Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1604

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 12.02.2006 - 00:32

    TELEVİZYON BAĞIMLILIĞI
    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanlar bazen kendi arzularıyla tuzağa düşerler. Sonra da pişmanlık duyarlar. İçki, sigara, uyuşturucu ve kumar bağımlılığı bunlardan bazılarıdır. Bunların kıskacına düşmeye gör, bir daha kendini toparlayamazsın. “İnsana kendi ettiğini başkaları edemez” derler. İşte o hesap… Kendi ayağımızla kapana koşuyoruz adeta.
    Televizyon bağımlılığı bunlar kadar vahim olmasa da basite alınacak kadar masum değildir. Eğlenme ve oyalanma gerekçeleriyle başlayan bu eylem gittikçe kanımıza ve iliklerimize kadar işler. Öyle bir noktaya gelir ki iş kontrolden çıkar.
    Televizyon içimizde yaşattığımız canavar. Evimizin başköşesine kurulmuş. Herşey ondan sorulur. Sanki ailenin reisi. O konuşacak biz dinleyeceğiz. Aynı çatı altında yaşamaya mecbur olduğumuz bir kuma gibi. Bütün zamanımızı onun karşısında harcıyoruz. “Kalk işinin başına” demiyor. “Beni seyret, beni dinle, ne varsa bende var, bu evin tek hâkimi benim” dercesine elimizi kolumuzu bağlıyor. Peki, yok mu bizim özgür irademiz? Bu tehditlere pabuç bırakacak mıyız?
    Eşimizle, çocuklarımızla genel anlamda söylemek gerekirse ailemizle aynı çatı altında yaşıyorsak da birbirimizin varlığından haberdar olamıyoruz çoğu zaman. Birbirimize baksak da aklımız televizyonda olduğu için göremiyoruz. Televizyon olmayan ev yok dersek yeridir. Yapılan araştırmalara göre Türk halkı günde ortalama dört saat televizyon seyrediyor. Bu ortalamayı esas alırsak bir yılda tam 1460 saatimizi, toplam olarak 60 günümüzü televizyona ayırıyoruz. Bu kısacık ömürde çok değil mi bunca saat televizyonun karşısında beklemek?
    Artık insanlar eskisi gibi birbirine misafirliğe gitmiyor. Ailece gidip gelmeler tarihe karıştı. Misafirliğe gitmek ne mümkün… Kızın kendine göre dizisi var. Çocuğun çizgi filmi ertelemeye gelmez. Oğlan maçı izlemeli. Baba haberleri izlemese o gece uyuyamaz. Hanım kadın programlarını kaçırsa evde huzur arama. Bu kadar iş varken komşuya gidip muhabbet etmek de neyin nesi? Hem komşunun aile efradı da meşguldür. Onların da kendilerine göre seyredecekleri programlar var. Velev ki misafirliğe gittiniz. O zaman da televizyon açılır, topluca o akşamki diziler izlenir. İki lâf edilmeden kalkılır. Bugünkü misafirlikler bundan ibaret.
    Televizyon evimizde barındırdığımız hırsız… En değerli varlığımız olan zamanımızı çalıyor. Hem de gözümüzün önünde. Kaşla göz arasında aşırıyor. Üstelik çalarken de bizi ikna ediyor; gönlümüzü alıyor. Yavuz hırsız dedikleri bu olsa gerek.
    Kendi kendimizi yönetemez olduk. Televizyon yönetiyor bizi. İşimizi gücümüzü dizilere, kadın programlarına, maçlara, yarışmalara, çizgi filmlere göre ayarlıyoruz. Gündelik işlerin telâfisi olabilir ama ya televizyonun… Olmaz tabi… Dizinin bir bölümünü kaçırmaya gör, zehir olur gerisi. Tadı tuzu kalmaz hayatın. Ertesi gün iş yerinde birileri filmden bahsederken Fransız kalırız maazallah! ..
    Evlerimizde öğün kavramı kalmadı artık. Yemek saatini de dizilerin başlama saatine göre ayarlamalı. Şayet dizi erken başlayacaksa geç yemeli, geç başlayacaksa erkenden yiyerek bu külfetten kurtulmalı. Zaten ayaküstü bir şeyler atıştırmak da yemekten sayılır! Nerde o eski aile meclisinin geniş sofralarda bereket ve afiyet içerisinde yedikleri öğünlü yemekler?
    Televizyon elimizi ayağımızı bağladı; tembelleştirdi bizi. İşten eve döner dönmez çocuğumuzun o gün okulda ne öğrendiğini, eşimizin nasıl bir gün geçirdiğini sormadan basıyoruz başköşedeki sihirli kutunun düğmesine. Yatana kadar mayışıp kalıyoruz karşısında. Günler böylece geçiyor ve her geçen gün birbirine benziyor. Hayat monoton ve çekilmez hâle geliyor.
    Çocukların durumu daha acıklı… Onlar televizyona karşı savunmasız… Henüz taklit döneminde olan taze beyinler, gördüklerinden kolayca etkileniyorlar. Belli bir kontrol mekanizması yok. Gösterilen programlarda şiddet alabildiğine… Çocuklarımızın ruh dünyaları tahrip oluyor. Onulmaz yaralar açılıyor belleklerinde. Vur, kır, parçala… Sonra da çocuğum asabileşti, hırçınlaştı yakınmaları. Az bile… Olacağı oydu.
    Televizyonlarda kullanılan argo sözcükler çocuklarımızın dilini ve ahlâkını bozuyor. Buna bir de yeni yetme sunucuların papağanca Türkçesini eklerseniz durumun vahametinin nereye varacağını bir düşünün...
    Televizyon başköşede hükmünü sürdürürken kitaplar raflarda küfleniyor. Kimsenin aklına gelmiyor kitap okumak. Biz kitap okumuyoruz ama televizyon topyekûn canımıza okuyor; hem de hissettirmeden. Televizyon olmasa insan vaktini geçirmek için ister istemez kitap okuyacak. Fakat televizyon olunca tercih ondan yana yapılıyor. Kitap okuma işi de bir başka bahara kalıyor. Hâl böyle olunca dilimizi ve hayal dünyamızı zenginleştiremiyoruz.
    Amerika’da 1995’ten beri bir kampanya yürütülüyor. “Televizyonun düğmesini kapat, hayatın düğmesini aç! ” sloganıyla gerçekleştirilen bu kampanyada her yıl nisan ayında bir hafta da olsa televizyonlar kapatılıyor. İnsanlar birbirinin varlığından haberdar olabiliyor. Gerisi size kalmış. Sembolik de olsa çok şey ifade ediyor.
    Bu kadar sözden sonra beni televizyon düşmanı ilân edeceklerinden endişe duymuyor değilim. “Hiç mi faydası yok bu meretin? ” dediğinizi duyar gibiyim. Olmaz olur mu? Benim eleştirim kontrol mekanizmasını kaybetmiş ve bağımlılık yaratacak dereceye gelmiş televizyon seyircilerine. Elbette faydalı şeyleri ölçülü olmak şartıyla seyredeceğiz. Fakat hayatı televizyondan ibaret olarak görmeyeceğiz. Bilindiği gibi her şeyin azı karar, çoğu zarardır.
    E-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 12.02.2006 - 00:30

    ŞİİRİMİZ VE KADIN ŞAİRLER
    M.NİHAT MALKOÇ

    Şiirin tarihî geçmişi, insanın doğuşuyla başlar. Bu kadar eski ve köklüdür şiir… Çünkü şiir kişinin kendini ifade etme tarzlarından biri ve belki de en önemlisidir. İnsanlar bu edebî türe olağanüstü ilgi ve sempati duymuşlardır. Her dönemde revaçta olmuş ve bir anlatım vasıtası olarak kullanılmıştır. Bundan sonra da aynı yoğunlukta hayatımızı renklendirecek ve duygularımıza tercüman olacaktır.
    Hayatımızı çepeçevre kuşatmıştır kadınlar… Bir elmanın yarısı erkekse, öteki yarısı da kadındır. Yaşamın her alanında onların tesiri hissedilir. Sanatta, edebiyatta, bilimde kadınların derin izleri vardır. Bu dünyanın yaşanabilirliğinin de vazgeçilmez şartıdır kadınlar. Onların olmadığı bir hayat, herhalde bir hapishaneden farksız olurdu. Bütün bunlara rağmen kadının etken olmadığı alanlar da vardır. Sanırım bunlardan birisi de şiirdir.
    Kadın ve şiir birbirinin sebep ve sonucudur. Dünyanın en nadide varlıkları şüphesiz ki kadınlardır. Kadınsız bir dünya düşünülemediği gibi, kadınsız bir şiir de düşünülemez. Kadınsız bir şiir çiçeksiz bir bahçeye benzer. Bahçeyi güzelleştiren ve alımlı kılan unsur çiçek olduğu gibi şiiri de ihya eden kadındır.
    Kadın başlı başına bir şiirdir zaten. Zarafetin ve nezaketin timsali olan kadın, dünyamızı ısıtan ve aydınlatan güneştir. Güneşten mahrum bir dünya nasıl ki yaşanmaz hâle bürünürse, kadınsız hayat da virandır. Kadın aynı zamanda şiirin gülen yüzüdür. Umudun ve sevdanın sığınağıdır.
    Şairlerin en büyük ilham kaynağıdır kadınlar. En güzel şiirler onların suretlerinin kelimelere yansımasıdır. Kelimeler ki kadınlarla hayat bulur. En can alıcı ve yakıcı şiirler kadına ve aşka dairdir. Onları tasvir etmede zaman zaman kelimeler bile aciz kalmıştır. Bütün şairler kadını vasfetmede zorlanmıştır. Fakat en güzel dizeler onların evsafını resmedenlerdir. Ne diyordu usta şair Nedim kadınlara dair:
    “Haddeden çıkmış nezâket, yâl ü bâl olmuş sana
    Mey süzülmüş şîşeden, ruhsâr-ı âl olmuş sana”
    Şiir, kadını çağrıştırır bizde… Ezberimizde olan şiirlerin çoğu kadınlar üzerine yazılanlardır. Fakat şiirlerin ilham kaynağı olan kadınlar nedense şiire gereken düzeyde ilgi duymuyor. Tabir yerindeyse kadın şiir yazan değil, yazdıran konumda bulunuyor. Bunu kendi kendime hep düşünmüş ve sorgulamışımdır.
    Türk toplumu ataerkil bir yapıya sahiptir. Kadın, erkeğin arkasında durur hep… Fakat günümüzde bunu kısmen de olsa aştık. Ama söz konusu şiir olunca kadının konumu yine değişmiyor. Kadın her zaman olduğu gibi şiirlerin vazgeçilmez malzemesi ve ilham kaynağı… Lâkin yeterince şair kimliğine bürünememiş kadın.
    Kadın şiir sahasında aktif bir konuma gelememiş nedense. Bunu ülkemiz dâhilinde de, dünya genelinde de düşünebiliriz. Hem Türkiye’de, hem de dünyada öyle ilk düşündüğümüzde aklımıza getirebileceğimiz meşhur kadın şair yok veya dikkat çekmeyecek kadar az… Bu kısırlığın nedenleri düşünülmeye ve irdelenmeye değer bir konudur.
    Bizim toplumumuzda kadın mahrem olarak görülür. Onun ön plana çıkarak kendini teşhir ve takdim etmesi hoş karşılanmaz. Hele de içindeki aşk ve sevdaya dair hisleri açığa çıkarması, onun toplum tarafından aşüfte olarak algılanmasına yol açar. Bu nedenle kadının bu hissiyatı içinde saklı kalır. Yüreğinde fırtınalar kopsa da bunu açığa vuramaz. Özellikle kırsal kesimde buna hoşgörüyle bakılmaz. Belki biraz da bu yüzden kadın, şiirin malzemesi olmaktan öteye gidememiştir; kendini kabullendirecek bir konuma gelememiştir.
    Ben şiirin erkek işi olduğuna inanmıyorum. Aslında fizik olarak narin bir yapıya sahip olan kadınlar, ruh güzelliği ve duygu olarak da erkeklerden daha incedirler. Bu şiir için olmazsa olmaz şartlardan birisidir. Bu durum kadınlar için bir artı bir değerdir. Fakat bunu bugüne dek kullandıkları söylenemez.
    Geçmişe baktığımızda Osmanlı devletinde birkaç kadın şairin varlığından söz edebiliriz. Bunlar arasında Zeynep Hatun, Mihrî Hatun, Ani Hatun, Fıtnat Hanım, Leylâ Hanım, Şeref Hanım, Âdile Sultan, Feride Hanım, Fıtnat Hanım (Trabzonlu) , Habibe Hanım, Leylâ Hanım, Nigâr Hanım, Makbule Leman, İhsan Raif, Şukûfe Nihal’i sayabiliriz. Fakat her nedense bunlardan hiçbiri Fuzuli, Bâkî, Nef’i, Nâbî, Nedim derecesinde meşhur olamamıştır. Erkek şairlerin şiirleri günümüze eksiksiz denecek ölçüde geldiği halde, adı geçen kadın şairlerin önemli bir kısmının elimizde sınırlı sayıda şiiri vardır. Bu son derece üzücü bir durumdur.
    Cumhuriyet dönemine gelince durumun daha vahim ve acıklı olduğunu görürsünüz. Halide Nusret Zorlutuna’yı saymazsanız bu dönemde tanınmış ve kendini kabul ettirmiş bir kadın şaire raslayamazsınız. Günümüzdeki durum istenilen düzeyde olmasa da kadının şiire ilgisi iyimser olmamıza neden olacak düzeydedir. Fakat kesinlikle yeterli değildir. Kadınlar mutfaktan çıkıp şiire de el atmalıdır. Şiir ancak böyle kurtulur.
    Şiirde erkek egemenliği bugün de sürüp gitmektedir. Bu durum dünya edebiyatında da bizden çok farklı değildir. Dünya ülkeleri içerisinde de sıyrılmış ve milletin gönlünde taht kurmuş kadın şair sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Kadının şiirde nesne olmaktan başka özne olması, şiirdeki zenginliği ve çeşitliliği artıracak ve tatlı bir rekabet oluşturacaktır. Bundan hoşlanmayanlar da çıkacaktır tabiî ki. Ama şiirimiz renklenecektir.
    Kadınlar başımızın tacı, gönüllerimizin ilacı….Sevgi bayrağının yıldızı kadınlar… Onlar şiir yazdırdığı gibi şiir de yazmalı… Hayatın her yerinde olduğu gibi, şiirin merkezinde de olmalı, kalem oynatmalı. İçlerindeki ipeksi hissiyatı toplumla paylaşıp nefret ağacının kökünü kurutmalı. Onlara her konuda olduğu gibi şiir sahasında da ihtiyacımız vardır. Her şey kadınla güzeldir.
    E-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 18.01.2006 - 14:36

    HABABAM SINIFI ÜÇ BUÇUK
    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk sineması son yıllarda büyük bir gelişim ve atılım içerisinde. Yeni kuşak sanatçılarla eski meşhurlar elele vererek güzel yapımlara imza atıyorlar. Fakat Türk sineması hâlâ eski filmlerin gölgesinde kalmaya mahkûm görünüyor. Eski klasik filmler değiştirilerek tekrar beyaz perdeye aktarılıyor.
    Bunun sayısız örneğini gördük bugüne kadar. Buna eskinin kerametimi dersiniz, vefa mı dersiniz, yoksa kısır döngü mü? Orasına siz karar verin. Türk sinema klasiklerinin başında gelen Hababam Sınıfı, Rıfat Ilgaz’ın aynı adı taşıyan eserinden sinemaya aktarılan unutulmaz bir şaheserdir.
    Son günlerde sinemalarda gösterime giren ve büyük ilgi toplayan Hababam Sınıfı Üçbuçuk’un geniş bir oyuncu kadrosu var. İşte size dev oyuncu kadrosu: Mehmet Ali Erbil, Seda Sayan, Şafak Sezer, Mehmet Ali Alabora, Peker Açıkalın, Cengiz Küçükayvaz, Melih Ekener, Kibariye, Hakan Yılmaz, Dost Elver, Sümer Tilmaç, Zihni Göktay, Hamit Haskabal, Tuncay Akça, Deniz Oral, Seçkin Piriler, Halit Akçatepe.
    Kadro geniş de oyuncuların bir kısmı sinema geçmişleri olmayan insanlar. Meselâ Seda Sayan’la Kibariye bu film için neden özellikle seçilmiş. Bildiğim kadarıyla bu medyatik isimlerin sinemayla olan ilgileri basit piyasa dizilerinden öteye gitmiyor. Böyle iddialı bir filmde oynatılmaları ne kadar doğru? Amaç medyatik isimlerle seyirci sayısını artırmak mı? Söz konusu kişiler filmde başarılı olabildi mi? Soruları çoğaltabiliriz şüphesiz. Fakat bu sorular cevapsız kaldıktan sonra uzatmanın da bir anlamı olmasa gerek.
    Bu yeni sürüm Hababam Sınıfı Üçbuçuk’ta konu edilen nedir? Unutulmaz Hababam Sınıfı’nda yeni bir devir açacak olan Hababam Sınıfı Üçbuçuk yapımında hem güldürme hem de korkutma amaçlanıyor. Yılların eskitemediği efsane serinin bu bölümünde, okul müdürü Deli Bedri sürpriz bir evlilik kararı alır ve yeni eşi Deli Bedriye ve üvey oğluyla birlikte okula taşınır. Hababam Sınıfı önceleri kendi taraflarında zannettiği Deli Bedriye’nin aslında dişli bir düşman olduğunu kısa zamanda anlayacaktır. Hababam Sınıfı’ndan kurtulmaya ant içen Deli Bedri, karısı ve üvey oğlunun yardımıyla Hababam Sınıfı’na yeni bir savaş açar... Bu film yeni bir ifadeyle söyleyecek olursak korku/komedi tarzında…
    Hababam Sınıfı Üçbuçuk filmini Ferdi Eğilmez yönetiyor. Babasının oğlu derler ya, o da öyle… Bilindiği gibi Ferdi Eğilmez sinemayla iç içe olan bir aileden geliyor. Ertem Eğilmez’in oğlu o… Ertem Eğilmez de “Hababam Sınıfı (1974), Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (1975), Hababam Sınıfı Uyanıyor (1976), Hababam Sınıfı Tatilde (1977), Hababam Sınıfı Güle Güle (1981)” adlı filmlerin unutulmaz yönetmeni olarak hafızalarımızda yer alıyor. Ferdi bu anlamda babasının kültürel mirasını yiyor. Gerçi Hababam Sınıfı serisi filmleri arasında Kartal Tibet’in yönettiği “Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor” , “Hababam Sınıfı Merhaba” da var. “Hababam Sınıfı Üçbuçuk” Ferdi Eğilmez’in bu seride çektiği ikinci film oluyor. Bilindiği gibi daha önce Hülya Avşar’la Mehmet Ali Erbil’in oynadığı “Hababam Sınıfı Askerde” adlı filmi yönetmişti.
    Yeni yapım Hababam Sınıfı serileri eskilerle kıyaslanamaz. Çünkü eski yapımlarda bizi gülmekten kırıp geçiren toplumun içinde sık sık karşılaşabileceğimiz karakteristik tipler vardı. Güdük Nemci, İnek Şaban, Kel Mahmut, Hafize Ana bunlardan bazılarıydı. Bu karakterleri unutmak mümkün mü? Fakat yeni sürüm serilerde uzun süre zihnimizi meşgul edebilecek ve iz bırakacak komik tipler yok. Espriler zorlama. Güldürücü öğeler geçmişle kıyaslanmayacak kadar sıradanlık arz ediyor. Sinemadan çıkınca çabucak unutabiliyorsunuz her şeyi.
    Ben özellikle Hababam Sınıfı serilerinin sevimli kahramanlarından olan Halit Akçatepe’nin bu filmde harcandığını, isminden yararlanıldığını, geri plana itildiğini düşünüyorum. Aslında orijinal seride çok beğenilen, sureti hafızalarımıza kazınan Akçatepe’nin bu yeni sürümlerde ticarî kaygılarla boy göstermesini doğru bulmuyorum. Çünkü Hababam’ın bu yeni serileri tamamen ticarî gayeler taşıyor. Bu böylece sürüp gidecek şüphesiz. Bu gibi sıradanlıklara prim vermemek gerekir.
    Türk sinemasının önünü açmak için yeni şeyler düşünmek ve üretmek şarttır. Yoksa mazinin artıklarıyla beslenmek acziyetin kabulünden başka bir anlam taşımaz. Yeni şeyler bulma yerine eskileri ısıtıp önümüze koyuyorlar. Bina aynı bina sadece duvarların boyaları değişmiş. Biz temelden çatıya kadar yeni ve orijinal yapım eserler istiyoruz. Sanırım buna da hakkımız var.
    Bunun yanında beni ve hemen herkesi fevkalâde rahatsız eden sinemalardaki bilet fiyatlarından da bahsetmek istiyorum. Trabzon’da normal sinema bileti altı, öğrenci bileti ise beş milyon… Türkiye’nin ekonomik şartları içerisinde bu fiyatlar çok yüksek. Bence insanları sinemaya çekmek için normal biletler üç, öğrenci biletleri iki milyon sınırına çekilmelidir. Böylece hem herkes sinemaya gitme imkânı bulur, hem de filmler boş koltuklara gösterilmez. Ticarette esas olan sürümden kazanmaktır. Sinemacılar bunu niçin akıl edip gerekli fiyat ayarlamalarını ve düzenlemeleri yapmazlar?
    E-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:38

    ŞİİR ÜSTÜNE SÖYLENENLER

    M.NİHAT MALKOÇ
    Dünyada ve Türkiye’de geçmişten günümüze kadar edebî türler içerisinde üzerinde en çok kalem oynatılan tür, hiç şüphesiz ki şiirdir. Neredeyse insanlıkla yaşıt olan şiir, hep birinci sıradaki yerini korudu. Her gelen şâir, şiir zincirine kendince bir halka ekledi.
    Şiire aşırı derecede rağbet edilmesinin en büyük sebebi ruhumuza hapsettiğimiz insanî hisleri geniş kitlelerle paylaşma temayülüdür. Diğer bir neden de şiirin kolaylıkla, bir çırpıda okunabilme özelliğidir. Durum böyle olunca şiirin okuyucusu da diğer türlere göre daha çok oluyor. Yazmadaki pratiklik de bir başka etken olarak gösterilebilir. Bunu derken şiirin diğer türlere göre üretme açısından kolay olduğunu kastetmiyoruz. Şiir belki de ez zor yazılan türdür. Çünkü şiirde kelimeleri tasarruflu kullanmak zorundasınız. Diğer bir deyişle az sözle çok ve derin mânâlar ifade etme mecburiyeti vardır. Bu da duygu yoğunluğunu ve hissiyat üzerinde odaklaşmayı zorunlu kılıyor.
    Bugüne kadar milyonlarca şiir yazıldığı gibi, bu tür üzerinde fikir jimnastiği de yapıldı. Şâirler, yazarlar ve düşünürler şiire kendi pencerelerinden baktılar. Bakış açıları ölçüsünce gördüler ve düşüncelerini kamuoyuyla paylaştılar. Şimdi şiir üzerine sesli düşünen yerli ve yabancı aydınların düşüncelerini dikkatlerinize sunmak istiyorum:
    “Şiir, güzellikte çarpışan tek gerçektir.” (GLFİLLON)
    “Bilimsiz şiir, temelsiz duvara benzer.” (FUZULİ)
    “Şiirin, düzyazıdan ayrıldığı nokta şudur: Az sözcükle çok şey söylemek.” (VOLTAİRE)
    “Şair ve sanatçı için iki şey gerek: Gerçeğin üzerine çıkmak, maddenin dışında kalmak.” (SCHİLLER)
    “Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet, /Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.” (M.EMİN YURDAKUL)
    “Şiir, düşüncelerle değil, sözcüklerle yazılır.” (MALLARME)
    “Şiir benim içimde bir amaç değil, tutkudur.” (EDGAR ALLEN POE)
    “Biz şairler, nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız.” (NERUDA)
    “Özü fırtına olan şiirde, her imge bir tufan yaratmalıdır.” (NERUDA)
    “Yemiş gibi, güzel şiir de yavaş yavaş olgunlaşır.” (ALAİN)
    “Resim, dili olmayan bir şiir, şiir de kör bir resimdir.” (LEONARDO DA VİNCİ)
    “Resim, sözcüksüz şiirdir.” (HORATİUS)
    “Şiir, seçmek ve gizlemek sanatıdır.” (CHATEAUBRİAND)
    “Şiir, ruhun müziğidir.” (VOLTAİRE)
    “Şâir, şiiri ve eylemleriyle halkının gelişip olgunlaşmasına katkıda bulunmalıdır.” (NERUDA)
    “Şiir demek, ıstırap demektir.” (BALZAC)
    “Şiir, bir akıl hastalığıdır.” (ALFRED DE VİGNY)
    “Şâir, doğa gibidir,kendisinde gizlenmiş güzellik hazinesini ancak onu keşfedebilmesini bilenlere verir.” (YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU)
    “Şâir, bir dünya yapar ve ona can verir.” (MAUROS)
    “Şiir, yalnızlığın dostudur.” (CERVANTES)
    “Şiir, tanrıların dilidir.” (TURGENYEV)
    “İçimizdeki şiir ikliminde her yıl, yepyeni ve taze istekler açılır.” (SABAHATTİN EYÜBOĞLU)
    “Gerçek şiirler, nesir hâline getirildiğinde bile, dizeye gereksinim duymazlar.” (VALERY)
    “Şiir, salgındır, bulaşıcıdır.” (ELUARD)
    “Şiir, bir süs eşyası değil, yararlı bir nesnedir.” (ELUARD)
    “Şiiri yirmi dört saat yaşamak gerek.” (RİTSOS)
    “Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum.” (RİTSOS)
    “Şiir, hem ozanın hem de yazıldığı çağın resmidir.” (ERİK STİNUS)
    “Düzyazı yürümeye, şiir ise dansa benzetilebilir. Yürümenin kendisi dışında bir amacı vardır. Dansın amacı ise, kendisidir.” (VALERY)
    “Şiir, bizi ruh ve bedenimizle içine almadıkça nesirdir.” (SABAHATTİN EYÜBOĞLU)
    “Tüm çağlarda, yazarın soylusu ezilenden yana, soysuzu ezenden yana olagelmiştir.” (SABAHATTİN EYÜBOĞLU)
    “Şiir, güzellik işçisi ozanın sanatıdır.” (AHMET İNCE)
    “Halk, kendi yazarını buldukça uyanır, bulmadıkça uyur.” (SABAHATTİN EYÜBOĞLU)
    “Şiir olmayan yerde, insan sevgisi de olmaz. İnsanı, insana ancak şiir sevdirir.” (SAİT FAİK ABASIYANIK)
    “Halk, şâirden aydınlıkta ve karanlıkta olduğu gibi, sokakta ve dövüşte de yerini almasını ister.” (NERUDA)
    “Bahar nasıl isyancı ise, şiir de başkaldırıdır.” (NERUDA)
    “Ben kendimi şiire, şiirimi de evrensel sevgiye adadım.” (AHMET MUHİP DRANAS)
    “Şâir, her şeyden önce yaşadığı toplumun sorunlarına, giderek tüm dünyaya karşı sorumludur.”
    (NERUDA)
    Şiir üzerine söylenenler tabiki bunlardan ibaret değil. Bunları daha da çoğaltabiliriz.Fakat maksat hasıl olduğu için bu kadarla yetiniyorum. Bu tarz değerlendirmeler şiirin ufkunun genişlemesine katkıda bulunacaktır. Yerel şiirden evrensel şiire ulaşmak için sadece dar çerçevede kalmayıp ufkumuzu dünyaya çevirmek durumundayız. Her alanda olduğu gibi şiirde de kabuğumuzu kırıp evrensel olana yönelmeliyiz. Sanatta kalıcılık yerellikten öte, dünyaya ayak uydurmakla mümkündür.

    E-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:38

    VEFATININ 13.YILINDA DESTAN ŞÂİRİ GENÇOSMANOĞLU
    M.NİHAT MALKOÇ

    Destanlar şiirimizin en canlı örnekleridir. Türkler savaşçı bir millet olduğu için edebiyatımızda pek çok destan örneği vardır. Kahramanlık konularında yazılan destanlar Türk’ün gücünü ve cesaretini ifade ederler.
    Destan türünde şiir yazan şâirlerin en önemlilerinden birisi de Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’dur. Belki adını fazla duymamışsınız ama destan sahasında mühim bir isimdir O…Türk zaferlerini şiirleştirerek ebedîleştiren bu mümtaz şahsiyet, şiirimize apayrı bir soluk getirmiştir. Onu daha çok Malazgirt Marşı isimli fevkalâde güzel şiiriyle tanıyoruz. Bu şiirinde söyle sesleniyordu:
    “Türk, Ulu Tanrı'nın soylu gözdesi
    Malazgirt Bizans'ın Türk'e secdesi
    Bu ses insanlığa Hakk'ın müjdesi
    Bu seste birleşir bütün yürekler...
    Ya Allah...Bismillah... Allahuekber! ..”
    Gençosmanoğlu bundan 13 yıl evvel aramızdan ayrıldı. O, 1929’da Elazığ’ın Ağın ilçesinde doğmuştu. İlk tahsilini Ağın’da, ortaöğrenimini Akçadağ Köy Enstitüsü’nde tamamlamıştır. 18 yıl köy öğretmenliği yaptıktan sonra bir buçuk yıl da İlköğretim Müfettişliği görevinde bulunmuştur. Son yıllarında Türkiye gazetesinde kültür ve sanat yönetmenliği yapmıştı. Bir ara Türk Edebiyat Cemiyeti ve onun devamı olan Türk Edebiyatı Vakfı’nda müdürlük ve yöneticilik görevlerini ifa etmişti. Vaktiyle yapılan bir röportajda kendisini şöyle tanıtmıştır:
    “Şiire 11 yaşında başladım. İlkokulun dördüncü sınıfında idim. O yıl Erzincan zelzelesi olmuştu. İlk şiirimi, Erzincan zelzelesi üstüne yazdım ve okuldaki duvar gazetesine konuldu. Sonra kendimi şâir sanmış olacağım ki, çeşitli konularda şiirler yazmaya başladım. Bugüne kadar da hiç bırakmadım. Yazdıklarımdan bilinmeyenler, bilinenlerden çoktur. Şiire niçin devam ettiğime gelince; kısaca, en müessir ifade tarzı olduğu için; diyebilirim.”
    O, Nihal Atsız’ın en mühim eseri olan “Bozkurtların Ölümü” nü okuyunca çok etkilenir. Fikir altyapısını iyice şekillendirir bu kıymetli eser… Şiirlerinde Türkçülük temini sıklıkla işler. Şiirleri, bent, kıta ve beyit şeklindedir. Serbest nazmı da bazen kullanan şair, beyitlerini ekseriyetle gazel tazında yazmıştır. Tarihî hadiseleri ve tarihî şahsiyetleri (Ahmet Yesevî, Kürşat, Yunus Emre, Bilge Tonyukuk, Alparslan, Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet ve Hacı Bektaş-ı Veli) şiirleştirerek genç nesillere tanıtmış ve sevdirmiştir.
    O, sanat anlayışını şöyle ifade ediyor: “Edebiyat ve güzel sanatların her dalı, millî ve mânevî kökler üzerinde filizlenir, yeşerir ve büyür. Sol, millîliği ve mâneviyâtı inkâr ettiği için, köksüz ve tükenmeye mahkûmdur. Nitekim öyle olmuştur. Sağın milliyetçi kesimi Türk şiirinin berâtını elinde tutmaktadır. Türk şiiri ancak Mehmet Âkif, Yahya Kemal, Necip Fâzıl, Arif Nihat çizgisi üzerinde geleceğe yönelebilir. Benim ilham kaynağım, her birisi başlı başına bir destan olan şahsiyetler, zaferler, fetihler ve eserlerdir. Üç bin yıl geriye doğru uzanan şanlı bir mâzi ve bu mâziden feyizlenerek büyüyecek bir gelecek.”
    Gençosmanoğlu, Türk tarihini topyekûn nazma çekmiş dersek herhalde abartmış olmayız. Hemen hemen her zaferimize şiir yazmıştır. Vatanını canından aziz bilen Türk gençleri bu millî kaynaktan beslenmiştir. Eserlerinde millî bir hava estiren, Türklük ruhunu canlı tutan Gençosmanoğlu, onlarca destan kitabına imzasını atmıştır.Bunlar arasında “Bozkurtların Ruhu, Gençosman Destanı, Kürşad İhtilali Destanı, Malazgirt Destanı, Bozkurtların Destanı, Kopuzdan Ezgiler, Salur Kazan Destanı, Boğaç Han Destanı, Destanlarda Uyanmak, Destanlar Burcu” gibi eserleri sayabiliriz. Eserleri şâirin onuncu yıldönümünde Türk Edebiyatı Dergisi Yayınları tarafından üç cilt hâlinde bir araya getirilmiştir.
    Destan geleneğimizi bugüne taşıyan Gençosmanoğlu, geçmişle gelecek arasında kültür ve tarih köprüsü kurmuştur. Kuru tarihî malumatlardan sıkılanlara mâziyi ve şanlı zaferlerimizi şiir tadında sunmuştur. Tarihi büyük küçük herkese sevdirmiştir. O destan yazma sebebini şöyle dile getirmişti:
    'Hiç bir şiir, Ulubatlı Hasan’ın Bizans surlarına bayrak dikmesi, Genç Osman’ın kelle koltukta “Allah Allah” diyerek Bağdat’a girmesi, Malazgirt’te Türk ordusunun kendisinden dört kat üstün düşman kuvvetlerine karşı zafer kazanması kadar güzel olamaz. Ben bunun için destana hayranım ve destan yazıyorum.”
    13 yıldan beri destanlar buruk…O, Malazgirt destanına “Aylardan Ağustos, günlerden Cuma” diye başlıyordu. Bu ifade sanki kendisi için de bir şifre özelliği taşıyordu. Çünkü O, 21 Ağustos 1992 tarihinde 63 yaşında Hakka yürüdüğünde aylardan Ağustos günlerden Cuma’ydı. Ruhu şâd olsun.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:35

    ŞÂİRLİK MESLEK MİDİR?
    M.NİHAT MALKOÇ

    Yürek ve duygu işçisidir şâirler… Dış dünyayı geniş ufuklarıyla algılayarak insanlığa sunarlar. Üçüncü gözleri vardır onların… Bizim iki gözle göremediklerimizi onların üçüncü gözü görür. Yürek gözü de diyebiliriz buna…Kelimeleri hamur gibi yoğurur şâirler… Onlara sözlüklerde yazmayan gizli mânâlar yüklerler. Kendilerine mahsus yürek lügatleri vardır onların… Kelimeler raks eder dillerinde… Her bir harflerinde onlarca çiçek açar. Kelimeler, şiir bahçesinin iri gülleridir. Şiirler gönül tarlasının mahsulü…
    Rahmetli Cemil Meriç şâirler için şöyle derdi: “Gözyaşlarından inci yapmak... Şairin kaderi bu... Bu incilerin bir sevgili kâkülünde parıldadığını görebilmek de en büyük mükafatı...” Şâirlerin silahı kelimelerdir.Fakat bu silâhın şarjöründe kurşun değil sevgi saklıdır.Yüreklere sıkılır sevgi mermileri..Fakat bunlar muhatabını öldürmez, aksine güldürür. Fakat karşılık göremezse süründürür.
    Kur’an’da şâirlerle ilgili Şuara Suresi vardır. O surede şâirlerle ilgili şöyle denir: “Şâirlere ise haddi aşan azgınlar uyarlar… Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler… Ancak iman edip salih amel işleyen, Allah’ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar başka… Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını göreceklerdir.(Şuara (Şairler) Suresi 224-227.Ayetler)
    Bu sure İslâm’a cephe almış şâirleri zemmediyor. Bunu son ayette görebiliyoruz. Yoksa bazı kaba softaların dediği gibi şiir İslâm’da yasaklanmamıştır. Bunun böyle bilinmesi gerekir. Keza İslâm şiiri yasaklasaydı Mehmet Akif gibi bir Allah dostu şiir yazar mıydı? Mühim olan yazdıklarımızın muhtevasıdır.
    Zaman zaman şu sorulur: “Şâirlik bir meslek midir,yoksa boş zamanlarımızı dolduran zevkli bir uğraş mı? ..” Bu soruya cevap vermeden evvel meslek kavramını açıklığa kavuşturmak lâzımdır. Nedir meslek? Türk Dil Kurumu’nun çıkardığı Türkçe Sözlük’te meslek için şunlar yazıyor: “Bir kimsenin geçimini sağlamak için yaptığı sürekli iş…”
    Demek ki meslek para getiren bir vasıtadır. Yani kişi mesleği sayesinde karnını doyurur. Vaktini ona ayırdığı için başka bir iş yapmaz. Ekmeğini o yolla kazanır. Peki günümüzde veya dünümüzde geçimini yazdığı şiirlerle sağlayan bir isim gösterebilir misiniz? Halk ağzıyla söylemek gerekirse, yazdığı şiirlerle köşeyi dönerek zengin olan bir şâiri yazmış mıdır tarih?
    Yahya Kemal,Orhan Veli,Mehmet Akif,Necip Fazıl şiir yazarak mı geçimini sağlamıştır? Buna “evet” demek hakikatleri perdelemekten başka ne anlama gelir ki? Şâirler, ömürleri boyunca yarı aç,yarı tok yaşayıp gitmişlerdir. Refah içerisinde yaşayan şâirlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır.Geçim sıkıntısı çekmeyen şâirlerden biri Necip Fazıl Kısakürek’tir. O da babadan kalan mirasıyla mamur yaşamıştır. Yoksa “Çile” adlı şiir kitabının satış hasılatı onu zengin etmemiştir. Aksine kitaplarını bastırmak için yüklü miktarlarda parayı hiçbir beklenti gözetmeden, körü körüne, eserlerine harcamıştır.
    Türk şiirinin abide isimlerinden olan Yahya Kemal Beyatlı şiirlerini ömrü boyunca iki kapak arasında görememiştir. Yani şiir kitapları kendisinin ölümünden sonra basılabilmiştir. Gerçi bu durum daha çok şâirin mükemmeliyetçi bir anlayışa sahip olmasından kaynaklanmıştır. Hiçbir şiirini tamamlanmış kabul etmiyordu. Zaman zaman şiirleri üzerinde çalışıp ufak tefek değişiklikler yapıyordu. Fakat bunun maddî sebepleri de var şüphesiz…Zamanında bu kadar beğenilen bir şâir şiirden beş kuruş para kazanamamıştır.
    Türk şiirinin serbest dalda üstadı sayılan Orhan Veli,ömrü boyunca beş parasız yaşamıştır. Bir şişe rakı alacak parayı bulmada zorlanmıştır. Çevresinden borç alarak günü kurtarma peşinde koşup durmuştur. Keza Cahit Sıtkı’nın ve Ziya Osman Saba’nın ondan farkı yoktur.İstiklâl Marşı’mızın millî şâiri olan Mehmet Akif Ersoy kış soğuklarında sırtına bir palto alacak para bulamamıştır. O kadar şöhretli bir insanın yazdığı onca şiir bir palto etmemiştir.
    Bütün bunlar gösteriyor ki şâirlik bir meslek değildir. Çünkü şiir belli bir zamanla ve mekanla sınırlandırılamaz.Bazen gece yarısı,bazen kuşluk vakti kaleme sarılır şâirler…Onlar için zaman ve mekan sınırlaması mevzubahis değildir. Belli bir süre zihinde olgunlaşan hisler kemale erince şiir olup çıkar iki dudak arasından….Buna kem vurmak,ezip büzmek mümkün değildir.Şiirin doğuşunun maddeyle ve parayla alâkalı tarafı yoktur.
    Gazetecilik ve yazarlık bir meslektir ama şâirlik hiç de öyle değil. Günümüzde büyük gazetelerde kalem oynatan köşe yazarları yüklü miktarlarda para kazanıyorlar. Hatta tıpkı şöhretli futbolcular gibi başka bir yayın organına geçtiklerinde milyon dolarlarla telâffuz edilen transfer ücreti alıyorlar. Gündemin nabzını tutan bir kitap milyarlar kazandırıyor. Fakat güzel bir şiir yazan şâirin bu işten büyük paralar kazandığını duyan oldu mu?
    Peki duygu işçisi olan şâirler bunca çilelere ve ruh burkuntularına karşılık ne elde ederler? Şâirlerin şiir yazarken bir beklentileri olmaz zaten. İçindeki sancıları, ruh dünyalarında biriken his tortularını gün yüzüne çıkarıp efkâr-ı umumiyeyle paylaşmak için yazarlar. Zaten bir çıkar için yazılan şiir, şiirsel incelikleri taşıyamaz. Birilerine yaranmak için yazılan gündelik ısmarlama manzume olmaktan öteye gidemez. Bu da şâirane üslûbu ortadan kaldırır.
    Şâirlik iyiki meslek değildir.Şayet meslek olsaydı duyguların samimiyetinden şüphe ederdik. Çünkü bir işin içine gönül yerine para girdi mi samimiyet koşar adım uzaklaşır. Oysa şâirler yüreklerini koyuyorlar ortaya… Onların tek ve en büyük sermayeleri sevgidir. Böyle evrensel bir sermayesi olanın cihanda sırtı yere değmez. Unutulmamalıdır ki şiiri ve şâirleri sevdikçe insanî hususiyetlerimiz inkişaf eder.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:35

    SÖZ OLA KESE SAVAŞI! ...
    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyaya belli bir zaman diliminde imtihan için gelmiş olan insanoğlu hiç ölmeyeceğini sanır. Oysa yaşayacağımız günler sayılıdır. Sayılı günler de çabuk geçer. Bunu dikkate alarak hareket etsek kimseye kırıcı davranamayız. Her geçen günün ömür ağacımızdan kopan bir yaprak olduğunu hesap ederek kendimize çeki düzen vermeliyiz.
    İnsanlar konuşurken çok dikkatli olmalıdır. Tabir caizse kırk ölçüp bir biçmelidir. Çünkü ağızdan çıkan sözün geri dönüşü yoktur. Özür bile, söylenen ağır bir sözün bıraktığı tahribatı tamir edemez.
    İnsanlar ne çekerse dilinden çeker. Sözler kurşundan daha tesirlidir. Kalp kırmak Allah’ın evini yıkmak mânâsına gelir aynı zamanda... Çünkü kalpler Yüce Rabbimizin tecelligâhıdır.
    Nice sözler vardır ki insanı ipe götürür.Öyle sözler de vardır ki kişiye ulu sarayların kapısını açar. Büyük Tasavvuf şâiri Yunus Emre sözün tesirini bakın ne kadar güzel dile getiriyor:
    “Söz ola kese savaşı
    Söz ola götüre başı
    Söz ola ağulu aşı
    Yağ ile bal ede bir söz

    Kişi bile söz demini
    Demeye sözün kemini
    Bu cihan cehennemini
    Sekiz uçmağ ede bir söz”
    Yunus’un belirttiği gibi bazı güzel sözler zehirli aşı bile yağ ve bal eder. Yukarıdaki dizelerde ifade edildiği üzere hoş sözler dünya denen cehennemi bile cennetin sekiz ulu tabakasına dönüştürür. Yersiz ve yanlış bir sözümüz bize hapishanenin kapılarını açabilir. Hatta ölümümüze neden olabilecek derecede ağır sözler sarf edebiliriz.
    İnsanın ne yediğinden çok, ne dediğine dikkat etmesi elzemdir. Sarf ettiğimiz gereksiz bir söz, zor zamanlarda karşımıza çıkıp dengemizi sarsabilir. İşlerimizin düz gitmesine engel olabilir. Arkasında durulan her söz her zaman iyi bir referanstır.
    Tanzimat edebiyatının büyük şâirlerinden Ziya Paşa ne güzel söylemiş: “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.” Mühim olan yaptıklarımızdır. Sözümüzün eri olmalıyız. Sözlerimizi icraata dönüştürmeliyiz. Lâfla peynir gemisinin yürümeyeceğini bilmeyen yoktur. Onun için söz söylerken ne söylediğimizin farkında olmalıyız. Üstesinden gelemeyeceğimiz söz ve vaatler kişiliğimizin zedelenmesine ve toplumsal itibarımızın alaşağı edilmesine zemin hazırlayabilir.Aşağıdaki vecizeler sözün ehemmiyetini ifade etmede fazla söze gerek olmadığını ispatlıyor:
    “Düşmanın tatlı sözlerine aldanma, balın içinde zehir de bulunabilir.” (Şeyh Sadi)
    “Suratı ekşi olanın balı da acı olur.” (Şeyh Sadi)
    “Dil ile düğümlenen, diş ile çözülmez.” (Kaşgarlı Mahmut)
    “Başların belası, dillerden gelir.” (Nizami)
    “Tatlı dil, her kapıyı açan sihirli bir anahtardır.” (Montaigne)
    “Kullanıldıkça keskinleşen tek alet dildir.” (Washington Irwing)
    “Söz ok gibidir. Senden çıktı mı, artık sen ona değil, o sana hakim olur.” (İmam-ı Şafii)
    Gayemiz her zaman hak ve hakikati söylemek olmalıdır. Güzel sözün sadaka hükmünde olduğunu unutmamalıyız. Güzel sözle ilgili olarak bir ayet-i kerimede şöyle buruluyor: “ … Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir...” (İbrahim Suresi, 24-25)
    İnsanları hak yola davet ederken de güzel sözlü ve güler yüzlü olmalıyız. Güzel sözün açamayacağı hiçbir kapı yoktur. Yüce Allah Hz. Musa'ya şöyle buyurmuştur:
    “Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır…. / Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” (Tâ-Hâ Suresi, 43-44)
    Bu ayetler bize çok mühim mesajlar vermektedir. Demek ki tarihin gelmiş geçmiş en büyük zalim ve inkârcılarından biri olan Firavun gibi sapmış ve azmış bir insana bile yumuşak söz söylememiz bizzat Allah tarafından emrediliyor. Durum bu iken insanî ilişkilerimizde nasıl davranmamız gerektiğini, bu bariz örneklerden de yola çıkarak, iyi bellemeliyiz. Zira atalarımızın dediği gibi “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.„
    E-mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:34

    SABAH NAMAZINI KIL(MA) MAK! ...
    M.NİHAT MALKOÇ

    İslam dininin en mühim ibadetlerinin başında gelir namaz…Yüce Rabbimiz namazı Müslüman olmanın şiarı olarak görüyor. Namaz, Hicret'ten bir buçuk yıl önce Mirac gecesi farz kılınmıştır.Namaz ibadeti Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de yetmiş kez emredilmiştir.
    Namazla ilgili olarak Kur'ân’da şöyle denmektedir: 'Gündüzün iki tarafında (sabah ve akşam) ve gecenin(gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür' (Hûd Suresi - 114. Ayet) …Yine namazla ilgili olarak 'Öyle ise akşama girerken ve sabaha ererken Allah’ı tesbih (etmeniz gerekir) . Göklerde ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğiniz zamanda da hamd, O’na mahsustur. ” (Rum Suresi-17 - 18. Ayetler) buyuruluyor.
    Arapça'da sabah namazına 'salatül-fecr' denmektedir. Günümüzde sabah namazını kaza etmeyen Müslüman göstermek pek mümkün değildir. Hemen hemen takva sahipleri bile bu namazı ömürlerinde birkaç kez kazaya bırakmışlardır. Çünkü sabah namazının vakti uykumuzun en tatlı vaktine tekabül etmektedir.
    Bu namazı kılanların önemli bir kısmı da üstüne başına bulaştırmaktadırlar. Yataktan kalktıklarında tuvalete gitme ihtiyaçları olsa da bir an evvel yataklarına dönüp uykularına kaldıkları yerden devam etmek için sıkışık olarak abdest alıp namaza durmaktadırlar. Hâl böyle olunca dört rekatlık namazı kıvrana kıvrana kılmak zorunda kalmaktadırlar. Yani abdestin bozulmaması için ellerinden gelen her türlü manevrayı yapmaktadırlar.
    Taharet için zaman ayırmayan kişinin namazı bütün erkânlarına uyarak kılması beklenemez. Onu da alelacele uykuyla uyanıklık arasında pat küt kılmaktadırlar. Durum böyle olunca namazdan beklenen haz alınamamaktadır.
    Sabah namazına uyanamayıp güneş doğduktan sonra uyanan bir Müslüman güneşin doğmasından bir süre sonra (kırk beş dakika kadar) sünneti de dahil olmak üzere namazını kaza eder. Öğle vaktine yakın bir zamana kadar geciktirebilir, ancak öğleden sonraya bırakamaz.
    Hz. Peygamber sabah ve ikindi namazlarına diğer namazlardan daha çok önem vermiş ve bunların hiç bir zaman kaçırılmamasını tembihlemiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: '... Güneşin doğuşundan ve batışından evvelki namazların hiç birisinden alıkonmamak elinizden gelirse, (bunu yapmaya) çalışınız'.
    Bir başka hadiste de Resulullah şöyle diyor: “Bir grup melek geceleyin, diğer bir, grup da gündüz ardarda size gelirler ve aranızda kalırlar. Bunlar sabah ile ikindi namazlarında buluştuktan sonra (gündüz) aranızda kalmış olanlar semaya çıkarlar. Rableri kullarının halini en iyi bilen olduğu halde meleklere 'Kullarımı ne halde bıraktınız? ' diye sorar. Onlar da 'Onları namaz kılarken bıraktık, zaten namaz kılarken bulmuştuk' cevabını verirler; Biriniz ikindi namazından bir secdeyi gün batmadan evvel yetiştirecek olursa, namazını tamamlasın. Sabah namazından da bir secdeyi gün doğmadan yetiştirecek olursa, namazını tamamlasın'
    Peygamber Efendimiz sabah namazının sünnetine diğer sünnetlerden daha çok önem vermiş ve bunun terkedilmemesini istemiştir. Şu hadis-i şerif bunun önemini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor: “ Düşman süvarisi kovalasa bile sabah namazının iki rekât sünnetini terketmeyin” Bu önemden dolayıdır ki, diğer namazların sünnetleri kaza olarak kılınamazken, sabah namazının sünneti güneş doğduktan sonra kaza edilebilmektedir. Ancak başka bir hadiste ise cemaat farza durduktan sonra sünnetin terkedilmesi istenerek cemaatin önemi vurgulanıyor: “Farza kametlendikten sonra, farzdan başka namaz kılınmaz'
    Rasûlüllah Efendimiz buyuruyor ki: 'Münafıklara sabah ile yatsı namazlarından daha ağır gelen hiç bir namaz yoktur. (Halbuki) bu iki namaz (ın cemaatin) de olan (sevap ve fazileti) bilseler emekleye emekleye, sürüne sürüne de olsa gelip onlara hazır olurlardı'
    Yukarıdaki hadisteki ifadeler işin ehemmiyetini fazlasıyla ortaya koyuyor. Oysa en çok ihmal ettiğimiz namazlardır yatsıyla sabah….Yatsı namazını yorgunluğumuzu, sabah namazını ise genelde uykusuzluğumuzu bahane ederek kılmayız. Oysa bunlar şeytanın içimize soktuğu basit gerekçelerden başka bir şey değildir. Bunların mazeret olarak hiçbir kıymeti yoktur. Bunlarla ancak kendimizi kandırabiliriz.
    Sabah ezanında diğer ezanlardan farklı olarak şu ilâve kısım okunur: “essalâtu hayrun mine'n-nevm...”…”Yani namaz uykudan hayırlıdır” mealindeki uyarı ifadesi….Bu ihtar her sabah yapılıyor bizlere. Fakat basiretimiz köreldiği için bu haykırışı duyamıyoruz.
    Namazların en mükâfatlısı olan sabah namazı vaktinde müminlerin üzerine rahmet ve bereket yağar. Bu rahmet ve bereketten istifade edenlerimiz ne kadar da azdır. Hele havanın soğuk olduğu kış mevsiminde sabah namazını adeta nadasa bırakırız. Kılmamak için onlarca mazeret üretiriz. Şeytan dört bir taraftan sarıp sarmalar bizi. Yatağımızı iyice ısıtır. Kılmamamız için ne gerekiyorsa yapar. Oysa sabah namazını huşu ile kılan insan güne bambaşka bir manevî huzurla başlar. İlâhî vazifesini yapmış olmanın getirdiği rahatlığı tüm hücreleriyle hisseder.
    Her tarafın sükûnete büründüğü o mübarek vakitte kuşlar bile kendi dillerince Hakk’ı zikrederken kendini mümin olarak vasıflandıran kişinin beş dakikalık bir ibadeti ihmal etmesi ne kadar hazindir. Sabah namazını kılmamak futbol tabiriyle söylemek gerekirse güne 1-0 yenik başlamak demektir. Günün ilk imtihanını kaybetmektir. Resulullah’ın 'Dünya ve içindekilerden hayırlıdır.' dediği sabah namazını kaçıranların bahanelere sığınması işledikleri günahı örtmez. Sabah namazını ihmal etmek birkaç kez olursa hoş görülebilir. Fakat devamlılık arz ederse ileri sürdüğümüz hiçbir mazeret işlenen günahı örtemez.
    Müslüman düzenli yaşayan insandır. Onun ne zaman yatacağı, ne zaman kalkacağı hep planlıdır. Mümin planlarını yaparken Müslüman olduğunu ve inancının gereklerini düşünür ve günün yirmi dört saatini ona göre değerlendirir. Gece yarılarına kadar televizyonun karşısında pinekleyip, sabah namazını terkedip öğleye kadar uyumak müslümana yakışmaz.
    E-Mektup: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:34

    EY VATAN
    M.NİHAT MALKOÇ

    Devletlerarası ilişkiler millî çıkarlara dayanır. Her devlet menfaatlerini düşünür uluslar arası münasebetlerde. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Bu hususun yadırganacak bir tarafı da yoktur. Durum bu iken devletleri dost düşman diye kategorilere ayırmak da pek sağlıklı bir yol değildir. Çünkü menfaatlerine dokunduğunuz devlet, sizin kadim dostunuz olsa da bir anda düşman kesilir size.
    Uyanık olmak lâzım her zaman… Hatta teyakkuzda olmak gerekir iç ve dış mihraklara karşı. Basiret gözümüzün açık olması elzemdir. Herkesi dost olarak görmek ahmaklık olacağı gibi, herkesi düşman olarak bellemek de aşırı bir vehim hâlinden başka bir şey değildir. Orta yolu takip etmek en sağlıklı olanıdır.
    Osman Pamukoğlu ömrünü askerlik mesleğine adamış bir general… Bir vatan sevdalısı o…. Otuz yılı aşkın bir zaman boyunca Türk ordusuna değişik kademelerde hizmet etmiş bir yiğit asker…. Emekli olduktan sonra kendisini yazmaya vermiş Pamukoğlu… Yaşadıklarından yola çıkarak birikimlerini ve düşüncelerini genç, yaşlı demeden bütün insanlarla paylaşıyor.
    Geçenlerde Osman Pamukoğlu’nun “Ey vatan” isimli kitabını okudum. Çok faydalı ve enteresan bir eser olan “Ey Vatan” ı bir oturuşta bitirdim. Zaten hacimli bir kitap değildi. 158 sayfadan oluşuyordu. Kitabın kapağındaki Türk bayrağı resmi, alâkayı ister istemez üzerine topluyor. Merak uyandırıyor okuyucu da… Elinize bir aldınız mı sonunu getirmeden bırakamıyorsunuz bir daha… Arka kapakta kitap şöyle sunuluyor okuyucuya:
    “ 'Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok'un yazarı Osman Pamukoğlu, 'Ey Vatan' da Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış bir ulusun yeniden doğuşunu anlatıyor. Vatan olgusunun ulusların oluşumunda ve vatana sahip çıkmanın ulusların gelişimindeki önemini vurgulayan Pamukoğlu, Türklerin aslında barışsever bir ulus olduğunu, savaşın insanlığa yıkımdan başka bir şey getirmediğini ama ulusal varlığımızı tehdit eden bir saldırı karşısında Türklerin nasıl kahramanca vatanlarını savunacağını gösterdiğini anlatıyor.
    ABD'nin Irak'a haksız müdahalesi ve Türkiye'nin tutumuyla ilgili düşüncelerini de açıklayan Pamukoğlu, Irak müdahalesinin daha ilk günlerinde bu savaşın kolay kolay bitmeyeceğini ve ABD'nin ikinci bir Vietnam'la karşılaşacağını söylediğinin ve durumun bugün tam da söylediği gibi geliştiğinin altını çiziyor.
    Ey Vatan, 30 yılı aşkın bir süre Türk ordusuna hizmet vermiş ve Güneydoğu'da ateşin içinden geçmiş bir generalin, deneyimlerinden ortaya çıkan vatan, savaş ve liderlik üzerine görüşlerini içeriyor.”
    Bu kitapta Türkiye üzerine oynanan oyunlar anlatılıyor. Osmanlı’nın devamı olan Türkiye’nin adeta bir ateş çemberi içerisinde bulunduğu hatırlatılıyor. Bunu hepimiz biliyoruz da oynanan oyunların vahametini hakkıyla idrak edemiyoruz. Duyuyoruz, düşünüyoruz fakat hakkıyla idrak edemiyoruz. Millet olarak idrak özrümüz var. Bu başımıza onca belânın gelmesine neden olsa da hâlâ bu eksikliğimiz gün gibi ortada …. Böyle olmasaydı sürekli tekerrür eder miydi tarih? .... Ediyor işte, bu anlayışla devam edersek değişen bir şey olmayacak… Oysa Mehmet Akif bu durumu ne de güzel ifade etmişti bir zamanlar:
    “Geçmişten adam hisse mi alırmış? Ne masal şey!
    Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
    Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar.
    Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi? „
    Olmadı işte, tekerrür ettirdik tarihi…Alamadık ibret… Bu gidişle alamayacağız da… Osmanlı'dan günümüze Türk toplumu üzerinde oynanan oyunlar hâlâ devam ediyor. Bu oyunları ve sebeplerini “Ey Vatan” adlı kitabın sayfalarında bulmak mümkün… Osman Pamukoğlu bu kitapta devlet meselelerine felsefî yönden ilginç yaklaşımlar getiriyor. Kritikleri çok da isabetli… Bunu kitap boyunca hissedebiliyorsunuz. Sanki duygu ve düşüncelerimize tercüman olmuş.
    Hemen herkes vatansever olduğunu iddia eder ama bunu ispatlama konusunda acze düşer. Osman Pamukoğlu duyarlı bir vatansever… 2002’de tümgenerallikten emekli oldu. Güneydoğu’da savaşın en yoğun olduğu 1993–1995 döneminde Hakkâri’de Dağ ve Komando Tugayı’nda ve Güvenlik Komutanı’ydı. Kitaplarının konusu da bu tecrübelere dayanıyor. Bu yönüyle hem inandıklarını hem de yaşadıklarını yazıyor. İstanbul’da Boğaz’a nazır yalılarda oturup yazmadı kitaplarını O… Yaşadı ve yazdı. Onun içindir ki kitapları çok tesirli ve de inandırıcı… Böyle olmasaydı yazdığı kitapların baskısı ve satışı yüz binleri zorlamazdı. Vatanını seven ve gerçeklerle yüzleşmek isteyenleri bu kitabı ve Osman Pamukoğlu’nun diğer kitaplarını okumaya davet ediyorum.
    E-mail: [email protected]

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 17.01.2006 - 22:32

    RAHMET AYLARI
    M.NİHAT MALKOÇ

    Ameller açısından en bereketli zaman dilimi üç aylardır. Recep,Şaban ve Ramazan diye adlandırılan bu mübarek aylar, müminler için büyük bir manevî fırsattır. Rasûlüllah (s.a.v) bir hadis-i şerifinde; 'Recep Allah'ın ayı, Şaban benim ayım ve Ramazan ümmetimin ayıdır' buyurmuştur. Ayrıca Peygamber Efendimiz, Recep ayı girince, ' Allah’ım! Recep ve Şabanı bize mübarek kıl! Bizi Ramazana ulaştır' diye dua ederdi.
    Üç aylar kandillerle bezenmiştir. Beş mübarek kandil gecesinden dördü bu aylar içinde yer almaktadır. Regaip gecesi, Recep ayının ilk cuma gecesine, Mirac gecesi, Recep ayının yirmi yedinci gecesine, Berat gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesine, Kadir gecesi ise Ramazan ayının yirmi yedinci gecesine tevafuk eder.
    Recep ve Şaban ayları adeta Ramazanın müjdecisi konumundadırlar.Onun içindir ki bu aylarda zaman zaman oruç tutarak Ramazana hazırlanmalıyız. Zira Resulullah Efendimiz bu ayları sık sık oruçla geçirirdi. Hz. Aişe validemiz, Rasûlüllah (s.a.v) 'ın Şaban ayındaki orucu hakkında şöyle der: 'Şaban ayındaki kadar çok oruçlu olduğu bir ay görmedim'
    Bu aylar manevîyat tarlasının ekim aylarıdır.Yüreğe ekilen her bir tohum binlerce başak verecektir. Çünkü feyiz ve bereketinde sınır yoktur bu manevî mevsimin… Rahmet dalgaları gönül dünyamızı arındırır sürekli…
    Üç aylar müminler için geçmişle hesaplaşma mevsimidir. Gidişatımızı gözden geçirmeliyiz bu aylarda… Doğru yolda mıyız, değil miyiz? ...Bunun muhasebesini yapmalıyız. Mevcut duruma göre yarınlarımıza şekil vermeliyiz. Molla Kasımlar’ı beklemeden kendimizi sığaya çekmeliyiz.
    Ne de çabuk geçiyor zaman… Geçen yılın üç aylarının manevî lezzeti hâlâ damağımızdayken bir yıl daha mâzinin karanlığında kaybolup gitti. Allah’a hakkıyla kul olanlar için bir kayıp değildir bu… Aksine büyük bir kazanç… Çünkü geçen her gün şuurlu müslümanı bir adım daha cennete yaklaştırıyor. Fakat kulluğunun gereğini yerine getirmeyenler için bırakın bir yılı, bir dakika bile telâfisi mümkün olmayan bir kayıptır.
    Müslümanların dertleriyle dertlenebiliyor muyuz? Gördüğümüz garibin elinden tutup gözyaşını silebiliyor muyuz? “Müslüman müslümanın kardeşidir” ilâhî ölçüsünü hayatımızda tatbik edebiliyor muyuz? Bunlara müspet cevaplar verebiliyorsanız ne mutlu size…. Fakat ne yazık ki bu soruların çoğuna duyarsız kalıyoruz. Aynada sadece kendi suretimizi görüyoruz. Maalesef başkalarının yaşadığı acılar bizi hiç alâkadar etmiyor. Durum bu iken, bir sıkıntımız olunca yardımımıza koşmayanları şiddetle tenkit ediyoruz. Ne verdin ki ne istiyorsun?
    Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde: “Beş gece vardır ki, onlarda yapılan dualar reddolunmaz, kabul edilir. Bunlar: Recep ayının ilk cuma gecesi (Regaip Kandili) , Şaban ayının 15. gecesi (Beraat Kandili) , Cuma gecesi, Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı geceleridir.”
    Bu ne büyük bir müjdedir inananlar için… Dua ediyorsunuz huşu içinde… Hedefe kilitleniyorsunuz tabir caizse… Allah sizden dua bekliyor. Dualarınıza icabet edeceğinin garantisini bile veriyor. Buna rağmen bu mübarek rahmet sağanağında oturuyorsunuz televizyonun karşısına… Onun bunun magazin dedikodularını seyrediyorsunuz. Böyle bir kalbin fesatla dolup manen iflas etmemesi mümkün mü?
    Ne kadar büyük günahkâr olsak da Allah’ın rahmet ve mağfiretinden ümit kesmemeliyiz. Bunun yanında ne kadar çok ibadet etmiş olsak da amellerimize güvenmemeliyiz.Yani ümit ile korku arasında yaşamalıyız. Allah affedicidir, merhametlidir. Hatalarımızdan pişman olup bir daha yapmamak üzere tövbe ettiğimizde hiç günah işlememiş gibi olabiliriz. Nitekim Yüce Allah, engin rahmetine sığınıp, tövbe etmemizle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “(Ey Muhammed!) De ki: Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O bağışlayandır, merhamet edendir.” (Zümer S. 53.Ayet)
    Fakat Allah affeder diye de günah işlemeye devam etmemeliyiz. Rabbimiz kulun kalbine bakar. Ona göre amellere kıymet biçer. Hem şunu da asla unutmamalıyız ki üç aylarda yapılan ibadetler bizi cennete götürmeye yetmez. Dokuz ay boyunca yatıp müslümanlığı üç ayla sınırlı tutup cennet hayaliyle yaşamak hüsrana davetiye çıkarmaktan farksızdır. İbadette devamlılık esastır. Az ama devamlı ve de ihlaslı…Bunu hayatına düstur edinenler iki cihanda da aziz olurlar.
    Cennetin anahtarı kulluktur. En büyük hürriyet Allah’a kul olmakla elde edilir. Kula kulluk etmek hürriyetimizi kısıtlar. Bunun aksine Cenab-ı Hakk’a kulluk gönül dünyamızı genişletir. Öteki âlemde huzurlu ve bahtiyar yaşamak için kula değil, Allah’a kul olmalıyız. Cennet o kadar ucuz değil ki! …Cehennemde de ateş yok. Herkes ateşini dünyadan götürüyor oraya… Haşr Suresi’nde, Yüce Allah, ahiret için hazırlık yapmamızı emrederek şöyle buyuruyor:
    “ Ey iman edenler! Allah’tan korkun, herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının, çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir”(Haşr S. 18-19.Ayetler))
    Üç aylardan sonra da ibadetlerimize devam etmeliyiz.Çünkü iç dünyamızı besleyen manevî hazlardır. Kalbimizi üç ay tıka basa doyurup dokuz ay aç bırakırsak iç dengelerimiz sarsılır. Nasıl ki günde üç öğün yemek yiyorsak ve bunda belli bir düzeni yakalamışsak öyle de kulluğumuzun şiarı olan ibadetlerde de Allah’ın belirttiği ölçüleri hayatımızda yaşamalı ve yaşatmalıyız. Üç aylarım bütün İslâm âlemine hayırlı olmasını Allah’tan niyaz ediyorum.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta