılan ve kendine taraftar bulan 'hedonist' yaşam tarzı çalışmayan, üretmeyen sadece eğlenceye ve cinsel yaşama odaklanan bir bakış açısını esas alıyor. Zaten “hedonizm” kelime anlamıyla 'hazcılık, haz alma' mânâsına geliyor. Sosyal bilimcilere göre çağımızın mühim sosyal meselelerinden biri hedonizmdir.
    Cinsel yaşamda sınır tanımayanlar zamanla alkol ve uyuşturucu kullanmada da sınır tanımıyorlar. Hayatlarıyla kumar oynuyorlar.Kendilerine zarar verdikleri yetmiyormuş gibi çevrelerindeki kişileri de zehirliyorlar.Diskolar,barlar,gece kulüpleri vazgeçilmez mekânları oluyor.Körpe zihinleri de bu hayata alıştırarak şer halkasını genişletiyorlar.
    Hayatı eğlence olarak gören ve zevkten başka hiçbir dünya görüşü olmayan bu hasta ruhlar, parayı bütün değerlerin üstünde görüyorlar.Peki niçin? Çünkü öyle bir hayat için bol para gerekiyor da ondan…Bu hâl onları menfaatperest yapıyor.Zâhirde dinamik bir hayat yaşar gibi görünseler de gerçekte üretmiyorlar. Alınlarından ter akmıyor.Har vurup harman savuruyorlar. Genellikle zengin aile çocukları bu hayatın müdâvimleri…Çünkü bu hızlı tüketimi kısıtlı bütçeler kaldıramaz.
    Ölüm, hazcıların en büyük düşmanıdır.Çünkü ebedî hayata dair inançları ve ümitleri yoktur.Ölüm her şeyi alıp götüren bir kasırgadır onlar için…
    Bence en büyük felâket cinsel konularda haddi aşmaktır.İnsanın cinsel ihtiyaçları inkâr edilemez.Fakat bu ihtiyaçları meşru yoldan gidermek en doğru olanıdır.Bunun adı da evliliktir.Evlilik mümini iki cihan saadetine götüren huzur iklimidir.Hayatı haz alma olarak görenler evlenme ve çocuk sahibi olmayı hiç istemezler.Çünkü evlenerek tek eşe bağlanmak bu hayatın en büyük düşmanıdır! Bir de çocuk oldu mu, gerisini siz düşünün…
    Zevkçilik ve sınır tanımazlık her hususta felâkete götürür.Yeme-içme konusunda sınır tanımayanlar kısa zamanda şişmanlayarak pek çok hastalığa davetiye çıkarmaktadırlar. Hareket kabiliyetleri azalmaktadır.
    İnsanlar cinsellikte sınırları zorladıkça ve mahremiyeti yok saydıkça hayvanlara yaklaşmaktadırlar. Çünkü hayvanlarda utanma duygusu yoktur. Onlar için örtünme ve namus kavramları da söz konusu değildir.
    Freud’un zehirli balından şifa arayan hazcıların sonu hep hüsran olmuştur. Allah’a kul olmadıkları için manevî hayatlarını harap etmişlerdir. Geçici dünya zevkleri için ahretini satmışlardır. En mukaddes değerleri çıkarları olduğu için hayatları hile üzerine kurulmuştur. Hileleri ortaya çıkınca da yapayalnız kalmışlardır.
    Bugünü yaşadıkları için geleceğe hazırlıksız yakalanmışlardır. Ellerinde avuçlarında ne varsa eğlenceye yatırdıkları için yaşlanınca ele güne muhtaç olmuşlardır.Evliliği ve çocuk sahibi olmayı düşünmedikleri için de ömürlerinin son demlerini hüsranla geçirmişlerdir. Kendilerine bir bardak su verecek eş ve evlât bulamamışlardır. Genç ve zengin iken kendisine iltifatta sınır tanımayanlar, zor zamanda terk edip gitmişlerdir. Buna maddî ve manevî iflas denmez de ne denir? Allah böyle bir hayattan bizleri korusun.
    Hayatı anlamlı kılmak, zevklerimize teslim olmak değil, Allah’ın çizdiği meşru hayat dairesinde yaşayıp sorumlu bir fert olmakla mümkündür.Böyle yaşadıkça her iki dünyamızı da mamur etmiş olacağız.Zavallı Freud’un dediğinin aksine ruhî bunalım gayesiz yaşayanları sarıp sarmalayan,boğan ilâhî bir cezadır.Ne mutlu Allah’ın helâl dairesinde yaşayıp son nefeste emanetini sahibine teslim edenlere…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:31

    “ ÖLÜMDEN ŞİMDİ DAHA ÇOK KORKUYORUM”
    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk şiirinin üstatları birer birer aramızdan ayrılıyor.Bu durum Türk şiiri adına bir hayli endişelendiriyor bizi.Çünkü pınar baştan kuruyor.Yeni sesler ve yeni renkler geliyorsa da bunlar bir balon misali kısa zamanda sönüyor.Şiirimiz,o eski ihtişamlı günlerini mumla arıyor.Her işte olduğu gibi sanatta da arz ve talep dengesi söz konusudur.Talep olmayınca araz da olmuyor.Günümüz insanı,güzel sanatlara zaman ayırmayı gereksiz buluyor.Bu iş,bir avuç gönüllünün üstün gayretleriyle yürüyor.
    Geçtiğimiz yıllarda Türk şiiri bir büyük üstadını daha kaybetmişti. “Ölümden şimdi daha çok korkuyorum” diyen Mehmet Çınarlı,Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu.17 Ağustos depreminin ülkeyi sarstığı o yoğun günlerde öldüğü için pek gündeme gelmedi.Deprem şehitleriyle beraber aynı gün Kocatepe Camiî’nde kılınan cenaze namazı sonrasında defnedilmişti.Ama O, Ankara’da yaşıyordu.Yani depremde ölmemişti.
    Çınarlı,1925 senesinde Ermenek’te dünyaya gelmişti.Antalya Lisesi’nden mezun olduktan sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi.Okulunu bitirdikten sonra değişik müesseselerde başarılı görevlerde bulundu.Sekiz aylık bir Amerika macerası yaşadı.Ülkemizin en kritik kurumları olan Sayıştay’da ve Anayasa Mahkemesi’nde üyelik vazifesini ifa etti.Daha bunun gibi pek çok kurum ve kuruluşlarda çalıştıktan sonra 1990 yılında her şeyden elini eteğini çekerek emekli oldu.
    Çınarlı hem iyi bir hukukçu,hem iyi bir yazar,hem de iyi bir şâirdi.Bunun gibi daha pek çok meziyete sahipti.Yani bir elinde iki karpuz tutabilenlerdendi.İlk şiirlerini “Çınaraltı” ve “Doğu” isimli dergilerde yayınlamıştır.Onun ilk gözağrısı ve en büyük eseri,bir kısım arkadaşlarıyla birlikte çıkarmış olduğu “Hisar Dergisi” dir.1950’de Ankara’da yayın hayatına başlayan Hisar Dergisi,zamanla bir edebî mektep olmuştur.Bu derginin etrafında toplananlar,ortak görüşler etrafında birbirinden güzel ve orijinal eserler vücuda getirmişlerdir.Bu insanlar hiçbir siyasî görüşe itibar etmemişlerdir.Daha değişik bir ifadeyle,sanatı siyasallaştırmamışlardır.Sanatçının bağımsız olması gerektiğini savunmuşlardır.Sanatın millî olmasından yanaydılar.Yazdıkları eserlerde yaşayan dili kullanmışlardır.Hisar pek çok kez yayınını kesmek zorunda kalmışsa da uzun soluklu bir dergi olmuştur.Bugün bu dergi yayın hayatından çekilmiştir.
    Bir edebî ekolün zeminini teşkil eden Hisar Dergisi’nin kurucularının başında gelen Mehmet Çınarlı,şiirlerini daha çok aruz vezniyle yazmıştır.O eski Türk şiirini çok iyi biliyordu.Türkçe’ye uymadığı söylenen aruzu ustaca kullanmıştır.Aruz kusurlarına pek rastlanmaz şiirlerinde.Hem aruzla yazdığı şiirlerinde yaşayan Türkçe’yi kullanmıştır.Bu Hisarcılar’ın ilkelerinden biridir aynı zamanda.O da bir Hisarcı olarak bu kurala harfiyen uymuştur.Çok rahat bir söyleyişi vardır.Aruz vezninin rafa kaldırıldığı bir dönemde,bu ölçüye hayat veren şiirler yazması onun şiirde radikal bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir.Çınarlı’nın aruz ölçüsüyle alâkalı enteresan fikirleri vardır:
    “Şiirde ahengi,musikiyi zaruri görürüm.Bunu sağlamakta aruz vezni çok değerli bir vasıtadır.Bu vezne yöneltilen (Türkçe’nin bünyesine uymadığı,Arapça,Farsça kelimeler,terkiplerle yazmak zarureti doğurduğu ve rahatsız edici bir takırtı yarattığı gibi) suçlamaları,Mehmet Akif,Yahya Kemal ve onlardan sonra gelip aruzu iyi kullanan şâirler eserleriyle çürütmüş bulunmaktadır.
    Ancak,şunu belirtmeliyim ki bu vezin yeteri kadar ustalığı olmayan,şiir yazma kabiliyetine gerçekten sahip bulunmayan kimselerin eline düştüğü zaman çekilmez bir hâl alıyor,dayanılmaz bir sıkıntı veriyor.Ben aruz veznini huysuz bir ata benzetirim.Usta bir binici bu atla hedefine rahatlıkla ulaşabildiği hâlde,acemi bir binici atın daha ilk şahlanışında tepetaklak yuvarlanır yahut da dizginlere hakim olamayarak kendi istediği yere değil,at nereye götürürse,oraya gitmeye mecbur olur.”(Türk Edebiyatı Dergisi,Ekim 1983)
    Mehmet Çınarlı,Türk şiirinde belirgin bir iz bırakarak ebediyete göçtü.O,sanatta şahsiyeti ön planda tutuyordu.Günübirlik değişimler onu pek ilgilendirmezdi.Topluma ayna tutan bir insandı şüphesiz…Zaten şâirleri cemiyetten kopuk bir vaziyette tasavvur etmek muhâldir.Çünkü onlar da sonuçta insandır.Toplumun yaşadıkları,onları yakından ilgilendirir.Hatta eserlerinin altyapısını cemiyetin ahvali teşkil eder.Gerçi kendi dünyasına hapsolmuş,cemiyete sırt çevirmiş şâirler de mevcuttur.Fakat Çınarlı bunlardan değildi.O,millî değerleri yaşam tarzı olarak benimsemiş vefalı bir insandı.Onun şiirlerinde güzelliği ve çirkinliğiyle,toplumun gerçeklerini bulabilirsiniz.Her şâir gibi,insanların gidişatını o da beğenmez.Doğru bildiklerini söylemekten hiç sakınmaz.Hiciv onun şiirlerinde bambaşka bir hâl alır.Toplumun aksayan yönlerini eleştirirken,bazı şâirler gibi ağzını bozmaz.Ahlâkî ölçüler içerisinde kalmaya özen gösterir.Bununla beraber yanlışlara da asla rıza göstermez.Gün gelir beyitlere siner kızgınlığı:

    “Sustuk sabırla, her şeyi öğrettiler bize.
    Sevdikçe, nefret etmeyi öğrettiler bize.

    Bir silkinişte ülkeye peygamber oldular,
    Çektik, bütün günahları yüklettiler bize.

    Bin bir düzenle saygıyı, imanı öldürüp,
    İnkarı, kini, şüpheyi devrettiler bize.

    Kaynarken ortalıkta cehennem kazanları,
    Cennet, barış masalları dinlettiler bize.

    Bizsiz ayakta durmaya yetmezdi güçleri,
    Her gün bizimle güçlenerek, yettiler bize.”(Gerçek Hayali Aştı)

    Çınarlı’nın şiirlerine bakınca,şiirde şekle,mânâya ve ahenge ehemmiyet verdiğini görürüz.Sanıldığı kadar çok miktarda şiir yazmamıştır.Kemiyetten ziyade,keyfiyete değer vermiştir.Daima şiirsel kaliteyi ön planda tutmuştur.Şiirlerini bir sarraf titizliğiyle işlemiştir.Bir çırpıda şiir yazmaktan kaçınmıştır.Her hususta ifrat ve tefritten sakınmıştır.Şiir kitapları Güneş Rengi Kadehlerle(1958) ,Gerçek Hayali Aştı(1969) ,Bir Yeni Dünya Kurmuşum(1974) ’dur.1943 yılından 1983 yılına kadar kırk yıl boyunca yazmış olduğu şiirleri “Zaman Perdesi” isimli kitapta bir araya getirmiştir.Bunların yanında deneme,edebî hatıra ve gezi notlarını içine alan Halkımız ve Sanatımız(1970) ,Söylemek Yaraşır(1978) ,Sanatçı Dostlarım(1979) ,Hatıraların Işığında(1986) ,Aynı Yolda(1987) ,Mısralarda Gezinti(1991) adlı kitapları da vardır.
    Şâir Çınarlı,Mısralarda Gezinti adlı eserinin “Ölüm” bahsinde,19 yaşında geçirdiği bir hastalıktan bahsediyor.O zaman ölümden kıl payı kurtulmuştur.Yaşamla ölüm arasında gidip gelmiştir.Bu trajik hikâyeyi anlattıktan sonra şöyle devam ediyor:
    “O zaman(19 yaşında) ölseydim,ne kitaplarım olacaktı,ne şâir dostlarım,ne de birlikte çıkardığımız Hisar Dergisi! ..Ne çeşitli alanlarda kazandığım başarılar,ne aşkı tadabilecek,ne de çocuk ve torun sahibi olacaktım! Bunları gösteren ve bu günlere ulaştıran Tanrıma şükürler olsun.Yurdumuz insanlarının ortalama ömrü kadar yaşamış,bir şeyler yapmış oldum.Ama,itiraf edeyim ki,ölümden şimdi daha çok korkuyorum.Belki,içimde 19 yaşın güveni ve cesareti kalmadığından; belki de,nasıl olsa ulaşılacak olan bir sonun yaklaştığını hissetmiş bulunmaktan.”(Mısralarda Gezinti,s.63)
    Merhum Çınarlı,bir şiirinin bir mısrasında “Bilmem benden ne kalacak geriye? ” diye soruyordu.Ondan geriye şiirleri,denemeleri,hatıraları kaldı.Bıraktığı bu kıymetli eserler,onun bedenen olmasa da ruhen ve fikren aramızda yaşamasını sağlayacaktır.Gençlerimiz onun sanat eserlerinden istifade ederek,bu sanat ve edebiyat halkasına yeni eserler ilâve edeceklerdir.Ölümsüzlük,arkamızda hatırı sayılır eserler bırakmakla mümkündür.Mekânın cennet olsun Çınarlı…Seni hiç unutmayacağız.Eserlerini okuyarak hatıranı tazim edeceğiz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:31

    O SENİ BIRAKMADAN SEN ONU BIRAK! ...
    M.NİHAT MALKOÇ

    Sigaranın zararlarını bilmeyenimiz yoktur. İnsanda bağımlılık yaratan bu madde belli bir zamandan sonra elimizi ayağımızı bağlıyor. O noktaya gelmeden evvel bu kelepçeden kurtulup ruhumuzu ve bedenimizi azat etmenin yolunu aramalıyız.
    Sigaranın içindeki etkin maddelerin başında gelen “nikotin” bağımlılık yaratmaktadır. Onun için bir kere bile denemeye kalkışılmamalıdır. Bir, iki, üç derken bir de bakmışsınız ki tiryaki olmuşsunuz. Bunun şakası yoktur. Aşağıdaki bilgiler, ABD Gıda ve İlaç İdaresi'nin sigara içme ve bağımlılık üzerine düzenlediği 1995 yılı raporunun sonuçlarıdır:
    Sigara içenlerin %87'si her gün sigara içiyor.
    Sigara içenlerin neredeyse üçte ikisi ilk sigaralarını uyandıktan sonra yarım saat içinde içiyor.
    Günde 20 ya da daha fazla sigara içenlerin %84,3'ü içtikleri sigaranın sayısını azaltma konusunda başarısız girişimlerde bulunmuşlardır.
    Sigara içenlerin %70'i sigarayı tamamen bırakmayı istediklerini söylediler.
    Günde 26 sigaradan fazla içen sigara tüketicilerinin % 83-87'si bağımlı olduklarına inanıyorlar.
    Akciğer kanseri yüzünden ameliyat geçiren sigara tüketicilerinin neredeyse yarısı sigara içmeye yeniden başlıyor.
    Gırtlakları alınan sigara tüketicilerinin % 40'ı, bunun sonrasında bile, yeniden sigara içmeyi deniyor.
    Sigara her yönüyle vücudun düşmanıdır. Sigara denen zehirli madde hayatımızı felç ediyor. Tıp otoritelerinin belirttiğine göre sigara içen kişilerde akciğer kanseri, kalp hastalıkları, anfizem ve diğer ciddi hastalıklar görülüyor. Sigara kullanıcılarında akciğer kanseri riski, sigara kullanmayanlara göre çok daha yüksektir.
    Şunu açık seçik belirtmeliyiz ki zararsız sigara yoktur. İster “light” olsun, ister “medium” veya “mild” sıfatlarını taşısın hepsi zararlıdır. Bu sıfatlara sığınıp sigarayı sevimli göstermek isteyenlere kanmak saflıktan öte nedir ki? ...
    Yapılan istatistiklere göre her yıl dünyada üç milyon dolayında kişi sigaraya bağlı rahatsızlıklardan dolayı ölüyor. Bu da her on saniyede bir kişinin sigaraya kurban gitmesi anlamına geliyor. İçilen her sigara ömürden beş buçuk dakika çalıyor.
    Son yıllarda kadınlarımız da sigara tiryakisi olup çıktı. Eskiden özellikle kırsal kesimlerde kadınların sigara içmesi ayıp sayılırdı. Oysa günümüzde sigara içen kadınların sayısı hiç de azımsanacak bir boyutta değildir. Bunun en büyük sebebi stres ve iş hayatının olumsuz etkileridir. Fakat yapılan araştırmalarda sigara içen kadınları çok büyük sağlık problemlerinin beklediği ortaya konulmaktadır. Özellikle hamilelik döneminde içilen sigaranın, bebeğin sağlığı ve normal gelişimi için önemli bir risk teşkil ettiği konusunda tıp otoriteleri hemfikirdir. Bununla ilgili olarak hamile kadınlarımızı ve dünyaya gelmeyi bekleyen bebeklerini şu olumsuzluklar tehdit ediyor:
    Sigara içen kadınlarda, gebeliğin gecikmesi, kısırlık, hamilelik komplikasyonları, prematüre doğum, düşük ve ölü doğum riski daha fazladır. Hamileliği sırasında sigara içen kadınların doğurduğu bebekler, sigara içmeyenlerin doğurduklarıyla karşılaştırıldığında, daha düşük bir ortalama doğum ağırlığına sahiptir. Hamileliği sırasında sigara içen kadınların bebekleri arasında ani çocuk ölümü sendromu riski yüksektir. Hamilelik öncesinde ya da sırasında sigarayı bırakan kadınlarda bu tür olumsuz üreme sonuçlarının ortaya çıkma riski azalmaktadır. Sigara içmek, hamile kadınların bebeklerini, zayıf akciğer gelişimi, astım ve solunum yolu enfeksiyonları riskiyle de karşı karşıya bırakabilir.
    ABD’de sigara paketleri ve reklamlarında yer alan sigara uyarılarından biri şudur(Sağlık Bakanlığı’nın Uyarısı) : “Sigarayı şimdi bırakmanız, sağlığınız için ciddi riskleri büyük ölçüde azaltır.” Gerçi Türkiye’de de sigara paketlerinin üzerine “Sigara sağlığa zararlıdır” ibaresi yazmaktadır. Fakat bu etkili ve caydırıcı olmaktan uzaktır. Bu uyarı, incecik harflerle yazılarak adeta tiryakilerin gözünden kaçırılmaktadır. Son yıllarda bazı yabancı marka sigaraların içinde sigaranın zararlarını anlatan uyarıcı ve bilgilendirici bilgileri içeren yazılar bulunmaktadır. Bunu güzel bir gelişme olarak görüyorum. Çünkü bu yazıyı okuyanlardan bir kişi bile sigarayı bıraksa, bu ülkemiz ve insanlık için kârdır. Fakat bu uygulama yerli markalar tarafından da yaygınlaştırılmalıdır.
    Aslında her şey insanın kendi içinde, öz belleğinde olup bitmektedir. Kişi kendini düşünmedikten sonra başkaları ona ne kadar yardımcı olabilir. Epey zamandan beri sigara satışlarıyla ilgili kanunî bir uygulama yürütülmektedir. 18 yaşından küçüklere sigara satılmasının yasaklanmasından söz ediyorum. Bu güzel bir karar şüphesiz…Fakat ne kadar uygulandığı konusuna gelince bu hususta olumlu şeyler söylemek pek mümkün değildir.Satıcı, dükkanın kapısına kadar gelen müşteriyi, yaşı küçük olduğu için sigara vermeden göndermez. Bu anlayışta ve incelikte insan bulmak pek güçtür. Demek ki her şey kanun ve yönetmelikle olmuyor. En büyük ve etkili polis kişinin vicdanıdır. Vicdanın devre dışı kaldığı yerde polisiye önlemler fazla tesirli olamaz.
    Kamu sağlığı yetkilileri, pasif içimin sigara içmeyen yetişkinlerde, akciğer kanseri ve kalp hastalıkları dahil olmak üzere hastalıklara sebep olduğunu, çocuklarda ise astım, solunum enfeksiyonları, öksürük, hırıltı, orta kulak iltihabı ve ani bebek ölümü sendromu gibi hastalıklara yol açacak koşulları oluşturduğunu bildirmişlerdir. Ayrıca, kamu sağlığı yetkilileri pasif içimin yetişkinlerde astımı kötüleştirdiği ve göz, boğaz ve burun tahrişine sebep olduğu sonucuna varmışlardır. Çevreye yayılan sigara dumanı olarak da bilinen pasif içim, sigaranın yanan ucundan çıkan dumanla, sigara içen kişinin nefes verirken çıkardığı dumanın birleşimidir.
    Bu arada pasif içicilikten yana şikâyetlerim de var. Son zamanlarda pek çok kanunî önlem alınsa da bazı sorumsuz tiryakiler kendi sağlıklarını düşünmedikleri gibi çevrelerindeki insanların sağlığını da riske atmaktadırlar. Kalabalık mekânlarda sigara içerek halkın sağlığını tehlikeye düşüren bu insanlara karşı alınacak bir önlem de yoktur. Çünkü bu tamamen nezaket ve sorumluluk duygusuyla alâkalı bir meseledir.
    Son olarak şunu söylemek istiyorum: Anneler ve babalar, çocuklarınızı sigaradan uzak tutun. Onların yanında sigara içmeyin. Sigara içen kişilerle olan arkadaşlıklarını kontrol altına alın. Son pişmanlık fayda etmez. Tiryakiler sigarayı bırakamıyor. Öyle ise en geçerli çözüm sigaraya sempati duyanlara karşı tiryakiliğe varmadan önlem almaktır.Allah sigara içenleri bu zararlı müptelâdan, onların çevresinde yaşayanları da sigara içenlerin şerrinden korusun.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:30

    NECİP FAZIL’DAN GENÇLİĞE SESLENİŞ
    M.NİHAT MALKOÇ

    Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en önemli isimlerinin başında gelen Üstat Necip Fazıl Kısakürek ömrü boyunca fikir çilesi çekmiş, bu uğurda hapishane koğuşlarında özgürlüğe kavuşmak için gün saymıştır. O hiçbir maddî sebep için bu zorluklara göğüs germemiştir. Ailece iyi bir gelire ve hayat standardına sahiptiler. Bu rahat ortamı terk edip ömrünün en güzel günlerini dört duvar arasında geçirmek mecburiyetinde kalmıştır.
    Peki neydi onu buz gibi hücrelerde hayat geçirmeye zorlayan? .... İnsan gibi yaşamak ve gençlere özgür bir hayat ortamı sağlamak….. Kişisel bir kaygısı yoktu asla.Ne yaptıysa hak ve hakikate hizmet için yaptı. Yarınlarımızın teminatı olan gençlerin millî ve dinî değerlerine bağlı, haysiyetli ve şerefli bir hayat sürmeleri için mücadele etti. Vicdanları aşıp sokaklara kadar taşan kültürel kirliliği bertaraf etmek için bedenini siper etti. Kaza ve kaderin Allah’tan geldiğine gönülden inandığı için kalbini kin bürümüş salyalı azgınların öfke ve tehditlerine kulak asmadı. Doğru bildiği yolda alnı ak, başı dik bir vaziyette yürüdü.
    Onun özlemi hak ve hakikat davasını ömrünün ahirinde temiz ve vicdan sahibi bir gençliğe teslim edip huzur içinde sonsuz âleme yol almaktı. Görmek istediği nesil her yönüyle kendini yetiştirmiş,ilmiyle amil,doğru sözlü, imanlı, gayretli ve davasının şuurunda bir gençlikti. Hasretini duyduğu gençliğin hususiyetlerini “Gençliğe Hitabe” adlı nutkunda kamuoyuyla paylaşmıştır. Bu kıymetli yazıyı öneminden dolayı dikkatinize sunmak istiyorum:
    “Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik...”Zaman bendedir ve mekân bana emanettir! ” şuurunda bir gençlik...Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını Allah’ın, Kur'ân'ında 'belhüm adal' dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türkü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören... Bu devreleri, yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik...Gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün 'dikey'leri 'yatay' hale getirecek bir nida kopararak “Mukaddes emaneti ne yaptınız? ” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...
    Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün dâvacısı bir gençlik...Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında 'Hakimiyet Hakkındır' düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakk’a kölelikte bulan bir gençlik...Emekçiye 'Benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın! '; Kapitaliste ise 'Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın! ' ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebette bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...
    Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan ve bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığını, Türk'ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezhep, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâm’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek bir gençlik...
    “Kim var? ” diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan fert fert 'Ben varım! ' cevabını verici, her ferdi 'Benim olmadığım yerde kimse yoktur! ' duygusuna sahip bir dâva ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette strateji ve taktik sahibi bir gençlik...
    Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin bir gençlik...
    Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, çıkartma kâğıdı şehri, müzahrefat kanalı sokağı, fuhş albümü gazetesi, şaşkına dönmüş ailesi ve daha nesi ve nesi, hâsılı, güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine, telkin ve temmişesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, tek başına onlara karşı durabilecek destanlık bir meydan savaşı içinde ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik...
    Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiçbirini beğenmeyen, onlara 'Siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek Müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başınıza gelmezdi! ' diyecek ve gerçek Müslümanlığın “ne idüğünü ve nasılını” gösterecek bir gençlik...
    Tek cümleyle, Allah’ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin alemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, O'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, sarınak tanımayacak ve O'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye lâyık görecek bir gençlik...
    Bu gençliği karşımda görüyorum. Maya tutması için otuz küsur yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamd etme makamındayım.Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim manevî babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymandır!
    Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
    Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es! ..”
    Türk şiirinin son zirvesi olarak kabul edilen Necip Fazıl Kısakürek, bu hitabetinde ileri sürdüğü özellikleri öncelikle kendisi yaşamıştır. Bu konuda bizzat yeni nesle örnek olmuştur. Onun üstün ve kararlı kişiliğini gören gençler, kendisinden aldığı güç ve ilhamla hak ve hakikat davasına dört elle sarılmışlardır. Bugün bu neslin bütün zorluklara ve engellemelere rağmen misyonunu büyük bir azim ve gayretle sürdürdüğünü görmek bizleri fazlasıyla mutlu ediyor. Demek ki Üstat Necip Fazıl vaktiyle yeni neslin mayasını tam dozunda atmıştır. Bu güzide nesil kıyamete dek davasının şanlı sancağını her türlü şartta ve ortamda yere düşürmeden en yüksekte dalgalandıracaktır. Buna dair inancımız ve ümidimiz sonsuzdur.
    E-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:30

    NAZIM HİKMET VE AĞA CAMİÎ
    M.NİHAT MALKOÇ

    Hangi inançtan olursa olsun mabetler ruh açlığını gideren kutsal mekânlardır. Garpta kiliseler neyse şarkta da camiler o konumdadır. Bu gibi yapılar umumun malıdır. Buralarda kamuoyunun ruh cephesinin nabzı atar.
    Ülkemizde vaktiyle pek çok sosyal müessese gibi camilerimiz de sosyal çalkantılardan nasibini almıştır. Özellikle ülkemizin düşman işgali altında inim inim inlediği yıllarda cami ve mescitler en hüzünlü tabloyu teşkil etmiştir. Ezanlar adeta buz tutmuş minarelerde…
    Sadece savaş zamanlarında mı? Hayır…Değişik iktidarlar döneminde de camiler siyasetin keskin çarkları arasında ezilip kanamıştır. Zaman gelmiş ezanlar Türkçe okunmuş, zaman gelmiş camiler kapatılmış, depo yapılmış, hatta ahır olarak bile kullanıldığı olmuştur. Bu vicdan sahibi müminleri üzmüş, ruhlarını yaralamıştır.
    Bilindiği gibi İstanbul’da Beyoğlu ilçesinde İstiklâl Caddesi’nin Taksim girişi civarında Ağa Camiî namıyla bir ibadethane mevcuttur. Bu, hayli kalabalık nüfusa sahip o bölgede bulunan küçük, şirin ve yalnız bir camidir.
    Hicri 1007, Milâdi 1598/l599 yılında Galatasarayı Ağası Şeyhül Harem Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmıştır. Caminin inşa tarihi Hicri 1005, Milâdi 1596'dır. Kare planlı kesme taş binanın kenarları taraklı mozaikle çevrelenmiştir. Tek şerefeli minarenin külahı, ahşap üzerine kurşun kaplıdır. Bina ve son cemaat yeri ahşap çatılıdır.
    Kubbeli olarak yaptırılan Ağa Camii, 19. yüzyılda İkinci Mahmut (1808-1839) tarafından bakıma alınmış, aynı dönemde yangın geçirdikten sonra da neredeyse tümden onarılmıştır. Ağa Camii'nin Şadırvanı, Mimar Sinan’ın eseridir.
    Edebiyatımızı sosyal hayattan ayrı düşünmek mümkün değildir. Özellikle dinî hayatımız edebiyata yansımıştır. Camiler, mescitler ve her türlü ibadethanelerin edebiyatımızda apayrı bir yeri ve önemi vardır. Yahya Kemal’in yazdığı “Süleymaniye'de Bayram Sabahı” şiiri, Mehmet Akif’in “Fatih Kürsüsü’nde adlı manzumesi, Rıza Tevfik’in “Harap Mabet” adlı eseri buna örnektir.
    Bunların yanında meşhur sosyalist şâir Nazım Hikmet Ran’ın “Ağa Camiî” adlı enteresan bir şiiri vardır. Mensup olduğu inanç itibariyle bize ilginç gelen bu şiirde Ağa Camiî’nin mahzun duruşu onu derinden etkilemiştir. Çünkü etrafta kiliseler bütün ihtişamıyla arz-ı endam ederken Ağa Camiî boynu bükük bir hâlde kaderine terkedilmiştir. Bu manzara dinî bütün olmayan Nazım Hikmet’i de etkilemiş ki bundan esinlenerek şu duygulu şiiri yazmıştır:
    “Havsalam almıyordu bu hazin hali önce
    Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce
    Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;
    Allah’ımın ismini daha çok candan andım.
    Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
    Böyle sokaklarda ki, anası can verirken,
    Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var...
    Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar,
    En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,
    Üstünde orospular yükseltiyor sesini.
    Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor,
    Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor.
    Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,
    Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu
    Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
    Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!
    Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster
    Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer
    Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,
    Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla! ”
    Gerçekten çok güzel ve derin mânâlar taşıyan bu şiir, Ağa Camiî’nin İstiklâl Caddesi üzerindeki yalnızlığını ve kendi içinden çıkan nesle yabancılığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Bu şiir aslında Nazım Hikmet’in hece tarzında, ölçülü ve kafiyeli mükemmel şiirler yazabileceğinin en büyük delili olarak kabul edilebilir. Fakat o sosyalizm bataklığına saplanarak hem şiirini, hem de iç dünyasını boşaltarak ziyan etmiştir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:30

    “MOR TAKA” YA SAHİP ÇIKMAK…
    M.NİHAT MALKOÇ

    Trabzon’un bir kültür ve sanat şehri olduğunu söyler dururuz yıllardan beri… Bunu bir övünme vesilesi olarak kullanır, içten içe gururlanırız. Bir insanın kendi yöresel değer ve birikimleriyle gururlanması onun en tabiî hakkıdır. Bu takdire şayan bir davranıştır aynı zamanda. Fakat bu değerleri sahiplenmek lâfla olmuyor. Hamasî sözlerle hedefe varılmıyor. Yöresel kültürümüzü gündeme taşıyan şahsiyetlere yardımcı olmayı bir sorumluluk bilincinin yansıması olarak algılamalıyız.
    Önümde şiir ve kent kültürü dergisi olarak kültür piyasasına sunulan “Mor Taka” duruyor. Taka deyince yanlış anlamasın dostlarım… Bu öyle zannettiğiniz gibi belden aşağı mizah dergisi değil… Belden yukarı olanlardan da değil… Bu bir kültür dergisi… Kaptanlığını da kıymetli hemşehrimiz, içimizden bir olan Yaşar Bedri Özdemir yapıyor.
    Yaşar Bedri Özdemir, kendisi istemese de şöhreti ülke geneline yayılmış münzevî bir şâir ve gönül adamı… Sanat coşkusunu hiç yitirmeyen, resimle şiiri bütünleştiren, iç dünyasında fırtınalar koptuğu hâlde müşfik bir liman gibi görünen Yaşar Bedri, modern şiirin gelenekten beslenen nurlu oluğudur.
    Türkiye’de bağımsız sanat dergiciliğinin akıbetini çok iyi bilen Yaşar Bedri Özdemir, Mor Taka’nın künyesinde, dergisiyle ilgili olarak şu enteresan ifadeyi kullanıyor: “Rüzgâr muhalif olmazsa mevsimde bir demir alır.”
    Mor Taka 2005 güzünde üçüncü seferine çıkmış… Derginin ana konuları “Şiirde İktidar Etiği”, “Trabzon Dosyası” adlarıyla sunulmuş okuyuculara… Bu sayıda kimler yok ki! ... Ahmet Oktay, Nurettin Durman, Mustafa Özçelik şiirleriyle; Doğan Hızlan, Hilmi Yavuz, Rasim Özdenören, Sadık Yalsızuçanlar soruşturma kapsamında ileri sürdüğü görüşleriyle okuyucularla buluşuyor.
    Yaşar Bedri, dergide Trabzon Dosyası’nı açmasının gerekçesini şehrin tarihî bir yapıya sahip oluşuna ve kültürel zenginliğine bağlıyorsa da kendisinin Trabzonlu olmasının daha ağırlık teşkil eden bir sebep olduğuna inanıyorum. Dergide Trabzon’a dair şu değerlendirmeyi yapıyor Yaşar Bedri:
    “Trabzon, sosyal ve kültürel platformda Anadolu'nun bir çok ilklerine de ev sahipliği yapmıştır. Coğrafi konumu itibarıyla ipek yolunu Bahrisiyah'a bağlayan tek kapıdır. Tarihsel süreçte; Miletler, Persler, Romalılar, Bizanslılar ve Komnenos'ların egemenliği altında kalmış, 1461 yılında Sultan Mehmet'in fethiyle Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Şehzade Kanuni'nin doğup büyüdüğü, Yavuz'un valilik yaptığı kentte; Roma, Bizans ve Osmanlı döneminden günümüze ulaşan pek çok tarihsel anıt orijinalliğini korumaktadır. Evliya Çelebi, Seyahatname'sinde (1640) kenti şöyle anlatır:
    'Trabzon'lular temiz giyimli, okumuş, bilgili kimselerdir. Şiir yazan, gazel söyleyen, Farsça bilen nice şairleri vardır. Ortahisar'da seksen dükkanlık “Küçük Pazar” denen bir çarşısı vardır ki, burada her türlü esnaf bulunur.' 'Mekanların poetik öyküsü' birey olma bilincinin de öyküsüdür aynı zamanda. Trabzon, Anadolu'da matbaacılık ve mevkute basımında ilklerin kentidir. 1865'te 'Trabzon Vilâyet Matbaası' kurulur, Anadolu'da ilk gazetelerden Envar-ı Şarkiye, 1867'de yayımlanır. 'Salname-i Vilayet-i Trabzon', adıyla 1869'da ilk salname, aynı yıl 'Trabzon' resmi gazetesi basılır. (Matbaa 1916 yılında Rus işgaliyle kapanır) Eyübzade Osman Nuri'nin 1901'de kurduğu 'İkbal Matbaası'nda; Feyz, İkbal, Hekim, Güzel Pulathane gibi gazeteler; Envar-ı Vicdan, Tilki, Genç Fikirler, İlk Adım, Yeni Terbiye, Trabzon Muallimler Birliği mecmuaları basılır. Naci Bey, Meşveret Matbaasında 1907 yılında 'Trabzon'da Meşveret' gazetesini ve 1909'da 'Kehkeşan' (Anadolu basınında ilk dergi) çıkarır. Yine bu zaman diliminde, değişik matbaalarda birçok dergi ve gazete yayımlanır.7.yy.da iki tiyatrosunun olduğu, Cumhuriyetin ilk yıllarında spor kulüplerinin tiyatro yaptığı, elektrik gelmeden jeneratörle çalışan sinemasının gösterimde olduğunu düşünürsek şehrin kültür haritasını daha iyi çıkarmış oluruz.”
    Yaşar Bedri Özdemir, Mor Taka’nın dördüncü seferi içiniz okuyuculara randevu vererek şu serzenişlerde bulunuyor:
    “Gelecek sayımız, sözcüğü derginin sürdürümü için zorunluluk oluşturuyor… Masaüstü çalışmalarından, derginin pullanıp gönderilmesine kadar olan süreçte, bütün hamaliyenin bir kişinin omuzlarında olmasının getirdiği aksamaları aşmakta yetersiz kaldığımın farkındayım.
    Bilindiği gibi amatör bir tasarımdır Mor Taka. Zaten profesyonelce yapılan her işin bir zaman sonra ruhu boşaltılmaktadır. Tek başıma sürdürdüğüm bu yolculukta; sadece kusurların arandığı bir arenada seçicilik zaaflarını en aza indirmeye çalışıyorum. Kimse zaten kimse bile değilken, Mor Taka'ya yapılan haksızlıkları görmezden gelmeye çalışıyorum! ..Geçelim…Gelecek sayımızda iki önemli dosyamız var: Aklın iktidarı olan tekno-kültürün egemen olmaya çalıştığı platformda, somut-soyut şiirin ne’liğini, elektronik(sanal) şiirin olanaklarını konuşacağız.
    Anlamı ya da plâstiği önceleyen şiirin yanı sıra, internet sitelerinde çoğalarak; şairaneliğin, çalakalemin, sıradanlığın estetik zafiyetini ayrımsayamayan sanal damarın da masaya yatırılması gerektiğine inanıyorum. 2005'in şiir seçkisini vermeyi tasarlıyordum. 2004 yılında yaptığımız seçki bir çok şairi memnun etmediği gibi bizi de çok üzdü. Seçkiye giremeyen şairlerin bir çoğu kılıçlarını hâlâ kınlarına sokmadı. Bu yıl; değişik kalemlerden 2005 yılının şiirini değerlendireceğiz. Mor Taka'mız deniz-deryada… Yelkenimize başka bir limana ulaştıracak kadar rüzgâr koyduk gene.Başka bir limanda, Kış-Bahar sayımızda buluşmak dileğiyle.”
    Yeni sayısındaki konu gerçekten de mühim…İnternet şâirliği, üzerinde konuşulmaya değer bir konu… Bu şiirimiz için zenginleşerek gelişme süreci mi yoksa bir yozlaşma emaresi mi? Bu konuyu masaya yatırmak gerek… Onun için Mor Taka’nın yeni sayısını heyecanla bekliyorum.
    Taşrada böylesine dolu ve kaliteli bir dergi çıkarılabileceğini söyleseler inanmazdım. Fakat bizzat görünce, azmin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağı hakikatinin bir kez daha güncelliğini muhafaza ettiğine olan kanaatim pekişti.
    Yaşar Bedri taşrada da güzel dergi çıkarılabileceğini ispatladı; bu zorluğu başardı. Bundan sonrası, kaliteli dergi bulup okuyamadığından yakınan sözüm ona aydınlara düşüyor. Bu aydınlar bir de Trabzonlu olunca üzerlerindeki sorumluluk katmerleşerek artıyor.Üstad Yaşar Bedri Özdemir’i kutluyor, Mor Taka’nın uzun soluklu olmasını diliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:29

    MİLLÎ EKONOMİ MODELİ
    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanların yaşayabilmek için üretme, ürettiklerini bölüşme biçimlerinin ve bu faaliyetlerden doğan ilişkilerin bütününe “iktisat” veya yaygın kullanımıyla “ekonomi” diyoruz. Ekonomi her ülkenin bel kemiğidir. Diğer bütün müesseseler ekonomi temeli üzerine oturur. Temel ne kadar sağlam olursa üzerine bina edilecek katlar da o derece sağlam ve güvenli olur. Onun için gelişmiş dünya ülkeleri ekonomiye çok değer vermişler ve bütün planlamalarını sağlıklı ekonomiye dayandırmanın gayreti içerisinde olmuşlardır.
    Son aylarda her yerde “Millî Ekonomi Modeli” diye bir kuramdan bahsediliyor. Kuram diyorum çünkü bu model henüz tasarı aşamasında…Yani henüz test edilmedi. Bu modelin fikir babası BTP Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş… Kendisi hemşehrimiz olur aynı zamanda…Trabzonludur yani…Ekonomik atılım için yapılması gerekenleri anlatan “Millî Ekonomi Modeli” adında bir de kitap yazmış…. Kapsamlı bir eser bu…Yani öyle bir oturuşta yazılan kitaplardan değil. Belli ki büyük emekler verilmiş eserin vücuda getirilmesi için…
    Şahsen ekonomiyle fazla ilgim olmadığı için önceleri kitabın yankılarını dikkate almıyordum. Fakat eser geniş kitleler tarafından konuşulup tartışılınca dikkatimi çekti ister istemez. Eseri inceledim ve de çok ilgi çekici buldum. Üstelik benim gibi ekonomiyi pazar alışverişlerinden ibaret gören, ekonomi dağarcığı vasat kişiler de çok şey öğrenebiliyor bu eserden. Yani kitap, okuyucusunu ekonomik terimlere boğmuyor. Hem bilimsel, hem halka yönelik… Eserin başında Millî Ekonomi Modeli şöyle tanımlanıyor:
    “Milli Ekonomi Modeli, insanın sınırlı ihtiyaçlarının sınırsız kaynaklardan karşılanması ilmi; ve yine ülkelerin gerektiğinde her türlü mal ve hizmeti üretebilme gücüne sahip olmasının yanı sıra iç ve dış harcamalarını borçlanmadan temin edebilmesinin formülüdür. Bu yönüyle Milli Ekonomi Modeli, ülkelerin ve milletlerin kalkınmasının ve ekonomik bağımsızlığının tek yoludur.”
    Millî Ekonomi Modeli sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklarla sağlanmasının reçetesini sunuyor insanlığa. Daha doğrusu ihtiyaçların sınırlı, kaynakların sınırsız olduğu tezini ileri sürüyor. Bu anlayış yeni bir bakış açısının ifadesidir. Bu yönüyle de incelenmeye değerdir. Peki Milli Ekonomi Modeli’nde insan faktörü nasıl ele alınmaktadır? Bunu da kitaptan aldığım bir bölümle dikkatinize sunmak istiyorum:
    “Tezimize göre; kaynakların, insanların ihtiyaçlarına yetmeyeceği yönündeki iddia yanlıştır. Tam tersine insanoğlunun her bir ihtiyacı için, uzayda ve dünyada, “hem sınırsız, hem de sürekli yenilenen” binlerce kaynak mevcuttur. Buna karşılık sınırlı olan ise insanın ihtiyaçlarıdır.
    Söz konusu insan olduğunda, şayet bir sınırsızlıktan bahsedilecek ise bu “onun ihtirasları”dır. Yoksa insanın yemek, içmek, ısınmak, giyinmek, barınmak vb. çok karmaşık olmayan sınırlı ihtiyaç kalıpları varken, bu ihtiyaçlarını karşılamak üzere yüzlerce hatta binlerce kaynak saymak mümkündür.”
    Haydar Baş Hoca, milletin belini büken, halkın adeta korkulu rüyası olan vergi yüküne de ayrı bir yorum ve çözüm getiriyor. Devletin nerdeyse tek gelir kaynağı olan vergilerin alternatif gelir kaynaklarıyla tek kaynak olmaktan çıkarılmasının formülünü sunuyor insanlara. Bu hususta şu alternatif gelir kalemlerini sıralıyor:
    “Milli Ekonomi Modeli’nde vergi konusu da çok farklı olarak ele alınmaktadır. Kapitalist anlayışta devletin tek gelir kaynağı vergilerdir. Oysa modelimizde devletin gelir kaynakları şu kalemlere ayrılır:
    Birincisi, vergi gelirleridir.
    İkincisi, devletin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını devlet-millet ortaklığı ile işletmesiyle elde ettiği gelirlerdir. Tekrar hatırlatmakta yarar görüyorum; Türkiye’mizin henüz işlenmemiş yeraltı kaynaklarının değeri, yaklaşık 3 katrilyon dolardır.”
    Türkiye’nin çıkmazlarının önünün açılması için alternatif görüşler ileri süren ve mevcut iktisat teorilerinin iflas ettiğini iddia eden Haydar Baş Hoca, Millî Ekonomi Modelinin tek çıkar yol olduğunu savunarak eserini şu görüşlerle bitiriyor:
    “Milli Ekonomi Modeli bir “milli devletin olmazsa olmazı”dır. Ve küreselleşmenin tek panzehiridir. Yıllarca “bize ait olmayan kültürlerin mahsulü” olan ekonomi politikalarının uygulanması, bizi içinde bulunduğumuz noktaya taşımıştır.
    Kalkınamayan, kalkınmak için çırpındıkça global bataklıkta dibe vuran topluluklara müjdeler olsun! .. Milli Ekonomi Modeli ile Ulusal Sosyal Devlet projesini ortaya atan, zayıf devleti değil, her işte halkı ile eşit şartlarda el ele güçlü bir devleti, yani “baba devlet”i tanıtan ve takdim eden bu tez kurtuluşunuza kaynak olacaktır.
    Şunu asla unutmayınız; bu model ekonomide bir alternatif model değildir. Dünyada diğer iktisadi görüşlerin devri bitmiş, Milli Ekonomi Modelinin devri başlamıştır. Aziz milletimize ve bütün insanlığa hayırlı olsun.”
    Bu kitapta ve ekonomik modelde ileri sürülenler henüz fikir aşamasında. Yani kuramdan öteye gitmiyor. Mühim olan modelin uygulanmasıdır. Uygulamadan sonra ortaya çıkacak neticeler somut gerçeklere ulaşmak için yol gösterici olabilir. Fakat bu teorinin pratiğe dökülmesi ancak siyasi iradeyle mümkündür. Bu da seçimle kazanılır şüphesiz. Onun için bu görüşler sadece kitap sayfalarında kalmaya mahkûm…En azından belli bir zamana kadar….Fakat bu gibi eserler okunmalı ve doğrular alınmalıdır. Doğru herkes için geçerlidir. Senin doğrun, benim doğrum diye dışlanmamalıdır. Hadiselere nesnel bakmadığımız sürece bir adım ileri gitme imkân ve ihtimalimiz yoktur.
    E-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:28

    KUŞ GRİBİ YAHUT İNSAN SAĞLIĞINA DEĞER VER(ME) MEK! ... M.NİHAT MALKOÇ

    Sağlık bütün değerlerin üstündedir şüphesiz. Ne kadar zengin olursanız olun sağlığınız bozuksa hayattan zevk alamazsınız. Para mutluluk getirmiyor çoğu zaman. Sağlığımız için para gerekli olsa da bazen parayla bile sağlık meseleleri halledilemiyor. “Paranın açamayacağı kapı yoktur” derler. Bu sağlık için tam anlamıyla geçerli bir kıstas değildir. Çünkü bazı hastalıklar parayla da tedavi edilemiyor.
    Son zamanlarda ülkemizde kuş gribi paniği yaşanıyor. Türkiye'de kuş gribi ilk kez 8 Ekim 2005’te haber kanallarına düşmüş, Manyas ve Gönen'deki göçmen kuş yollarına yakın bölgelerdeki kümes hayvanlarında enfeksiyonun görülmesi üzerine ciddi karantina tedbirleri alınmış, çok sayıda hayvan itlaf edilmiş, uzun süre enfeksiyon tekrarı olmayınca bu karantina kaldırılmıştır.
    Son zamanlarda dünyada ve ülkemizde kuş gribiyle ilgili problemler artıyor. Vaka var, yok tartışmaları ayyuka çıkmışken Van’da kuş gribi şüphesiyle insanlar müşahede altına alınıyor ve bir kısmı maalesef hayatını kaybediyor. Doğubeyazıt’ta görülen ve 3 kişinin ölmesine sebep olan kuş gribi yurda yayılıyor. On bölgede karantina uygulanıyor. Hastalık beş bölgede kesin olarak tespit edilirken, beş ayrı yerde de tahlil sonuçları bekleniyor.
    Tıp dilinde Avian gribi olarak da isimlendirilen Tavuk Vebası ya da son günlerde sıkça duyduğumuz ismi ile Kuş Gribi dünya sağılığını tehdit etmeye devam ediyor. Henüz hastalığın bulaşmasını tamamen önleyecek önlemlerin alınamadığını bildiren uzmanlar, geçmiş yıllarda insanlara bulaşımının olmadığı bu virüsün mutasyona uğrayarak artık insanlar için de ciddi tehlikeler yaratabileceği uyarısında bulunuyorlar.
    Dünya üzerinde grip virüsünün birçok çeşidi bulunuyor. Her yıl grip aşısı çalışmalarında çıkan yeni tip virüsler grip aşısının hazırlanmasında önem taşıyor. Dünyada gribe neden olan virüsler genel olarak A,B,C olarak kategorize ediliyor. Değişik karakterde olan bu virüslerden B ve C tipi, insanda grip enfeksiyonuna neden olurken; A tipinin kanatlı hayvanlarda Avian adı verilen bir çeşit gribe neden olduğu bilinmektedir. Kanatlı hayvanlarda yüzde yüz ölüme neden olan bu virüs şimdilerde insan sağlığını da tehdit ediyor.
    Kuş gribinin nasıl yayıldığı konusunda uzmanlar şu görüşlere yer veriyor: Kuş gribi virüsünü taşıyan kuşlarda bu virüs özellikle tükürük, burun salgısı ve dışkılarında bulunur. Virüs diğer kuşlara bu salgılar yolu ile ya da bu salgıların bulaştığı yüzeyler aracılığı ile bulaşır. Kuş gribi virüsünün insanlara hasta kuşlardan (özellikle kümes hayvanları) ve hasta kuşların salgılarının bulaştığı yüzeylerden bulaştığına inanılmaktadır.
    Uzmanlar, kuş gribinden korunmanın, hastalığın salgın boyutunun önlenmesinde oldukça önemli olduğu açıklamasında bulundular. Özellikle kanatlı hayvanlara yakın bulunan çalışanların hijyen kurallarına uymaları, eldiven ve maske gibi ekipmanlarla, gerekli diğer korunma önlemlerini almaları gerektiği ve bu kişilerin kuş gribi hakkında bilinçlendirilmesi konusunda hassasiyet gösterilmesi gerektiği uyarısında bulundular.
    Son günlerde büyük bir tehdit oluşturuyor kuş gribi. Şimdilik insanları, Asya’da salgın yapmakta olan H5N1 kuş gribinden koruyabilecek bir aşı yoktur. Bununla birlikte bu virüse karşı aşı geliştirme çalışmaları devam etmektedir. H5N1 virüsünün insandan insana geçişi, tahmini birkaç vaka ile birlikte sınırlıdır. Bilim adamları H5N1 virüsünün bir gün insandan insana kolayca geçebileceğine ve insanları kolayca hasta edebileceğine inanmaktadır.
    Şu anda kullanılmakta olan grip aşıları kuş gribine karşı koruma sağlamaz, ancak henüz insandan insana bulaşma yeteneğini kazanmamış olan kuş gribi virüsünün bu yeteneği kazanmasını önleyebilir. Şu anda kuşlardan insanlara ancak yakın temas ile bulaşan ve insandan insana kolay atlayamayan kuş gribi virüsü, genetik yapısını değiştirip bu özelliği kazanma ve dünyada büyük bir tehdit oluşturma potansiyeline sahiptir.
    Bundan yıllar evvel Rusya’da, Çernobil Nükleer Santrali’nde patlama meydana gelmiş ve asrın bu çevre felâketi ülkemizi de etkilemişti. Fakat o yıllarda siyasîler bu felâketi örtbas etmeye çalıştılar. Çayda radyasyon olmadığını ispat etmek için kameraların karşısına geçip çaylarını yudumladılar. Neticede ne oldu? On-on beş yıl sonra Karadeniz’de kanser vakalarında büyük artış görüldü. Oysa o yılın mahsulü olan çaylar yok edilseydi belki bu acıların çoğu yaşanmayacaktı.
    Şimdiki duruma da şüpheyle bakıyoruz ister istemez. Ülkemizde kuş gribi vakası yaşandığını inkâr edemeyiz. Şu anda belli bölgelerde yaşanıyor bu hadise. Fakat yarın salgının nereleri etkisi altına alacağı belli değil. Marketlerde tavuk ve yumurta satışı olanca hızıyla devam ediyor. Fakat halk, tavuk ve yumurtaya şüpheyle bakıyor artık. Bu ürünlerin her ne kadar veteriner kontrolünden geçtiği söylense de ülkemizde zaman zaman bazı şeylerin üstü örtüldüğü için şüpheler ister istemez oluyor. Gerçi tavukçuluk sektörü de bundan çok büyük zarar görüyor. Lâkin hiçbir şey insan sağlığından daha değerli değildir. Devlet tavukçuların uğradığı zararı giderebilir. Fakat insanların kaybolan sağlığını kimse geri getiremez. Umarın bu salgın, yurdumuzu çepeçevre sarmadan önlenir. Çünkü korkmadan, ağız tadıyla tavuk ve yumurta yemeyi özledik.
    E-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:28

    KURBAN BAYRAMI NEŞESİ
    M.NİHAT MALKOÇ

    Hayatımızın en güzide zaman dilimleridir bayramlar…. Hem dinî, hem de millî bayramlar diğer günlerden çok farklıdır şüphesiz. Fakat özellikle dinî bayramlarda bambaşka bir hava eser gönül coğrafyamızda. Kanatlanır hissiyatımız.
    Dinî bayramların vakti 'kameri takvim' e göre hesaplandığı için, bayramlar her yıl aynı tarihe rastlamaz. Her yıl onar günlük gerilemeyle gelen ramazan ve kurban bayramları böylece değişik mevsimlerde kutlanabilmektedir. Bu da hayatımıza ayrı bir renk ve heyecan verir. Bir bakarsınız yazın ortasında, bir bakarsınız güz başında karşılar sizi bayramlar…
    Bu yıl kurban bayramını kış mevsiminde kutluyoruz. Kışın da bayram olur mu demeyin. Pekâlâ oluyor işte… Üstelik kışın soğuk ve monoton havasını yumuşatıyor o mübarek bayramların getirdiği coşku ve heyecan… Gerçi günümüzde bayram coşkusu yok denecek kadar az… İnsanlar hayatın acımasız çarklarında ezilip büzüldükleri için bayramların hazzını tadamıyorlar. Çünkü değerler ve ihtiyaçlar çok değişti. İnsanların gelir düzeyleri arasında uçurumlar var. Dar gelirliler bayrama buruk giriyor her zamanki gibi…Çünkü yine elde avuçta yok bir şey… Anne babalar çocuklarına karşı mahcup ve boyunları bükük… Bu durumu vaktiyle kıymetli şâir Abdurrahim Karakoç “Bayramlar Bayram Ola” adlı şiirinde ne kadar güzel dile getirmişti:
    “Güneş yükselmeden kuşluk yerine
    Bir adam camiden döndü evine
    Oturdu sessizce yer minderine
    Kızı ' bayram' dedi, yalınayaklı
    Adam ' Bayram' dedi tam ağlamaklı

    Eli öpüldükçe içi burkuldu
    Konuşmak istedi dili tutuldu
    Güç bela ağzından bir ' of' kurtuldu
    Oğlu ' Bayram dedi sırtı yamalı
    Adam ' he ya' dedi gözü kapalı

    Düşündü kış yakın, evde odun yok
    Tenekede yağ yok, çuvalda un yok
    Yok yoka karışmış: tuz yok, sabun yok
    Avrat ' Bayram' dedi eğdi başını
    Adam ' evet' dedi, sıktı dişini”
    Bugün de yukardakinin benzeri manzaralar yaşanmıyor mu sanıyorsunuz? Tok olan, aç insanın hâlinden ne anlar ki! ... Bencillik almış başını gidiyor. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir Nebi’nin ümmeti olmamıza rağmen bu anlayışın zerresi kalmamış bizde….Oysa bayramlar paylaşmanın ve dostluğun açığa çıkarıldığı müstesna günlerdir. Fakat bu anlayış mâzide kaldı anlaşılan. Oysa acılar paylaşıldıkça azalır, neşeler paylaşıldıkça artardı anlayışımıza göre.
    Yüreklere sevgi ve barış tohumları ekmek için vesileydi yaşadığımız bayramlar. Kavga, kin ve nefrete set çekmek için bayramlar iyi bir fırsattı. İçimizi kıpır kıpır oynatan, dostluk, barış ve huzur eken bahçıvandı bayramlar…. Çocuklar sınırsızca eğlenirlerdi bu özel günlerde. En çok da onlar yaşardı bayramları doyasıya. İçimizdeki heyecan ve şevk, hayatın her zerresine yansırdı bu günlerde. Sanki gökyüzü de gülümserdi bizimle. Güneş daha bir arzuyla ısıtırdı maddenin soğuk ikliminde buzlanan düşlerimizi.
    Yoksullar, kimsesizler ve yaşlılar gözetilirdi geçmişteki bayramlarda. Fakat bugün bayramlar da ferdileşti her şey gibi. Bayramları da içimizde yaşıyor ve yaşatıyoruz. Paylaşmanın olmadığı yerde bayramlar ne kadar bayram olabilir ki! ... Hangimiz bu mübarek günlerde, gözü kan yaş dolan bir garibin gözyaşını sildik? Onun dertlerine derman olduk; yalnızlığını paylaştık. Bu gibi dinî, ahlâkî ve sosyal hassasiyetler çoktan unutuldu. Neden ama neden? İnsanlıktan mı uzaklaştık ne?
    Nerede o eski bayramlar diye söze başlarız hep…Bu nostalji fırtınası dinecek gibi değil. Resulullah Efendimiz: “İki günü aynı olan zarardadır” demişti. Bizim iki günümüz aynı değil ama bu neye yarar? Çelişkiler yumağı içerisinde bir önceki günümüz, bir sonrakiyle bağdaşmıyor. İflasa sürükleniyoruz farkında olmadan. Bu maddî iflastan daha beter. Her geçen gün çamura saplanıyoruz. Geçen her dakika bizi bizden koparıyor. Aynadaki suretimize yabancılaşıyoruz farkında olmadan.
    Oysa ne güzeldir bizim bayramlarımız…Eş dost, akraba ve mezar ziyaretleri bayramların ayrılmaz biz parçasıdır. Fakat günümüzde bayramlar tatil için fırsat olarak görülüyor. Tatilciler kazanıyor neticede. Kurban bayramlarında kurban kesmek bazılarınca angarya görülüyor. Onun için de vakıf ve derneklere para verilerek kurbanlar vekâlet yoluyla kesiliyor. Eskiden kurban sahibi keseceği hayvanı görür, onu yedirir, başını okşar, hayvanla duygusal bir bağ kurardı. Şimdi her şey uzaktan kumandalı oldu. Bu uygulamalar her ne kadar dinen caizse de etik ve hissî açıdan uygun bulmuyorum. Gerçi kurbanın fakirlere dağıtılması esastır. Bazıları bu işi külfet olarak gördüğü için hiçbir şeye dokunmadan işin içinden çıkıyorlar.
    Eskiden bayramlara günler öncesinden hazırlanılırdı. Nur yüzlü nineler tatlılar için hamur açarlardı. Dedelerimiz torunlarına bayramlıklar alırlardı. Oysa günümüzde dedeler huzurevlerine, nineler Darülacezeye yollandı. Ne dede kaldı, ne nine…Geniş aileden çekirdek aileye dönüş gerçekleşti. Artık elini öpüp hayır duasını alacağımız yaşlı ninelerimiz ve kalbindeki nur, sakalına yansımış dedelerimiz yok hanelerimizde. Onları bayramlarda ya hatırlamıyoruz, ya da huzurevlerinde adet yerini bulsun diye göstermelik ziyaret ediyoruz.
    Bayramlarda gidip gelmeler sıkça yaşanırdı eskiden. Artık telefonla kutluyoruz eş dost bayramlarını. Hatta kısa bir mesajla geçiştiriyoruz işi. Oysa bir dostunuzun boğazına sarılıp koklamak, onu görmek ve dertleşmek neye değmez ki! ....
    İdrak etmekte olduğumuz kurban bayramı çok mühim mesajları temsil eden büyük bir ibadetin gerçekleştiği apayrı bir zaman dilimidir. Kurban Allah’a yaklaştırır insanları. Sevgili Peygamberimiz: “Âdemoğlu kurban bayramı gününde Allah için kurban kesmekten daha sevimli bir iş yapmış olmaz” diyor. Demek ki gücü yeten herkes kurban keserek Allah’a manevî açıdan bir adım daha yaklaşmalıdır. Bunu bir külfet olarak değil, bir fırsat olarak değerlendirmelidir. Fakat her işte olduğu gibi kurbanda da ölçüyü kaçırıp işi gösterişe dökmemeliyiz. Zira ibadette esas olan Allah’ın rızasını umarak yapmaktır. Nitekim Yüce Allah, kurbanları kastederek “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz, fakat O’na sizin takvanız ulaşır...” buyurarak işin maddî yönüne değil, gaye olarak görülen manevî yönüne dikkat çekmiştir.
    Gelin bayramlarımıza eski heyecanını ve mânâsını iade edelim. Yiğit düştüğü yerden kalkar. Bayramlara bayram neşesi katalım. Komşularımızı, eş, dost ve akrabalarımızı ziyaret edelim. Büyüklerin ellerinden öpüp hayır dualarını alalım. Aramızdan ayrılan yakınlarımızı da unutmayalım. Kabirlerine gidip Kur’an okuyalım. Hepimizin gideceği nihai durak değil midir toprak? ...Kesilen kurbanları buzdolaplarına doldurup bir yıl bekletmeyelim. Paylaşalım ki bayramlar muhtaçlar için de bayram olsun. Lâfta kalmasın bayramlar…. Bayramlara kaybolan ruhunu kazandıralım. Sözlerimi tamamlarken kurban bayramınızı en içten dileklerimle kutluyor, tüm dünya Müslümanlarına hayırlar getirmesini Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.

    E-mektup: [email protected]


    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta