GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
ÇANAKKALE RUHU
M.NİHAT MALKOÇ
Türk milletini yok etmeye ve tarihten silmeye karar verenler, Birinci Dünya Savaşı’nın en kanlı cephesi olan Çanakkale’de tarihte görülmemiş bir ders almışlardır. Zamanına göre modern silahlarla yapılanmış yedi düvele karşı en zor şartlarda mücadele veren kahraman ordumuz, adeta bir destan yazmıştır Çanakkale’de. Fakat bu destan bembeyaz kâğıtlara mürekkeple değil, kapkara toprağa şehitlerin al kanıyla yazılmıştır.
Çanakkale Zaferi neticesi itibariyle tarihin akışını ve Türk milletinin makûs talihini değiştirmiştir. Barış zamanlarında birlik görüntüsü vermeyen milletimizin zor zamanlarda nasıl kenetlendiğini ve tek ses olduğunu Çanakkale’de görebilirsiniz. Bu hususiyetimiz diğer tarihî hadiselerde de defalarca açığa çıkmıştır. Böyle bir savaş tarihte az görülmüştür. Kendinden kat kat üstün olan devletlere canı ve kanı pahasına “Dur” demek, cesaretin ve vatanseverliğin yansımasından başka nedir ki?
“Çanakkale Geçilmez” sözü kuru bir hamaset ifadesi değildir. Bu, altın yürekli ve çelik iradeli neferlerimizin zulme ve işgale geçit vermeyeceğinin, kararlılığının ve ölüme meydan okuyuşun sese bürünmüş yankısıdır. Bunu, bir zamanlar yazdığım “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimde şöyle dile getirmiştim:
“Kasırgalar savurur; buz kestirir kar bizi
Gece gündüz kavurur sıcağında nâr bizi
Çanakkale’de zaman açılır sonsuzluğa
Çağırır gül yüzüyle agûşuna yâr bizi
Sabır ateşten gömlek, dua semaya kapı
Bülbülün nağmesinde yakar ahûzar bizi
Gözlerim kapanmadan ruhum dalar uykuya
Elinde kırmızı gül, çağırır mezar bizi”
Çanakkale Savaşı, dizelerde ifade edildiği gibi mezarın çağrısına ses verenlerin haklı gururudur. Bu sanıldığı kadar kolay elde edilmemiştir. Ölmeyi göze alamayanların yaşamaya hakkı yoktur. Özgürlük ve bağımsızlık için ölümü şerbet misali içenler, bu mübarek zaferi geride kalan kuşaklara hediye etmişlerdir. Onlar şimdi cennet bahçelerinde huzur içinde yaşayıp bizleri seyretmektedir. Bu kutsal mirası hakkıyla taşıyabilirsek onların gönlü huzur bulacak, akan terlerini ve toprağa hayat veren kanlarını bizlere helâl edeceklerdir. Onun için büyük bir sorumluluk ve vebal yükü altındayız.
Tarihin dönüm noktalarından biri olan Çanakkale Zaferi, Hilâl’in Salib’i ezdiğinin belgesidir. Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri’nin amacı, Çanakkale Boğazı'nı geçerek İstanbul'u ele geçirmek ve böylece ortakları Rusya'ya gerekli askeri yardımı gönderebilmekti. Bu zafer Rusya’nın müttefikleriyle irtibatını önleyerek ilerlemesini durdurmuştur. Aksi bir durum olsaydı her şey çok daha zor ve istemediğimiz şekilde cereyan edebilirdi. Fakat cesaret imanla birleşince muhkem bir kale oluyor. Atılan toplar iman kalesini sarsamıyor. Neye inanıyorsanız sonuçta o gerçekleşiyor.
Hepimizin yakinen bildiği gibi Nusret Mayın Gemisi’nin 7–8 Mart gecesi Boğaza döşediği mayınlar savaşın gidişatını değiştirmiş ve neticesini tayin etmiştir. Düşman gemilerinin pek çoğu bir yandan mayınlara çarpmaları, bir yandan da Türk topçularının isabetli atışlarıyla batmış, su yüzeyinde kalanlar da harap olmuştur. Türk askeri Anafartalar, Arıburnu ve Conkbayırı’nda tarihte örnek gösterilecek bir savunma gerçekleştirmiştir
Türk tarihine hayat veren bu savaş, Mustafa Kemal ismini tarih sayfalarına altın harflerle yazdırmıştır. Çanakkale Zaferi, Mustafa Kemal'in Arıburnu’nda dile getirdiği “Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar gelebilir.”emrine sadık kalan Türk askerinin eseridir. Bu çetin mücadele, yokluğun varlıkla, imanın ihtirasla savaşıdır. Bayrakları bayrak yapan kan, Çanakkale şehitlerinin mübarek damarlarından akmıştır. Toprak uğrunda ölenler sayesinde vatanlaşmıştır. Bayrağımızın bugünkü al rengi bunu temsil etmektedir. Çanakkale ruhunu diri tutmak ve yaşatmak için bu mübarek toprağa şair Necmeddin Halil Onan’ın şu dizeleri kazınmıştır:
“Dur Yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın; bir vatan kalbinin attığı yerdir”
Tarihin tekerrür etmemesi için ondan ibret almak gerekir. Millet olarak Çanakkale’yi asla unutmamalıyız. Tarih derslerinde Çanakkale’yi kuru bilgilerle anlatmak yetmez. Her Türk genci en az ömründe bir kez Çanakkale’yi, Gelibolu’yu görmelidir. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsak; çocuklarına tarih şuuru kazandırmak için onları Nagazaki ve Hiroşima’ya götüren, Amerika’nın başlarına yağdırdığı atom bombalarının tahribatını çıplak gözlerle görmelerini sağlayan Japonlardan ders almalıyız. Çanakkale Zaferi’nin 88. yıldönümünü kutlarken; bu mücadelede canlarını feda eden aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyor; manevî huzurlarında saygıyla eğiliyorum. Yatağı toprak, yorganı gökyüzü olan bahtiyar şehitler! Vatan size minnettardır.
ELİF ŞAFAK’IN “BABA VE PİÇ” ROMANI ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Türk edebiyatı romanla Tanzimat devrinden sonra tanıştı. Bilindiği gibi Tanzimat fermanı kültür, sanat, edebiyat ve siyaset alanında pek çok yeniliği hayatımıza kattı. Ülke olarak topyekûn Batı’ya döndük yüzümüzü. Bunda ne derece başarılı olduğunuz tartışılabilir. Bu ayrı bir meseledir.
Osmanlı döneminde nerdeyse altı asır boyunca hüküm süren Divan edebiyatı vardı. Bu edebiyatta şiir esastı. Bu dönemde nesir(düzyazı) gelişmemiştir. Roman ve modern anlamda hikâye yoktur Divan Edebiyatı döneminde. Romanın boşluğunu mesneviler ve halk hikâyeleri dolduruyordu.
Tanzimat’tan günümüze nice romanlar yazıldı. Bunların miktarını binli rakamlarla ifade edebiliriz. Gün geçmiyor ki yeni bir roman yazılmasın. Kim yazarsa yazsın yayınlanan her kitap beni, bir çocuğun dünyaya gözlerini açması gibi heyecanlandırır. Son zamanlarda yayınlanan Elif Şafak’ın “Baba ve Piç” adlı romanı da heyecanımı zirveye çıkardı. Merak ettim ve okumaya koyuldum. Zaten birkaç aydan beri Elif Şafak’ın eserleri üzerinde yoğunlaşıyorum. Son zamanlarda bu genç yazar bana büyük bir keyif veriyor. Çünkü orijinal bir üslupla yazıyor. Gelenekten faydalanmasına rağmen dünü taklit etmiyor.
Elif Şafak sıra dışı bir yazar… Enteresan fikir ve açılımları var. Onu farklı ve okunmaya değer kılan da bu özellikleri zaten… Dili başarılı biçimde kullanıyor. Eski kelimelerle yeni kelimeleri barıştırarak aynı satırlarda yan yana, omuz omuza kullanabiliyor… Bir röportajında “Türkçenin geçirdiği ‘dil budaması devrimi’nden üzüntü duyuyorum.” demişti. Oysa sol düşüncedeki insanlar genelde böyle düşünmez. Fakat onu tam anlamıyla sol eğilimli bir yazar olarak görmek de doğru değil. O sağla solun güzelliklerini alıp yepyeni bir sentez yapmıştır. Onun şu sözleri de dikkate değer: “Cehaletin kutsanmasına anlam veremiyorum…Beni anlatmak değildir edebiyat, ben olmaktan çıkmaktır.... Kelimelerin de insanlar gibi ömrü vardır…Tasavvuf benim edebiyatçılığımın ayrılmaz, ayrışmaz bir katmanı…Sekiz ayrı yüzüm var, sekizi de birbiriyle çelişiyor…Aslolan kitaptır, kâtibi değil…Hep deliliğe yakın oldum…Karakterlerimin kâtipliğini yapıyorum…Pislik, belki de sandığımız kadar pis değildir…Sezgilerimle yazıyorum”
Elif Şafak’ın “Baba ve Piç” romanı henüz piyasaya çıkmadan evvel adından söz ettirmişti. Büyük gazetelerde boy boy reklâmı verilmişti. Fakat satışa çıkması için özellikle 8 Mart Dünya Kadınlar Günü beklendi. Yazar bu durumu bir röportajında şöyle açıkladı:
“Sürekli ve süratle unutan, tarih ile bağları arızalı kuşaklar yetiştiren bir toplumda yaşıyoruz. Yine de ve her şeye rağmen kolektif hafıza sızabiliyorsa eğer kulaktan kulağa, bunu en başta kadınlara borçluyuz: Anneannelerin, ciciannelerin, teyzelerin hafızalarına… 8 Mart gününü seçtik, çünkü romanım Baba ve Piç, dört kuşak kadının etrafında örülü ve kadınların pek irdelenmeyen, bilinmeyen gündelik mücadeleleri, hüzünleri ve sırları hakkında…”
Her bölümü bir yiyeceğin adını taşıyan, biri Ermeni biri Türk iki ailenin hikâyesini anlatan “Baba ve Piç” bir dönemin kanayan yarasına parmak basıyor. Başka bir tabirle ifade etmek gerekirse bir devrin çıkmazlarını sorguluyor. Kitabın arka sayfasında romanla ilgili şu ifadelere yer veriliyor:
“Baba ve Piç, İstanbul-San Francisco hattında gidip geliyor: Müslüman-Türk Kazancı ailesiyle Ermeni asıllı Amerikalı Çakmakçıyanlar’ın 90 yıla yayılan öyküleri iç içe. Kederli bir geçmişi tamamen unutmak mı daha doğru, geçmiş bilincini beraberinde taşımak mı? Diğer yandan bir kadınlar romanı Baba ve Piç… Erkeklerin apansız ve açıklamasız ölüverdiği, geriye hep kadınların kaldığı bir sülaleden dört kuşak kadının hikâyesi. Anneannelerin, ciciannelerin, teyzelerin hafızalarıyla can bulan bu romanı severek okuyacaksınız.”
Aslında kitabın adının “Piç” olması görünürde yadırganıyor. Çünkü bu kelime dilimizde hakaret anlamı içeriyor. Fakat aynı söz Avrupa ve Amerika kültüründe o kadar da itici ve argo bir söz değil. Bununla ilgili olarak Elif Şafak bir röportajında şöyle diyor: Piçlik bizde, bizim kültürümüzde daha sert bir çağrışıma sahip. İngilizce'de öyle değil. ‘Bastard’ kelimesinin kültürel anlamı ‘piç’ kelimesinin kültürel anlamı kadar keskin değil. Bizde, nasıl söylendiğine de bağlı olarak, ‘piç’ bir hakarettir, incitir. Oysa piçlik aynı zamanda köksüzlük demek. Piç, geçmişi olmayan demek, tarihi olmayan…”
Şafak’ın bu yeni romanı ses getirecek düzeyde… Eserin konusu ve yazarın konuya yaklaşımı fevkalade güzel ve etkileyici… Nerden bakarsan okunmaya değer bir roman… Hele hele kendini aydın addedenlerin ilk fırsatta okuması gerekir. Fakat beni üzen ve yazarını eleştirmeme sebep olan şey, bu güzel romanın İngilizce yazılmış olmasıdır. Yanlış duymadınız. Bu roman bir Türk yazar tarafından İngiliz dilinde yazılmış ve daha sonra Aslı Biçen tarafından dilimize çevrilmiş. Romanın orijinal adı “The Bastard of İstanbul”…Kitap, Amerika’da Penguin Yayınları tarafından yayımlanıyor. Elif Şafak, Strasburg’da doğmuş bir yazarımız. Şu an Amerika’da yaşıyor. Fakat o köken olarak bir Türk yazarı… Durum bu iken bir sömürge mantığıyla eserini İngilizce yazması asla kabul edilemez. Bu hareket, anadilini aşağılamaktan başka bir anlama gelmez.
Kendini bir Türk aydını ve yazarı olarak Türkiye’ye ve dünyaya sunan Elif Hanım, bu hareketiyle bizleri sükûtu hayale uğrattı. Geçmişle geleceği sentezleyebilen ve bugüne paylar çıkaran böyle bir kalemden bu aşağılayıcı tavrı hiç beklemezdim. Yapması gereken şuydu: Eserini Türkçe yazıp sonra da İngilizceye çevir(t) ecekti. İngilizceyi anadili düzeyinde konuşup yazabilmek, Türk milletine bu aşağılayıcı hareketi reva görmeyi sevimli kılmaz. Üstelik bu ayıptan sonra, romanı dilimize bizzat kendisi çevirerek özrünü bir nebze de olsa telâfi etmeliydi. Sözüm ona aydınlar böyle yaparsa halktan ne bekleyebiliriz? Bunu düşünmek ve sorgulamak zorundayız.
Umarım Elif Şafak bundan sonra yazacağı eserlerde Türkçeyi sömürge dili olarak görüp aşağılamaz. O kendini her ne kadar ‘dünyalı’ olarak tanımlıyorsa da asıl okuyucu kitlesi Türkiye’den. Umarım bundan sonra sevenlerine ve kendisinin olmasa da atasının doğup büyüdüğü topraklara saygıda kusur etmez. Çünkü bizler millet olarak ne çektiysek sonradan görmelerden çektik. Bundan sonra Pamuk tarlalarında diken yetiştirmek istemiyoruz. Bu ülkenin ekmeğiyle büyüyenler, kursaklarına giden nimete ve o nimetin sahibine vefa göstermek mecburiyetindedir.
MEHMET AKİF VE İSTİKLAL MARŞI
M.NİHAT MALKOÇ
Milletleri ayakta tutan belli başlı değerler vardır. Dil, dil, vatan, bayrak, millî marş bunlardan sadece birkaçıdır. Bunlar birlik ve beraberliğimizin çimentosudur. Zor zamanlarımızda bunlar etrafında kenetlenerek yekvücut oluruz. Bunlar olmazsa olmaz değerlerimizdir. Bu kırık dökük satırlarımda bu değerlerden biri olan İstiklâl Marşı’ndan ve onun duygu eri Mehmet Akif’ten söz etmek istiyorum size.
Mehmet Akif, Arnavut kökenli bir aydın olmasına rağmen kendini Müslüman bir Türk olarak görmüş ve yaşadığı bu topraklar için kalemiyle ve bileğiyle elinden geleni yapmıştır. Bazıları onun milliyetinden rahatsız olsa da O, milliyetini hiçbir zaman inancının önünde görmemiş ve Müslümanlığını Türklüğünün önünde tutmuştur. Onu diğerlerinden ayıran ve bütünleştirici kılan da budur. Böylelikle de her kesimin sevgisini kazanmıştır.
Akif, Batı’ya hep şüpheyle bakmış ve güven duymamıştır. Bunun sebebi Batı’nın tarih boyunca Doğulu milletlere at gözlüğüyle bakmasıdır. Bu kanaatinde haklı olduğu defalarca ortaya çıkmıştır. Keşke Akif, bu ileri görüşünde haksız çıksaydı da tarihî acılar yaşanmasaydı. Fakat yaşananlar onu haklı çıkarmıştır. Tarihin tekerrürden ibaret olduğu görülmüştür. O, bizi birbirimizi düşürmeye çalışan ikiyüzlü Batı devletlerinin yüzüne şiir yoluyla da olsa tükürerek vicdanen rahatlamıştır:
“Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!
Tükürün ehl-i salîbin hayâsız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyet denilen maskara mahlûku görün,
Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün! ”
İstiklâl Marşı’yla ilgili olarak anlatılan hikâyeyi hepimiz biliriz. Onun için bu gerçek öyküyü bir kez daha tekrar etmek, malumu ilân etmekten başka bir şey olmaz. Fakat bilinmelidir ki bu marş, zaferden sonra yazılmamıştır. İstiklâl Marşı yazılırken ülkemiz hâlâ işgal altındaydı. Düşman güçleri saldırdıkça saldırıyordu. Zaten bu marş da halkın azim ve heyecanını diri tutmak ve insanlarımıza inanç aşılamak için yazılmıştır. Akif, marşın sözlerinde Türk topraklarının düşman çizmesi altında kirlenmekten kurtarılacağına inanıyor ve zaferden haber veriyordu. Biliyordu ki inanmak başarmanın yarısıdır. Millet kenetlenirse başarı kendiliğinden gelir zaten.
Bilindiği gibi yarışmaya iştirak eden 724 şiirde ifadesini bulamayan kurtuluş azmi ve heyecanı Akif’in mısralarında canlanarak yerli yerine oturuyordu. Bunu başaran Akif, marşla ilgili olarak, kendini geri planda tutmak istiyordu. Çünkü bu güzide şiiri bir şahsın değil, milletin topyekûn sesi ve hissiyatı olarak görüyordu. Böyle düşündüğü için de onu “Safahat” ına almamıştır. Bununla ilgili olarak söylediği şu sözler ne kadar da manidardır: “Onu ben milletime ve kahraman ordumuza hediye ettim. Artık o milletindir. Zaten o milletin eseridir, milletin malıdır. Ben yalnız gördüğümü yazdım.”
Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı’na “Korkma” nidasıyla başlaması tesadüf değildir. O biliyordu ki korku, baştan kaybetmenin diğer adıdır. Bu sözlere bakıldığında hepsinin kararlılık ve inanç yüklü ifadelerle örüldüğü görülür:
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak,
O benimdir, o benim milletimindir ancak! ”
Kurtuluş Savaşı’na karşı olan bir kısım aydınlar, Akif’i saflarına çekmeye çalışsa da o her zaman bağımsızlık ve mücadeleden yana bir tavır sergiledi. Bu kararlılığı ve yılmaz iradeyi her fırsatta halka ettiği değişik vaazlarda görebiliriz. Bu bağlamda 6 Şubat 1920 günü Balıkesir Zağnos Paşa Camiî’ni tıklım tıklım dolduran ahâliye şöyle sesleniyordu Akif:
“Cemaat içinde herkesin uhdesine düşen bir vazife-i vataniye, bir farizâ-i diniye vardır ki onu ifa hususunda zerre kadar ihmal göstermek caiz değildir. Bu hususta hiçbir fert kenara çekilerek seyirci kalamaz. Çünkü düşman kapılarımıza kadar dayanmış, onu kırıp içeri girmek, harîm-i namus ve şerefimizi çiğnemek istiyor. Bu namert taarruza karşı koymak, kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, ihtiyar, her fert için farz-ı ayın olduğu, bir lahza hatırdan çıkarılmamalıdır.”
Akif, kendi hâlinde yaşayan bir insan olmasına rağmen kararlı ve inançlı bir yapıya sahipti. Nerde olması gerekiyorsa orda duruyordu. Onun gür ve kararlı sesi, daha evvel Balkan Harbi esnasında; Beyazıt, Fatih, Süleymaniye Camiî şeriflerinden, Millî Mücadele’de ise Balıkesir Zağanos Paşa ve Kastamonu Nasrullah Camiî’nden ve daha pek çok camilerden yükselmişti. Ümitsizliğe şiddetle karşı çıkmış, her fırsatta halka moral ve yürek vermişti. Tefrika illetine tutulmamamız için bizi uyararak şöyle demişti:
'Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez'
Mehmet Akif, hayatı boyunca bir münzevî gibi ömür sürdü. Doğru bildiklerini yaşadı, yazdı ve yaydı. Milletine güven ve sabır aşıladı. Birlik ve beraberliğin bizi birbirimize bağlayan en önemli unsur olduğunu her fırsatta hatırlattı. Yabancıların kirli senaryolarına figüran olmamamız için tarih şuuru kazandırdı. Hakiki Müslümanlığın en büyük kahramanlık olduğunu haykırdı. İslâm birliğinin tesisi için gayret ettiyse de arkasında yürüyenler tez yorulduğu için, tam anlamıyla gayesine ulaşamadı. Aradan geçen yıllar, Akif’in söylemlerinin ne kadar doğru ve isabetli olduğunu ispatladı. İstiklâl Marşı’nın kabulünün 85. yıldönümünü kutluyor Akif’in deyimiyle “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın.” diyorum.
ÇANAKKALE’DE UYANIŞ
M.NİHAT MALKOÇ
Güçlü bir düşman armadasını şaşırtıcı bir biçimde sulara gömen kahramanların destanıdır Çanakkale… Üzerlerine tonlarca mermi yağan askerlerin, ölüme güle güle gidenlerin son ağıtıdır bu topraklarda yakılan… Millî direnişin, birlik ve beraberliğin, sarsılmaz imanın nelere kadir olduğunu gösteren hayattan canlı bir sahnedir ortaya konulan… Öyle bir sahne ki seyretmeye bile yürekler dayanmaz.
Trabzon’da millî ve manevî ruha duyarlı bir teşkilat tarafından “91. Yıldönümünde Çanakkale Zaferi” konulu bir şiir yazma yarışması düzenlendi. Trabzonlu şairler kaleme sarıldılar Çanakkale ruhunu anlatmak için. Onlarca eser çıktı ortaya. Bu eserler arasında tarafımdan yazılan “Çanakkale’de Uyanış” isimli bir şiir de vardı. Jüri üyelerinin teveccühüyle şiirim ikincilik ödülüne lâyık görüldü. Bu beni hem sevindirdi, hem de sorumluluğumu artırdı. Bundan sonra daha güzel şiirler yazmak için heyecanım üst seviyeye çıktı. İkinciliğe lâyık görülen şiirimi dikkatlerinize sunuyorum:
“Kasırgalar savurur; buz kestirir kar bizi
Gece gündüz kavurur sıcağında nâr bizi
Çanakkale’de zaman açılır sonsuzluğa
Çağırır gül yüzüyle agûşuna yâr bizi
Sabır ateşten gömlek, dua semaya kapı
Bülbülün nağmesinde yakar ahûzar bizi
Gözlerim kapanmadan ruhum dalar uykuya
Elinde kırmızı gül, çağırır mezar bizi
Fazilet yarışında önde gider yiğitler
Zekeriya misali bölse de hızar bizi
Gayya çukurlarından beslenirse kem gözler
Sirkeyle bal misali öylece bozar bizi
Kalbin orta yerine siner kirli bakışlar
Kendimize getirir ilâhî nazar bizi
Gök yarılsa ikiye, gün batsa da şafakta
Çağların göbeğine tarihler yazar bizi
Gök kubbenin altında dolaşırken avare
Hicran ateşlerine atar intizar bizi
Hafakanlar basmadan yetiş rahmet meleği
Ölüme çeyrek kala çepeçevre sar bizi
Efkâr basar sinsice hüzün coğrafyamıza
Sevgilinin hayali eder bahtiyar bizi
Gelibolu’da yağmur fırtınaya dönüşür
Sular kaynar derinden, ateşi yakar bizi
Ürperir maveradan koparıldıkça ruhlar
Maziden arda kalan sermaye bakar bizi
Ölü toprağı serper, gaflet kurşundan ağır
Bir kez uyumaya gör yılanlar sokar bizi
Doğar Anafartalar alacakaranlığa
Aynadaki akisler Hakk’a muştular bizi
Zaman alevden bir gül, safın önünde kısrak
Düşmanı haklarım ben dostlardan kurtar bizi
Kirli çizmeleriyle girer de haremime
Hallac-ı Mansur gibi beyhude soyar bizi
Kapımın kilidini çalan dünkü devşirme
Düşünmez, bir kalemde kızıla boyar bizi
Ay ışığı düşerken kapkaranlık geceye
Uyanışın öncüsü, muzaffer sayar bizi
Diner Çanakkale’de esen acı karayel
Suya düşer cemreler ısıtır bahar bizi”
“Marifet iltifata tabidir” demiş atalarımız… Şair ve yazarların gıdası takdir edilmek ve okunmaktır. Okunduğunu ve faydalı olduğunu hisseden kalem erbabının muhayyilesi güçlenir, yazma şevki artar, daha güzel eserler vermek için çırpınır. Onun için bir kısım yarışmalarla onları motive etmeliyiz; daha güzele varmaları için yüreklendirmeliyiz. Çünkü her insan beğenilmeye ve takdir edilmeye muhtaçtır.
Çanakkale ile ilgili olarak bugüne kadar neler yazıldı neler… Romanlar, hikâyeler, şiirler, menkıbeler… Hâla yazılmaya devam ediyor, gelecekte de çok şeyler yazılacak. Çünkü bu konu yazdıkça bereketleniyor. 250 bin askerin canlarını teslim ettiği böyle bir muharebe için ne kadar yazılsa azdır. O destanlaşan mücadeleyi kelimelerle anlatmak mümkün değildir. Çünkü destanlar anlatılmaz, yaşanır. Çanakkale bir direnişin simgesidir. Bu yönüyle esir milletler için bir ilham kaynağı olmuştur.
Türk milleti ölümü bir son olarak görmedi hiçbir zaman….Hele şahadeti düğün bayram olarak kabul ettik. Allah’a kavuşmanın en sevimli yoluydu bu… Vatan yolunda ölmeyi mükâfat olarak gördü şehitler. Koşa koşa gittiler cennete açılan nurlu yoldan… Mübarek yaralarından akan kanın sıcaklığı düşman kuvvetlerini yakıp kavuruyordu. Ötelere gitmek korkutucu olmasa gerek… Zaten hepimiz yolcu değil miyiz bu fani dünyada…. Ruhlar âleminden, ana rahminden, dünyadan, kabirden, berzahtan geçen ve sonsuzluğa doğru ulaşan bir yolculuktur bizimkisi…Az veya çok konaklamak neyi değiştirir ki? ... Hayırlısıyla yolcu yolunda gerek…
MUSTAFA MÜFTÜOĞLU VE TARİHÎ GERÇEKLER
M.NİHAT MALKOÇ
“Tarih milletlerin hafızasıdır” sözü asla yabana atılmamalıdır. Gerçekten de öyledir. Çünkü tarihini unutan ve ona sırt çeviren milletlerin durumu, hafızasını kaybetmiş insanların durumundan farksızdır. Milletler ancak diline, dinine, kültürüne ve tarihine tutunarak ayakta kalabilirler. Bu büyük destekten mahrum milletler kısa zamanda zayıflar ve nihayetinde çökerler. İnsanlık tarihi bunun bariz örnekleriyle doludur.
Herkesin de bildiği ve kabul ettiği gibi Türk tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Bu bizim için gurur vesilesidir. Bunu hakkıyla kullanıp yarınlarımızı şekillendirmeliyiz. Bilinmelidir ki tarih şuuru olmayan devletler, halkıyla bütünleşemezler. Tarihini yanlış aksettiren milletler, hakikatler ortaya çıkınca bünyesindeki insanlarla yabancılaşırlar; devlet ile halk arasında güven bunalımı ortaya çıkar. Onun için tarihî gerçekleri asla saptırmamalıyız. Tarih araştırmacıları hadiselere objektif bir gözle bakmalıdır.
Geçtiğimiz günlerde önemli bir tarih araştırmacısını kaybettik. Tarihi millete sevdiren ve korkusuzca gerçekleri haykıran Mustafa Müftüoğlu’dan bahsediyorum. O, “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” adlı on iki ciltlik bir seri kitap hazırlamıştı. Bu kitabı okumayan insan sayısı çok azdır. Çünkü bu eser, bir zamanlar peynir ekmek gibi satılıyordu. Her ne kadar bazı tarihçiler, bu eserin içeriğine itiraz etseler de halk bu kitabı merakla okuyor ve tarihî gerçekleri öğreniyordu. Söz konusu kitap serisi bugün de çokça satılıyor ve okunuyor.
Ben Mustafa Müftüoğlu’nu şahsen tanımış, kendisiyle konuşmuş ve ona tarihle ilgili sorular yöneltmiş bir insan olarak kendimi bahtiyar hissediyorum. Vaktiyle Trabzon’a gelmiş ve üniversite öğrencileriyle sohbet etmişti. Ben de söylediklerini dikkatle dinlemiş ve notlar almıştım. O sadece yazdığı eserlerle değil, ilerlemiş yaşına rağmen ülkeyi karış karış dolaşarak verdiği konferanslarla ve sohbet toplantılarıyla adından söz ettirmiş bir insandı. Tarihin yanlış öğretilmesine tahammül edemiyordu. Gücü yettiğince gençlere ulaşarak onları hakikatlerle yüzleştiriyordu. Tarih şuuru içinde, ilmin ışığında hadiselerin üzerindeki perdeyi kaldırmaya, hiç değilse aralamaya çalışıyordu. Bunda da başarılı olduğu gün gibi aşikârdır.
1925 yılında Eskişehir’de dünyaya gelen Mustafa Müftüoğlu, yakın dönem tarihimizi konu alan araştırmalarıyla biliniyordu. Merhumun yazıları Tasvir, kendi çıkardığı Kızılelma, Volkan, Büyükdoğu, Bizim Anadolu ve Milli Gazete gibi basın yayın organlarında çıktı. Babası Eskişehir Müftüsü Ali Osman Tatlısu’ydu. Aslında kendisinin gerçek adı Mustafa Hayreddin Tatlısu olmasına rağmen, babasının mesleği nedeniyle Müftüoğlu soyadını kullanıyor ve öylece tanınıyordu.
Ebediyete göçen Müftüoğlu, çok geniş bir külliyat bıraktı bizlere… Mühim Olaylar, Abdülhamid Ulu Hakan mı Kızıl Sultan mı, Tarihî Gerçekler, Siyasî Cinayetler, Yüz Küçük Adam, Çankaya’da Kabus, Millî Mücadele Gerçekleri, Bir Fedainin Romanı, İstanbul'a Yürüyen Ordu / 31 Mart'ın Perde Arkası, Kanlı Oyun / Menemen Olayı’nın İç Yüzü, Yıkımın Ayak Sesleri bunlardan bazılarıdır.
07 Mart 2006 Salı günü sabah namazını müteakiben ahirete intikal eden 81 yaşındaki Müftüoğlu, yakalandığı amansız hastalık(kanser) sebebiyle evinde bir süredir tedavi görüyordu. Merhumun naaşı Fatih Camii’nde öğlen namazını müteakiben kılınan cenaze namazının ardından Edirnekapı Kozlu Mezarlığı’nda defnedildi. Cenaze namazına çok sayıda vatandaş ve seveni katıldı. Allah rahmet eylesin.
Tarihçi Mustafa Müftüoğlu doğru bildiklerini ve inandıklarını eğip bükmeden dosdoğru söyleyen bir insandı. Osmanlı devletine ve onun ferasetli idarecilerine derin bir muhabbet besliyordu. O, yaşı ve tecrübeleri itibariyle tabir caizse canlı tarihti. Cumhuriyet dönemi olaylarının pek çoğunu bizzat yaşamıştı zaten. Ondan öncekileri de araştırarak, mukayeseler yaparak öğrenmişti. Tarihimize, edebiyatımıza ve kültürümüze katkıda bulunan büyük şahsiyetlerden çoğunu, yaşarken tanımış ve bir kısmıyla özel dostluklar kurmuştu. Türk şiirinin kutuplarından biri sayılan, aynı zamanda bir düşünce adamı olan Necip Fazıl’la sıkı dosttular. Necip Fazıl’ın, zamanında büyük ses getiren Büyükdoğu dergisinde o da yazıyordu. 34 yıl boyunca Millî Gazete’de tarihî gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya koyarak okurlarını aydınlattı.
O bilinenlerin aksine Sultan Abdülhamit’in ve Vahdettin’in birer vatan haini olmadıklarını, aksine büyük vatan sevdalıları olduklarını dile getirmiştir. Bu büyük şahsiyetlerle ilgili olarak müstakil eserler yazmıştır. “Abdülhamid Ulu Hakan mı Kızıl Sultan mı? ” adlı eserini okuyanlar tarihte ne büyük oyunlar oynandığını göreceklerdir. Cumhuriyet tarihimizin en önemli olaylarından “Kanlı Menemen İsyanı”nı bir de onun kaleminden(Kanlı Oyun / Menemen Olayı'nın İç Yüzü) okursanız olaylara daha farklı ve geniş açılımlar getirebilirsiniz.
Necip Fazıl’ın deyimiyle “Dünyada gelmiş ve geçmiş isyan ve ihtilaller içinde en sefili bile, 31 Mart Olayı derecesinde iğrenç bir tertibe tenezzül etmemiştir. Allah'ın iradesiyle tam otuz üç sene bir ölüyü ensesinden tutup ayakta durdurmuş, İslam-Türk düşüncesini yabancı ve kozmopolit tesirlere karşı muhafaza etmekten başka gaye edinmemiş ve bu tesirlerin ajanları tarafından, eli kolu bağlanmış bir hükümdarı büsbütün kudretsiz kılmak, tahttan indirmek için bulunan bahane ve düzenlenen oyun...” olan Menemen olaylarının içyüzünü öğrenmek istiyorsanız Müftüoğlu’nun “İstanbul'a Yürüyen Ordu / 31 Mart'ın Perde Arkası” adlı eserini okumalısınız. Bildiklerimizin aksine, farklı yaklaşımlarla karşılaşacaksınız bu eserde. Kandırıldığınızı görecek ve sizi kandıranlara lânet okuyacaksınız.
Merhum Müftüoğlu, yüzlerce eser yazmasına rağmen, yazamadıklarının sayısının daha çok olduğunu söylerdi her fırsatta. Çünkü Türk tarihi bir okyanustu onun gözünde. O elindeki kepçesiyle bu okyanustan damlalar alıp kıyıda bekleyenlere sunuyordu. Onun bize sunduğu damlalar bugün çoğalarak çağlayana dönüştü. Son olarak şunu söylemek istiyorum: Mustafa Müftüoğlu’nun kitaplarının olmadığı bir kütüphane nerden baksan eksiktir. Onu okumalı ve tarihî hakikatlere vakıf olmalıyız.
YIL 2018…BURASI AKÇAABAT
Şifre: 67146
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Gözlerim kamaşıyor etrafı seyredince…Her yer pırıl pırıl…. Menekşe kokuları etrafı çepeçevre kuşatmış. Sanki bakımlı bir bahçede hissediyorsunuz kendinizi. Dükkânların kapısında güler yüzlü adamlar, müşterilerini uğurluyor. Kenardaki manav, meyveleri süzen genç bir kadına yardımcı olmak için büyük bir sabır ve tahammül örneği gösteriyor. Fakat kadın yine de hiçbir şey almadan ayrılıyor manavdan. Satıcı, mütebessim bir çehreyle uğurluyor mızmızlanan kadını. Vakarından ve güler yüzünden hiçbir şey kaybetmeden yeni müşterisini bekliyor. Etraftan geçen insanlara her fırsatta tebessüm ederek iyi niyet duygularını iletiyor. Kasap, kıyma çekerken müşterinin arzusunu soruyor. Hiç kimse bir gram çalmıyor teraziden. Siftah yapan esnaf, kendisine gelen müşteriyi nazikçe komşu bakkala yönlendiriyor. “Ben siftah yaptım, o henüz yapmadı.” diyor. Sanki ahilik canlandı yeryüzünde. Alan memnun satan memnun hâlinden.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Akçaabat-Trabzon arası yemşeyil bir koridor….Gözümüz gönlümüz canlanıyor. Esen rüzgâr, yol boyunca salınan ağaçları okşuyor. İnsanlar denizle yoldaşlık ediyor. Gençler oltalarını denize atmış “Ya nasip” diyorlar. Birisinin oltasını koca bir balık titretiyor. Palamut mu ararsın, kefal mi, yoksa mezgit mi? Hepsi mevcut suların derinliğinde.
Deniz berrak ve masmavi…. Suyun dibi görünüyor. Denizin etrafında kızgın kumlardan ve çakıllardan başka bir şey yok. Ne plastik şişeler, ne metal kutular, ne de kâğıt artıkları… Etrafta çöpler için ayrı, plastik şişeler ve teneke kutular için ayrı çöp sepetleri var. Herkes seferberlik havası içerisinde çevreyi muhafaza ediyor. Yere çöp atan kişi kendisini uyarana mahcupça teşekkür ediyor. Kızgınlık yok insanların çehrelerinde. Mutluluklar diyarının güzel insanları bunlar. Güneş yumurtayı pişirircesine kızgın… Sıcaktan bunalanlar istediği yerde denize girebiliyor. Sahil boyu her yer berrak ve temiz…. Deniz davetkâr bakışlarla içine çekiyor sıcaktan bunalan genci, yaşlıyı.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Herkesin karnı tok, sırtı pek… Fakat yine de sabahın ilk ışıklarıyla evlerinden çıkıp işe gidiyorlar. Herkesin bir işi ve bol miktarda aşı ve sevdiği bir eşi var. Yüzler gülüyor. Kapılar besmeleyle açılıyor. Bereketli bir gün yaşamak işe besmeleyle başlamakla mümkün… Fabrikalar daha çok ve daha kaliteli mal üretmek için birbiriyle yarışıyor. Fakat tamahkârlıktan eser yok. Herkes birbirini tamamlıyor. İnsanların hem karnı hem de gönlü tok. Kimse kimsenin kusurunu aramıyor. Sevgiyle bakıyor gözler. Fabrikalardan çıkan ses, tatlı bir musikinin yumuşak nağmeleri gibi kulaklarımızı okşuyor. Aydınlık yarınlara kavuşmanın müjdecisi bu tiktaklar… Herkes işinin, aşının başında. Koşturuyor insanlar aydınlık yarınlar için.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Cadde ve sokaklar içaçıcı… Geniş caddelerden akan trafik, hayatın düzen içinde devam ettiğini gösteriyor. Yol kenarları park alanı gibi kullanılmıyor. Araçlar katlı otoparklara çekiliyor. Esnaf dükkânının önü kapatılmadığı için durumundan memnun, müşteriler de öyle. Yaya kaldırımları geniş ve düzenli. Dükkâncılar, kaldırımları açık pazar gibi kullanmıyor. Herkes rahatça dolaşıyor yaya kaldırımlarında. Kimse kimseye eziyet etmiyor.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Eski mimariyle yeni mimari uyum içinde. Tarihin şefkat ikliminde soluklanıyor insanlar. Tarihî Akçaabat evleri koruma altına alınmış; etraftaki yapılaşmalar tarihî dokuya uygunluk teşkil ediyor. Bin yıllık tarih, yaşam mücadelesi veriyor. Evlerin oymaları ve işlemeleri gören gözleri kamaştırıyor. Orta Mahalle’deki evler sanki bir açık hava müzesi görünümünde. Turistler bu manzarayı görünce hayranlıklarını gizleyemiyorlar. Ahşabın zarafeti ve büyüleyici güzelliği gören gözleri kamaştırıyor. Yeni yapılan binalar, beton yığınlarından ibaret değil. Doğal çevreye uyum sağlayacak nitelikte yapılıyor her şey…Görüntü kirliliği oluşturmuyor yeni yapılar.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Erenler, âlimler ve ozanlar yatağı olan bu şehirde insanlar bilgece konuşuyor. Bu toprağa kanını ve mürekkebini akıtanlar, hafızalarda derin izler bırakıyor. Kendini vatan uğrunda yıpratanların büstleri şehrin gözde mekânlarını süslüyor. Şeyh Hacı Hakkı Efendi’den Yaşar Bedri Özdemir’e kadar onlarca aydınlık sima bu coğrafyanın içine işlemiş. Bu değerler manzumesi gün geçtikçe soluklanmamızı sağlıyor. Ruhumuzu imar ediyorlar.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Herkes gelenek ve göreneklerine saygı duyuyor. Köylerde yaşayanlar hayatlarından memnun. İnsanlar bağını, bahçesini ekip biçiyor. Hiç kimse “Armut piş, ağzıma düş” anlayışında değil. Alın teri akıyor toprağa. Toprak veriyor çalışana. İnsanlar şehre doluşup rahat beklentisi içinde değil. Köylüler ürettikleri ürünleri salı günleri pazarda satıp temel ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Akçaabat tereyağı altın günlerini yaşıyor. Hayvancılık umutsuzların umudu hâline gelmiş. Çalışana veriyor Yaradan. Geçim sıkıntısı lügatlerimizden silinmiş bir daha yazılmamalıcasına.
Büyüğe saygı ve küçüğe sevgi baş tacı edilmiş. Küçük küçüklüğünün, büyük büyüklüğünün idrakinde. Sevgi köprüsü dünü bugüne, bugünü yarına bağlamış. İstikbalden kuşku duymuyor kimse. Herkes yarınlara büyük umutlarla bakıyor. Fakat kimse durmuyor, hep çalışıyor.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Kültürümüzün yüz akı folklor eski haşmetli günlerine geri dönmüş. Yemyeşil çimenlerin üstünde dünyanın en uzun horon halkaları oluşturuluyor. Kimseye özel davetiye gönderilmese de herkes kendini davetli addettiği için büyük kalabalıklar boy gösteriyor. Horon coşkusu genç yaşlı herkesin içinin kıpır kıpır olmasına neden oluyor. Sanki bu heyecanı hisseden ağaçlar da salınarak eşlik ediyorlar bu coşku fırtınasına. Çimenler, ayaklar altında kalmasına rağmen hiç de şikâyetçi değiller hallerinden. Çiçekler daha bir alımlı gözüküyor bu güzel manzarada.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Sevda türküleri yakılıyor. Âşıklar sevdiklerine nazire yapıyorlar. Coşkulu yürekler horona katılmadan atamıyorlar içlerindeki ateşi. Daldan dala uçuşan kuşlar bu horon halkasına dahil olmuş sayıyorlar kendilerini. Düğünler, dernekler, imeceler yeniden canlanıyor hayatımızda. Her tepe başı horon düzü oluyor delikanlılara. Horon soluk alışımızı hızlandırıyor. Dünya selâm duruyor bu muhteşem tabloya. Sallama, sıksara, kozangel, siyasiya, aşağa alma, düz horon ve bıçak oyunu hayat buluyor ayaklarda ve salınan omuzlarda.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Trafik keşmekeşi diye bir mesele kalmamış bu güzel şehrin yollarında. Yollarda durup beklemiyor taşıtlar. Herkes hakkına razı… Allah’ın verdiğine kanaat ediyorlar. Hatta yolcusunu alan şoför, fazlasını arkadaşına gönderiyor. Dayanışmanın en güzel tabloları sergileniyor. Akçaabat-Trabzon arası modern raylarla döşenmiş. İsteyen hafif raylı sistem aracılığıyla gideceği yere varıyor. Tramvaylar modern bir hava katmış şehre. Her şey yerinde ve zamanında gerçekleşiyor. Kimse işine geç kalma endişesi taşımıyor.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Doğalgaz hayatımızı kökünden değiştirmiş. Evde ve işyerlerinde ucuz ve temiz bir yakıt olan doğalgaz kullanılıyor. Fabrikaların bacasından zehir çıkmıyor artık. Hava kirliliği mazinin karanlığına karışmış. Evler düzenli olarak ısıtılıyor. Kömür ve odun derdi yok. Kim korkar kışın dondurucu soğuğundan. “Kömürüm ve odunum biterse ne yaparım” korkusu rüyalarımızı kâbusa dönüştürmüyor. Yirmi dört saat boyunca gaz emrinizde. İster ısınmada, ister ocakta, ister banyoda; nerede istersen orada kullan. Lüküs hayat dedikleri bu olsa gerek.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
19 Haziran 1990 senesindeki felâketten dersimizi aldık fazlasıyla. Yağmur yağınca kara kara düşünmeye hacet yok. Altyapı problemi kökünden çözüldü. Su yolunu bilip gidiyor. İnsanlar yağmur ve fırtınayı korkuyla beklemiyor. Romantizm olsun diye pencerelerinden keyifle izliyorlar damlaların yere düşüşünü. Her gün köstebek yuvasına dönmüyor cadde ve sokaklar. Mesele bir çözüldü, pir çözüldü. Geçmişten ibret alınca tarih tekerrür etmiyor. Kanalizasyonlar denize akıtılmıyor. Çöpler modern tesislerde işlenerek çevreye zarar vermeden geriye dönüştürülüyor. Çevre kirliliği yazmıyor kitaplarımızda. Elektrik ve telefon hattı yeraltına alındı çoktan. Görüntü kirliliği teşkil etmiyorlar artık.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Söğütlü’deki fakülte gittikçe büyüyerek müstakil bir üniversiteye dönüşüyor. Gece gündüz ilim alışverişi sürüyor. Yurdun dört bir yanından gelen talebeler şehre hayat katıyor. Ticaret canlanıyor. Öğrenciler yerel kültürle millî kültürü bir araya getirip harmanlıyorlar. Kültürel alışveriş bütün hızıyla devam ediyor. Kimse kimseyi küçümsemiyor. Herkes birbirinden faydalanmanın yollarını araştırıyor. Yüzyılın bilim asrı olduğunun bilincinde herkes… Kütüphaneler gençlerle dolup taşıyor. İnsanlar parklarda ve otobüslerde bile elinde bir şeyler okumakla meşgul. Bilimle inancın çelişmediğini ispatlıyor inancını bütün değerlerin üstünde gören ve yaşayan genç dimağlar… Kimse kimsenin inancıyla alay etmiyor. Herkes muhatabına saygı gösteriyor; olduğu gibi kabul ediyor.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Varlıktan üstün olan sağlık, devletin gözetiminde korunuyor. Hastaneler temiz ve ferah… Hastaneye değil sanki yıldızlı otele giriyorsunuz. Görevliler sizi kapıda karşılıyor. Sıra beklemek tarihe karışmış. Sizi bir odaya alıp baştan aşağı muayene ediyorlar. Yatarak tedavi edilecek bir durum varsa yatırıyorlar. Günde üç beş kez doktor gelip durumunuzu soruyor, kontrol ediyor. Yemeğiniz ayağınıza kadar getiriliyor. Kısa zamanda iyileşerek hastaneden ayrılıyorsunuz. Yine aynı güler yüzler, sizi kapıya kadar getirip uğurluyor. Kendinize değer verildiğini hissetmek sizi fevkalâde mutlu ediyor. Psikolojiniz düzeliyor. Devletinize minnet duygularıyla bağlanıyorsunuz. İnsanları seviyorsunuz.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Akçaabatlılar futbol tutkusunu daha da ileri götürüyorlar. Köklü kulüplerin başında gelen ve bir zamanlar birinci ligde takımların kâbusu olan Akçaabat Sebatspor, birinci lige tekrar geri dönmüş. Fakat bu sefer asansör takım olmaya hiç niyeti yok. Taraftar takımına sahip çıkıyor. İdmanlar bile seyircilerle dolup taşıyor. Ligin tozunu atıyor Sebatlı gençler. Bu durum Akçaabat’ın dillerde dolaşmasına vesile oluyor. Türkiye bir kez daha Akçaabat’ı konuşuyor. Tütünspor da üçüncü ligde top koşturuyor. Yakın bir zamanda çok daha iyi yerlere geleceğinden kimsenin kuşkusu yok.
Yıl 2018... Burası Akçaabat! ...
Akçaabat yaylaları altın günlerini yaşıyor. Baharla birlikte açan çiçekler insanları çekiyor dağ başlarına. Dağlar huzurun sığınağı… Şehirlerde yorulanlar soluğu kırlarda alıyor. Bir yanda tereyağı, bir yanda bal, öbür yanda özel çiftliklerde üretilen alabalıklar… Yerli ve yabancılar mıhlama ve kuymağa bayılıyorlar. Yaylalar turizmin hizmetinde. Özel inşa edilmiş yaylakentlerde bungalov tipi evler herkesin ilgisini çekiyor. Çam ağacından yapılmış bu evlerde uyumak ömre ömür katıyor. Çam kokusu, doğal bir ortamda olduğunuzun habercisi oluyor. Rakım yükseldikçe havanın doğallığı artıyor. Ciğerler bayram ediyor adeta. Bıçakla kesilen yoğurtlar ve buz gibi ayranlar ikram ediliyor yurdun dört bir yanından gelen meraklılara. Karadeniz’in bahtı kara diyenleri yalanlıyor tüm bu yaşananlar.
Yayladan dönüşte Akçaabat köftesini yemeden ayrılınır mı bu şehirden. Köfte yemedikten sonra Akçaabat’a gitmenin ne anlamı olabilir? Köfteler yiyiliyor keyifle. Damak tadını bilenler hayran kalıyor yedikleri köftenin lezzetine. Bazıları tarif alsa da tutturamıyorlar bu lezzeti. Demek ki maharet biraz da ellerde. Hem köfte Akçaabat da yenir besbelli.
Zihnim uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken bir elin yavaşça yüzüme değdirildiğini hissediyorum. Arkamı dönüyorum. El ısrarla yüzüme değdiriliyor. “Kalksana, işe geç kalacaksın.” Yalvarırcasına devam eden bu cümlelerle kendime gelmeye çalışıyorum. Sırılsıklam olmuşum terden. Çok uzun bir rüyadan ayrılmış olmanın yorgunluğu bütün bedenimi sarmış. 2006’lı yıllardan 2018’li yıllara yolculuk yapmanın verdiği rehavetle kendime gelmekte zorlanıyorum. Bu kadar uzun yıllar nasıl da bir rüyaya sığabiliyor. Bunu muhayyilem almıyor. Demek ki rüyaymış bütün bunlar… Fakat rüyayı hayra yormak bizim geleneklerimizde olan bir adettir. Ben de bu rüyayı hayra yormak istiyorum. Yahya Kemal “ İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar” demiyor mu? Neden hayaller gerçek olmasın ki? Ben bu rüyanın gerçek olacağına bütün kalbimle inanıyor ve gerçekleşmesi için dua ediyorum.
SELÂM SANA EY RESUL! ..
M.NİHAT MALKOÇ
Sen doğmadan da vardı dünya… Fakat hayat var mıydı bu kara topraklar üzerinde? Varsa da buna hayat demek mümkün müydü? Çünkü sensiz bir dünyanın tadı olamaz. Sen ki bu dünyanın en tatlı meyvesiydin. Senden evvel ağaç vardı ama sana emsal meyve yoktu. Yemiş oldun kuruyan hayat ağacımıza. Yeşerttin dallarımızı.
Senle beraber hayat buldu hayat….Gökkubbe denen bu kocaman viraneye ışık oldun, nur oldun. Neler değişti senle beraber, ah neler değişti. Çöller vahaya dönüştü senin nurunla. Bir fazilet güneşiydin, karanlık dünyamızı aydınlatan. Çöllere düşen âb-ı hayat hükmünde bir damlaydın. Rebiulevvel ayı seninle hayat buldu, şereflendi.
Hz. İsa geleceğini çoktan müjdelemişti bize. Fakat taşlaşan yüreklerimiz ve sağırlaşan kulaklarımız bu müjdeyi idrak edememişti. Bütün günler kıskandı o mübarek Pazartesi gecesini. Çünkü dünya durdukça zaman böyle bir şerefe nail olamayacak. Nice alâmetler belirdi gelişini müjdeleyen. Sıradan bir doğum değildi senin kâinatı şereflendirmen. Bu ilk ve sondu görüp göreceğimiz.
Esselâtü Vesselâmü Aleyke ya Resûlullah! Esselâtü Vesselâmü Aleyke ya Habiballah!
Bütün salât ve selâmlar senin üzerine olsun ey Allah’ın Resulü! ... “Liva-ül hamd” sancağın altında biz günahkâr kullarına da yer ayır… Orada kendime yer bulamazsam hangi kapıya sığınırım? Senin şefkat ve merhametin olmasa biz bir hiçiz. Bizi senden ayıracak yollardan uzak eyle. Sünnetine sarılan ve kurtuluşa eren bahtiyar insanlar zümresinden olmamız için şefaatini bolca serp üzerimize.
Kalabalıklar içinde yalnızız ey Resul… Senden uzak olan ruhlar çamura saplanmış merkep gibidir. Bizi bataklıklardan beri eyle ey Habib! Sensizlik kor bir alev olup yakıyor günahla kararan yüreklerimizi. Âlemlere rahmet olduğun gibi bize de rahmet ışığını gönder.
Çağın ebabil kuşları taş olup başımıza yağmadan istikamete yönelmemize yardımcı ol. Gözümüz var görmüyor, kulağımız var duymuyor, aklımız var fikretmiyor. Bütün bu varlar içinde elim bir yokluğun girdabına tutulmuşuz. Bize varlık içinde yokluk çektirme.
Yüreklerimiz kupkuru çöllere döndü. Yağmur ol, yağ kalbimizin orta yerine. Yağ ki rahmetten nasibini alsın hücrelerimiz. Senin her bir damlan can suyudur bedenimize. Gerçi sana lâyık ümmet olamadık. Bunun sancısıdır içimizi titreden. Yüzümüz yok kapını çalmaya. Lâkin başka çalacak kapımız da yok. Mübarek kapının yüzümüze sürmeleneceğinden çok korkuyoruz. Ümitvar olmaktan başka seçeneğimiz de yok.
İslâm’ın gemisinin karaya oturacağından korkanlar var. Bizler bundan endişe duymuyoruz. Çünkü her ne kadar aramızda olmasan da bu geminin manevî kaptanı sensin. Bu gemi ilelebet batmayacak. Fakat bizler bu gemide tayfa olabilecek miyiz? Ya bu gemiye dâhil olan şanslı kullardan olamazsak hâlimiz nice olur diye çok korkuyoruz.
Senin yolundan dönmeye zorlanan ve her fırsatta “La ilahe illallah Muhammedün Rasulullah” diyen Sümeyye’nin tırnağı kadar olamadık ey Resul! ... Kızgın kumlarda süründürülen ve böğrüne hançer saplanan Sümeyye kadar yürekli olamadık. O sana komşu oldu, biz kapına tokmak olamadık? Rahatlığı tercih ettik, çileye talip olamadık. Onun için de arınamadık. Arınmadan kapına gelmekten hicap duyuyoruz.
Ümeyye'nin kölesi Bilâl-i Habeşi manevî âlemlere sultan oldu. Bizler hürdük, ama Bilâl-i Habeşiler’e köle bile olamadık. Kızgın kumlar kuş tüyü yatak oldu ona. Bizler kuş tüyü yataklarda Hakk’ı bulamadık.
Ey kâinatın nuru, gönüllerin süruru! ... Yaz uğramıyor gönül bahçemize. Mevsimler kıştan ibaret... Baharlar mazide kaldı. Bu ağır kışları kaldırmaya ne gücümüz ne de tahammülümüz var. Gökteki ay, ışığını; güneş ise sıcaklığını esirger oldu. Merhamet olukları kurumaya yüz tuttu. Asr-ı Saadet’te yaşayanlara ne kadar da imreniyorum. Onlar ki dünya gözüyle gördü o mübarek bedenini. Gözlerimiz tenine, burnumuz kokuna hasret.
Senin yaşadığın asırda zaman da bir başka bereketliydi. Artık zamanın da bereketi yok. Günler peşi sıra gidiyor da biz yerimizde sayıyoruz. Besmeleyle başlamayan her iş bereketten mahrumdur, derler. Fakat dillerimiz o kadar bozuldu ki besmeleyi bile söylemekten aciz hâldeyiz. Onun bereketinden de nasipsiziz. Hayatımız yiyip, içmek ve uyumaktan ibaret oldu. Gözümüzü dünya hırsı bürümüş. Hayatta hayat kalmamış. Çırpınıp duruyoruz, hatta debeleniyoruz. Bu gidiş hayra alâmet değil. Fakat bu bataklıktan bir türlü kurtulamıyoruz.
Rahmet bulutları uğramıyor göğümüze. Ufuklar kapkaranlık. İçimizi ancak sen aydınlatabilirsin. Yoksa bu karanlıkta istikametimizi bulamayacağız. Zulmet içerisinde yolumuzu kaybedip uçurumlara sapacağız. Bize nur huzmelerinden bir demet nasip eyle. Onlar ki Hakk’a götürür yoluna revan olanları.
Ey sevgililer sevgilisi….Allah’ın Habibi! ...Sana ümmet olabilmek ne büyük şeref…. Sünnetine sarılıp karanlıklara mum olmak ne güzel…. Biliriz ki sen bir annenin çocuğuna gösterdiği merhametten daha fazlasını ümmetine gösterirsin. Bu umutlarımızın tuz buz olmasının önündeki en büyük engel. Senin şefkat ve merhamet iklimine sığınıyoruz. Bizden hayat damlalarını esirgeme. Yoksa çorak arazilere döner bedenimiz.
Ey Kâinatın serveri Resul! ... Sen dünyamızdan göçeli viran oldu bize her yer… Gök bakışına, toprak ayağının kokusuna, insanlık sohbetinin manevî lezzetine hasret… Bizim gelmeye cesaretimiz yok. Seni çağırmaya da yüzümüz yok. Her şeye rağmen seni çok seviyoruz. Şefaatinden nasiplenmeyi umuyoruz. Elimizi boş çevirme Ey kâinatın güneşi. Sana binlerce salât ve selam olsun.
E-mektup: [email protected]
HARBİN GÖLGESİNDE KILINAN NAMAZ VE ÇANAKKALE RUHU
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanlar cesaretleri kadar vardırlar. Bizi diğer insanlardan ayıran ve farklılaştıran yürekliliğimizdir. Fakat deli cesareti değil kastettiğimiz. Ulvî gayeler uğruna gösterilen cesaret mukaddestir. Ötekisi deli cesareti…. Kıymeti yok böyle yürekliliğin… 275 kiloluk mermiyi kaldırıp düşman gemisini batıran ve Çanakkale Savaşı’nın gidişatını değiştiren Koca Seyyitler’in gösterdiği kahramanlıktır cesaret… Kaldı mı böyle kahraman ruhlu insanlar?
Aslında millet olarak zor zamanlarda kenetleniriz. Felâketler fert fert kenetlenmemizi sağlar. Fakat diğer vakitlerde birbirimizle didişip dururuz. Savaşlar yeni kahramanlar çıkarır bizde. Bunun sayısız örneğini görmüşüz şerefli Türk tarihinin altın sayfalarında. Ahmet Nedim isimli şairin Çanakkale Savaşı’nda gördüğü ibretlik manzara buna örnektir. Ahmet Nedim bu hadiseyi şiirleştirerek şöyle anlatıyor:
“Ateşlerin yaladığı bu düzlükten geçenler,
Güllelerin cehennemlik yağmurundan kaçarken;
Yolun biraz kenarında, tek başına bir nefer,
Pervasızca bombalardan, ateşlerden, her şeyden…
Kendisine, süngüsünden bir mihrabcık kurmuştu,
Sonra onun karşısında namazına durmuştu.
Ne havada ıslık çalan ve düştüğü yerlere
Kızgın çelik sahnelerle ölüm saçan gülleler,
Ne semada ifrit gibi vızıldayan tayyare...
Ne dünyalık bir düşünce, ne bir korku, ne keder
Onun demir yüreğini oynatmaktan acizdi,
Sanki toplar, şarapneller tehlikesiz, sessizdi!
Bir çam ona, gölgesinde yapmış idi seccade.
Sanki tekbir alıyordu vakit vakit top sesi...
Gözlerinin sade akı beyaz kalan yüzünde
Parlıyordu o sarsılmaz imanının gölgesi
Bir Müslüman nasıl olur? Bu levhadan anladım,
Hürmetlerle -yavaş yavaş- sokuldum beş on adım
Başındaki kabalağın gölgesine gömülen
Süzük gözler, dikilmişti o süngüden mihraba
Hakk'ın büyük divanında, eli bağlı, dururken
Artık o, can kaygısını almıyordu hesaba
Allah Allah, bu ne yüksek bir imandır ya Rabbi
Bir Müslüman, ne büyük bir kahramandır, ya Rabbi!
Kahramandır, çünkü toplar etrafında patlarken
Zerre kadar titremedi, namazını bozmadı
Dört yanına ateş saçan türlü türlü afetten
Sanki onu koruyordu bir meleğin kanadı
Onun, böyle tevekkülü bana pek çok dokundu
Yüreğimi bir şey ezdi... İki gözüm sulandı
Böyle dalgın, düşünerek geçerken ben yanından
Sağa sola selâm verdi, namazını bitirdi
Sonra, biraz kımıldandı, ellerini, Yaradan
Tanrısına dua için gökyüzüne çevirdi.
Şimdi, artık Allah'ına döküyordu derdini
Gözlerini kapamıştı, unutmuştu kendini”
Bu yaşanmış bir hadise… Çanakkale Savaşı’ndan bir tablo… Böyle serdengeçtiler sayesinde uçurumun eşiğinde olan parçalanmış bir topluluktan ışıl ışıl, yepyeni ve güçlü bir cumhuriyet çıkarıldı. Böyle bir milletin torunları olmakla ne kadar iftihar etsek azdır. Fakat bugün ecdadımızın müstesna özelliklerinden ne kadarını taşıyoruz? O mübarek insanlara lâyık olabildik mi? Bugünkü yeni nesil o kahramanların izinden gidiyor mu? Bunlara müspet cevap vermek zordur.
Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete… Yeni neslin idealsizliği ve tarihe sırt çevirmesi istikbalimizi tehdit ediyor. Bu gençlere millî bir şuur ve tarih bilinci veremedik. Batılılaşma adı altında yitip gitmelerine, avucumuzun içinden kayıp kaybolmalarına göz yumduk. Savaşın gölgesinde namazını büyük bir huşu ile kılabilecek inançta ve cesarette bir nesli nereden bulabiliriz? Davası nefsi olan bugünkü nesille nereye kadar gidebiliriz. Bunları düşününce geleceğe dair umutlarım tuz buz oluyor.
E-mektup: [email protected]
DEFTERİMDE 40 SURET
M.NİHAT MALKOÇ
Beşir Ayvazoğlu üretken yazarlarımızdan birisidir. Sağın parmakla gösterilecek aydınlarından kabul edilir. Geçmişimizi bugüne taşıyan bir kültür antropologu gibi çalışmıştır. O aynı zamanda iyi bir şairdir. Aşağıdaki liste onun ne kadar verimli bir yazar olduğunun açık ispatıdır. İşte size Beşir Ayvazoğlu’nun bugüne kadar yazmış olduğu eserlerin külliyatı:
“Aşk Estetiği (İnceleme, 1982) , Gülname (şiir, 1983) , Yahya Kemal-Eve Dönen Adam (İnceleme, 1985) , Geçmişi Yeniden Kurmak (Denemeler, 1987) , İslâm Estetiği ve İnsan (İnceleme, 1989) , Aslanlar, Tilkiler ve Eşekler (Fabl, 1990) , Türkün Kültür Coğrafyasında Bir Gezinti(Gezi, deneme, röportaj, 1990) , Halk Şiirinden Tarihe (Denemeler, 1991) , Kaknus (Şiir, 1991) , Güller Kitabı (İnceleme, 1992) , Şehir Fotoğrafları (Denemeler, 1995) , Tarık Buğra - Güneş Rengi Bir Yığın Yaprak (Biyografi, 1995) , Şiirler (Toplu şiirleri, 1996) , Geleneğin Direnişi (Denemeler, 1996) , Fuzulî Kitabı (1996) , Defterimde 40 Suret (Biyografi, 1996) , Altı Çizili Satırlar (1997) , Dede Efendi (Flamanca tercümesiyle, Hollanda, 1997) , Peyami, Hayatı Sanatı Felsefesi Dramı (Biyografi-Deneme, 1999) , Sîretler ve Sûretler (Biyografi-Deneme 1999) , Yaza Yaza Yaşamak (Deneme, 1999) .”
Aslında kastım Beşir Ayvazoğlu’nu tanıtmak değil. Geçenlerde okuduğum “Defterimde 40 Suret” adlı eserinden bahsetmektir muradım. Fakat bu kadar güzel eserler vücuda getiren, millî kültürümüzü deneme tadında yeni nesle tanıtan ve sevdiren böylesine gayretli ve başarılı bir yazardan az da olsa söz etmeyi zorunluluk addettim.
Biyografiler sırf kişilerin hayatını anlatmakla kalmaz bir döneme tanıklık ederler.
Beşir Ayvazoğlu’nun yazmış olduğu “Defterimde 40 Suret” biyografiyle anı karışımı bir eser olarak tanımlanabilir. Yazar, kitabının önsözünde şu görüşlere yer veriyor:
“Eskiler, insan için âlem-i sugra, yani küçük âlem derlermiş, ne kadar doğru. Bana sorarsanız, her insan ayrı bir âleme açılan bir kapı; o kapıdan içeri girdikten sonra, labirentlerinde kaybolmak işten bile değil, Freud'ların mroydların başlarına gelen nedir? Sıradan zannettiğimiz insanların bile uçsuz bucaksız iç dünyaları varsa, bilim, sanat ve hareket adamlarının dünyalarının büyüklüğünü varın siz hesap edin. Doğru söylüyorum, onları derinliğine anlamaya çalışmak, galaksiler arası yolculuğa çıkmak gibi bir şey olmalı. Ben mi? Ben sadece kapıları korka korka aralayıp 'hoşça bak'tım, gözlerim kamaştı”
“Defterimde 40 Suret” i okuduktan sonra sadece Ayvazoğlu’nun değil, benim de gözlerim kamaştı. Çünkü bu kitapta bahsi geçen, geçmişimize damga vuran bu suretler alelâde insanlar değil. Her biri belli meziyetleri olan hareket adamları… Hepsi birbirinden değerli… Gençlerimizin bu suretleri model almasını ne çok isterdim.
Günümüz gençliği popçuları ve topçuları örnek alıyor. Onlar gibi giyiniyor, onların konuştuğu gibi lâubali konuşuyorlar. Bunlar ne tarihinden, ne de kültüründen haberdar… Hepsi de bir yere kadar okumuş ama okumakla adam olunmuyor. Öğretmenlerin verdiği bilgiler bir kulaktan girip ötekinden çıkıyor. Onun için de televizyonda boy gösteren yeni yetme bir şarkıcı kadar tesirli olamıyorlar.
Beşir Ayvazoğlu’nun veya İskender Pala’nın kitaplarını okuyup da geçmişteki edebiyata ve tarihî şahsiyetlere hayran olmamak mümkün değildir. Niçin günümüz gençliği bu tarz kitapları okumaz da Harry Potter gibi hayal mahsulü cadı masallarıyla kıymetli zamanlarını zayi ederler? Bunu anlamış değilim; bundan sonra da anlayacağımı zannetmiyorum. Halimiz pür melâl… Binmişiz bir alâmete, gidiyoruz kıyamete.
“Defterimde 40 Suret” te bizim insanlarımız var. İçimizden çıkan, tarihimizle, kültürümüzle haşır neşir, bu memleketin insanları…Hepsi de yüzde yüz yerli kültür kaynaklarından doldurmuş tasını. Kim mi bunlar: “Necmeddin Okyay, Nezahat Nureddin Ege, Malik Aksel, Necip Fazıl, Münevver Ayaşlı, Nuri Arlasez, Fuat Bayramoğlu, Perihan Arıburun, Ahmet Yakupoğlu, Turgut Cansever, Ahmet Kabaklı, Sedat Umran, Alaeddin Yavaşça, Tosun Bayrak, Turgut Özal, Ziya Nur Aksun, Çelik Gülersoy, Orhan Okay, Erol Akyavaş, Halit Refiğ, Hilmi Yavuz, Yavuz Bülent Bakiler, Erol Güngör, Hüsrev Hatemi, Cinuçen Tanrıkorur, Ayşe Şasa, Saadettin Ökten, Ekmeleddin İhsanoğlu, Sevinç Çokum, Aydın Menderes, Mustafa Kutlu, Ali Birinci, İlhan Kesici, Mustafa Çalık, Ahmet Turan Alkan, İsmail Kara, Mustafa Ruhi Şirin, Annemarie Schimmel, Cengiz Aytmatov, Kenize Murad”
Bu isimlerin hepsi de kendi alanlarında ekol olmuş üstün yetenekli insanlar. Zaten korkak ve sıradan insanların aksiyon adamı olması mümkün değildir. Saydığımız isimler toplumun ana damarlarıdır. Gölgesinden bile ürken, korkak, sıradan insanlar bırakın ana damarı kılcal damar bile olamazlar. Tarih cesur insanları, kahramanları, bir de hainleri yazar.
Geçmişte yaşamış bu değerli insanlardan öğreneceğimiz çok şey var. Tecrübeler milletin ortak malıdır. 224 sayfadan meydana gelen bu biyografi-anı karışımı eseri herkesin, özellikle geleceğimizin teminatı olan gençlerin okumasını tavsiye ediyorum. Popüler kültürün zararlarından korunmak isteyenler mazinin şefkat iklimine sığınsın, kurtuluş reçetesi oradadır.
E-mektup: [email protected]
BAŞUCUMDA “SAFAHAT”
M.NİHAT MALKOÇ
“Safahat” safhalar(evreler) anlamına gelen bir kelimedir. Aynı zamanda millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şiir kitabının ismidir. Merhum Akif’in Safahat’ı yedi bölümden oluşmaktadır. Bunlar sırasıyla Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler adlarını taşımaktadır.
Safahat yıllardan beri başucu kitabım olmuştur. Canımın sıkıldığı anlarda stresimi atmak için bu büyük eserin sayfalarında dolaşmışım. Benim için ilâhî kaynaklardan sonra en tesirli eser olma özelliğini taşımaktadır.
Bu kıymetli kitabı her Türk gencinin ömründe en az bir kere okuması şarttır. Hele kendini aydın diye tarif edenlerin her yıl tekrar tekrar okuyup tahlil etmesi gerekir. Çünkü kıymetli manzumeler zinciri her okunduğunda farklı açılımlar kazandırıyor insana.
Ben Safahat’ı her okuyuşumda ayrı bir haz alırım. Gerçi Safahat’ta haz alınacak tablolar pek yoktur. Bin yıllık kültürüne sırt çeviren bir milletin yaşadığı felâketler sıralanmıştır her bir mısrada. Üslûp bakımından haz verir bana.
Safahat her evde bulundurulmalıdır. Hatta topluca okunup tahlil edilmelidir. Bir dönemin canlı tanığı olan bir kalemin haykırışlarını sağır sultan da duymalıdır. Şayet bunlar bilinmezse tarihin tekerrür etmesi işten bile değil.
Safahat bir yelpazeye benzer, açıldıkça genişler ve çepeçevre sarar muhayyilemizi. Hayatın ta kendisidir bu eser. İçinde mübalağa yoktur. Yalan ise asla… Bunu şu dizelerde açıkça ifade ediyor Akif:
''Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur benim hayatta en beğendiğim meslek;
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek...”
Mehmet Akif, dünyevî aşkların peşinden koşmadı hiçbir zaman. Malı, parayı, mevkii elinin tersiyle itti. O dünyaya hakkı ve hakikati haykırmak için gelmişti. Öyle de yaptı; bu gökkubbede hoş sedası bâkî kaldı.
Gaflet uykusundan uyanamayanların, basiret gözü körelenlerin Safahat’taki hakikat tablolarına göz atması elzemdir. Azıcık izanı ve irfanı varsa uyanmasına vesile olur buradaki ikazlar… Lâkin Hakk’ı ve hakikati görmek biraz da nasip işidir. Her bakan göremez. Bakmaktan bakmaya dağlar kadar fark vardır. Bazıları gözünün önündekini göremezken, bazıları perde arkasındakini görür.
Öz yurdunda garip ve öz vatanında parya olarak yaşamaya mahkûm edilen Akif, ülkesine ve insanına hiçbir zaman küsmedi. Yaşadıklarını kaderin tecellisi olarak gördü ve kendine yapılan haksızlıkları görmezlikten geldi. Bu haksızlıkları yapanlara da hakkını helâl etti. Islah olanlar oldu, olmayanların hesabı büyük güne kaldı.
Mehmet Akif tek başına bir orduydu, çağının vicdanıydı. Memlekette yaşanan manevi buhranları yüreğinin orta yerinde ve vücudunun bütün hücrelerinde hissetmiş duyarlı bir vatan sevdalısıydı.
Teşbihte hata olmaz derler. Nasıl ki Kur’an’ın özü Fatiha Suresi’yse Safahat’ın özü de İstiklâl Marşı’dır. Onun için İstiklal Marşı’nı çepeçevre kavramak için Safahat’ı anlayarak ve de zamanın şartlarını göz önünde bulundurarak tekrar tekrar okumalıyız. Ancak böylelikle Akif’in “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” sözünün sırrını daha iyi anlayabiliriz.
Safahat sessiz çığlıklarla doludur. Bu feryatları ancak bizim gibi düşünenler ve yaşayanlar anlayabilir. Malumdur ki ateş düştüğü yeri yakar. Yanmayan, ateşin tesirini nerden bilebilir ki? Fakat Akif kendi acılarını anlatmamıştır eserinde. Ferdi meselelerini içine atmıştır hep. Onu yiyip bitiren, mazlumların feryat ü figanları olmuştur. Şu iki mısra bu konuda bizlere her şeyi anlatmaya yetiyor:
“Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler 'Safahat”ımdaki hüsran bile sessiz! ”
Safahat aslında manzum bir belgesel niteliği de taşımaktadır. Bu belgeselde objektifler yerine Akif’in keskin zekâsı ve basiretli bakışları rol oynamıştır. Gördüklerini ve yaşadıklarını abartısız yansıtmıştır eserine. Onun içindir ki her bir mısrası bir ok gibi saplanır yüreğinize. Akif, Safahat’ında, içinde yaşadığı cemiyetin buhran ve bunalımlarını anlatır; kendisini hep gizler. Hatta emri-i Hak vaki olunca hatırlardan silinip gideceğini söylüyor bir dörtlüğünde:
“ Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da, er geç, silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir? ”
Akif,şiirlerini adını duyurmak için yazmamıştır. İçinde yaşattığı ve uğruna onca zorluğa katlandığı davasının sesi olmak için yazmıştır. Akif’in şairliği bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bu ona sanki Allah tarafından verilmiş bir vazifedir.
Bazıları Akif’in eserlerinde sanatsal değer bulunmadığını söyler. Oysa bu doğru değildir. O gerçekleri anlatırken Türkçeyi ustalıkla kullanmıştır. Üstelik şiirlerini aruz ölçüsüyle kaleme almıştır. Onun fikrinden rahatsız olanların gücü yetse İstiklâl Marşı’nı da okutmayacaklar. Fakat çok şükür ki bu milletin mezhebi, onlara her şeye rağmen hoşgörülü bakacak kadar geniş değil. Sözlerime Akif’in Safahat’taki şiirleriyle ilgili enteresan bir değerlendirmesini içeren dörtlüğüyle son vermek istiyorum:
“Safahat’ımda, evet, şiir arayan hiç bulamaz;
Yalınız, bir yeri hakkında 'hazin işte bu! ' der.
Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi var ya?
Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder! ”
E-mektup: [email protected]
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta