Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1604

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 29.04.2006 - 17:55

    DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ
    M.NİHAT MALKOÇ

    Ansiklopediler milletlerin kültürel birikimlerini içeren bilgi havuzlarıdır. Bu havuzda hem dünya genelindeki birikimler, hem de bir milletin iç bünyesinde oluşturduğu kültür, sanat ve edebiyat değerleri bir araya getirilir. Bunlar bütün insanlığın kullanımına sunulur.
    Dünya genelinde belli başlı bir kısım ansiklopediler ön plana çıkarak şöhret kazanmışlardır. Bunlar arasında Ana Britanica ve Meydan Larouse sayılabilir. Dünyada haklı bir üne kavuşmuş bu eserler pek çok dünya diline çevrilmiştir. Bizler yıllardan beri dünya ve ülkemiz hakkındaki bilgileri bu yabancı kaynaklardan edinmişiz. Bu durum bazen yanlış malumatlar elde etmemize yol açmıştır.
    Bugün kültür piyasasında İslam Ansiklopedisi adında geniş kapsamlı bir eser yer almaktadır. Bu ansiklopedi ne yazık ki Batılılar tarafından kaleme alınmış bir eserdir. 1908’de Hollanda’da çalışmalarına başlanmış ve 1938’de tamamlanmıştır. Bu ecnebi kökenli ansiklopedide on bin civarında madde vardır. Müsteşrikler(Doğu bilimci, Şarkiyatçı, oryantalist) tarafından hazırlandığı için eksik ve yanlış bilgilerle doludur. Bu bilgilerin bazıları da maksatlıdır.
    Ülkemizde bugüne kadar değişik hacimlerde pek çok ansiklopedi çıkarılmıştır. Fakat bunlar içerik açısından tatmin edici boyutlarda değillerdi. Özellikle dinî konulardaki bilgileri eksiksiz ve tarafsız olarak sunan bir eser yoktu. Bu eksikliği fark eden İslâm Araştırmaları Vakfı, kısa adıyla İSAM yetkilileri, kolları sıvayarak çok uzun ve çetin bir çalışmanın içine girdi. Çünkü sosyal bilimler ve din bilimleri alanında kusursuz yerli bir başvuru kaynağı yoktu. Bu bizim büyük bir eksiğimizdi. Bu konuda cesaret sahibi birileri elini taşın altına koymalıydı. O zamanın Diyanet İşleri Başkanı Dr. Tayyar Altıkulaç bu işin organizasyonunu üstlendi. 1980’li yıllarda başlanan çalışmalar bugün aynı hızla ve heyecanla devam ediyor.
    Önemli kurumlarımızdan biri olan ve T.D.V. İslam Ansiklopedisi’ni yayınlayan İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) bunun yanı sıra ilmî araştırmalar yapmak, konferans, seminer vb. ilmî toplantılar düzenlemek, Türkiye’nin ihtiyaçları doğrultusunda araştırmacılar yetiştirmek, bu maksatla gerekli programları hazırlayıp uygulamak, araştırma kütüphanesi ve dokümantasyon ünitesi kurmak, ilmî-dinî konularda kamuoyunu aydınlatacak görüşler hazırlamak ve bunları neşretmek üzere kurulmuş olup, kuruluş amaçları doğrultusunda faaliyetlerine devam etmektedir.
    Ülkemizde bugüne kadar yayınlanan ilk telif ansiklopedi, hâlâ yayını devam etmekte olan T.D.V.İslâm Ansiklopedisi’dir. Ülkemizin kültür sahasındaki gururu sayılan bu kapsamlı eser, tamamlandığında 45 cilt olacaktır. Bu fevkalâde görkemli bir çalışmadır. Ülkemizde bugüne dek böyle geniş kapsamlı bir çalışma yürütülmedi. Eserin sloganı “Bize ve dünyaya kaynak” olması boşuna değildir. Hakikaten tamamlandığında bize ve bütün dünya milletlerine mühim bir başvuru kaynağı olacaktır.
    Diyanet Vakfı bugüne kadar ülke içinde ve dışında(özellikle kardeş Türk Cumhuriyetlerinde) çok hayırlı hizmetlere imza attı; hayırseverlerle muhtaçlar arasında adeta bir köprü vazifesi gördü. Bu hizmet zincirinin önemli bir halkası olan ansiklopedi çalışması, çok büyük bir kültür ihtiyacını karşılayacaktır.
    Türkiye Diyanet Vakfı’nın önemli kültür hizmetlerinden biri olan İslam Ansiklopedisi’nin her maddesi telif ürünüdür. Tamamlandığında cilt sayısının 45’i bulacağı tahmin edilen bu büyük temel eserin Türk ve İslam Dünyasına dev bir kaynak olacağına inanılmaktadır. Dünya yayıncılık alanında da kendi dalında ilk orijinal çalışma niteliği taşımaktadır. İslam Ansiklopedisi ile bir yandan okuyuculara İslamî konularda doğru bilgi aktarımını sağlamak ve güvenilir bir kaynak sunabilmek, bir yandan da ilmî araştırma yapacak olanlara yardımcı olabilmek amaçlanmaktadır. Bu eser tamamlandığında kütüphanelerimiz adeta şenlenecektir. Bilgi adına arayıp da bulamadığımız pek bir şey kalmayacaktır. Asırların birikimi, raflarımızda bizlerin istifadesine amade olacaktır.
    İslâm Ansiklopedisi çok kapsamlı bir çalışma olduğu için tamamlanması uzun yılları alacaktır. Bu çeşit eserlerin bir iki yılda hazırlanması mümkün değildir. Zira müsteşriklerin hazırladığı İslâm Ansiklopedisi’nin otuz yılda bitirildiği düşünülürse, meselenin zorluk derecesi daha iyi anlaşılır. Konuyla ilgilenenlerin yakinen bildiği gibi İSAM, ansiklopedi çalışmalarını plânlandığı şekilde yürütmekte olup altı ayda bir olmak üzere yılda iki cildi neşre hazır hale getirmeye devam etmektedir. Bazıları bir cilt için altı ayı uzun bulmaktadır. Böyle düşünenler de haklıdır. Fakat bu işler sanıldığı kadar kolay değildir. İlmî bir çalışma olduğu için ince eleyip sık dokumak gerekir. Bu işin çok büyük sorumlulukları vardır. Hadisenin bir de maddî boyutu düşünülürse zorlukların derecesine vakıf olunur.
    Bu köklü projenin ilk adımında bütün ansiklopediler ve dinî başvuru kaynakları taranmıştır. Yapılan titiz çalışmalar neticesinde on sekiz bin madde tespit edilmiştir. Bu maddeler ilim dallarına ayrılmış ve bu maddeleri kimlerin daha iyi yazacağı araştırılıp ilim adamları ve yazarlar tek tek tespit edilmiştir. Madde tespitinden eserin tashihine kadar onlarca aşamadan geçen çalışmalar neticesinde mükemmel bir eser vücuda getirilmiştir.
    Ülkemizde bilen de, bilmeyen de her konuda ahkâm kesmeye bayılır. Bir saat içinde hükümetler kurar, ihtilaller yaparız. Kendi değerlerimizi ve onları vücuda getirenleri aşağılayıp dururuz. Nedense güzellikleri görmezlikten geliriz. Oysa ülkemizde olumsuzlukların yanında güzel işler de gerçekleştirilmektedir. Türkiye’de güzel şeylerin de yapıldığının en güzel örneklerinden biri İslâm Ansiklopedisi’dir. Ben bu denli zengin bir kültür birikimine sahip olan bir memleketin ve bu birikimi ihtiva eden böyle bir eseri hazırlayan bir ülkenin ferdi olmaktan mutluyum ve gururluyum. İslâm Ansiklopedisiyle ne kadar övünsek azdır. Fakat bu konudaki en büyük eksiğimiz bu güzel eseri yeterince tanıtamamaktır. Bugün İslam Ansiklopedisi ortalama 70–75 bin civarında satıyor. Yetmiş milyonu aşkın nüfusu barındıran bir ülke için bu rakam gülünçtür. Bir hanenin dört kişiden oluştuğunu var sayarsak bu kıymetli eserin mevcut hanelerin yüzde birine bile giremediği görülür. Bu rakam, verilen bunca emeğe karşılık devede kulak bile değildir.
    Okumayan bir millet olduğumuz aşikârdır. Fakat bu faydalı ve kapsamlı ansiklopediyle ilgili olarak televizyonlardan, gazetelerden ve diğer kitle iletişim araçlarından yeterince tanıtım yapılabilse mevcut satışlar üçe-beşe katlanır. Bu arada ansiklopedinin her bir cildinin pahalıya satıldığını düşünüyorum. Belki maliyetler yüksek olduğu için böyle fiyatlandırılmaktadır. Fakat her evde bulunması gereken böyle bir eseri devletin maddî açıdan desteklemesi(sübvanse etmesi) gerekir. Her bir cilt on milyondan satılırsa hemen herkes bu eseri kütüphanesine kazandırır. Bugün Diyanet Vakfı’nın depoları ağzına kadar bu eserle doludur. Yani stok yapılmaktadır. Son cildin basımı bitince kampanyalar düzenlenecek ve stoklar hızla eritilecektir. Bu arada bizim insanlarımız hiçbir şeyi parça parça almayı sevmez; bütün olarak edinmek ister. Ben inanıyorum ki ansiklopedi tamamlandığında hemen herkes bu güzel başvuru kaynağını kişisel kütüphanesine kazandıracaktır. Yeter ki ülke insanının ekonomik şartları düşünülerek fiyatlandırma yapılsın. Bunun yanında zengin insanlarımızın büyük bir fedakârlık örneği göstererek İslâm Ansiklopedisi’ni satın alıp halkın hizmeti için çalışan vakıflara, derneklere, kütüphanelere, kahvehanelere, insanların toplu olarak girip çıktığı mekânlara hediye etmesi ne kadar hayırlı bir hizmet olur. Bu kıymetli eserin hazırlanmasında emeği geçen herkesi kutluyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 29.04.2006 - 17:54

    ŞİMDİ TÜRKÜLER YASTA
    M.NİHAT MALKOÇ

    Kültürümüzün vazgeçilmezlerinin başında gelir türküler… Onlarla sesleniriz dünyaya. Aşkımızı, özlemimizi, yürek yangınımızı türkülere gömeriz. İnsanlıkla yaşıttır onlar. Zaman onları hiç de yaşlandıramaz. Seneler geçse de türküler genceciktir. Gülistanda goncadır yüreklerimizi fetheden türküler… Dünya durdukça onlar da yaşayacaktır sonsuza dek…
    Geçtiğimiz günlerde türkülerimizin gülen yüzlerinden biri olan Ali Ekber Çiçek’i türkülerle ebediyete uğurladık. Uzun azmandan beri şeker hastalığı yüzünden tedavi görüyordu. Türk Halk Müziği sanatçısı Ali Ekber Çiçek, 26 Nisan 2006 tarihinde İstanbul’da vefat etti, Edremit’in Tahtakuşlar Köyü mezarlığında toprağa verildi. Pop müziğiyle tepinen genç nesil belki de bu ismi bilmez ama türkülerle haşır neşir olanlar için çok önemli değerleri çağrıştırır bu güzel isim…
    Türkülerimizin gülen yüzü Ali Ekber Çiçek, Erzincanlıydı. Çocuk yaşta başlamıştı bağlama çalmaya. Babasının genç yaşta ölümünün getirdiği hüznü bağlama çalarak atıyordu üzerinden. Maddî imkânsızlıklar belini bükmüştü bu genç yüreğin. İlkokuldan sonra okuyamadı onun için... Ömrü boyunca da bunun ezikliğini yaşadı. Fakat o okumuşlardan daha büyük değerler kattı kültürümüze. Müziğe ayırdı bütün mesaisini. İyi ki de öyle yaptı, aksi olsaydı bugün dört yüzün üzerindeki türküden mahrum kalacaktık. Genç yaşlarında, ilhamının kaynağı olan doğduğu şehir Erzincan’dan doyacağı şehir olan İstanbul’a göç eyledi. Askerden sonra TRT’nin açtığı sınavı kazanarak, Muzaffer Sarısözen döneminde TRT Ankara Radyosu’na ve Yurttan Sesler Korosu’na girdi. Burada çok verimli müzik çalışmaları yaptı. Ali Ekber Çiçek, bir söyleşide ömrü boyunca gittiği yolu şöyle özetliyordu:
    “Gerçekleri göstermek, gerçeğe kavuşmak ve gerçeği olduğu gibi insanlara anlatmak için çalışmış bir insanım. Cahilden uzak, kâmile yakın oldum; büyüklerime saygıyla küçüklerime sevgiyle yaklaştım. Konuşulan her kelâmı ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim... Bu icraatım boyunca hiçbir maddî menfaat sağlamadım; insanların duygularını sömürmek gibi bir yanlışlığa meydan vermedim.”
    Merhum Ali Ekber Çiçek, yüzlerce türkü kazandırmıştı halk müziği repertuarına. Ondan derlenen türküler arasında şunları sayabiliriz: “Böyle İkrarınan Böyle Yolunan, Bunca Olan Emeğimi, Derdim Çoktur Hangisine Yanayım, Ey Erenler Akıl Fikir Eyleyin, Gönül Gel Seninle Muhabbet Edelim, Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başıma, Gurbet Elde Yadellerin Derdini, Gül Yüzlü Sevdiğim, Hazin Hazin Esen Seher Yelleri, İsmini Sevdiğim Saadetli Dostum, Nasıl Yâr Diyeyim Ben Böyle Yâre, Ondört Bin Yıl Gezdim Pervanelikte(Haydar Haydar) …vb.
    Bugün TRT arşivlerinde onun 54 kaseti vardır. Bu kasetler bizim için hazine değerindedir. Çünkü O artık yok aramızda. Onun güzel sesini ve yorumunu geri getiremeyiz. O bir TRT sanatçısıydı. TRT’den emekli olmuştu. Devletimiz sahip çıkmıştı bu kıymetli türkücü ve derlemeciye. Zamanın hoyrat elinden nice kıymetli türküleri kurtarmış ve kültür hayatımıza kazandırmıştı. Sözlerini Pir Sultan Abdal’ın yazdığı “Derdim Yoktur Hangisine Yanayım” türküsü onun en kıymetli derlemelerinden birisidir. İlk dörtlüğünü aşağıya aldığım türküyü dinleyip de mest olmayan var mıdır? Bizim müziğimiz budur, biz buyuz. Birileri bize pop müziğini süsleyip sunsa da bizler o müzikten haz almayız:
    “Derdim çoktur hangisine yanayım
    Yine tazelendi yürek yarası
    Ben bu derde nerden derman bulayım
    Meğer şah elinden ola çaresi”
    Görüldüğü üzere son yıllarda halk müziğinde bir canlanma var. Artık yeni nesil sanatçılar, pop müziğin kısır muhtevasının yüreklerimizi tatmin etmediğinin farkındalar. Bunun için pop tarzı okuyan şarkıcılar da kasetlerine halk müziğinden parçalar koyuyorlar. Fakat eski parçalara kendi yorumlarını katarak onları tanınmaz hâle getiriyorlar. Merhum Ali Ekber Çiçek, AA muhabiriyle ölmeden evvel yaptığı son röportajında buna ve genel olarak türkülerimize dair şu sitem dolu açıklamaları yapmıştı:
    “Türk Halk Müziği tekrar popüler oldu; ancak ben bu gelişmeyi hazırcılığa bağlıyorum. Şimdi şöhret olmuş kişiler benim 40–50 yıl önce yazdığım parçalardaki ezgilerin üzerine güfte yapıp söylüyorlar. Bir de bu okuduğum parçalarda leyleği kuşa çevirerek okuyorlar. Kendini kanıtlamış ve halk nazarında kabul görmüş eserlere yeniden yorum eklemeye gerek yok. Ali Ekber Çiçek nasıl çalıp okuyorsa gençler ve ondan sonra gelenlerin de öyle okuması gerekiyor. Bu tavrı yakalamaları gerekiyor. Parçalarımdaki yorum zaten içinde vardır. Tekrardan o parçalara yorum eklemeye gerek yok.
    Hazırcılığa alışmışlar. Ben gençlere çok değerli bir miras bıraktım. O eser asla aslını inkâr etmemeli. Yorum üzerine yorum katılmamalı. Her şey aslına bağlı olarak tabiatıyla birlikte yaşatılmalı. Ben 60 yıldır bu parçaları yapıp gençliğin önüne serdim ki onlara sağlam bir doküman bırakalım. Şimdi onlar bu müziğin aslını inkâr ederse, ben buna gücenirim. Yozgat Sürmelisi’ne sen nasıl yorum katarsın? Bu parça için Nida Tüfekçi on sene çalışmış. Haydar’a nasıl yorum katabilirsin? Bu parça üzerinde ben üç sene çalışmışım. Bu parçalara yorum katılmasından çok rahatsız oluyorum. Biz geleneklerimizi nasıl koruyacağız. Gelenekler aslıyla birlikte korunur. Bu insanlar kendileri çalışıp bir şey üretmiyor, hazırı da bozuyorlar. Bu insanlar piyasanın en kariyerli kişileri. Bunların işleri güçleri ticaret. Amaçları ceplerini doldurmak. Böyle şey olmaz. Ama bu insanlar hazırcılığa alıştığı gibi bir de bizim ürettiğimiz türkülerin üzerine, sanki çok iyi bir şey biliyormuş gibi, yorum katıyorlar.”
    Türk halk müziğinin ustalarından birini, türkülerin duayenini kaybettik. Saza her dokunuşunda yüreğimizi titreten sanatkâr parmakların sahibiydi O… Onun “Haydar Haydar” türküsünü dinlerken trans hâline girmeyen kaç insan vardır? Merhum Çiçek, bağlamayla duygusal bağlar kurabilen ve bağlamaya sevdalı olan bir gönül eriydi. O yetmiş yıldan beri dünya gurbetindeydi. Onun için de “Yolumuz Gurbete Düştü” türküsünü bir başka içten söylüyordu. O artık ruhlara gurbet olan dünyadan, asli yurdumuz olan ahrete göçtü. Mavera aşkıyla yanıp tutuşan ruh, sükûna erdi. Türküleri çalınıp söylendikçe gönüllerimizde yaşayacak. Allah rahmet eylesin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 06.04.2006 - 00:47

    HAYATI KUŞATAN POLİS

    M.NİHAT MALKOÇ


    İnsanların ana ihtiyaçlarından birisi de kendini güvende hissetme isteğidir. Can ve mal güvenliğinin olmadığı bir toplumda ne kadar zengin ve itibarlı bir insan olursanız olun bu sizi tatmin etmeyecektir. İçinizde dolaşan vehimler bir noktadan sonra korkuya dönüşecektir. Bu, aşama aşama ilerleyecek ve bir noktadan sonra iç huzurunuzu kaçıracaktır.
    Toplum huzuru hayatın olmazsa olmazlarının başında gelmektedir. Huzurun olmadığı cemiyetlerde başarı da yok demektir. İnsanlar kendilerini güvende hissederlerse huzurlu olurlar; huzurlu olurlarsa da yaptıkları işlerde verim elde ederler. Bunlar zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Toplumda güveni sağlayan en önemli kamu görevlileri şüphesiz ki polislerdir. İlçeden küçük bazı yerlerde bu işi jandarma gerçekleştirmektedir.
    Çağımızda şehirleşme geçmişe nazaran çok daha gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. İnsanlar artık köylerden çok, şehirlerde yaşamayı tercih etmektedirler. Özellikle büyük şehirlere göç edenlerin sayısında ciddi artışlar yaşanmaktadır. Ülkenin değişik yörelerinden gelen insanlar kolay kolay kaynaşamamaktadır. Zamanla anlaşmazlıklar, kavgalar, yaralamalar, cinayetler olabilmektedir. Toplumsal diyalogun bozulduğu bu aşamada polislerimiz devreye girerek kaybolan huzuru idame ettirmeye çalışmaktadırlar.
    Polis, şehirde kamu düzenini, huzur ve güvenliği sağlayan kuruluş, kolluk, zabıta; bu kuruluşta yer alan görevli, kollukçu demektir. Fakat polisleri belediye zabıtasıyla karıştırmamak gerekir. Çünkü onların her birinin görev alanları ve toplumsal konumları farklıdır. Zabıtalar daha çok belediyenin güvenliğini sağlarlar.
    Türk polis teşkilâtı çok köklü bir tarihe ve yapıya sahiptir. 1845 tarihi, Türk Emniyet Teşkilatı açısından önemli bir zamandır. Çünkü bu tarihe kadar zabıta olarak nitelenen teşkilat; 10 Nisan 1845 (12 Rebiü’l Evvel 1261) ’den itibaren polis adı altında hayata geçmiş ve Emniyet Teşkilatının kuruluş günü olarak kabul edilmiştir. Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasından sonra, başkentte ve eyaletlerde zabıta hizmetleri eskisiyle kıyaslanmayacak derecede gelişmesine rağmen; bu hizmetler karışık ve ayrı ayrı kurumlara bağlı olarak yürütülmekteydi. Teşkilat ve yürütme alanındaki bu karışıklığı ortadan kaldırmak amacıyla ilk defa 10 Nisan 1845’te İstanbul’da ilk polis teşkilatı kurulmuş, görevleri de yine aynı tarihte yayımlanan Polis Nizamnamesi’nde belirtilmiştir. Bu yıl polis teşkilâtının kuruluşunun 161. yıldönümünü kutluyoruz.
    Polisler yaşanan hayatın tam ortasındadırlar. Onun için her yaptıkları görülür ve gündem oluşturur. Hemen her gün televizyonlarımızda polislerimizin yaşadıkları sıkıntılara şahit oluyoruz. Olay olan her yerde onların olması bu mesleğin tabiatı gereğidir. Onun için nereden bakarsan bak bu meslek risk ve tehlikelerle doludur.
    Güvenlik görevlileri sabırlı, anlayışlı ve sakin olmak mecburiyetindedir. Baruta ateşle gitmek faciaya davetiye çıkarmaktır. Yaşanan hadiseler soğukkanlılığın olayları yatıştırmada ve önlemedeki rolünün ne kadar hayatî bir tavır olduğunu göstermiştir. Polisler halkın güvenliği için vardır. Bütün meseleleri de kimseyi incitmeden, tabir caizse kimsenin burnunun kanamasına sebep olmadan huzuru ve asayişi sağlamaktır. Fakat etki tepki kuralı gereği bazen istenmeyen sahneler yaşanabilmektedir. Fakat bu sahnelerin müsebbibi polis değildir. Çünkü polisin derdi olayları büyütmek değil, aksine hadiseler büyümeden yatıştırmaktır. Fakat bu her zaman sanıldığı kadar kolay olmuyor. Olay çıkaranlar mukavemet edince istenmeyen sahneler ortaya çıkabiliyor. Bu da kişileri, suçlu arama arayışına sürüklüyor. Polisin takınması gereken tavır konusunda Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Feyzullah Arslan bir yazısında şöyle diyor:
    “Polisin her türlü siyasal düşüncenin üstünde ayni suçu isleyen herkese yasaların gerektirdiği adil davranışı göstermesi oldukça önemlidir. Yasaların uygulanmasında polis, anlayışlı olmalı ve ahlak ilkelerinden ayrılmamalıdır. Bu sadece kendi başına olan bir amaç değil, insanlara; ırk, felsefi inanç, din ve sosyal statülerine göre ayırım yapmadan eşit davranışın da bir aracıdır. İşte insan hakları alanındaki yasaların polisin davranış ve faaliyetleri ile ilgili olarak getirdiği asgari zorunluluk budur. Murat Yıldız’ın yüksek lisans tezinde bu konuya şu yaklaşımlarda bulunuluyor:
    Polis, yasalara saygılı olma ve yasaları uygulama, diğer yandan insan haklarını koruma eylemleri arasında bir çelişki olduğu izlenimine kapılmaktadır. Polis, demokratik düzenin gerçek temelinin hukuka saygılı olma ilkesi olduğunu tam olarak kavramalıdır. Bu ilke hem halk hem de polis için geçerlidir. Eğer polis, kendisini yasanın dışında ve üstünde görür, yasaları dikkate almama alışkanlığı edinirse, halkın güvenini ve saygısını kaybeder, görevini yaparken de onun desteğinden yoksun kalır. Eğitimde öncelikle hukukun üstünlüğü işlenmeli, vurgulanmalı ve yerleştirilmelidir. Yasaları koruma için görev yapan polis, hiç kimsenin yasaların üstünde olmadığını önce kendisi bilmeli, uygulamalı ve herkesten çok önem vermelidir. Hiç kimse yasaların gösterdiği haller dışında özgürlüğünden yoksun bırakılmamalıdır. Temel özgürlüklere yasalara uygun bir engel konulsa bile, insanlık dışı davranışa karşı yine yasanın korumasından faydalanma hakkı bulunmaktadır. Yasalara aykırı davranan polisler de yasaların öngördüğü yaptırımlarla sınırlıdır.”
    Ülkemizde yaşanan toplumsal çatışmalar polisimizin soğukkanlı tavrı neticesinde büyümeden önlenebiliyor. Fakat olay çıkaranlar eylemlerinde ısrarcı olunca istenmeyen görüntüler de yaşanabiliyor. Çünkü polisi bir düşman gibi gören ve eline geçirdiği her cismi ona fırlatan kişilere polis gül atacak değil ya! ... Keşke taş atana gül atabilsek; fakat bu hem yaşananlarla bağdaşmıyor, hem de caydırıcı olmuyor.
    Türkiye’de kendini en çok yenileyen kurumlardan birisi de polis teşkilâtımızdır. Fakat mesleğe yeni başlamış bir kısım heyecanlı polis memurlarının yaptığı kişisel hatalar fazlaca büyütülmemelidir. Bunlar hangi kurumda yaşanmıyor ki? ... Bu güzide kurumu yıpratmak, bindiğimiz dalı kesmekten farksızdır.
    Polisle halk her zaman kenetlenmelidir. Bu gerçekleştiği müddetçe suçlular kısa zamanda yakalanacak ve adalet yerini bulacaktır. Halk suçluları saklarsa, polise yeterli bilgi vermezse, destek olmazsa güvenlik sekteye uğramış olur. Görevli polisler yine de suçlulara ulaşır ama zaman kaybı olur; süreç uzar. “Geciken adalet adalet değildir.” anlayışı gereği, adaleti tez zamanda sağlamalıyız. Bunun için de halkın polise yardım etmesi çok mühimdir. Polis bizim güven kaynağımızdır. Onların varlığı huzur sebebimizdir.
    Bir an için polislerimizin olmadığını farz edelim. Hayat nasıl karmakarışık bir hâl alırdı. Şehirler eşkıyalara, trafik magandalara kalırdı. Stadyumlarda top yerine futbolcular havada uçuşurdu. Olaylar durdurak bilmez, kan oluk oluk akardı. Mevcut trafik kazalarına yüzlercesi eklenirdi. Güçlü güçsüzü ezer, herkes kendi hakkını kendisi almaya kalkardır. Böyle bir toplumda kavgalara bulaşmadan, yaralanmadan ve ölmeden akşam etmek mucize olurdu. Onun için hayatımızı düzene koyan ve suç makineleri için caydırıcı bir özellik taşıyan emniyet güçlerimize olan şükran borcumuzu manen ödeyelim; yaşanan hadiselere tarafsız bir gözle bakıp onları suçlamak yerine haklarını teslim edelim. Polislerimizin bu anlamlı günlerini kutluyor, milletimiz adına onlara şükran duygularımı iletiyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 05.04.2006 - 23:07

    POLİSLE GELEN HUZUR
    M.NİHAT MALKOÇ

    Her mesleğin kendine göre zorlukları,iyi ve kötü yönleri vardır.
    Çoğu insan,işinin zorluğundan bahseder.Hizmet ücret dengesizliğinden yakınır.
    Belki bunların da mantıklı gerekçeleri vardır.
    Aslında en zor meslek,riski fazla olan mesleklerdir.Bunların başında da polislik gelmektedir.
    Çünkü onlar namlunun gölgesinde yaşamaktadırlar.
    Yaşamla ölüm arasında kader çizgisi vardır.Bu çizgi polislerde daha ince ve hassastır.
    Onlar gece gündüz demeden, yağmurda,çamurda,açıkta,sıcakta,soğukta; Edirne’den Kars’a,Sinop’tan Anamur’a kadar tüm yurt coğrafyasında kamu düzenini sağlamak için canla başla mücadele etmektedirler.
    Zorluklarına rağmen çok şerefli ve saygın bir meslektir polislik…İnsanların sevgisine ve hayır duasına mahzar olmanın getirdiği manevî lezzet bambaşkadır.Vatandaşın huzur ve güven içinde yaşamasını sağlayan polislerimiz gurur kaynağımızdır.
    Türk polisi,inanç,serinkanlılık,kararlılık,cesaret bakımından dünya polisinin çok çok üstündedir.Onlar,gücünü Türk-İslâm ruhunun alperen vasfından almaktadır.Manevî doyum,bu fedakâr insanları motive eden güç ve dinamizm kaynağıdır.
    Polis,gücünü milletten alır.Millet yardım ederse gerekli bilgi ve belgeler daha çabuk elde edilir.Sonuca daha emin adımlarla yürünür.Olaylara vakıf bir vatandaş,on yılda çözümlenebilecek bir hadisenin on günde halledilmesini sağlayabilir.Bu da emniyet teşkilâtının işini kolaylaştırır.
    Polislerimiz olağanüstü şartlar altında gece gündüz demeden karanlıkların aydınlatılabilmesi için örnek bir mücadele veriyorlar.Hizmetlerinin maddî karşılığını yeterince aldıkları söylenemez.
    Emniyet teşkilâtında çalışmak cesur insanların işidir.Ölümden korkan,pısırık,şahsiyeti gelişmemiş insanlar bu kurumda bir gün bile barınamazlar.Bu işe gönül verenler kellesini koltuğuna alabilmelidir.
    Güvenlik harcamalarında tasarruf yapılamaz.Polisin teçhizatı eksiksiz olmalıdır.Elemanlar, uygulama ağırlıklı eğitimlerden geçirilmelidir.Araç gereç bakımından zengin olan Türk polis teşkilâtı,Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze dek adını pek çok başarılı operasyona altın harflerle yazdırmıştır.
    Olay olan yerde polis vardır.Polis kavga ve gürültünün son bulması için asayişi temin eder.Bunu yaparken de seyrek de olsa dayağa başvurur.Bu sahneler televizyon ekranlarına taşınınca değişik kişi ve kurumlar polislerimize veryansın ederler.
    Dayak güzel bir şey değildir elbette.Fakat sözün tükendiği yerde sükûneti sağlamak için bazen gerekli oluyor.Polis zevk için hiç kimseyi dövmüyor.Bu yaşıma kadar geldim, bir kere polisten dayak yemedim; kötü muamele görmedim.Niçin? Çünkü suç işlemedim.Nadir de olsa dayak atmanın amacı, olayları önlemek ve asayişi sağlamaktır.Polisin attığı dayağı büyüterek gündem oluşturmaya kalkanlar, kahraman polisimizin eylemcilerden yediği dayakları niçin görmezler?
    Türk Polis Teşkilâtı ülkemizin gözbebeğidir.Vazifesini en iyi yapan kurumlardan biridir.Hiç kimse kahraman Türk polisiyle milleti karşı karşıya getirmemelidir.Çünkü polis,milletin can ve mal güvenliği için vardır.Onlar bizim evlâtlarımız…Onları çok seviyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 05.04.2006 - 23:07

    POLİS “GÜVEN” DEMEKTİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Her mesleğin kendine göre bir takım zorlukları vardır.Fakat bazı meslekler büyük özveriler ister.Bunların başında polislik gelmektedir.Sanırım bu herkesin kabul ettiği bir hakikattir.
    İnsanların rahat ve huzur içinde bulunmaları güvenle alâkalı bir hadisedir.Emniyet içinde yaşama arzusu insanın fıtratının gereğidir.Bunu yerine getiren de,takdir ederseniz ki,kahraman polislerimizdir.
    İnsan hem kendisiyle hem de çevresiyle çatışmalı bir canlıdır.Ferdî ve toplumsal rûh hâllerimiz zaman zaman bizleri hiç de istemediğimiz olaylara sevk etmektedir.İşin bu kısmında,devreye güvenin asayişin sigortası olan polislerimiz girmektedir.
    Olay olan yerde güvenlik güçleri vardır.Bu onların işi icabıdır.Olayları önleme esnasında zaman zaman istenmedik hâl ve hareketler yaşanabilir.Her zaman nezaket ve tebessüm etkili olmayabilir.Söz buraya gelmişken aklıma meşhur şâir Ziya Paşa’nın şu beyti geliyor:
    “Nush ile uslanmayanı etmeli tektir:
    Tektir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”
    Ziya Paşa’nın dediği gibi evvelâ öğüt,ardından azarlama,olmazsa en sonunda dayak geliyor.Keşke sonuncu safhaya hiç gerek olmasa! ...Fakat herkes aynı dilden anlamıyor ki…İnsanlara anladığı tarzda konuşmalı…Polisin jop kullanmasını yadırgayanlar ve insan haklarından dem vuranların neye hizmet ettiklerini anlamak zor olmasa gerek…Hiç kimse dayaktan yana değildir.Polisin de sevgiden olduğu bir gerçektir.Nitekim bunu pek çok olayda ispatlamışlardır.Kavga ve kazalarda ölen ve yaralananlara hep onlar şefkat kanatlarını germiştir.Yaralıları kucaklarında ve ekip arabalarında hastaneye taşıyan bu cengâverlerin art niyetli olduğunu kimse söyleyemez; söyleyenlerin de maksatlı olduğu aşikardır.
    Ülkemizde uzun yıllardan beri polise önyargıyla bakılmaktadır.Televizyon ekranlarına getirilen birkaç şiddet karesi örnek gösterilerek koca bir cemiyet suçlu gösterilmektedir.Artık halkımız gerçeklerin farkındadır.Ucuz senaryolara vefakâr insanlarımız pirim vermemektedir.
    Polisten,herkesin memnun olması beklenemez.Bu yiğit insanlardan memnun olmayan kesim; hırsızlar,yolsuzlar,kanunsuzlar,karanlık işlerle uğraşanlar,canîler,zalimler ve kaçakçılardır.Zaten bunlar polisten memnun olsalar işin içinde bir bit yeniği aramak gerekir.Böyle bir durum kabul edilemeyeceğine göre herşey normal seyrinde gidiyor demektir.
    Polis, gören gözümüz,tutan elimiz ve her şeyden önemlisi güvencemizdir.Gece gündüz demeden,bayram seyran düşünmeden büyük bir özveriyle vazifelerini ifa eden güvenlik güçlerine şükran borçluyuz.Onların yanında olunca kendimizi güvende hissediyoruz.
    Emniyet teşkilâtı çok geniş bir yelpazedir.İçlerinde birkaç menfî kişinin olması muhtemeldir.Fakat bu tip insanlar,hangi kurumda yoktur? Şu bir gerçek ki ülkemizde şahsiyetiyle görev yapan kurumlardan birisi de emniyet teşkilâtıdır.Polisin her olaya yetişmesi mümkün değildir.Olayların asgariye inmesi,hatta sıfırlanması için her yürekte vicdan denen polis olmalıdır.Polislerimizi çok seviyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 05.04.2006 - 20:40

    İZMİR DEVLET TİYATROLARI’NDAN “AYRILIK” OYUNU
    M.NİHAT MALKOÇ

    Tiyatrolar şehirlerin kalbinin attığı müstesna ortamlardır. Tiyatrosu olmayan kentler ne kadar da mahzun ve eksiktir. Bunu ancak o yerlerde yaşayanlar anlayabilir. Bu yüzden tiyatrosu olan şehirleri hep şanslı görmüşüm diğer şehirlere nazaran. Hemen her ay ayrı bir oyunla seyircinin karşısına geçen oyuncular, hayatın sıkıcı gidişatına da engel olurlar; renk katarlar yaşamın durağanlığına.
    Her oyun bir heyecandır aslında. Gerçi yaşadığımız hayat da tiyatrodur bir bakıma. Ama biz bu oyunun pek de farkında değiliz. Oysa tiyatro daha bir bilinçle ve ön hazırlıkla bize sunulduğu için daha bir önemseriz sahnede canlandırılanları. Oyunlar yaşamımızdan farklı kesitleri bize sunarlar. Bazen acı, bazen komik, bazen anlaşılmazdır yaşadıklarımız. Sahnede de bunları görürüz aslında. Bize bu kadar yakın olduğu halde nedense tiyatroyu gereksiz görenler de vardır günümüzde. Bu tip insanları anlamakta zorlanırım çoğu zaman. Nasıl olur da bu görsel sanattan haz almazlar? Belki zevkine varamamışlardır bu sanat dalının. Veya kötü bir örnek onları soğutmuştur tiyatrodan. Kim bilir? ..
    Trabzon şehri Devlet Tiyatroları’nın bulunduğu 13 şanslı ilden birisidir. Bu şehrin ahalisinin bu nimetin kadrini bilmesi gerekir. Türkiye’nin onda birinde tiyatro vardır ancak. Öteki şehirler yılda bir iki kez turneler aracılığıyla görür tiyatroyu. Oysa biz, bir haftada üç-beş gün tiyatro hizmetinden faydalanma şansına sahibiz. Buna rağmen bu şehirde oturup da tiyatro yüzü görmeyen insanlar var. Bunlara ancak acıyor insan. Çünkü günümüzde tiyatroya gitmek zengin olmayı gerektirmiyor. İki-üç milyonu olan, tiyatroya gidebilir. Bu yönüyle lüks bir sanat dalı değildir tiyatro. “Başka önceliklerim var, gücüm yok” demek haklı bir mazeret değildir. Kişi istedikten sonra tiyatroya gitme imkânı bulabilir.
    Son günlerde Trabzon Devlet Tiyatroları “Haluk Ongan Sahnesi” nde “Ayrılık” adlı güzel bir oyun sergileniyor tiyatro severlere. Bu bir turne oyunu… 31 Mart gecesi bu oyunu seyretmek için Haluk Ongan Sahnesi’ndeydim. Trabzon Lisesi öğrencilerine ayrılmıştı bütün biletler… Bu yönüyle özel bir gösteriydi bu. Salon tıklım tıklım doluydu. Gençlerin tiyatroya ilgi duyması sevindirici bir şey… Öğrenci olaylarının konuşulduğu bir dönemde gencecik yüreklerin sanat için atması, geleceğe dair umutlarımızı artırıyor. Demek ki gençler iyi yönlendirilebilirse güzel neticeler alınabiliyor. Bu konuda sorumluluk velilere ve öğretmenlere düşüyor. Bu açıdan bakınca gençlere tiyatroyu sevdiren, öğrencilerin oyunlar hakkında bilgi sahibi olmasını sağlayan, bilet dağıtımını organize eden ve mesaisinin önemli bir bölümünü bu iş için ayıran Trabzon Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni İbrahim Kavzaoğlu’nu kutluyorum.
    İzmir Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen “Ayrılık” adlı oyunda biri kadın, biri erkek olmak üzere iki kişi rol alıyor. Bu yönüyle zor bir oyun… Çünkü bütün dikkatler iki kişinin üzerinde. Oyuncuların performansının yüksek olması gerekiyor. Kalabalık oyunlarda bir veya birkaç kişinin hatası dikkat çekmez. Fakat oyuncu sayısının az olduğu oyunlarda bütün hatalar sırıtır. Performans açısından baktığımızda “Ayrılık” adlı oyundaki oyuncuların rollerinin hakkını verdiğini gördük.
    “Ayrılık”, karikatür sanatçısı Behiç Ak'ın ilk oyunu Bina’dan sonra yazdığı, İstanbul Şehir Tiyatrolarında 1996/97 döneminde sahnelenen ve “Afife Jale Ödülleri - Cevat Fehmi Başkut En İyi Yazar Ödülü”nü almış olan yeni oyunu... Evliliklerine son vermiş olan bir çift, bir araya geldikleri bir gün, eski yaşamlarını tartışırlar. Bu tartışma, birlikte oldukları günlerdeki davranışlarının bütün çelişkilerini, gülünçlüklerini ortaya koyar. “Ayrılık”, çağımız insanını anlatan, iki kişilik ironi dolu bir güldürü…
    “Ayrılık” oyununu Metin Oyman yönetiyor. Savaş Çevirel oyunun dekor ve giysi tasarımını yapmış. Oyunun ışık tarsımı ise Hasan K. Yalman tarafından gerçekleştirilmiş. Oyunda Şebnem Doğruer - Gürol Tonbul rol almışlar. Oyun bir mutfak dekoru içerisinde geçiyor. Mutfak dekoru, yaklaşık iki saat boyunca oyunu takip edenleri sıkıyor ve yoruyor. Bu açıdan bakıldığında çok doğru bir dekor olmadığını, zayıf ve durağan bir dekor olduğunu söyleyebilirim. Fakat oyuncular dekorun sebep olduğu sıkıcılığı, gösterdikleri oyun gücüyle bertaraf ediyorlar. Bunun için Şebnem Doğruer ve Gürol Tonbul’u kutlamak gerekir.
    Sözün bu noktasında, yazdığı oyunlarla tiyatromuza nefes aldıran yazarlardan biri olan Behiç Ak’la ilgili birkaç bilgi vermek istiyorum size. 1956 yılında Samsun’da doğan Behiç Ak, Yıldız Üniversitesi ve İTÜ’de mimarlık öğrenimi gördü. Kendisi aslında profesyonel bir karikatürist…1982’den beri Cumhuriyet gazetesinde çiziyor. Çizerliğinin yanı sıra çocuk kitabı yazarlığı ve çizerliği, oyun yazarlığı ve belgesel film alanında da çalışmaları vardır. Bina adlı oyunu 1983 yılında Kültür Bakanlığı Özel Ödülü’nü aldı ve bir yıl sonra Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi. Ayrılık adlı oyunu Harbiye Şehir Tiyatrosu’nda 1996 yılında sahnelenmiştir. Karikatür bant kitapları Türkiye’de ve Almanya’da yayımlanan Behiç Ak’ın çocuk kitapları yine Türkiye’nin yanı sıra Japonya’da da yayımlanmıştır. 1994 yılında gerçekleştirdiği Türk Sinemasında Sansürün Tarihi - Siyahperde adlı belgesel film çalışması aynı yıl Ankara Film Festivali’nde “En İyi Belgesel Film” ödülünü kazandı. Yayımlanan kitapları şunlardır: Was Kümmert’s Mich (Almanya, Migro) , Kimkime Dumduma (Metis Yayınları) , Ben Yapmadım Öğretmenim (Afa) , Korkma Ben Hümanist Değilim (Afa) , Galiba Seni Seviyorum (Afa) , Dikkat Su! (Çocuklar için öğretici kitap) , İstanbul’un Suyu Nereden Geliyor? (Çocuklar için öğretici kitap) , Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı (Kagyuşa - Japonya; YKY - Türkiye) , Gökdelene Giren Bulut (Gakken - Japonya; YKY - Türkiye) , Uyurgezer Bir Fil (Gakken - Japonya) , Kedi Adası (Gakken - Japonya) , Büyükannem ve Miyop Ejderha (Fukuınkan Shoten - Japonya) , Rüzgârın Üzerindeki Kent (Gakken - Japonya) , Doğum Günü Hediyesi (YKY) , Bina (Boyut - Mitos) … Görüldüğü gibi uluslar arası bir yazar Behiç Ak… Kendisinden yeni eserler bekliyoruz. Özellikle yeni tiyatro oyunları yazmasını istiyoruz.
    Tiyatro sahnelerimizde yerli oyunların sahnelenmesi beni çok mutlu ediyor. Çünkü yerli oyunlar bizi anlatıyor; kültürümüzden izler taşıyor. Yerli oyunların sıkça oynanması yazarlarımızı oyun yazma hususunda teşvik ediyor. Yabancı yazarların yazdığı oyunlar da zaman zaman oynanmalıdır. Çünkü dünyanın büyük bir köy hâline dönüştüğü bir zamanda yaşıyoruz. Dünya kültünü de tanımamız gerekir. Kendi kabuğumuza çekilip kalamayız. Bu konuda da dengeyi sağlamak mecburiyetindeyiz.
    Son yıllarda Trabzon Devlet Tiyatroları güzel çalışmalara imza atıyor. Hem turneler aracılığıyla yeni oyunları Trabzon halkına sunuyor, hem de oyuncu kadrosuyla güzel oyunlar sahneliyorlar. Yakın zamanda seyircilerle buluşacak olan İtalyan yazar Dario Fo’nun yazdığı “Ödenmeyecek, Ödemiyoruz” adlı oyunlarını merakla bekliyoruz. Bu arada Karadeniz’e Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Festivali’nin bu yıl da düzenlenmesini istiyoruz. Bunun hazırlıklarının yapıldığını da duyuyoruz. Trabzonlu bir aydın olarak Trabzonlular’ın tiyatroya ilgi göstermesini istiyorum. Çünkü marifet iltifata tabidir. Salonların boş kalması, ömrünü sahnelere vermiş olan oyuncuların moralini bozar, genç tiyatrocuların şevkini kırar.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 05.04.2006 - 20:39

    SEZAİ KARAKOÇ’UN ŞİİR COĞRAFYASI
    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk şiirinin bereketli pınarlarından birisidir Sezai Karakoç… Şiirimizin tükenmez rezervlerinden biri olan bu onurlu kalemi şiirimizde yer alan grupların birine dâhil etmek zorlama bir gayret olur. Onu İkinci yeni içerisinde ansalar da bu onun şiir dünyasını ifade etmekte yetersiz bir sınıflandırmadır. Doğrusunu söylemek gerekirse o başlı başına bir ekoldür. İkinci Yeni sınıfına dâhil edilenlerin hiçbiri Sezai Karakoç’la aynı dinî inançları paylaşmamaktadır. Bu bile onları aynı safta gösterme gayretlerine engeldir. Onun şiirini ancak şekil açısından İkinci Yeni grubunun içerisinde sayabilirsiniz. İçerik olarak farklı kaynaklardan beslenmişlerdir. Karakoç, Necip Fazıl’ın dünya görüşünden ve üslûbundan etkilenmiş olmasına rağmen şiirleri bambaşka bir renkte ve tattadır. Bu iki şairi bağdaştırmak sadece fikir yönüyle doğrudur.
    Diriliş adını verdiği bir fikir kozasını örmekle geçirmiştir ömrünü. Bu koza ilimde, fikirde, sanatta, siyasette, kısaca her alanda ruhların kıyama kalkmasını ifade etmektedir. Öyle ki bir ara aktif siyasetin mücadelesine girişmiş bu kozanın kelebeği… Fakat gayesi politika çarklarından geçip ilerlemek, görüşlerinden taviz vererek bir yerlere gelmek olmadığı için tez zamanda vazgeçmiştir bu çıkmaz yolun kavşağından.
    Karakoç, Doğunun haysiyetli çocuğudur. Aslen Diyarbakır’ın Ergani kazasındandır. Çocukluğu ve ilk gençliği bu topraklarda geçmiştir. Onun için dünyaya ve eşyaya hep Doğulu bir gözle bakmıştır hayatı boyunca. Bunun yanında yörenin pek çok hususiyetini taşır karakterinde. İçine kapanıktır, sıkılgan ve kırılgan bir ruh yapısına sahiptir. Kalabalıklardan, övgüden ve ön planda görülmekten rahatsız olur. Şöhretinin onurunu ağız tadıyla yaşayamaz. Ağızlarda dolaşan adını unutturmayı yeğler. Kimliğinin ve şiirinin, adından önde yürümesini tercih eder. Şayet şöhretten hoşlansaydı bugün milletin dilinde dolaşıp dururdu adı.
    Sezai Karakoç her yönüyle, eskilerin deyimiyle şahsına münhasır(özgün) bir insandır. Etkisi altında kaldığı isimler olsa da bu onun özgünlüğüne zarar getirmez. Kendi şiir ağını büyük bir gayret ve emekle ören bu büyük şahsiyet, kendisinden sonra gelecek olan sanatkâr ruhlu nesle de güzel bir numune olmuştur.
    Onun şiire el attığı yıllarda Türk şiiri kısır bir döngünün sancılarını yaşıyordu. Böyle bir dönemde şiirimize güçlü bir soluk olarak hayat vermiştir. Seven kalplerin yüreğini titreten “Monna Rosa “şiiri uzun yıllar elde çoğaltılarak gönüllerin tercümanı olmuştur. Bu adı taşıyan kitaptaki şiirler çok sonraki yıllarda iki kapak arasına alınarak yayınlanmıştır. Karakoç, Monna Rosa’yı yayınlamamakla sanki okurlarının sevgisini ve samimiyetini test etmiştir. Fakat kendisini sevenler bu şiiri elle veya fotokopi ile çoğaltarak yakın ve uzak çevresindekilere dağıtmayı bir vazife olarak addetmişlerdir. Günümüzde kitapları rafları doldurmasına rağmen yine de okunmayan şairlerin Karakoç’tan ders almaları gerekir.
    Şiirimizin can çekiştiği bir dönemde ortaya çıkarak şiire ivme ve hareket kazandıran Sezai Karakoç, Diriliş dergisini ve aynı adla kurduğu yayınevini şiirin ve genel anlamda İslâmî sanatın emrine sunmuştur. Millî ve manevî duygularla beslenen fikir doktrini etrafında yepyeni bir neslin filizlenmesine zemin hazırlamıştır. Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu, Körfez, Şahdamar, Sesler, Zamana Adanmış Sözler, Ayinler, Çeşmeler, Leyla ile Mecnun, Ateş Dansı, Alınyazısı Saati, Monna Rosa, Hızırla Kırk Saat adlı şiir kitapları onun değişik dönemlerde ortaya koyduğu ve her biri kendine mahsus özellikler taşıyan özgün şiir anıtlarıdır. Bunlarda onun keskin çizgilerini ve hayata bakışını kapalı bir şekilde de olsa görebilirsiniz. “Hızırla Kırk Saat” adlı eserinde İslâm tarihine ayna tutan Üstat Karakoç, şiirini faydacı bir anlayışla okuyucunun sesine dönüştürmüştür. Onun imgeleri zordur. Vasat okuyucu ondan çabuk sıkılabilir. Şiirlerini anlamak için belli bir birikim şarttır. Ama imge yumağını bir çözdünüz mü okuması ve fikretmesi bambaşka haz verir insana.
    Onun şiirlerinde insanımızın asırlardır çekmiş olduğu sancılar ağırlıklı bir yer tutar. Kendisi de Doğu kökenli olduğu için bu yöre insanının yaşama tutunma çabasını ve karşılaştığı maddî ve manevî güçlükleri şiirine yansıtır. Bazı şiirlerinde Doğu-Batı çatışmasını konu edinir. Bunları yaparken şiirin olmazsa olmazlarından taviz vermez; şiirselliği ön planda tutar.
    O, Doğu kaynaklarından beslenmiş olmasına rağmen Batının fikir ve sanat akımlarına yabancı değildir. Aydın bir insan olmanın getirdiği sorumluluk içerisinde hareket ederek iki farklı medeniyetin analizini ve sentezini yaparak geniş bir yelpaze oluşturmuştur. Çok zengin ve esnek bir dil kullanmıştır eserlerinde. O, dil konusunda hiçbir zaman aşırıya kaçmadı. Eski dilin imkânlarından yararlanırken yeni dilin güzel yanlarına sırtını dönmedi. Bu konuda da denge politikası güttü. Bunu inanarak yaptı ve kelimeleri kullanırken çok titiz davrandı. Kelimelerin milliyeti onun için belirleyici bir unsur olmadı. Şiire yakışanı, iç ahengi sağlayanı tercih etti. Bir sanatkâra da bu yakışırdı.
    Karakoç’un şiirine biçim açısından da özgünlük hâkimdir. Ne Osmanlı şiirindeki şekil unsurlarına körü kürüne bağlanmış, ne de Batı şiir formlarını olduğu gibi tercih etmiştir. Onun şiiri bunlardan izler taşımasına rağmen tek başına bunların hiçbiri değildir. O bütün şiir geleneklerinden yararlanarak kendi şiir formlarını oluşturmuştur. Onu başkalarından ayıran ve zamana karşı güçlü kılan herhalde her konuda kendi olma çabasıdır. Bu tavır edebiyatta ve genel anlamda sanatta ayakta kalmanın en önemli şartıdır.
    Karakoç’un şiirlerinde konu zenginliği dikkat çeken unsurlardan biridir. O bazen metafizik kaygılarla alır başını gider, bazen de aşkın deriliklerinde kaybolur. Maddenin sınırlarına hapsolmaz hiçbir zaman… Duygularını dizginlemez ama hissiyatın dağılmasına, başıboş seyretmesine de izin vermez. Coşkuyla hüzün, vuslatla ayrılık, sevgiyle nefret, kâinatı yorumlamadaki derinlikle sığlık iç içedir mısralarında. Birini öbürüne tercih etmez. Bu hususta müdahaleci değildir, her şeyi doğal akışına bırakır. Her mısrada çağın insanının buhranlarına ve genel manada iç dünyasına ayna tutar.
    O, maziye sığınıp kalmadı hiçbir zaman. Daima dinamik olmayı, geçmişle gelecek arasında köprü kurmayı yeğledi. Zamanı uzun bir süreç olarak gördü ve zamanın bir noktasında kalakalmadı. Metafizik öğeleri kullanması, şiirin imkânlarını zorladıysa da dizeleri kütük kalmaktan kurtardı. Capcanlı, diri ve estetik bir içyapı çıktı ortaya
    Onun şiirlerinde hecenin zorlayıcı kalıpları yoktur. Serbest şiir yazmasına rağmen hiçbir zaman şiirin iplerini boş bırakmaz, dizginler daima elindedir. Şiirlerindeki iç ahenk, ölçülü ve kafiyeli şiirlerdeki ahengi aratmaz. Hafızalarda kalan şiirler yazması, onun kelimeleri ustalıkla, adeta oya işler gibi dizmesinden kaynaklanır. Onun şiir üzerine söylediği şu sözler bize sanat anlayışıyla ilgili olarak pek çok ipucu verecek değerdedir:
    “Şair, düşünceyi, ya olağan dışı bir zekâyla donatarak, ya aptallaştırarak kullanır. Yani, anlam, yeni şiirde kendi öz fonksiyonlarını yitirmiştir. Bir uyurgezerdir. Hafızasını kaybetmiştir belki. Şüphesiz şiir mantığı, düz yazı mantığı ile başlar; en az odur. Ama onunla yetinmez; onu, kendi yapısının gereği işlerle yükler. Gerçi yeni şiir, yer yer anlamsızlığı dener. Yer yer anlam boşlukları bırakabilir, anlam tatilleri yapabilir. Ama büsbütün anlamsız şiir düşünülemez. Çünkü şiir mantığı ne kadar değişik olursa olsun, genel mantıktan çıkmadır. Yeni şiirin klasik şiirden farkı, fon olarak, düşüncenin yanı sıra, şuuraltını, davranışları, benliğin en geniş anlamıyla vaziyet alışını da seçmesidir. Yeni şiirin oluşunda zekânın payı eski şiiri kat kat aşkındır gerçi. Ama günümüz şiirinde zekânın hüküm payı, şiiri bağlamaktadır daha çok. Şiirin çıkışı, klasik şiirdeki gibi yalnız zekâdan ötürü değil. Klasik şiir, düşünceyle başlıyor, kafiye ve ölçü ile dinlendiriliyordu. Yeni şiir ise, en az düşünceyle başlıyor, bütün oluş ötesi harekete geçiyor, ancak zekâ ile dinlendiriliyor. Düşünce dediğim, genel mantığa göre düzenlenen ilk kütle.”
    Sezai Karakoç şairliğinin yanında düşünce adamıdır da… Onun değişik yazılarında Müslümanlığının, taşralılığının, Anadolu’nun sesini yakalayabilirsiniz. O fetihler ve bozgunlar arasında gidip gelen milletinin talihini şu dizelerde dile getirir:
    “Halkım yalnız iki duyguyu tanıdı
    Ya birini yaşadı ya öbürünü yaşadı
    Fetih veya bozgun.”
    Gerçekten de doğru bir tespittir bu… Tarihimiz bu çizgide gelişmiştir. Zaferlerle coşmuşuz, bozgunlarla yıkılmışız. Genelleme yaparsak zaferlerimiz bozgunlarla kıyaslanamayacak kadar çoktur. Onun için bahtiyar bir millet olduğumuz söylenebilir.
    Çetin mücadelelerden geçmiştir Sezai Karakoç… Fakat dağ gibi sıkıntılardan yılmamış, üzerlerine gitmiştir. Çok yorulduğu, bunaldığı, kendini yalnız hissettiği zamanlar olmuştur şüphesiz. Gücünün tükendiğini hissettiğinde bile içindeki umut ışığı hiç sönmemiştir. Halk tabiriyle söylemek gerekirse güvendiği dallar çok kere eline gelmiştir. Lâkin o yılmamış, “yılgınlık” tabirini adeta lügatinden silmiştir.
    Sezai Karakoç her zaman inançlı kesimin çağdaş sesi olmuştur. Bugün bir derviş edasıyla bir köşeye çekilmiş umumî manzarayı temaşa etmektedir. Umarım üretkenliğinden bir şey kaybetmemiştir. Bugün onun sesine ve soluğuna olan ihtiyacımız dünden fazladır. Nice güzel şiirler yazması dileğiyle kendisine Allah’tan uzun ve bereketli bir ömür diliyoruz. Sezai Karakoç ve onun gibi yerli sesler bizim rengimiz, avazımız ve nefesimizdir. Allah onları başımızdan eksik etmesin

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 05.04.2006 - 20:38

    KÜTÜPHANELER HAFTASI VE OKUMAYIŞIMIZA DAİR ACI GERÇEKLER
    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyayı anlamlandırmanın en güzel yolu okumaktan geçer. Okudukça hakikatlere vakıf oluruz. Cemiyet olarak ayağımızın yerden kesilmesi için aydınlanmak ve aydınlatmak zorundayız. Kişi evvelâ aydınlanmalı ki çevresini de aydınlatabilsin.
    Bilindiği gibi mart ayının son pazartesi günü ile başlayan haftayı “Kütüphaneler Haftası” olarak kutluyoruz. Bu hafta süresince yurdun dört bir köşesinde kitapların önemi, kütüphanelerin geliştirilmesi ve kütüphaneciliğin sorunları dile getirilir, kütüphanelerde uyulması gereken kurallar anlatılır. Fakat bu faaliyetler, adet yerini bulsun kabilinden yapıldığı için merasimden öteye gitmez.
    İlköğretimin sekiz yıla çıkarılmasıyla birlikte eğitimde yepyeni bir döneme girildi. Artık çocuklarımız üç yıl daha fazla okuyor. Lâkin bu üç yıllık ilâve süre nedense bilgi birikimi olarak yansımıyor çocuklarımıza. Bazı öğrenciler hâlâ düz bir metni okumakta bile zorlanıyor. Çünkü eğitim dairesi içerisinde olmasına rağmen bugüne kadarki yaşamı boyunca bir kitabı baştan sona okuyup bitirmeyen çocuklarımız var.
    Bazı bilinçsiz veliler çocuğundan çok şey beklemiyor zaten. “İhtiyacını görecek kadar okumayı bilsin, mektup ve dilekçe yazmayı öğrensin yeter.” diyen velilerin varlığını kim inkâr edebilir? Bazen bu sıradan beklentiler bile gerçekleştirilemiyor. İlköğretim diploması almaya hak kazananlardan(!) bazıları kendi diplomalarının içeriğini okumaktan acizler. Bunların sayısı az olsa da neticede toplumun belli bir kesimini teşkil ediyorlar. O da madalyonun bir başka acı yüzü…
    Mevcut istatistiklere göre Türkiye’de 95 kişiye bir kahvehane düşerken, 64 bin 600 kişiye bir kütüphane düşmektedir. Yine uzmanlar bir araştırmaya göre Türkiye’de gün geçtikçe okuma oranının azaldığını, Japonya’da günde 24 dakika olan okuma oranının Türkiye’de 16 saniye olduğunu, 2002’de yapılan bir araştırmada da ülkemizdeki nüfusun yüzde 54’ünün hiç okumadığının ortaya çıktığını belirtiliyor.
    İnsanlar yalan söylese de istatistikler yalan söylemez. Ülkemize dair acı istatistiklere devam ediyoruz: Dünya ortalamasına göre yıllık kişi başına kitaba ödenen para 1.3 dolardır. Kişi başına kitaba; Norveçli 137 dolar, Alman 122 dolar, Belçikalı 100 dolar, Güney Koreli 39 dolar harcarken biz Türkler sadece 0.45dolar (45 sent) harcamaktayız. Kitap piyasası cirosu Amerika 25,5 milyar dolar, Japonya da 10,5 milyar dolar, Almanya’ da 10 milyar dolar ve Türkiye’de ise sadece 30 milyon dolardır.
    Ülkemizde bugün 35 ulusal gazete yayınlanıyor. Yerel gazeteleri de eklersek bu rakam beş yüzü geçer. Durum bu iken, ülkemizde en çok satan gazetenin günlük baskı sayısı beş yüz bini geçmiyor. Gazete okuma hususunda dünya liginde küme düşmeye adayız. İşte rakamlar ve biz… Bin Norveçli’den 558’i gazete okuyor. Bin Japon’dan 557’si gazete okuyor Bin Finli’den 445’i gazete okuyor. Bin İsveçli’den 430’u gazete okuyor. Bin Kostarikalı’dan 412 gazete okuyor. Bin Arjantinli’den 62’si gazete okuyor. Bin Türk’ten 61’i gazete okuyor. Bin Çinli’den 36’sı gazete okuyor. Bin Ukraynalı’dan 3’ü gazete okuyor.
    Geçmişteki istatistikî rakamlara baktığımızda şunları görüyoruz: 1997 yılında Almanya’da seksen bin çeşit kitap basılırken Türkiye’de basılan kitap çeşidi sayısı altı bin civarındaydı. Bir yılda basılan kitap sayısına göre; İsrail’de 1169 kişiye bir kitap, Almanya’da 1022 kişiye bir kitap, Japonya’da 600 kişiye bir kitap ve sıkı durun Türkiye’de 10.600 kişiye ancak bir kitap düşmektedir. Yine 1990 yılında o beğenmediğimiz, gerici bulduğumuz İran’da 9289 çeşit kitap basılırken bundan iki yıl sonra bile ülkemizde 6151 çeşit kitap basılmıştır. Bu arada bir Japon bir yılda ortalama 25 kitap okuyor. Bir İsviçreli yılda ortalama 10 kitap okuyor. Bir Fransız yılda ortalama 7 kitap okuyor. Türkiye’de ise 6 Türk’e yılda sadece bir kitap düşüyor. Bu istatistikler yüzümüzü kızartıyor. Bilgi ve uzay çağı olarak nitelendirilen asrımızda böyle bir ayıbı ülke olarak taşımaktan utanıyoruz.
    Bugün kitap okumayı engelleyen nice düşmanlar vardır hayatımızda. Bunların başında televizyon gelir. İngilizler’in “aptal kutusu” dediği bu görsel iletişim aracı, vaktimizin çoğunu alıp götürüyor. Birileri sihirli camın arkasında arz-ı endam ederken, bizler camın karşısına geçip pürdikkat onları takip ediyoruz. Bütün organlarımız televizyona kilitleniyor. Adeta hipnotize oluyoruz.
    Okumayı engelleyen araçlardan bir diğeri de bilgisayardır. Özellikle internetin yaygınlaşmasından sonra okuma alışkanlığımız yok olup gitti. Çocuklarımız ve gençlerimiz bilgisayarın karşısına geçip saatlerce oyun oynuyor. Zaman su gibi akıp gidiyor monitörün karşısında. Şu site senin, bu site benim derken, gece yarılarına kadar internete mahkûm oluyoruz. Bu kötü örnek internetin önemini azaltmıyor şüphesiz. İnternet asrımızın en güzel buluşlarının başında geliyor. Alet kötü kullanıldığında sahibine fayda yerine zarar veriyor. Bunu da böyle değerlendirmek gerekir. Yoksa hiç kimse internetin kötü olduğunu söyleyemez. İnternet başlı başına bir bilgi hazinesidir. Yeter ki yerinde ve gayesine uygun kullanılsın.
    Türkiye’de her ilde bir İl Halk Kütüphanesi vardır. Fakat bu kütüphanelere öğrencilerden başka kimse gitmemektedir. Öğrenciler de günlük ve özellikle de yıllık ödevlerini araştırmak için kütüphanelere uğramaktadır. Son yıllarda kütüphanelere pek çok yerel ve ulusal gazete alınmaktadır. İsteyenler hiçbir bedel ödemeden gündemi bu gazetelerden takip edebilmektedir. Bunun yanında son zamanlarda kütüphanelerde internet bölümleri açılmıştır. Kütüphane üyeleri, hiçbir ücret ödemeden günlük yarım saat süreyle internetten yararlanabilmektedir. Çağın teknolojisi halkın ayağına getirilmiştir; bundan sonrası öğrenme meraklılarına kalıyor. Siz yeter ki öğrenmek isteyin, mevcut imkânlar bile size yetecek düzeydedir. Basit mazeretlere sığınıp öğrenmeyi ertelememeliyiz.
    İnsanın kendini ve çevresini tanıyabilmesi okumasına bağlıdır. Yüce Kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’in ilk ayetinin “Oku” diye başlaması tesadüf değildir. Her Müslüman hem bildiğimiz kitapları, hem de kâinat kitabını okuyup fikretmelidir. Aksi halde bizi diğer varlıklardan ayıran en büyük özelliğimiz olan düşünme yetisi, bir mana ifade etmez; kışırlaşır. Zümer Suresi’nin 9. ayetinde Allahü Tealâ’nın kullarına yönelttiği “Hiç bilenlerle bilmeyen bir olur mu? ” sualini şahsımıza sorup bu hususta kendimizi ve cemiyeti sorgulamalıyız. Kütüphaneler haftasının oku(ma) ma alışkanlığımıza yeni boyutlar ve açılımlar getirmesini diliyorum. Umarım bu toplumsal hastalığa(okumama hastalığı) doğru teşhis koyulur ve hasta(okumaz-yazmazlar) tez zamanda şifa bulur.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 28.03.2006 - 20:47

    OKULLARDA ŞİDDET
    M.NİHAT MALKOÇ

    Şiddet sosyal bir yara olarak yıllardan beri içimizi kanatıyor. Şiddet işyerinde, evde, sokakta, okulda, stadyumda hemen her yerde farklı bir kılıkla çıkıyor karşımıza. Sebepler her zamanki gibi incir çekirdeğini doldurmayacak cinsten. Sonuçlar yürek paralayıcı…
    Son zamanlarda ilköğretimden üniversiteye kadar hemen her kademedeki okullarımızda şiddet almış başını gidiyor. Okullarda yaşanan şiddet bir türlü dinmek bilmiyor. Eğitim kurumlarımızdaki şiddet, saldırganlık ve zorbalık her geçen gün değişik görünümlerde ve boyutlarda karşımıza çıkıyor.
    Ülkemizde her geçen gün gazete ve televizyonlarda okullarda yaşanan şiddet ve çeteleşmeyle birlikte eğitim kurumlarının uyuşturucu tacirlerinin mekânı haline dönüştüğü haberlerinin yayılması bizleri huzursuz ediyor. Televizyonlarda ve gazetelerde gün geçmiyor ki bir şiddet haberi yayınlanmasın. Ne oluyoruz beyler? … Kimin malını kiminle paylaşamıyoruz? Şiddetin sebep ve sonuçları üzerinde kafa yoran yok. Bu hususta bilimsel verilerden ve istatistiklerden de mahrumuz. Son zamanlarda bu konuda uluslararası bir sempozyumun yapılacağı söyleniyor. Çok isabetli olur. Hatta geç kalınmış bir çalışmadır bu. Nedense millet olarak hep sonradan gelir aklımız başımıza. Fırtına yemeden önlem almayız nedense. Son zamanlarda yaşanan çirkin hadiseleri sadece seyrediyoruz. Elimiz kolumuz bağlı sanki… Dilerseniz okul çağındaki çocuklarımızla ilgili olarak son üç ay içinde gazetelerimize yansıyan şiddet olaylarıyla ilgili bir acı haber seçkisi yapalım:
    “Bilecik’te imam hatip lisesi öğrencisi 15 yaşındaki O. Ç, şakalaştığı sınıf arkadaşı 16 yaşındaki Y.K.’yı sol bacağından bıçakla yaraladı… İzmir’in Yenişehir semtinde on yaşındaki B.K, uyuşturucu hap alarak geldiği Mimar Sinan İlköğretim Okulu’nda müdür ve güvenlik görevlisini bıçakladı… Manisa Osmancalı Çok Programlı Lisesi öğrencilerden biri kavga ettiği arkadaşını on yerinden bıçakladı… Bursa’nın Orhaneli ilçesinde pansiyonda kalan 16 yaşındaki lise öğrencisi tartıştığı sınıf arkadaşını ustura ile göğsünden yaraladı… İstanbul Üsküdar’da bir okul bahçesinde iki öğrenci arasında çıkan kavgayı izleyen 11 yaşındaki başka bir öğrenci, bıçakla kolundan yaralandı… Mersin’de bir lise öğrencisi, internet kafede tartıştığı iki ilköğretim okulu öğrencisini bıçakladı.”
    Bu çeşit haberlerin sayısını artırabiliriz. Çünkü her geçen gün bu haber zincirine yeni halkalar ekleniyor. Cehaletin kör olası bataklığından kurtulmak için okullara gönderdiğimiz körpe zihinler, nasıl oluyor da bir anda gözlerimizin önünde canavar kesiliyor? Bunun arka zeminini iyi etüt edip çareler aramalıyız.
    Gençler yarınlarımızın ışığıdır. Geleceğin aydınlık olmasını istiyorsak bu ışığın sönmesine rıza göstermemeliyiz. Bu mesele sadece ülkemize mahsus değildir. Bütün dünyada, Avrupa ve Amerika’da da okullar şiddet riski altında bulunuyor. Özellikle Amerika’daki okullarda şiddetsiz gün geçmiyor. Avrupa ve Amerika bu tarz olaylara alıştı artık. Çünkü o ülkelerde bu gibi taşkınlıklar sıradan olaylar hükmünde. Biz buna alışık değiliz. Gerçi üniversitelerdeki şiddet olaylarını çok yaşadık ama ortaöğretimde hatta ilköğretimde ciddi kavgalara alışık değiliz biz. Peki, neden yaşanıyor bunca kavgalar, bıçaklamalar, yaralamalar, öldürme vakaları? Uzmanlar bunun sebeplerini şöyle sıralıyorlar:
    Gençlerimiz her yönüyle bir ateş çemberinin içinde yaşıyorlar. Onları bekleyen onlarca tehlike var. Bizler yataklarımızda mışıl mışıl uyurken karanlık odaklar ve şer güçler, geleceğimizi karartmak için ince hesaplar yapıyor. Bunların hiçbirini yok farzedemeyiz. Bunun yanında daha pek çok sosyal mesele duruyor karşımızda. Bunlar toplumun kemikleşen meseleleri…
    Yoksulluğun olmadığını kim iddia edebilir? Gelir dağılımındaki dengesizlik gençlerin psikolojisini sarsıyor. Arkadaşının cebinde elli milyon gören genç, kendisinin cebinin tamtakır olduğunu görünce ailesine ve topluma isyan bayrağını çekiyor. Zengin arkadaşının konumuna gelmek için yasadışı yolları deniyor, gerekirse kaba kuvvete başvuruyor. Çete kurup tahsilât yapıyor. Bunun yollarını meşhur dizilerden görüp öğreniyor.
    Göç nedeniyle büyük şehirlere gelenler belli bir süre ortama ayak uyduramıyor. Şehirdeki kültürel yelpazenin dışında kalanlar, kendilerini yalnız hissediyorlar. Varlıklarını çevreye kabul ettirmek için her türlü deliliği meziyet sayıyorlar. Bir noktadan sonra ilginin üzerlerinde toplandığını hissettiklerinde işi daha da ileri boyutlara taşıyorlar. Belli bir zaman sonra durum kontrolden çıkıyor. Belli bir noktadan sonra ahlâksızlık meziyet sayılıyor. Necip Fazıl’ın deyimiyle “Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana.”
    Gençlerimiz gelecekten umutlu değil. Çoğunun “Yarın ne olacağız” endişesi var. Yaşanan hayat, onların saman alevi hükmündeki umut ışıklarını bertaraf ediyor. Çocuklarımızla yeterince ilgilenemediğimiz için onların buhranlarını anlayamıyoruz. Yedirip içirmek, üstünü giydirmek iyi bir anne baba olmak için yeterli değil. Üstelik bazılarımız bunları bile yapacak imkânlardan çok uzağız. Fizik kaideleri gereği boşluk muhakkak doldurulur. Biz sahip olamadığımız için başkaları bizim boşluğumuzu bir şekilde dolduruyor.
    Çocuklarımız aile eğitiminden mahrum kaldıklarında çeşitli bataklıklara saplanabiliyorlar. Kültürel yozlaşma almış başını gidiyor. Batı kültürü genç beyinleri zehirlemiş durumda. Bir önceki gün Paris’te moda olanlar, bir sonraki gün Taksim’de boy gösteriyor. Ne Batılı ne Doğulu olabildik. İki cami arasında bînamaz kaldık. Çok şükür güzel bir dinimiz var. Aileler evlatlarını örnek bir Müslüman olarak yetiştirseler hiçbir mesele kalmayacak. Çünkü inancımız küçükleri ve büyükleri her türlü tehlikelerden koruyabilecek bir muhtevaya sahiptir. Gençlerimizin maneviyatını besleyebilsek meseleler kendiliğinden hallolacaktır. Fakat elimizdeki inanç ve iman nimetini yeterince kullanamıyoruz. Hatta onları inançlarımızdan habersiz yetiştirmek için sanki sistemli bir şekilde çalışıyoruz. Oysa gerçek bir müslümandan hiç kimseye zarar gelmez.
    Evlerimiz ev olmaktan çıkmış nerdeyse diskoteğe dönmüş. Her evden bir başka nara yükseliyor. “Müzik ruhun gıdasıdır” safsatasını uyduranlar, gençlerimizin tertemiz hafızalarını diskoteğe çevirip yağmaladılar. Çok sesli, Batı tarzı ritimler içeren müzikler gençlerimizi isyankâr ediyor. Karamsarlık, ümitsizlik ve isyan duyguları aşılayan müzikler beynimizi istila etmiş durumda. Ruhumuzu dinlendiren Doğunun uhrevî müziği rafa kaldırılmış, adına yeşil pop denmiş. O da afyon hükmünde addedilmiş. Yani bir anlamda sapla saman karışmış durumda. Gözlerimiz gerçekleri görmeyecek şekilde mühürlenmiş ve aydınlığa kapatılmış.
    Şiddet bir yerde değil. Boğazımıza kadar şiddete batmışız. Baba evde karısına şiddet uygular. Büyük kardeş küçüğüne efelenir. Herkes kılıcını çekmiş kınından. Kimsenin kimseye tahammülü yok. Saldırıya geçmek için millet olarak adeta fırsat kolluyoruz. “Vurun abalıya” deyimi bizi ne kadar da güzel anlatıyor.
    Kitle iletişim araçları şiddet ve kışkırtma makinesine dönüşmüş. Şiddet içermeyen filmlerin sayısı bir elin parmakları sayısını geçmiyor. Varsa yoksa şiddet, kan, gözyaşı, acı, nefret, hırsızlık, nankörlük… Hiç mi güzel şeyler olmuyor dünyada. Filmin ilgi çekmesi için ille de şiddet içerikli mi olması gerekir? Sözüm ona reyting için geleceğimizi feda edecek kadar körüz. Evlerimizin baş kösesine yerleştirdiğimiz Efendi Hazretleri(televizyon) yönetiyor bizi. Zamanımızı ona göre ayarlıyoruz. Ekranlardan kan ve kin fışkırıyor. Diziler ve topyekûn filmler kavga ve nefret üzerine kurulmuş. Öldürmek ve aldatmak sıradan hadiseler hâline dönüşmüş. Magazin programları saat başı haberleri gibi düzenli olarak pompalanıyor cemiyete. Kanı beş para etmez şahsiyet müsveddeleri gençliğe örnek olarak sunuluyor. Kimin eli kimin cebinde belli değil.
    Bu böyle gitmez. Herkes başını iki elinin arasına alıp düşünsün… Yakından uzağa olmak şartıyla herkes çevresindeki hataları düzeltsin. Fakat işe evvelâ kendimizi düzeltmekle başlayalım. Çünkü kişinin aynası iştir, lâfa itibar edilmez. Yarınlarımızın teminatı olan çocuklarımızı sermaye sahiplerinin kör vicdanına teslim edemeyiz. Devlet-millet el ele vererek bu meseleye çözüm aramalıdır. Okul, öğretmen veli sacayağı düzgünce yerine oturtulmalıdır. İletişim olmadan meseleler halledilemez. Okullardaki şiddete dur demenin zamanı geldi, hatta geçti bile. İşe ne kadar erken koyulursak zayiatımız o kadar az olur. Gelin gençlerimiz için el ele, gönül gönüle verelim. Aydınlık bir gelecek umuyorsak buna mecburuz. Vira bismillah! ...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 28.03.2006 - 18:01

    RASİM ÖZDENÖREN’İN 50. SANAT YILI
    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk edebiyatı zengin muhtevasıyla eşiz bir hazinedir. Geçmişten günümüze kadar binlerce kalem, bu zengin kültür arşivine katkıda bulunmuştur. Damlalar birikerek çağlayana dönüşmüştür. Edebiyatımızdaki bu eşsiz zenginliğe katkıda bulunan kalemlerden birisi de Rasim Özdenören’dir. O, edebiyat havuzuna koca bir damla olarak düşmüş ve bu havuzu tabir caizse taşırmıştır. Çünkü onun yazdıkları alelâde şeyler değildi.
    Türk hikâyeciliğinin köşe taşlarından biri olan Özdenören, deneme sahasında da etkin bir isim olduğunu, verdiği güzel eserlerle ispatlamıştır. O, ülkemizin verimli kalemlerinin ortaya çıktığı Kahramanmaraş’ta doğmuş ve fikirlerini, yazdığı onlarca eserle yurt sathına yaymıştır. İşte eserlerinden bazıları: İpin Ucu, Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı, Yaşadığımız Günler, Acemi Yolcu, Red Yazıları, Çözülme, Yeni Dünya Düzenin Sefaleti, Köpekçe Düşünceler, Ben ve Hayat ve Ölüm, Çok Sesli Bir Ölüm, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, Hışırtı, Kafa Karıştıran Kelimeler, Müslümanca Yaşamak, Çapraz İlişkiler, Gül Yetiştiren Adam, Hastalar ve Işıklar, Yeniden İnanmak, Ansızın Yola Çıkmak, Denize Açılan Kapı, Kent İlişkileri, Ruhun Malzemeleri, Kuyu, Çarpılmışlar, İki Dünya, Aşkın Diyalektiği, Toz…. Devamı var ama biz bunları sıralamakla yetiniyoruz. Çünkü pek çok fikir veriyor bize bu eserler…
    Henüz on altı yaşında yazmaya başlamış Rasim Özdenören…. 1957 yılında, Varlık dergisinin Ocak sayısında yayınlanan “Akar Su” adlı ilk hikâyesi, kendisinin edebiyat alanına girmesini sağlamıştır. Geriye bakınca aradan elli yıl gibi uzun bir zaman geçtiğini görüyoruz. Bu yıl onun ellinci sanat yılını kutluyoruz. Kültür, sanat ve edebiyatla iç içe geçen koca bir ömür… Her dakikası düşünülerek ve fikredilerek yaşanmış bereketli bir hayatın akislerini onun her satırında görmek mümkündür. Bir nesil onun kitaplarından ilham alarak yetişti ve hayat çizgisini belirledi. Belki de onun sayesinde çamura batmaktan yanlış yollara sapmaktan kurtuldu. Güzellikleri onun satır aralarında bulup keşfeden ve hayatına yön veren güzel insanlar yaşadıkça Özdenören’i hayır dualarıyla anacaklardır.
    Nice olaylara tanık olmuş bu büyük yazar ve mütefekkir… Kültür, sanat ve edebiyat sahasında zamanın kutbu sayılan pek çok isimle samimi dostluklar kurmuştur. Bunların başında Fethi Gemuhluoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, Cemil Meriç, Necip Fazıl Kısakürek gelmektedir. Bu güzel insanların ömrü İslâmı anlama ve yaşama çabası içerisinde geçmiştir. Farkında olmadığımız gerçekleri sanat dairesi içerisinde bizlere hatırlatan bu mümtaz isimlere çok şey borçluyuz. Hayatımızda umut ışığı varsa ve yarınlara güvenle bakabiliyorsak bu, onların sayesindedir.
    Özdenören’in hikâyelerinde toplumu tüm çıplaklığıyla görmek mümkündür. Özellikle ilk öykülerine toplumcu bir bakış açısı hâkimdir. Fakat daha sonraki yıllarda yelpazeyi daha geniş tutar ve konularını geniş bir alana yayar. Onun öykülerinde hazır mesajlar ve ham fikirler bulmak mümkün değildir. Çünkü böyle bir durum onun sanatçı yönünü zedeleyebilirdi. Bu yüzden hazır fikirler sunmaktan uzak durmuştur. Söyleyeceklerini satır aralarına gömmüştür. İyi bir okuyucu define hükmündeki bu fikir kırıntılarını rahatlıkla fark edebilir. Belli bir seviyeyi aşmamış okuyucular onu zaten hakkıyla anlayamaz.
    Onun yazdığı öykülerde yerli malı kültür unsurları kendini gösterir. Çünkü o, bu milletin özü olan değerleri yaşamış ve içine sinenleri her fırsatta eserlerine aksettirmiştir. Bir diğer özelliği de öykülerinde insanın bilinçaltını sürekli kurcalamasıdır. Bilindiği gibi insanı diğer varlıklardan ayıran ve üstün kılan duygu ve düşünceler bilinçaltında depolanır. Bu nedenle o, merkez olarak bilinçaltını alır ve her fırsatta buradan çıkardıklarıyla olaylara yön verir. Ruh çözümlemelerinde son derece başarılıdır. Susturulmuş ve bastırılmış duygular içerisinde çırpınan kahramanlarına çıkış yolları arar, onlardan yola çıkarak topluma göndermelerde bulunur. Yaşanan hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirir ve derin tahliller yapar.
    Denemelerinde toplum ve fert ikilemi üzerinde düşünen, felsefî analizlerde bulunan Özdenören, insanlığın geçirdiği fikrî girdapları bir sarmal olarak görüp dikkate alarak açılımlarda bulunur. Cemiyetin kafasını karıştıran kavramlara açıklıklar getirir. Yabancılaşma ve özünden kopma, ele aldığı meselelerden bir başkasıdır. Geçmişinden zorla koparılan, alışık olmadığı kültürel ortamlarda yaşamaya zorlanan ferdin yaşadığı çelişkilere ve çıkmazlara değindiği yazılarında aslında bizi anlatır. Toplumun resmini kelimelerle çizer. Toplumsal değişime ayak uyduramayanların ızdıraplarına merhem olmaya çalışır. Fakat kendi de çıkamaz bu karmaşık durumun içinden. Çünkü toplumun temel direği olan ailenin zayıflaması ve çökertilmeye çalışılması meselelerin ana nedenidir. Bunu bilmek çözüme giden yolda fazla bir şey ifade etmez. Çünkü çözüm için fırsat tanınmaz, her geçen gün daha da karmaşık bir hâle bürünür yaşananlar…
    Rasim Özdenören ismi bize Alâeddin Özdenören’i çağrıştırır hep… Çünkü Alâeddin Özdenören de iyi bir şâir olarak bilinir şiir ve edebiyat dairesi içerisinde… Rasim’le Alâeddin ikiz kardeştiler. 26 Haziran 2003 tarihinde İkiz kardeşlerden biri olan Alâeddin Hakk’a kavuşur. Bu ölüm hadisesi diğer ikiz olan Rasim Özdenören’i kelimenin tam anlamıyla çökertir. Kolay mı insanın ikizini kaybetmesi? Fakat inanmış bir insan olan Özdenören ölümün yokluk olmadığını, aslında ebediliğe atılan bir adım olduğunu bildiği için çabuk toparlanır. Çünkü hep göz önündeydi, insanları aydınlatmak gibi sorumluluk gerektiren bir vazifesi vardı onun.
    Bu yıl Rasim Özdenören’ın yarım asırlık yazarlık dönemini geride bırakıyoruz. Elli yıl boyunca tam bir ibadet aşkıyla insanları aydınlatmak, halkı ve Hakkı anlatmak, hakikat çizgisinde sabit kalmak, sermayeye yaranmak için takla atmamak, adam gibi adam olmak, geleceğe miras olarak faydalı eserler bırakmak bereketli bir hayatın hayırlı semeresidir. Böyle dolu dolu yaşadıktan sonra, günlerin geçmesinden elem duymamak gerekir. Çünkü boş geçen gündür kaybolan… İçi doldurulan gün, kazanılmış ve yokluktan kurtarılmış bir hazine hükmündedir. Rasim Özdenören’in ellinci sanat yılını kutluyor, nice hayırlı eserlere imza atması temennisiyle uzun ve bereketli bir ömür sürmesini diliyorum.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta