GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
2018 YILINDA AKÇAABAT YAHUT RÜYADAN UYANIŞ
M.NİHAT MALKOÇ
Şehirler insanların hafızalarıdır. Yaşadıklarımıza şahittir cadde ve sokaklar… Bizi bizden daha iyi tanır kaldırım taşları. Hatıralarımızı saklarlar. Muhayyileleri güçlüdür şehirlerin. Dünü bugüne, bugünü yarına bağlarlar. Bu anlamda sağlam birer köprüdürler.
Yeşilin kırk tonunun hâkim olduğu Akçaabat, Trabzon’umuzun en müstesna şehirlerinden birisidir. Pek çok medeniyete beşiklik yapmıştır. Dostça ve kardeşçe yaşamanın sembolü olmuştur. Bu şehirde farklı medeniyetler birbiriyle kucaklaşmıştır; dostça, kardeşçe yaşamanın en güzel numunelerini göstermiştir.
Çağımız insanı daha çok şehirlerde yaşamayı tercih ediyor. Nüfus kalabalığı bir kısım problemleri de beraberinde getirmektedir. Birlikte yaşama arzusu ve dayanışma ihtiyacı, şehirlerin gözde yerleşim birimleri olmasına yol açıyor. Fakat bunun da belli başlı sıkıntıları yok değil. Hele dar bir araziye kurulu engebeli bir arazide yaşıyorsanız sıkıntılarınız o ölçüde artacaktır.
Akçaabat da engebeli bir arazi üzerine kurulmuş tarihî bir şehirdir. Bu yönüyle de ülkemizin sayılı yerleri arasında yer almaktadır. Kuruluşu çok eskilere dayanmaktadır. Tarihî ve kültürel değerler bakımından çok zengindir. Bu durum, şehre bambaşka bir hava katmaktadır.
Akçaabat gibi tarihî şehirlerin gelişmesi sanıldığı kadar kolay değildir. Tarihî mirası muhafaza etmek öncelikli olarak düşünülmelidir. Bu eserleri geleceğe özenle taşımalıyız. Özellikle bu güzide eserlere yakın yerlerdeki yeni yapılaşmalarda tarihî dokunun hususiyetini yansıtan mimarî özelliklere sahip binalar üretmeliyiz. Beton yığınını andıran yapılara ruhsat verilmemelidir. Bununla alâkalı olarak Orta Mahalle ve çevresi bu hususta pilot bölge seçilmelidir.
Kurtuluşunun yüzüncü yılında modern bir Akçaabat görmek istiyorsak toplu konut projeleri teşvik edilmelidir. Çünkü ancak bu şekilde dağınık yerleşimden kurtulabiliriz. Toplu yerleşim birimlerine hizmet götürmek hem kolay, hem de ucuzdur. Kooperatiflerin yeterince yeşil alan ve oyun alanı bırakması sağlanmalıdır. Yapılan binalar beton yığınına dönüşmemelidir. Çağdaş mimarinin estetiğinden yararlanılmalıdır. Çok nüfusu bünyesinde barındıran siteler oluşturulmalıdır. Sitenin tüm ihtiyaçları aynı mekânda karşılanabilmelidir. Alış-veriş merkezleri inşa edilmelidir. Bununla ilgili olarak Söğütlü civarında uygun araziler mevcuttur.
Vatandaşı belediyede temsil etmek üzere belli sayıda kişiler görevlendirilmelidir. Belediye başkanları ve belediye meclis üyeleri bu işi her ne kadar yerine getiriyorsa da bağımsız halk meclislerinin oluşturulmasında sayısız faydalar vardır.
Akçaabat’ın tabiî yapısı şehrin gelişmesini engellemektedir. Çünkü ev yapılmaya müsait arsa sayısı son derece yetersizdir. Yani mevcut arazi az olduğu için değerlidir. Onun için iktisatlı ve yerli yerinde kullanılmalıdır. Yaylacık mevkiîndeki tamir ve bakım atölyeleri Düzköy yolu üzerinde uygun bir yerde toplanmalıdır.
Yeni meskenler inşa edilirken yola geniş alanlar tahsis edilmelidir. Bugün Akçaabat’taki cadde ve sokaklar son derece dar ve yetersizdir. Bundan sonra daracık sokakların oluşumuna imkân verilmemelidir. Eski cadde ve sokaklar tanzim edilirken orijinaline sadık kalınmalıdır. Yaya kaldırımları geniş tutulmalıdır. Yaya geçitleri hiç ihmal edilmemelidir. Cadde ve sokakların asfaltlanmasına hız verilmelidir. Ara sokaklar tıpkı caddeler gibi çağdaş ve modern hâle büründürülmelidir. Alt ve üst geçitlerin sayısı artırılmalıdır.
Bugün Akçaabat’ta önemli bir park problemi vardır. Taşıtlar ana caddelerin ve ara sokakların üzerine park edilerek, insanların rahat hareket etmesi kısıtlanmaktadır. Gelecekte bu meselenin acilen çözüme kavuşturulması gerekir. Bununla ilgili olarak modern katlı otoparklar yapılabilir. Böylelikle cadde ve sokaklarımız çirkin görüntüden kurtulmuş olur. Bu arada sinyalizasyonu eksik yerler kısa zamanda ikmal edilmelidir. Kazalara davetiye çıkaran bu gibi yerler yeniden düzenlenmelidir.
Trabzon-Akçaabat arasında gereğinden çok dolmuş minibüs vardır. Bu ilk bakışta avantaj gibi görünse de gerçekte öyle değil. Çünkü minibüsler dolmadığı için yolcular uzun süre yollarda bekletilmektedir. Aslında Akçaabat-Trabzon arasına hafif raylı sisten kurulabilse mesele kökünden çözülmüş olur. Bu hem Trabzon’un hem de Akçaabat’ın modern bir görünüme bürünmesine zemin hazırlar. Aslında böyle bir çalışmanın yapılması çok da zor değildir. Pekâlâ, kıyı şeridi boyunca hafif raylı sistem inşa edilebilir. Bunun yeni kalkınma planlarına alınması gerekir.
Bunun yanında deniz ulaşımından da yararlanılabilir. Deniz kenarında yaşamamıza rağmen denizin, balık dışında, hiçbir şeyinden istifade edemiyoruz. Akçaabat-Trabzon arasına deniz otobüsleri de konabilir. Bu insanları denize yaklaştırarak stres atmalarına sebep olur. Hayatımıza ayrı bir renk katar.
Çevre sorunları doğal dengenin bozulmasıyla ortaya çıkar. Günümüz insanı her geçen gün tabiatı kirletmektedir. Aslında insanoğlu göz göre göre kendi acı sonunu hazırlamaktadır. Çevre kirliliğinin pek çok çeşidi vardır. Bunlar hava kirliliği, su kirliliği, toprak kirliliği, kimyasal ve nükleer kirlilik, çöp, katı atıklar, trafik ve gürültü kirliliğidir.
Su kirliliğinin önlemek için kanalizasyon şebekelerinin eksiksiz yapılması gerekir. Sanayi tesislerine arıtma istasyonları yapma zorunluluğu getirilmelidir. Şehir şebeke suları mutlaka düzenli olarak klorlanmalıdır. Kanalizasyon suları arıtımdan geçirilmelidir. Derelerin ıslah edilmesi lâzımdır. Akçaabat geçmiş yıllarda bunun acılarını yaşamış bir yerleşim yeridir. Bunun acıları hâlâ zihinlerimizde saklıdır. Su arıtma tesisleri çağın teknolojisiyle donatılmalıdır. Su şebekesi gelecek yıllarda ihtiyacı karşılayacak şekilde modernize edilmelidir. Akıllı insanlar problemi yaşamadan tahmin eder ve önlemini alırlar.
Bugün Akçaabat’ta ciddi bir hava kirliliği problemi mevzubahis değildir. Fakat yarın da böyle olacağının garantisi yoktur. Onun için muhtemel hava kirliliği sıkıntısının önlenmesi için şimdiden geleceğe dönük planlar yapmalıyız. Bilindiği gibi hızlı nüfus artışı ve düzensiz şehirleşme hava kirliliğine davetiye çıkarmaktadır. Özellikle kış aylarında soba ve kaloriferlerin düzensiz bir biçimde yakılması hava kirliliğini azamî seviyeye çıkarmaktadır. Bunun yanında kilitlenen trafiğin ortaya çıkardığı eksoz gazları da kirliliğe yol açmaktadır. Yüksek binalar arasında kalan cadde ve sokaklarda hava akımı sağlanamadığı için çevre sağlığı tehlikeye girmektedir.
Hava kirliliğini önlemek için her şeyden evvel kaliteli kömür kullanımı sağlanmalıdır. Bunun yanında fuel-oil tercih edilmelidir. Kalorifer ateşçileri belirli kurslarla eğitilmelidir. Belediye çirkin ve düzensiz yapılaşmayı önlemelidir. Isı yalıtımı teşvik edilerek enerji tasarrufuna yönelinmelidir. Birkaç yıl sonra Trabzon’a getirileceği söylenen doğalgaz hattı en kısa zamanda Akçaabatlılar’ın hizmetine sunulmalıdır. Bununla ilgili altyapı hazırlıklarına bugünden başlanmalıdır. Şehrimizin bu konuda zaman kaybına tahammülü yoktur. Doğalgazın gelmesiyle pek çok mesele kendiliğinden çözülmüş olacaktır.
Akçaabat, Trabzon’un hızla gelişen ilçelerinin başında gelmektedir. Bu şehrin gelişiminde turizmin payı istenilen düzeyde değildir. Oysa şehrimiz adeta bir turizm cennetidir. Eşsiz güzelliklerle bezenmiş bu şehirde tabiatın yeşilliğiyle denizin ve göğün mavisinin kucaklaştığını görürsünüz. Tabiî, tarihî, arkeolojik, kültürel ve turistik yönden çok zengin olan Akçaabat, tarihî İpek Yolu güzergâhı üzerinde yer almaktadır.
Şehrimizin yaylaları meşhurdur. Yaylalarımızdaki bitki örtüsü ve flora zenginliğini dünyanın hiçbir yerinde bulmak mümkün değildir. İsviçre’nin turizm bakımından ileri ülkeler arasında olması doğal bitki örtüsü sayesindedir. Bunun daha fazlası Akçaabat yaylalarında mevcuttur. Durum bu iken bu bakir alanları değerlendirmek için daha ne bekliyoruz? Hıdırnebi, Haçkaoba, Kadırga, Kiraz, Lapazan, Kayabaşı, Kulindağı, Sazalanı, Kuruçam yaylaları turizme kazandırılmalıdır. Bu yaylalarda yapılan bungalov tipi evlerin sayısı artırılmalıdır. Öncelikle iyi bir tanıtım organizasyonu gerçekleştirilmelidir.
Akçaabat’ta çok güzel plajlar ve mesire yerleri vardır. Özellikle Mersin plajı bunların başında gelmektedir. Yakın köylerimizde de tabiatla iç içe olabileceğimiz yerler mevcuttur. En önemlisi de Sera gölüdür. Sera gölü bir Avrupa ülkesinin sınırları içerisinde olsaydı burayı cennete dönüştürürlerdi. Oysa biz bu konuda hiçbir şey yapmış değiliz. Sıradan bir iki lokanta dışında Sera gölüne yapılan bir yatırım yoktur. Herhalde “Derya içredir deryayı bilmezler” sözü bizim gibi basiret gözü kapalı insanlar için söylenmiştir. Burasının kısa zamanda turizmin hizmetine sunulması gerekir. Bu potansiyeli zayi etmemeliyiz.
Şehirlerin kalkınıp büyümesi ancak sanayi ve ticaretle gerçekleşir. Akçaabat yıllardan beri bu yönden ihmal edilmiştir. Sanayileşmeden payına düşeni alamamıştır. Onun için de bu şehirde yaşayanlar karınlarını doyurmak için sıla yangınını göz önüne alarak, doğup büyüdükleri diyarı geride bırakarak gurbet yollarına düşmüşlerdir. Akçaabat, zengin bir yerleşim yeri olmamasına rağmen ülkemizin değişik yerlerinde yatırım yapan pek çok zengin Akçaabatlı vardır. Fakat bu insanlar doğup büyüdükleri, havasını teneffüs ettikleri, buz gibi sularından içtikleri memleketlerine yatırım yapmamışlardır. Paralarını Ege, Akdeniz ve Marmara gibi turizm ve sanayi merkezlerine yatırmışlardır.
Akçaabat’tan sanayi ve endüstri bölgelerine yönelik göçler her geçen gün artarak devam etmektedir. Bugün Akçaabat’a başka şehirlerden gelen öğrenci ve memurları çıkarırsak kent sokakları boşalır. Bunu da göz ardı etmemeliyiz. Onları velinimet olarak görmeliyiz.
Şehrimizin insanı çok zekidir. Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da onlarca Akçaabatlı dâhi öğrenci olağanüstü icatlara ismini yazdırmaktadır. Yani genelde ülkemizin, özelde söylemek gerekirse Akçaabat’ın zeki çocuklarına imkân verilmediği için beyin göçü yaşanmaktadır. Bizler de onların icatlarını yüksek meblağlarla ithal etmekteyiz. Yerinde saymamızın asıl sebebi budur.
Bir zamanlar Rusya’nın yaptığını şimdi Türkiye yapıyor. Rusya’da bir makinenin her parçası ayrı bir müstemleke ülkede üretilir, başka bir yerde de montajı yapılırdı. Bu kasıtlı yapılan bir eylemdi. Maksat her ülkeyi ve bölgeyi birbirine muhtaç etmekti. Akçaabat’ta fındık ve tütün yetiştiği halde bunların yerinde işleneceği fabrikalar yoktur. Bu ürünlerin yerinde işlenebilmesi için fabrikalar kurulmalıdır. Külfet bizim, nimet başkalarının olmamalıdır. Hem ürünlerin yerinde işlenmesinin daha ekonomik olacağı şüphe götürmez bir gerçektir. İşsiz gençlerin kurulacak bu tesislerde istihdam edilmesi bir başka fayda olarak karşımıza çıkıyor. Bir taşla iki kuş vurmak gibi bir şey…
Sanatkârlık Akçaabat insanının ruhunda vardır. Burada yetişen her fert sanata meyillidir. Elinden muhakkak bir iş gelir. Bu kişiler evlerde kısıtlı imkânlarla üretim yapmaktadırlar. Kaşık, kepçe, keser, orak, balta, silah, kazma, makarna çubuğu gibi aletler imal eden bu insanların elinden tutup desteklemek millî bir görevdir. Ben inanıyorum ki bu insanlar desteklense çok daha büyük işler yapabilirler.
Şehirler sanayi sayesinde kalkınırlar. Sanayi kalkınmanın dinamik gücüdür. Orta ve küçük ölçekli sanayi tesislerinin sayısını artırmak zorundayız. Akçaabat’a muhakkak bir Organize Sanayi Bölgesi kurulmalıdır. Bu zanaatkârlar da orada modern tesislerde üretim yapmalıdır. Böylelikle yeni istihdam alanları oluşacaktır. Fakat bu gibi tesisleri muhakkak şehirden uzak tutmalıyız. Düzköy yolu üzerinde uygun alanlar temin edilebilir. Dere boyunca sanayi bölgeleri oluşturulabilir.
Şehrin ticari canlılığını sağlayan mekânlar ticaret merkezleridir. Şehrimize modern ticaret merkezleri kazandırılmalıdır. Bakkallar, kasaplar, tuhafiyeciler, atölyeler, tamirhaneler, ayakkabıcılar, konfeksiyoncular, hırdavatçılar belli mekânlarda toplanmalıdır. Bunun yanında modern bir fuar alanı yapılmalıdır. Burada belli dönemlerde değişik sektörlerin katılımıyla fuarlar düzenlenmelidir.
Üniversiteler toplumu yönetecek ve yönlendirecek kurumlardır. Bu kurumlar hem bilim üretir, hem de üretilen ilmi uygulama sahasına sokarlar. Yani ülkenin beyni sayılırlar. Toplumun meselelerinin çözümüne katkıda bulunulurlar. Üniversiteler bağlı bulundukları şehrin çehresini değiştiren ilim ve irfan yuvalarıdır. Şehrimizin Söğütlü mevkiînde Eğitim Fakültesinin bulunması bu şehir için büyük bir avantajdır. Bunu iyi kullanmalıyız. Bu fakültenin genişleyerek müstakil bir üniversiteye dönüşmesi de mümkündür. Bu gerçekleştirilebilirse şehrin çehresi değişecektir. Bunun için gayret sarfedilmelidir.
Akçaabat folkloruyla dünyada bir incidir. Halk oyunlarımız değişik yarışmalarda dünya birincilikleri kazanarak şehrimizin adını dünyaya duyurmuşlardır. Fakat son yıllarda folklordeki canlılık kaybolma temayülündedir. Folklorun yaşatılması için bir enstitü kurulmalıdır. Bunun aracılığıyla folklorcular okullu olmalıdır. Nasıl ki Brezilya’da samba okulları varsa bizde de bu manada horon okulları kurulmalıdır.
Şehrimizin en önemli tanıtın unsurlarının başında köfte gelmektedir. Akçaabat köftesinin ünü ülke sınırlarını aşmıştır. Pek çok yerde köfte yapılsa da hiçbiri Akçaabat köftesinin yerini tutamaz. Onun kendine göre bir formülü vardır. Hem Akçaabat köftesi Akçaabat’ta yenir. Nasıl ki aşçılığın merkezi sayılan Mengen’de Aşçılık Okulu açılmışsa Akçaabat’ta da yemek üzerine bir yüksek okul veya bölüm açılıp Eğitim Fakültesi’ne bağlanmalıdır.
Geçtiğimiz yıllarda birinci futbol liginde top koşturan Akçaabat Sebatspor’un o görkemli günlerine dönmesi için şehir halkı kenetlenerek adeta bir seferberlik ruhuyla takımına el atmalıdır. Bu takım bir zamanlar şehrimizin adının dilden dile dolaşmasına vesile olmuştu. Fenerbahçeler, Galatasaraylar Fatih Stadyumu’nda ecel terleri dökmüşlerdi. Şehrimizin tanıtımı için futbolun sihirli gücünden istifade etmeliyiz.
Akçaabat’tan onlarca sanatkâr ve yazar çıkmıştır. Fakat günümüzde her nedense bir duraklama hissediliyor. Bunun sebebi sanatkârları yeterince teşvik etmemektir. Yerel yönetimlerin eski ve yeni sanatçılara sahip çıkması gerekir. Onların adı değişik cadde ve sokaklara verilmelidir. Bir sanatçının onure edilmesi için ille de ölmesi gerekmez. Onu yaşarken hatırlayalım ki daha güzel eserler verebilsin.
Bu şehri canından çok seven bir insan olarak ticarethanelerde yabancı isimlerin boy göstermesini istemiyorum. Belediye, işyerlerine ruhsat verirken Türkçe isim koymayı şart koşmalıdır. Türkçenin eski gücüne ve ihtişamına kavuşabilmesi için bu gereklidir.
Şehrimizde modern okuma salonları açılmalıdır. Şehir kültürel bir yapıya büründürülmelidir. Kitap fuarları yaygınlaştırılmalıdır. Ülkemizin seçkin şair ve yazarları yöre insanıyla buluşturulmalıdır. Kültürel kalkınma seferberliği başlatılmalıdır. Çünkü bu ülke ve bu şehir, aydın insanların omuzları üzerinde yükselecektir. Bunu umuyor ve bekliyoruz.
Yirmi birinci yüzyılda hızlı bir gelişme ve yenileşme hamlesi yaşıyor şehirlerimiz. Bizler gelişen dünyaya ayak uydurmak zorundayız. Kendi dairemizin etrafında dönüp duramayız. Dairemizin dışına çıkmalıyız. Akçaabat çağdaş şehir olma yolunda emin adımlarla ilerlemelidir. Kökümüzü unutmadan ve yozlaşmadan çağı yakalamalıyız. Şekil olarak değil, öz olarak batılılaşmalıyız. Kültür ve sanattan nasibimizi almalıyız. Ecdadımızdan teslim aldığımız Akçaabat’ı alnımızın akıyla çağdaş bir Akçaabat hüviyetinde çocuklarımıza teslim etmeliyiz. Bunlar benim düşlerim… Fakat 2018’li yıllarda Akçaabat’ın kurtuluşunun yüzüncü yılını kutladığımız zaman diliminde, bu rüyadan uyandığımda böyle bir Akçaabat görmeyi çok arzuluyorum. Yarının müreffeh Akçaabat’ı için haydi dostlar el ele gönül gönüle verelim. Sizin de bu çorbada tuzunuz olsun.
RECEP YAZICIOĞLU VE “KÖPRÜ” ROMANI ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Zamanı ve mekânı kuşatan, hatta aşan insanlar vardır. Bu kişiler, hayatları boyunca anlaşılamazlar. Dışarıdan bakanlar kendi ufuklarınca görürler bu abide şahsiyetleri. Ufku dar olanlar, bu insanların tavır ve davranışlarına bir mana veremezler. Hatayı kendilerinde arayacak yerde muhataplarına çevirirler zehirli oklarını. Fakat neticede kendileri kaybederler. Fakat bunun bile farkına varamayacak kadar kördürler.
Son yıllarda söz ve eylemleriyle dikkat çeken bir sima vardı. Bu şahsiyet Denizli eski valisi Recep Yazıcıoğlu’dan başkası değildi. Ankara, Polatlı yakınlarında geçirdiği trafik kazasında ağır yaralanan ve daha sonra hayatını kaybeden Yazıcıoğlu, Türkiye’nin bazılarına göre aykırı valilerinden birisiydi.
1948 yılında Trabzon İli Köprübaşı ilçesi Yılmazlar köyünde dünyaya gelen Recep Yazıcıoğlu, 1964 yılında Aydın Lisesi'ni, 1968 yılında da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Aynı yıl Aydın Maiyet Memuru olarak Kaymakamlık stajına başladı. 16 yıl kaymakamlık, beş yıl Tokat, iki yıl Aydın, sekiz yıl Erzincan olmak üzere 15 yıl boyunca da valilik yaptı.
Erzincan’a çok hizmetler götürmüştü. Doğa sporlarına tutkundu rahmetli. Bir gün yüzerken, bir başka gün su kayağı yaparken yansırdı kameralara. Gerçi basına malzeme olmayı da hiç istemezdi. Fakat önde olan insanların objektiflerden kurtulması da mümkün değildi.Kameralara yansıması aslında bölge açısından müspet bir durumdu. Çünkü bazıları doğu illerini farklı görüyordu. Oralara gitmeye çekiniyorlardı. Onun bu, hâlinden memnun tavrı ve görüntüsü pek çok çevreye güzel bir mesaj olarak iletiliyordu.
Aynı zamanda bir yazardı kendisi. “Bu Sistem Değişmeli”, “Sil Baştan” isimli iki kitabı bulunan Yazıcıoğlu hakkında “Aykırı Vali Yazıcıoğlu”, “Vali Yazıcıoğlu” adlı iki kitap da yayımlandı. 'Tokat Özel İdare Uygulamaları' adlı kitap DPT tarafından basılırken, hakkında Tokat Toplum Kalkınması ile ilgili iki doktora tezi de hazırlandı. Erzincan Valiliği'nden sonra üç buçuk yıl Merkez Valisi olarak istihdam edilmişti. Daha doğrusu sivri dili yüzünden zamanın hükümeti tarafından cezalandırılmıştı. Yazıcıoğlu, 30 Ocak 2003 tarihli kararnameyle Denizli Valiliği'ne atanmıştı. Vali Recep Yazıcıoğlu, evli ve üç çocuk babasıydı. 9 Eylül 2003’te Söke ilçesinde defnedildi. Bütün Türkiye ona ağladı. Cenazesinde milyonlar saf tuttu.
Sıradan bir insan değildi Yazıcıoğlu. Onun için çıkışları ve tavırları sıradan değildi. Fakat çok isabetli ve mantıklı yorumlar yapıyordu. Sağlıklı yaşamla ilgili bir dizi uygulamayı hayata geçiren Yazıcıoğlu, “kolalı içeceklere, sigaraya, alkole hayır; süt, ayran içelim, kepekli ekmek yiyelim” kampanyaları başlattı. Bunların hangisi yanlış ki? Sağlıklı bir toplum için böyle yapmak gerekmiyor mu? Fakat onu anlamadılar; anlayan da yanlış anladı.
Tokat’ta gerçekleştirdiği uygulamalar hep konuşuldu. Motosikletle ve traktörle tebdil-i kıyafet yaparak kurumları denetledi. Merkeziyetçi yönetime şiddetle karşıydı. Güçlü yerel yönetimler istiyordu. Valilerin de seçimle göreve gelmesini savunuyordu. Heyecanlı ve iddialı bir yapısı vardı.
Yazıcıoğlu’nun sert bir yapısı olduğunu sanırdınız. Fakat müşfik bir insandı. Yakın çevresi buna şahitti. Geniş bir vizyon sahibiydi. Toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir yapısı vardı.Halkın kurtarıcılar beklemesini şiddetle kınardı. Gerçek kurtarıcının milletin kendisi olduğuna inanırdı. O tabir caizse son dönemin Molla Kasım’ıydı. Haksızlık nereden gelirse eleştirmeden edemiyordu. Bu huyu yüzünden sivri dilli bir insan olarak tanınıyordu. Toplumla bürokratik yapı arasındaki gizli kavganın sona ermesi gerektiğini söylüyordu. Milletin efendi olarak görülmesini istiyordu. Halkın bürokrasinin nazından usandığını belirtiyordu. Gerçek bir liderde olması gereken vasıfları taşıyordu. Ömrü yetse de ilerde siyasete girseydi belki ikinci Özal olurdu.
Son dönem kadın romancılarımızdan olan Ayşe Kulin, “Köprü” adlı romanında merhum Yazıcıoğlu’nu ve onun bir köprü için yaptığı örnek mücadeleyi anlattı. Romana konu edinilen kişi olan rahmetli Recep Yazıcıoğlu aynı zamanda benim köylümdü. O da benim gibi Trabzon'un Köprübaşı ilçesindendi. Yine genç yaşta ölen rahmetli Adnan Kahveci de bizim ordandı. Yani bu toprak büyük insanlar büyüttü bağrında.
Köprü adlı romanı bir akşamda okuduğumu daha dün gibi hatırlıyorum. Gerçekten de çok sürükleyici bir romandı. Fakat bu sürükleyicilik, romanın yazarının üslubundan çok, kahramanı olan merhum Recep Yazıcıoğlu'ndan kaynaklanıyor. Yazar da gerçekçi va güzel anlatmış doğrusu. Bu esere biyografik roman denemesi de diyebiliriz.
Bu romanda Erzincan civarında, Fırat nehri üzerinde çok gerekli olan bir köprüyü yapmak için bir sürü bürokratik engelle karşılaşan bir insanın örnek mücadelesi sergileniyor. Ankara ile Erzincan arasında yaşanan yazışma trafiği gözler önüne seriliyor. Bu köprü yapılmadan evvel halk binbir türlü eziyete katlanıyordu. İnsanlar karşıya geçerken sulara gömülerek hayatlarını kaybediyordu. Fakat bir türlü köprü inşa edilemiyordu.
Doğu illerinin çektiği sıkıntılar ve makûs talihleri de dolaylı da olsa ortaya konuluyor bu eserde. Halkın bunca sıkıntılara rağmen devletine ve milletine bağlı olduğunun altı çiziliyor. Her şeye rağmen iş yapmak isteyen kişilerin bütün engelleri aşarak hizmet yapabileceklerine atıfta bulunuluyor.
Romanda da anlatıldığı gibi bütün bürokratik güçlüklere rağmen Yazıcıoğlu halkla bütünleşerek köprüyü yapmaya muvaffak oluyor. Halkın çok ihtiyaç duyduğu bu köprü, Türkiye’nin hantal bürokrasine rağmen, azmettikten sonra yine de başarıya ulaşılabileceğini gösteren somut bir delildir.
Herkese okumalarını tavsiye ederim...Çünkü yazılanlar hayal mahsulü değil, yüzde yüz gerçek..Adam gibi adam olan merhum Recep Yazıcıoğlu'nun hayatını okumak bize pek çok konuda ümit ve cesaret verecektir. Yazıcıoğlu’na Allah’tan rahmet diliyorum. Yazar Ayşe Kulin’i de bu örnek şahsiyetin hayatını romanlaştırdığı ve gençlere sunduğu için kutluyorum.
E-mektup: [email protected]
SEVMEK BİRAZ DA FEDAKÂR OLMAKTIR
M.NİHAT MALKOÇ
Sevgi bir güneş gibidir. Hem dünyamızı aydınlatır, hem de içimizi ısıtır. Onsuz hayat karanlık ve soğuk bir dehliz gibidir. İçimizi kıpır kıpır oynatır sevgi… Hayatımızı renklendirir, neşelendirir.
İnsan sevdiği kadar vardır dünyada. Bu duygudan mahrum yürek viraneden farksızdır. Gönüllerimizi ve ruh dünyamızı harekete geçiren sevgi, en mühim ihtiyaçlarımız arasındadır. Hem sevmeye, hem de sevilmeye ihtiyacı vardır insanın. Hayat bu hislerle anlam kazanır. Bunlar olmazsa yaşamanın anlamı da kaybolur birdenbire.
Düşünüyorum da dünyada sevilmek istemeyen kişi var mıdır? Hiç sanmıyorum. Şayet böyle bir kimse varsa ruh sağlığı yerinde değildir. Demek ki istisnasız herkes sevilmek istiyor. Peki, sevgi tek taraflı bir duygu mudur? Buna “Evet” diyemeyeceğiz. Çünkü sevgi yürekten yüreğe akma eylemidir. Bu da karşılıklı olur ancak.
Şarta bağlı sevgi olmaz demeyin. Bazı sevgiler şartlıdır. Çocuklarımıza çoğu zaman “Şunu yaparsan seni severim, şunu yaparsan sevmem” türünde lâflar etmez miyiz? İşte bu şarta bağlı sevgidir. Kişi sevilmek istiyorsa kendini o kalıba sokar; istemediği şeyleri yapmak zorunda kalır
Bunun dışında bir de kişi, üstün meziyetlerinden ve sosyal konumundan dolayı sevilir. Bu, beklenti ve fayda amaçlı sevgidir. Maddî durumu iyi ve sosyal konumu üstün olan kişileri sevmek buna örnektir. Şarta ve konuma bağlı sevgiler sağlıklı değildir. Çünkü şartlar gerçekleşmezse ve konumu iyi olan kişi elindekileri kaybederse duyulan sevgi de o anda biter. Böyle bir sevgiye sevgi demek mümkün değildir.
Peki hangisidir güzel olan sevgi? Her şeye rağmen, her halükârda sevmek… Böyle bir sevgide şart ve beklenti olmadığı için sevginin sekteye uğraması da mümkün değildir. İnsanların en çok arzuladığı sevgi de her şeye rağmen olanıdır. Fakat itiraf edelim ki dünyada en az rastlanan sevgi de budur.
Anne ve babaların sevgisi her şeye rağmen duyulan sevgiye en güzel örnektir. Fakat çocukların anne ve babalarına duyduğu sevgi için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Çünkü çocuk büyüyüp ihtiyaçlarını görebilecek seviyeye geldikten sonra değişebiliyor. Oysa anne ve babanın sevgisi kayıtsız ve şartsızdır. Buna örnek olabilecek bir hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Bebeğimi görebilir miyim” dedi yeni anne. Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu... Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.
Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu. Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı. Ağlayarak şu cümle döküldü dudaklarından: “Büyük bir çocuk bana ucube dedi.”
Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmış olsaydı. Annesi, her zaman ona “Genç insanların arasına karışmalısın” diyordu, ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.
Delikanlının babası, aile doktoruyla oğlunun sorunu ile ilgili görüştü; “Hiçbir şey yapılamaz mı? ”diye sordu. Doktor “Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir”dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti. Bir gün babası “Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır” dedi. Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı.
Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçmişti, bir gün babasına gidip sordu: “Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım. Bir şey yapabileceğini sanmıyorum” dedi. Babası, “Fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin.” Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi.
Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annesinin başına elini uzattı. Kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti. Annesinin kulakları yoktu.
“Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu” diye fısıldadı babası”. Ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi? Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı değildir, ancak kalptedir! Gerçek mutluluk gördüğün şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir. Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinmeyen şeydedir! ”
Bu yaşanmış öykü, sevginin nasıl olması gerektiğini ortaya koyuyor. Demek ki gerçek sevgi fedakârlığı da zorunlu kılıyor. Katlanılan fedakârlıklar sevginin derecesini gösteriyor. Hanginiz böyle bir sevgiye ve fedakârlığa hazırsınız? Bu soruya müspet cevap verenler riya katılmamış, gerçek sevgiyi bayraklaştıranlardır. Bunlara bugün ne çok ihtiyacımız var.
En büyük yanlışımız sevgiyi muhatabımızdan beklemektir. Oysa karşımızdaki kişi de aynı şeyi düşünüyor. Böylelikle sevgi iletişimi sağlanamıyor. Gelin birbirimizi karşılıksız sevelim. İlk hamleyi biz yapalım. Çok şey gerekmiyor, içten bir gülümseme bile sevmek için yeterli bir davranıştır. Her şeye rağmen sevelim ve sevilelim.
E-mektup: [email protected]
HASTA PSİKOLOJİSİ VE HASTA HAKLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyada sağlıktan daha kıymetli bir varlık olmadığını bilsek de hasta olmadan bunun farkına varamıyoruz. Hasta yatağına düştüğümüzde gerçeklerle yüz yüze geliyoruz. Fakat bu sefer de yapacak fazla bir şey kalmıyor. Hele toplum olarak hastalıklar konusunda çok ihmalkârız. Çoğumuz ileri derecede hastalanmadıkça doktora gitmeyiz. Kim bilir, belki muhtaç ve düşük görünmeyi gururumuza yediremeyiz.
Hastaneler ve doktorlar, hasta olduğumuzda sığınacağımız şefkatli yuvalardır… Hasta olunca önce Allah’tan, sonra da doktorlardan medet umuyoruz. Biz genelde senede birkaç kez hasta oluyoruz. Fakat doktorlar ömrünü hastane ortamlarında hastalarla geçiriyorlar. Onlara minnet borçluyuz. Onlara daha anlayışlı davranmalıyız. Lâkin doktorların da hastaların psikolojik durumunu anlaması ve ona göre davranması gerekir. Hastalık normal bir hâl değildir.
Toplum olarak pek çok haklara sahibiz ama nedense haklarımızın çoğunu bilmeyiz; bilsek de aramayız. Batılı toplumlar bu hususlarda hassastırlar. Haklarını bilir ve ararlar. Onun için meseleler sulh ile halledilir. Türkiye’de de bütün medenî ülkelerde olduğu gibi hasta hakları vardır. Bunlar hastanelerin görünen yerlerine asılır. Hiçbirimiz okumayız bu çerçevelenmiş yazıları. Dilerseniz bunları bir gözden geçirelim. Hasta olarak haklarımız nedir bir bakalım:
“Sağlık hizmeti alan hastalar ve yakınları ırk, renk, din, dil, cinsiyet, ulusal köken, sakatlık, cinsel eğitim, felsefi inanç, ekonomik ve sosyal durum, ödeme kaynağı ayrımı yapılmadan tıbbı bakım ve tedavi alma hakkına sahiptir.
Hangi nedenle olursa olsun hastanın yaşama hakkından vazgeçilemez, kendi isteği bile olsa kimsenin yaşamına son verilemez.
Sağlık hizmeti alan hastalar ve yakınları kültürel, dinsel ve sosyal değerlerine saygılı, onurunu, güvenliğini ve huzurunu koruyan, rahat bir ortamda tıbbi bakım ve tedavi alma hakkına sahiptir.
Sağlık personeli bakım hizmeti verirken hastaların değer, inanç ve kararlarını yargılayıcı, küçümseyici ifadeler kullanamaz.
Hastanın inancını temsil eden bir din görevlisi ile görüşmek istemesi durumunda sağlık kurumu yardımcı olacaktır.
Sağlık hizmeti alan hastalar ve yakınları sağlık durumları ile ilgili yararlanabilecekleri hizmet ve olanakları, yardım alabilecekleri kişi ve kurumları tanıma ve bilgilendirilmiş seçim yapabilme hakkına sahiptir.
Sağlık hizmeti alan hastalar ve yakınları hastalığın tanısı, var olan tedavi seçenekleri ve başarı olasılıkları, tedavinin maliyeti, hastalığın seyri, olası komplikasyonları(yan etkileri) hakkında bilgi alma ve tedavisiyle ilgili kararlara katılma hakkına sahiptir.
Hastaların ağrısının doğru değerlendirilmesi ve tedavi konusunda titizlik gösterilir. Hastaların yakınma ve ağrılarının uygun bir yöntemle ve zamanlamayla giderilmesi önceliklidir.
Sağlık hizmeti alan hastalar ve yakınları tıbbi bakım ve tedavi ile ilgili olarak bilgilendirildikten sonra önerilen tedaviyi kabul ya da reddetme ve kendi belirlediği çerçevede hizmet alma hakkına sahiptir.
Önerilen tedaviyi reddeden hastalar, kurumun diğer bakım ve tedavi olanaklarından yoksun bırakılamaz.
Sağlık görevlileri hastanın tercihleriyle çelişmeyecek bakım ve tedavi yolunu bulmak için hasta ve yakınlarıyla işbirliği yapar.
Hasta bakım ve tedavisi görsel ve işitsel gizlilik sağlayacak şekilde düzenlenmiş ortamlarda yapılır. Tıbben sakıncası yoksa hasta yanında bir yakınının bulunmasına izin verilir. Bakım ve tedaviyle ilgisi olmayan kişiler tıbbi girişimler sırasında hastanın yanında bulunamaz.
Sağlık hizmeti alan hastalar ve yakınları yasalarla uyumlu olmak üzere, her türlü muayene bakım, tedavi ve işlemin gizliliğe uygun bir ortamda gerçekleştirileceğine, tıbbi bilgilerinin gizli kalacağına güvenebilme hakkına sahiptir.
Ölüm hasta bilgilerinin gizliliğini ortadan kaldırmaz.
Sağlık hizmeti alan hastalar ve yakınları yasalarla uyumlu olmak üzere, tıbbi durumuna ait kayıtları inceleyebilme ve isteme hakkına sahiptir.
Kurum çalışanları hasta bilgilerinin hasta odasında ya da ziyaretçilere açık yerlerde bulundurmaz, hasta ile ilgili tartışmaları halka açık yerlerde yapmaz.
Yetkisi olan çalışanlar dışındaki kişilerin hasta kayıtlarına ulaşmasını engelleyen güvenlik sistemleri bulunmaktadır.
Sağlık hizmeti sunulan hastalar ve yakınları sağlık bakımlarıyla doğrudan ilgili tüm kişilerin görev ve unvanlarını öğrenme ve olanaklı ise seçme hakkına sahiptir.
Sağlık hizmeti alan hastalar ve yakınları verilen sağlık hizmetinden gerektiği sürece yararlanma, izlem süreci hakkında bilgilendirme, alınacak kararlara katılma ve anlama hakkına sahiptir.
Hastaların acil durumlarda hekime ulaşabilme hakkı vardır.
Yatarak tıbbi bakım hizmeti alan, sağlık hizmeti alan hastalar ve yakınları acil durumlarda bakımlarıyla doğrudan sorumlu olan hekime ulaşabilme hakkına sahiptir.
Sağlık hizmeti alan hastalar ve yakınları bir araştırmaya katılımları söz konusu olduğunda, araştırma hakkında ayrıntılı bilgi alma ve istemiyorlarsa araştırmada yer almayı reddetme hakkına sahiptir.
Araştırma ve eğitim amaçlı çalışmalarda hastanın kimlik bilgileri hastanın izni olmadan açıklanamaz.”
Bu hakları bilmek hastaları doktorlar ve diğer görevliler karşısında güçlü kılar. Hakkımızı aramalıyız. Fakat hastalar ve hasta yakınları sorumluluklarını da bilmeli ve yerine getirmelidir. Hastalar doktorların varlık sebebidir. Hastalar da doktorlara muhtaçtır her zaman. Herkes vazife ve sorumluluklarını bilip gereğini yerine getirmelidir. Böyle hareket edilirse hiçbir mesele çıkmaz. Sağlık ve huzur içinde hayatımıza devam ederiz.
E-mektup: [email protected]
EKMEK İSRAFI
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyada hiçbir kaynak sınırsız değildir. Doğalgazdan soframızın baş tacı olan ekmeğe kadar bütün kaynaklar sınırlıdır. Kaynaklar kıt, ihtiyaçlar sınırsızdır. Tüketirken bunu dikkate almak ve ona göre hareket etmek zorundayız. Aksi takdirde karanlık günlerle karşılaşmak muhtemeldir.
İslam inancı ölçülü olmayı gerektirir. Hiçbir şeyde aşırılığa kaçmamak lâzımdır. Her şeyin en güzeli orta olanıdır. Dinimiz saçıp savurmayı şiddetle yasaklamıştır. Bugünkü kapitalist sistemde tüketim çılgınlığı yaşanmaktadır. Televizyonlardaki reklâm furyası bu çılgınlığı körüklemektedir. Birilerinin cebi para dolarken ülkemizin kaynakları boş yere tüketilmektedir.
Aslında esas olan ihtiyaçları gidermektir. Fakat günümüzde insanlar durup dururken kendilerine yeni ihtiyaç kapıları açmaktadırlar. Evlerimizin içi eşyadan geçilmiyor. Tıka basa eşya doldurmuşuz malikânelerimizi. Elektronik aletler hayatımızı çepeçevre kuşatmış. Bir elimiz yağda, öbürü balda. Yine de içimizdeki madde açlığını gideremiyoruz. Aldıkça yeni ihtiyaçlar beliriyor. Buna bir “dur” demenin zamanı gelmedi mi?
Kapitalist sistem, kaynakları çarçur ediyor. Daha çok kazanmayı esas alan bu sistemde insan ihtiyaçları sınırsız kabul ediliyor ve içimizdeki madde açlığı daha da körükleniyor. Batı iktisat sistemi hayatı felç etti. Maddî yanımızı doyurdukça manevi tarafımızın açlığı daha da belirginleşiyor. Fakat o tarafı doyurmaya yönelik hiçbir girişimde bulunulmuyor. Manevî açlık huzursuzluklarımızın asıl kaynağıdır.
Yüce Allah lüks ve israfı yasaklamıştır. İnancımızda her ne alanda olursa olsun ölçüsüzlük kerih addedilmiştir. Peygamber Efendimiz: “Cömertliğin afeti israftır” buyuruyor. Demek ki israfa varan cömertlik de ölçüsüzlük olarak görülüyor. Verirken de ihtiyaçlı olanlara vermeliyiz. Bunda da ölçüyü tutturmak şarttır.
Lüks ve israf aynı zamanda ahlâkî bozulmalara da zemin hazırlar. Bir tarafta savurganlık içerisinde yaşayanlar, öbür yanda çöplerden rızkını arayanlar… Böyle bir cemiyette toplumsal barıştan söz edilebilir mi? Zenginle fakir dostça, kardeşçe yaşayabilir mi? Hırsızlık ve kapkaç önlenebilir mi? Bunlara müspet cevap vermek zordur. Öyleyle zengin fakirin elinden tutsun; böylelikle fakirler de zenginlere sevgi ve muhabbet duyacaktır.
Dinimizde zekât ve sadaka müessesesi hakkıyla işlese kimse aç ve bîilaç kalmazdı. Çünkü zenginler mallarının kırkta birini muhtaçlara dağıtacaklarından dolayı fakirler mağdur olmazdı. Garibanlar zenginlere saygı ve minnet duyarlardı. Hiç kimse çöplerden ekmek aramak durumunda kalmazdı.
İsrafın haram olduğu konusunda kimsenin tereddüdü yoktur. Fakat nereden sonrası israf, bunun sınırları koyulmuş mudur? Bu hususlarda eksik ve yanlış bilgilerimiz vardır. Aslında ihtiyaçtan ötesi israftır. Zorunlu ihtiyaçlar da bellidir. Bir insanın asgari düzeyde yaşaması için gerekli olanları sağlaması gereklidir. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde: “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz” buyuruyor. Fakat bu rahmanî sesi duymamak için kulaklarımızı tıkıyoruz. Yine o mübarek zat bir başka sözünde şöyle buyuruyor: “Kim savurganlık yaparsa, Allah onu yoksul bırakır.” Geçim sıkıntısı çekenlerin mevcut durumlarına bu pencereden bakmaları sağlıklı bir yol olur kanaatindeyim. Suçu başka yerlerde aramak zaman kaybından başka bir şey değildir.
Günümüzde en çok israf edilen nimetlerin başında ekmek gelmektedir. Şehirlerde yaşayanlar doğal olarak ekmeklerini fırınlardan temin etmektedirler. Oysa köylerde herkesin sobası veya tandırı vardır. Her zaman çarşıya gitme imkânı olmadığı için ekmeklerini kendileri üretirler.
Şehirlerde yaşayanlar fırına gitmeye üşendikleri için gereğinden fazla ekmek alıyorlar. Alınan bu ekmekler bir iki günde bayatladığı için çocuklar yemiyor. Mecburen anne babalar tüketiyor. Onlar da yemeyince bayat ekmekler doğru çöpe gidiyor. Bunun yanında lokantalarda, yatılı okullarda, otellerde artan ekmekler çöpü boyluyor. Resmi kurumların yemekhanelerinde artan ekmeklerin kaderi de bunlardan farklı değil. Fırınlarda satılamayan ekmekler de ertesi gün atılmaktadır. Bunları bir araya getirince her gün milyonlarca somun ekmek zayi oluyor.
Bu basit bir hesapla önlenebilir. Herkesin veya her kurumun tüketeceği ekmek miktarı bellidir. Bu ölçüyü tespit ettikten sonra o miktarda ekmek alırsak mesele kendiliğinden çözülmüş olur. Fakat her işte olduğu gibi ekmek konusunda da aç gözlülüğümüz, israfın asıl nedeni olmaktadır.
Türkiye Fırıncılar Federasyonu'nun İstanbul için verdiği rakamlara göre, bir günde üretilen yaklaşık 15 milyon ekmeğin yaklaşık yüzde 25'i israf ediliyor. Bu da 3 milyon 750 bin ekmek demek. Aynı kaynakta, tüm ülkedeki ekmek israfının ise, 15 milyon adet olduğu belirtiliyor. Bu ne korkunç bir rakamdır. Bir de bunun dünya boyutunu dikkate alırsak ne denli israfla karşı karşıya olduğunuz ortaya çıkar. Bu ekmekler ihtiyaç sahiplerine ulaştırılsa memleketimizde ve dünyada aç insan kalmazdı.
Öncelikle yapmamız gereken, ihtiyacımız kadar ekmek almaktır. Şayet yine de ekmek artıp bayatlıyorsa bunları farklı şekillerde değerlendirebiliriz. Ekmek kavurması, papara, ekmekli omlet, ekmek helvası yapmak şu anda aklıma gelenler. Gelin bu israfı hep birlikte önleyelim. Bu nimetlerin sahibi olan Allah, bizlere bunların hesabını soracaktır. Allah’a hesap verebilmek için öncelikle kendimizi hesaba çekelim ve sofralarımızın baş tacı olan ekmeğe hak ettiği değeri verelim ve israf edilmesine göz yummayalım.
E-mektup: [email protected]
BİR NAMAZLIK SALTANAT
M.NİHAT MALKOÇ
Herkesin sevdiği bir şiir vardır hayatında. Kişi, duygularına tercüman olan bu şiiri diğerlerine nazaran daha çok sever, ötekilerden ayırır. Hatta her zaman yanında bulunması için ezberler. Benim de en çok sevdiğim şiirlerin başında gelir Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş Şiiri”. Çok sevdiğim için de ezberlerim arasında yer alır. Otuz beş yaşını devirme arifesinde olduğum için midir nedir bilinmez. Ne diyordu bu şiirde Cahit Sıtkı:
“ Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar? ”
Zaman nasıl da değiştiriyor insanı. Çocukluk, ilk gençlik, orta yaşlılık ve ihtiyarlık dönemleri birbirine hiç benzemiyor. Yüzümüz ve bedenimiz devamlı bir değişim hâlinde. Bir günümüz ötekine uymuyor. Belli bir yaştan sonra insanın aynalara bakası da gelmiyor. Aynalar mı yalan söylüyor, yoksa biz mi yalanız? Çözümü zor bir bilmece bu. Şirin son beşliğinde şair Cahit Sıtkı Tarancı, sözlerini şu ibretlik dizelerle bitiriyor:
“ Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.”
İnsan belli bir zaman sonra kabulleniyor yaşlandığını. Çünkü geriye dönüşü yoktur bu yolculuğun. Albümdeki resimleri ve Haşim’in güneş rengi bir yığın yaprak olarak nitelendirdiği anıları saymazsak gençliğimize dair elimizde hiçbir delil yoktur. Yaşamın bu safhasında elde var hüzün. Bunun sağlamasını da yapsanız çıkacağı budur.
Cahit’in dediği gibi ölüm herkesin kapısını çalacak. En enteresan olanı da ne zaman çalacağının belli olmaması. Aslında böylesi daha iyi bence. Ölümün vakti belli olsaydı hayat acı bir lokma gibi boğazımızda düğümlenirdi. Oysa şimdi yaşlısı, da genci de ölümü hem uzaklarda hem de çok yakında görüyor. Azrail hiç ummadığınız bir anda kapınızı çalıp emaneti geri istiyor. Bu noktadan sonra sizin rızanız sorulmuyor. Teslim oluyorsunuz bu davetsiz misafire.
Dünyada size değer verenler de, vermeyenler de taht misali o musalla taşında ellerini bağlayıp size olan saygılarını ifade ederek saltanatınızı ilan ediyorlar. Fakat bu sultanlığın ömrü iki rekâtlık bir namazın süresinden öteye gitmiyor. Birkaç dakikalık saltanat cemaatin iki tarafa selâm vermesiyle son buluyor. Bir kelebeğin ömründen çok daha kısa olan böyle bir saltanatı neyleyim. Saltanatın uhrevî hayatında da ebedî olmasını istiyorsan dünyada Hakk’a karşı köle olmasını bilmeli ve onun rızası üzere yaşamalısın.
Ölümün ne zaman ne şekilde geleceği belli değil. Onun için Resulullah Efendimiz “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışın” diyor. Bu demektir ki dünya ile ahiret hazırlığını dengeli yürütmemiz lâzımdır. Ecel her an gelmeye hazır… Ömür ne bir dakika uzatılabilir, ne de bir dakika kısaltılabilir. Nerede, hangi sebeple öleceğimiz levh-i mahfuzda yazılıdır. Bununla ilgili olarak anlatılan bir kıssa vardır. Bunu ilginç olması hasebiyle sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Hazret-i Süleyman Aleyhisselam'ın yanında bir zat oturuyordu. Ölüm meleği geldi ve o kimseye öyle bir baktı ki, kendisine korku ve ürperme geldi. Bu gelenin kim olduğunu Süleyman Aleyhisselam’dan sordu. Ve ölüm meleği olduğunu öğrenince:
‘Ey Allah’ın peygamberi, ben ondan çok korktum. Beni Çin’e gönder de, ondan uzakta olayım.’ dedi.
Hazret-i Süleyman Aleyhisselam, rüzgâra emrederek o kimseyi Çin’e gönderdi. Biraz sonra ölüm meleği tekrar yanına geldi ve Süleyman Aleyhisselam ölüm meleğine sordu:
‘Biraz önce buraya geldin baktın ve gittin. Bu meraklı bakış ve aniden gidişinin sebebi neydi? ’
Ölüm meleği cevap verdi: ‘Burada yanınızda oturan bir kimsenin, ruhunu Çin’de almakla emrolundum. Hâlbuki onu sizin yanınızda Kudüs’te görünce gayet şaşırdım ve hayret ettim. Oysa o kimse sizden Çin’e gönderilmesini istedi ve siz de bu isteği kabul ederek onu Çin’e gönderdiniz. Böylece ben de aldığım emir gereğince Çin’e giderek onun ruhunu aldım.’”
Bazı şeyleri birbirine karıştırmamak lâzımdır. İnsanın ne zaman, nerede, hangi sebeple öleceğinin Allah katında belli olması, insanın amellerindeki özgür iradesini ortadan kaldırmıyor. Ömrü uzatıp kısaltamazsınız ama gelecekte yaşayacağınız yerin Cennet mi Cehennem mi olacağını işlediğiniz amellerle belirleyebilirsiniz. İyilerin ve kötülerin görecekleri muameleyi kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim açıkça izah ediyor. Onun için hiç kimse bu konuda elinin bağlı olduğunu söyleyip çaresizliğini ilân edemez; etse de bu Allah katında geçerli bir mazeret olamaz. Kendi kendimizi kandırmayalım. Her şeyin bizde başlayıp bizde bittiğini bilelim. Bir namazlık saltanatımızın olduğunu aklımızdan çıkarmayalım.
E-mektup: [email protected]
AZLA YETİNMEK
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanlar aç doğarlar ve neticede aç ölürler. Dünyaya yeni gelen bebek ilk olarak annesinin memesini yoklar ve sanki önceden öğrenmiş gibi hemen emmeye başlar. Ömrü boyunca mal ve mülk peşinde koşan kişi, son nefesine kadar değişik emellerle yaşar, fakat bu emellerini tam anlamıyla gerçekleştiremeden bu dünyadan göçüp gider.
En zengin insanların bile gerçekleştiremedikleri emelleri vardır. İnsanın içindeki maddî açlığı doyurması mümkün değildir. Onun için ecdadımız “İnsanın gözünü toprak doyurur” demişlerdir. Hakikaten öyledir. Dünyada ne kadar servet sahibi olsak da yine de tam anlamıyla mutmain olamayız. Bu herhalde nefsin kurduğu bir tuzaktır.
Oysa mutasavvıflar(Allah dostları) azla yetinmeyi, kanaatkâr olmayı bilmişlerdir. Onların bu durumu “bir lokma, bir hırka” deyimiyle anlamını bulmuştur.
Azla yetinmeyi becerebilenler, dünyada mutluluğu yakalamış müstesna insanlardır. Çünkü açgözlülük ve hırs, ruhî hastalıkların en dehşetlileridir. Bunlara tutulan insan, kolay kolay iflah olmaz; kendini bu marazdan kurtaramaz. Ne elde etse bu onun ruh açlığını gidermez. Bolluk içinde kıtlık çeker. Peygamberimiz Hz. Muhammet bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Müminin izzeti Allah’ın kendisine verdiğine kanaat edip insanlardan bir şey beklememesidir.”
“Ey âdemoğlu! Sana kâfi gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun. Ey âdemoğlu! Ne aza kanaat ediyorsun, ne de çoğa doyuyorsun.”
“Cebrail bana gelerek şöyle dedi: ‘...Müminin izzeti Allah’ın kendisine verdiğine kanaat edip insanlardan birşey beklememesidir.’”
Aza kanaat edenler iki cihan saadetini yakalamaya namzet insanlardır. Onlar için maddî varlıklar fazla bir şey ifade etmez. Çünkü onlar için dünya bir duraktır. İnsan edebî hayatı hesaba katarsa dünya denen bu mekânda çok az bir süre kalacaktır. Demek ki bunca zahmete değmez. Kişi nerde daha çok kalacaksa oraya yatırım yapmalıdır. Müslüman için ebedî istirahatgâh ahrettir, cennettir. Bu sebeple dünya hırsı anlamsızdır. Bununla ilgili bir hikâye anlatılır. Bu hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Bir zamanlar dağda, kızgın güneşin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu varmış. ‘Bu hayattan bıktım artık. Yontmak! Devamlı mermer yontmak... Öldüm artık! Üstelik bir de bu güneş, hep bu yakıcı güneş! Ah! Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim, orada yükseklerde her şeye hâkim olacaktım, ışınlarımla etrafı aydınlatacaktım.’ diye söylenir durur yontucu.
Bir mucize eseri olarak bu dileği kabul olunur ve yontucu o an güneş olur. Dileği kabul edildiği için çok mutludur. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada ışınlarının bulutlar tarafından engellendiğini fark eder.
‘Basit bulutlar benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli olduklarına göre benim güneş olmam neye yarar! ’ diye isyan eder. ‘Mademki bulutlar güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim.’
O zaman hemen bulut olur. Dünyanın üzerinde uçuşmaya başlar, oradan oraya koşuşur, yağmur yağdırır fakat birdenbire rüzgâr çıkar ve bulutları dağıtır. ‘Ah, rüzgâr geldi ve beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o öyleyse ben rüzgar olmak istiyorum.’diye karar verir… Ve dünyanın üzerinde eser durur; fırtınalar estirir, tayfunlar meydana getirir. Fakat birdenbire önünde kocaman bir duvarın ona mani olduğunu görür. Çok yüksek ve çok sağlam bir duvar. Bu bir dağdır. ‘Basit bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgâr olmam neye yarar.’ der.
O zaman da dağ olur. Ve o anda bir şeyin O’na durmadan vurduğunu hisseder. Kendinden daha güçlü olan şeyin, O’nu içinden oyan şeyin ne olduğunu çok merak eder. Bir de bakar ki bu küçük bir mermer yontucusudur. Yine başa dönmüştür. Bu hadiseden sonra elindekiyle yetinmeyi öğrenir.”
İslâm inancı azla yetinmeyi emreder. Fakat bu demek değildir ki yeni şeyler icat etmeyelim, insanlığın hayrına üretmeyelim. Kişi elindekine razı olacak ama daha iyisini elde etmek için de gayret içerisinde bulunacak. Hırs ve tamahkârlık illetine tutulmayacak. Allah’tan çokça isteyeceğiz; bu yüzsüzlük değildir. Nitekim Resulullah Efendimiz’in şu hadisleri, istemenin ve gayret etmenin önemini vurguluyor:
“Biriniz Allah’tan dilekte bulunduğunda bolca istesin. Çünkü Rabbinden istemektedir.”
“Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.”
“Allahım! ... Senden tükenmeyen bir nimet diliyorum. Senden bitmeyen bir sevinç diliyorum.”
Allah bizleri az verip aratmasın, çok verip azdırmasın. Ölçü üzere yaşayanlardan eylesin.
E-mektup: [email protected]
GÜZEL SÖZ SÖYLEME SANATI VE TİRYAKİ SÖZLER
M.NİHAT MALKOÇ
Eskilerimiz güzel söz söyleme sanatına “belâgat” derlerdi. Bu konuda kendini ilerletmiş çok mahir insanlarımız vardır. Bunlardan birisi de Cenap Şehabeddin’dir. Servet-i Fünûn Edebiyatı’nın en büyük şairlerinden biri olan bu mümtaz sima, şiirin yanında belâgat sahasında da kendini göstermiştir. Aynı zamanda doktor olan bu edebiyatçımızın söylediği seçkin sözler, bugün duygu ve düşüncelerimize tercüman olmaktadır. Öneminden dolayı buz sözlerden bir demet alıp sizlere sunmak istiyorum:
“Hakikati güneşe benzetirler; doğrudur. Çünkü gözlerimizi bozar korkusu ile çoğuna bakamayız.”
“Hakkı kuvvetlendiremeyenler, kuvveti hak ederler.”
“En acınacak mahlûk, kaplumbağalarla beraber yürümeye mecbur olan küheylanlardır.”
“Kalp söze başlayınca akıl sağır olur.”
“Herkesi aydınlatmak isteyen öğretmenler, mum gibi erimeye razı olmalıdır.”
“Gölgede yaşayanlar, güneşi göremezler.”
“Niçin mi fikir değiştiriyorum? Çünkü ben fikirlerimin sahibiyim, kölesi değil. Fikirlerime karşı hiçbir taahhüdüm yoktur. İster değiştirir, ister saklarım.”
“Genç görünmek arzusu bilhassa ölüm endişesinden kaçınmak için beslenir. Sanırız ki, genç göründüğümüz nispette ecelden uzağız! ”
“Gündüz kandilini hazırlamayan, karanlığa razı demektir.”
“Konuşanın mevkii, bir fikrin kıymetini az çok değiştirir. İster istemez sözden ziyade söyleyene bakarız.”
“Bayram, kıyafetlerin riya devridir.”
“Hiç kimseye benzememek isteyen, bir karikatüre benzer.”
“Yerinde sayanlar, yürüyenlerden ziyade gürültü çıkartır.”
“Ter, vücudun gözyaşıdır.”
“Aczini duymayan adam, hakikaten kuvvetli değildir.”
“Herkes başkasına, hakikatte kendi layık olduğu muameleyi reva görür.”
“Küçük kapılardan girmeye çalışanlar, eğilmeye mecbur olurlar.”
“Arzuların, kuvvetinin yetişebileceği yeri gösterir; hayallerin ise, zaafının yetiştiği yeri…”
“İnsan düşmanın her faziletine inanabilir: Samimiyetine asla! ”
“Bugünkü fikirlerin kıymetini ancak ‘yarın’ gösterir.”
“İnsan, tarihe her istediğini söyletebilir, çünkü ölüler, itiraz edemezler.”
“Kusurumuz ne kadar çoksa, o kadar kusur ararız.”
“İyiliği yalnız iyiler anlar, fenalığı herkes.”
“Saadet dağlar gibidir; ses verir ama kımıldamaz, bekler ki sen ona gidesin.”
“Daima 'bilirim'mi diyor gençtir, herşeye 'olabilir'mi diyor ihtiyardır.”
“Kavak ağacını beğenen ve seven çok az kişi gördüm. Çünkü dosdoğrudur.”
“Kendini pek çok seven, pek az sevdirir.”
“Menfaat sandalyeye benzer. Başında taşırsan seni küçültür, ayağının altına alırsan yükseltir.”
“Yüksek tepelerde hem yılana hem kuşa rastlanır; birisi sürünerek, öteki uçarak yükselmiştir.”
“Haykıran sükûtlar vardır ki, ancak Allah işitir.”
“Okul arkadaşları tespih taneleri gibidir; Tahsil biter, iplik kopar, her biri bir tarafa dağılır.”
“Köhne fikirler paslanmış çivilere benzer; söküp atmak çok zordur.”
“Seçkinler, beğendikçe alkışlar; halk ise alkışladıkça beğenir.”
“Hakiki hürriyet, yüksek fikirlere esarettir.”
“Ümitsiz yürek, hiçbir şeyle aydınlanamaz.”
“Hepimiz ölümün nişanlısıyız.”
“Akarsu, ne güzel hayat dersidir: Küçük engellerin üzerinde köpürür; büyüklerin yanından sessizce geçiverir.”
Cenap Şehabeddin’in dile getirdiği bu sözler hayat tecrübelerinin ürünüdür. Buna bir de belâgatteki ustalığını ekleyince böyle güzel ifadeler çıkıyor ortaya. Herkes kendisini ifade etmek için konuşur. Fakat belâgat seçkinlerin lisanının özelliğidir. Belâgat sözün sosudur. Görünüşünden fazla bir şey anlayamayız. Acı veya tatlı olduğunu ancak tadınca anlarız. Sözün tadı dille değil, tefekkürle idrak edilir.
E-mektup: [email protected]
İSLÂMDA SAĞLIK VE TIBBI NEBEVÎ
M.NİHAT MALKOÇ
İslâm, insanı temel alan ve onun faydası için kaideler koyan bir dindir. Bu dinin içeriğine bakılınca insanın aleyhinde hiçbir hüküm göremezsiniz. Bu onun hak ve evrensel bir din olduğunun en büyük delillerinden birisidir.
Sağlık da dinimizin üzerinde hassasiyetle durduğu bir meseledir. Onun için insana zararlı olan şeyler ya haram, ya da mekruh sayılmıştır. Bunların başında alkol gelmektedir. Uyuşturucu ve benzeri aklı devre dışı bırakan maddeler de dinimizin yasakladığı maddeler kapsamındadır. Sigara da bazılarına göre mekruh, bazılarına göre haramdır.
Osmanlı devletinin en uzun saltanat süren padişahlarından Kanunî Sultan Süleyman da sağlığa verdiği önemi belirtmek için şu veciz beyti söylemiştir:
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”
İnsanın sağlığını koruması en büyük vazifelerinden biridir. Çünkü her şey sağlık üzerine kuruludur. Bunun yanında sağlığımızı muhafaza etmek Allah’ın emridir. Zira Kuran’da “Allah yolunda mallarınızı harcayınız! Ve kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız.! Davranışlarınızda dürüst olunuz! . Çünkü Allah, dürüstleri sever.”(Bakara S. 195.Ayet) buyrulmuştur.
Bilindiği gibi hastalıkların çoğu pislikten kaynaklanmaktadır. Oysa İslam’da temizliğe büyük önem verilmiştir. Ev, üst baş ve iç temizliğine dikkat edilmesi istenmiştir. Dinini hayat tarzı edinenler, bu kurala harfiyen uyanlar hastalıklardan uzak olmuşlardır. Fakat yine de olacaksa bunun da önüne geçilememiştir.
İslâm dünyasında tıbba büyük önem verilmiş ve bu alanda önemli Müslüman âlimler yetişmiştir. İbni Sinalar, Farabiler bunlardan başlıcalarıdır. Başını kuma görerek İslâm’ı karalamak isteyenler dinimizin ilme mani olduğunu söyleyecek kadar körelmişlerdir. Oysa mevcut durum hiç de böyle değildir. İslam bütün pozitif ilimleri teşvik etmiş ve önünü açmıştır. Tıp da bunlardan birisidir.
Yüce Peygamberimiz sağlığa apayrı bir kıymet vermiş ve zaman zaman bununla ilgili tavsiyelerde bulunmuştur. Peygamberimizin sağlık konusundaki görüş ve tavsiyelerinin bir araya gelmesiyle “Tıbbı Nebevî” kavramı ortaya çıkmıştır.
Yuvarlak bir ifadeyle söylersek “Tıbbı Nebevî” kendi inanç köklerimizden gelen tüm tıbbi bilgi ve tavsiyelerin genel anlamdaki adıdır. Özellikle İslâm inancı doğrultusunda yapılan tavsiyeler, sağlık sırları, yemek yeme alışkanlıklarımızdan kan vermeye kadar yapılan tüm öneri ve yöntemler bu adla anılır olmuştur.
Hz. Muhammed(SAV) 'in sağlık üzerine olan tavsiyeleri Tıbbı Nebevi adıyla bir araya getirilmiştir. Tıbbı Nebevi geleneği tarih boyunca İslâm toplumlarındaki tıp kavramı üzerinde önemli etkide bulundu. İslâm dünyasındaki tıbbi yazılar Tıbbı Nebevilere atıfta bulunarak başlardı. İslam’da tıbbın önemli merhaleler kat etmesi biraz da bu yüzdendir.
Resulullah sağlıklı olmaya çok önem vererek sahabeleri bu konuda uyarmıştır. Onlara sağlıklarına özen göstermelerini tavsiye etmiştir. Bunun yanında Peygamber Efendimiz (sav) sağlıklı olmanın ne kadar önemli bir varlık olduğunu bir hadis-i şerifinde şöyle bildirmiştir. (Muâz bin Abdullah babasından ve amcasından anlatır) : “Peygamber Aleyhisselâm buyurdu ki: “Zenginlik hoştur, takva ile olursa zarar vermez. Sağlık, takva ile olursa, zenginlikten üstündür. Sağlıklı olmak, cennet nimetlerindendir.”
Bilindiği gibi hastalıklar kulların imtihan olmasına bir vesiledir. Hastalık dönemlerinde sabreden ve şükreden kullar bu imtihanı başarıyla geçmişler demektir. Onun için hastalığa sabredenler kurtuluşa erenlerdir. Bununla beraber kişi hastalığına derman aramalıdır. Çünkü Peygamberimiz bir mübarek sözlerinde ölümün dışında dermansız derdin olmadığını söylemektedir: “Hak Teâlâ şifasını yaratmadığı hiçbir türlü dert yaratmamıştır. Her kim o şifayı bilirse ilâç edip kurtulur, her kim bilemezse o dertle kalır. Fakat ölümün dermanı yoktur.”
Bazı kimseler hastalığın kişinin mertebesini yükselttiğini söylerler. Bu bir yere kadar doğrudur. Fakat kişi mertebem yükselecek diye tedaviden geri durmamalıdır. İmkânı varsa muhakkak tedavi olmalıdır. Zira sağlıklı insanın yaptığı ibadet çok daha üstün ve faziletlidir. Bununla ilgili olarak Resulullah Efendimiz şöyle buyuruyor.(Hilâl bin Yesâr anlatır) : “Peygamber Aleyhisselâm bir hastayı sormaya varmıştı. Buyurdu ki: ‘Tabip getirin.’ Dediler ki: ‘Ya Resulullah, sen de mi tabip getirmek buyuruyorsun? ’ Buyurdu ki: Evet. Hak Teâlâ devasını birlikte indirmediği hiçbir dert göndermemiştir.”
Yüzyılımızda hastalıkların kökeni genellikle psikolojiktir. Bugünün insanı her ne kadar rahat bir hayat yaşıyorsa da ruhsal yönden buhranlardan kurtaramıyor kendini. Bunalımlar ve iç sıkıntıları hastalıklara davetiye çıkarıyor. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) , sıkıntının hastalıklara yol açtığını şu hadisi şeriflerinde buyurmuşlardır.(Ebû Hüreyre anlatır) . “Her kimin huyu kötü olsa, kendi nefsini sıkıntıda tutar ve her kimin kederi çok olsa, kendisini hasta eder.”
Şunu açıklıkla ifade edelim ki her ne kadar Tıbbı Nebevî diye bir kavramdan bahsediyorsak da Resulullah bir doktor değildi. O da bizim gibi hastalanınca derdine derman arıyordu. Bir kısım uygulamalar tecrübelerle ispatlandığı için onları öneriyordu. Bunlar ona bir vahiy olarak gelmiyordu. Nitekim bu hususta yanıldığı da oluyordu. Bu ayrı bir durumdur. Modern tıbbı reddedip eski yöntemleri ibadet aşkıyla uygulamak doğru değildir. Her alanda olduğu gibi çağın yeniliklerinden sağlık alanında da faydalanmak her Müslüman’ın yapması gereken sağlıklı davranışlardandır.
E-mektup: [email protected]
“NAMAZ UYKUDAN HAYIRLIDIR”
M.NİHAT MALKOÇ
Ne kadar da çok ihmal etmişiz iç dünyamızı... Bunalımlarımızın, huzursuzluklarımızın kaynağını yanlış adreslerde arıyoruz. Yanlış adreste aradığımız için de uzun yıllardan beri bulamıyoruz. Oysa insan kendini boy aynasında bir seyretse, hayatın gayesini bir fikretse ilk adımı atmış olacak. Fakat dedim ya kurtulmak istiyoruz ama adres yanlış… Siz mideniz ağrıdığında göz doktoruna gider misiniz? “Ne münasebet, elbette gitmeyiz” dediğinizi duyar gibiyim. Fakat maddeye körü körüne bağlanmamızdan kaynaklanan buhranlarımızı çözüme kavuşturmak için yine maddeye sığınıyoruz. Bu çelişki değil de nedir?
Hem günahlar içinde boğuluyoruz hem de yaptıklarımızdan pişmanlık duymuyoruz. Hangimiz gece yatağa uzanıp yaşadığı günün muhasebesini yapıyor? Hangi birimiz gece yarılarında kalkıp günahları için tövbe edip pişmanlıktan dolayı gözyaşı döküyor? Niçin tövbelerimizi erteliyoruz? Nefesimizin bizi nereye kadar götüreceği belli değil. Ya neyimize güveniyoruz?
İnsanoğlu ne kadar da vurdumduymaz bir varlıktır. Her gün minarelerden beş defa “Hayye Alessalâh” (Haydin namaza) denir de kılı kıpırdamaz. Bu çağrıyı üzerine almaz; dünya hayatı için var gücüyle çalışır. Oysa dünya bir duraktır insanlar için… Asıl vatanımıza gitmek için durduğumuz, imtihana tabi tutulduğumuz uzun soluklu bir durak…
Sabaha karşı minarelerden ezanlar çağrılıyor; bizim ruhumuz bile duymuyor. Dalmışız gaflet uykusuna. Şeytan yatağımızı dört bir taraftan ısıtıyor; yeter ki namaza kalkmayalım diye. Gerçi yatarken namaza kalkma niyetiyle yatmıyoruz ki! ..
Çoğumuzun mazeretidir uyanamamak… Gece yarılarına kadar şu dizi senin, bu dizi benim deyip kanal kanal dolaşırsan sabahleyin olacağı budur. “Saati kurdum ama farkında olmadan kapatmışım” diye kılıf ararız kendimize. Böylelikle insan ancak kendisini kandırır. Karanlık bir gecede kapkara bir taşın üstündeki siyah bir karıncayı bile gören ve onun kalp atışlarını duyan âlemlerin Rabbinden kim, neyi gizleyebilir?
Bilindiği gibi sabah ezanı diğer ezanlardan farklı okunur. Daha doğrusu diğer ezanlara ilâve olarak “Esselâtü hayrun minennevm(Namaz uykudan hayırlıdır) ” denir. Bu çağrı her sabah yapılır minarelerden. Sabahın en tenha ve sessiz vakitlerinde kulağımızı tırmalayan bu uyarıya kulak asmayız. Basiretimiz öyle bağlanmıştır ki bu sesi kulaklarımız algılamaz bile.
Oysa sabah namaza ne kadar da önemlidir. Bu kadar mühim olan bu namaz, en çok terk edilen namazların başında gelmektedir. Allah isteseydi sabah namazını kuşluk vaktine de koyabilirdi. Fakat uykunun en tatlı yerine koymuş ki kul inancına ne derece sadık olduğunu, ne gibi fedakârlıklara katlanabildiğini ispat etsin. Ne yazık ki bu mühim imtihandan alnının akıyla çıkanların sayısı hiç de çok değil.
“Namaz uykudan hayırlıdır” ilâhi çağrısını duymayan kulak mı paslıdır, yoksa o kulağı yöneten beyin mi marazlıdır? Bence her ikisi de… Beyin dert etmeli ki diğer organlar uyanık olsun. İnsan önem verdiği şeyin peşini bırakmaz. Anlaşılan o ki namazı kendimize dert edinmiyoruz. Bunun sorumluluğunun idrakinde değiliz. Oysa Rasulullah sabah namazı için “Dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır” diyor. Ya biz ne yapıyoruz. Basit bir uyku yüzünden bu kadar kıymetli bir vazifeyi ihmal ediyoruz.
Sabah vakti kalkıp abdest alarak dört rekâtlık sabah namazını kılıp güne başlamak ruhumuzu kanatlandırır. Uykumuzu alır götürür, güne daha zinde ve hayır üzere başlamamızı sağlar. Zira Peygamber Efendimiz “Kim sabah namazını kılarsa, Allah’ın garantisi altındadır” buyurarak bizleri müjdelemektedir. Allah’ın garantisi altında olan insana başka ne gerekir?
Hiçbir bahane sabah namazını kılmamaya engel değildir. Kalp saatinizi namazlara ayarlamalısınız. Bunu başardığınız zaman saat kurmaya da gerek kalmayacaktır. Çünkü ruhumuz namaz saatinde huylanacak, bizi uyaracak, rahatsızlığını her halükârda belli edecektir. Bu noktaya gelene kadar aşılması gereken pek çok engeller mevcuttur. Fakat insan istedikten sonra bunların da üstesinden gelir.
Kişi sadece kendisinden mesul değildir. Namaz hususunda özellikle anne babaların büyük sorumlulukları vardır. Yüce Yaratıcı “Ailene namazı emret; sen de namaza sabır ve sebatla devam et.” (Taha:132) buyurmuşlardır. Bu ayet bizim mükellefiyetimizi artırmaktadır. Çocukların bînamaz olmalarından birinci derecede anne-babaları sorumludur. Kendi hesabımızı bile vermekte zorlanacağımız o büyük günde (mahşer günü) bir de çocuklarımızın hesabını verme mecburiyetinde kalmamız ne büyük bir felâkettir; düşünebiliyor musunuz? Bunun altından kalkabilir misiniz?
Müminin ilk hesaba çekileceği görev olan namaz, hayatımızın ana gayesi olarak addedilmelidir. Namazı işlere göre değil, işleri namaza göre ayarlamalıyız. Uykunun en can alıcı saatlerine konulan sabah namazını bir külfet olarak değil, aksine sevabı büyük bir nimet olarak görmeliyiz. Her fecirde kulaklarımızı tırmalayan « Namaz uykudan hayırlıdır » nidasına ses vermeliyiz. Hayra ve hayırlı olana koşmalıyız. Ancak böylelikle iki cihan saadetini elde eden bahtlı azınlıklardan olabilirsiniz.
E-mektup: [email protected]
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta