GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
ERMENİ TEHCİRİ VE GERÇEKLER
M.NİHAT MALKOÇ
Tarih geçmişin aynasıdır. Bugünkü nesiller ancak o aynaya bakarak atalarının mazisine vakıf olurlar. Onların hatalarını görerek, bunları tekrarlamamaya çalışırlar. Yine geçmişteki başarıları hatırlayıp onlardan hız alırlar. Tarihin zaferleri ve hezimetleri muhakkak ki bizlere akıl hocalığı eder. Bugünü şekillendirirken dünden faydalanırız. Onun için gençlerimizin tarihlerini hakkıyla ve layıkıyla bilmeleri gerekir. Bunu sadece kitaplara bakarak değil, tarihî mekânları gezerek de sağlayabiliriz. Zira bizim coğrafyamızda pek çok mekân, açık tarih müzesi hükmündedir. Bunu lehimize kullanmalıyız.
Türkiye’nin dört bir tarafı tarihe tanıklık ediyor. Örneğin Çanakkale Savaşlarını kitaptan öğrenmek yerine, bu savaşların yaşandığı mekânı, Gelibolu sırtlarını fikrederek gezmek çok daha yararlı ve tesirlidir. Böyle bir tabiî vesikayı değerlendirmeliyiz. Teknoloji devi Japonlar yeni yetme çocuklarına millî şuur kazandırmak için onları, Amerikalıların yerle bir ettiği Hiroşima ve Nakazagi’ye götürüyorlar. Bizim nice Hiroşimalarımız vardır. Fakat nedense tarihi dört duvar arasında öğretme hususunda ısrar ediyoruz. Ne kadar öğrettiğimiz de ortada. Aslında kuru tarihî malumatları öğretmek tek başına mühim değil; bu hadiselerden ders aldırmak esastır. Fakat bugüne kadar bunu başarabilmiş değiliz. Bundan sonrasından da endişeliyim.
Tarihte konuşulan, adeta ağızlara sakız olan meselelerden birisi de Ermeni tehciri(göçü) dir. Ermeliler, onların büyük ağabeyleri olan Batılılar ve babaları Amerikalılar bu meseleyi hemen her dönemde ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyorlar. Tabir caizse vücutta çıkardıkları yarayı kaşıyorlar. Bir gün geliyor Fransızlar, başka bir gün Almanlar, sonra Hollandalılar parlamentolarında Ermeni soykırımına dair kanunlar çıkarmaya kalkışıyorlar. Bize gözdağı vermeye çalışıyorlar. Günlerce gündemimiz bu bayat tartışmalara kilitleniyor. Aynı filmi allayıp pullayıp tekrar tekrar gösteriyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse seyirci de buluyorlar.
Tarihte Ermenilerle ilgili pek çok sıkıntılar yaşamışız. Zaten dünyada herhalde Ermeniler kadar problemli bir millet görülmemiştir. Çünkü meseleleri abartmakta üzerlerine yoktur. Olayları onlar kadar tersine çevirip anlatan ve yalan politikalar geliştirip yutturmaya çalışan bir başka millet gösteremezsiniz. Sanırım bu konu onların uzmanlık alanıdır. Bu husustaki başarılarını teslim etmek gerekir. Peki, durum bu iken bizler ne yapıyoruz? Tehditler karşısında sesimizi gür bir biçimde çıkarabiliyor muyuz?
Arşivlerimizde Ermenilerle ilgili olarak yüzlerce çuval belge mevcuttur. Çuval deyişimi mazur görünüz. Yoksa bu belgeleri hâlâ çuvallarda saklamıyoruz. Bu belgeler devlet arşivlerinde tasnif edilmiş olarak muhafaza ediliyor. Araştırmacılar bu vesikaların çoğundan yararlanabiliyor. Ermenilerle ilgili her karanlık meseleye ışık tutacak belgemiz vardır. Fakat bizler dayanaksız konuşmaya alışık olduğumuz için bu belgeleri arşivlerin tozlu raflarında bırakıp duygularımızla hareket ediyoruz. İstemeyerek de olsa Ermenilerin oyunlarına çanak tutuyoruz. Oysa bizler susmalıyız, belgeleri konuşturmalıyız. Belgelerin konuştuğu yerde dayanaksız ithamlarda bulunan Ermeniler de, onların Batılı destekçileri de susmak zorunda kalacaklardır. Fakat nedense ucuz polemikleri(söz dalaşı) çok seviyoruz.
Tarihte bir Ermeni tehciri olmuştur. Bunu inkâr etmiyoruz. Fakat yaygın olarak bilinen manasıyla asla bir soykırım hadisesi yaşanmamıştır. Tehcir zorla göç ettirme demektir. Bilindiği gibi Ermeniler 1. Dünya Savaşı’nda Türklere karşı taşkınlıklarda bulunmuşlardır. Tabir caizse içimizden vurmuşlardır bizi. Yıllardan beri Ermenilerin tehciri(zorla göç ettirme) konuşulup duruyor. Ermeni tehciri, I. Dünya Savaşı sıralarında Ermenilerin savaş sahasında kalmaları ve bazı zararlı eylemleri yüzünden, İttihat ve Terakki yönetimi tarafından yerleştirilmek üzere Suriye’ye gönderilmeleridir. Bilinmelidir ki tarih boyunca Ermeni soykırımı yapılmamıştır. Tehcir yaşanmıştır ama bunun soykırımla alakası yoktur. Bu tehcirin zeminini yine Ermeniler hazırlamıştır. Devletine silah dayayanları hoş görmek o devlete ihanettir. Üstelik tehcir yapılırken Ermeni halkı korunmaya çalışılmıştır. Buna rağmen ölenler de olmuştur şüphesiz. Bunun yanında göç ettirilen Ermenilerin mallarının maddî değerleri kendilerine ödenmiştir. Herkes suçunun cezasını görmelidir. Meselenin özü budur.
Tarihte Ermenilerin Türklere yaptığı mezalimler yüzlercedir. Kadın, çocuk, yaşlı demeden binlerce insanımızı hunharca katleden Ermeniler, kendilerini sütten çıkmış ak kaşık olarak göstermeye çalışıyorlar. Fakat gerçekler hiç de yansıtıldığı gibi değildir. Bununla ilgili olarak arşivlerimiz belgelerle doludur. Ermenilerin yaptığı katliamlarla ilgili olarak bugün yaşayan tanıkların ifadeleri gerçekleri ortaya koyuyor. Bununla ilgili olarak, değerli bilim adamı Yrd. Doç. Dr. Gürsoy Solmaz’ın derleyerek kaleme aldığı “Tanıkların Diliyle Ermeni Vahşeti” adlı eser okunmaya değerdir. Solmaz’ın tek tek dolaşarak, o günleri yaşamış insanlarımızla konuşarak hazırladığı bu eser, bir ibret ve vahşet vesikası olarak herkes tarafından okunmalıdır. Ermeni zulmünü Erzurum’dan Revan’a (Erivan) kadar yaşamış vatandaşlarımızın anlattıklarını okurken inanın tüyleriniz diken diken olacak…
“Ermeni Vahşeti” adlı eserde okuyacaklarınız, gerçek katliamı yaşayan Türklerin anlattığı kanlı vahşet satırları... Bu kitabın içinde bugün hâlâ yaşayan 125 kişinin çok çarpıcı ifadelerini bulacaksınız. Ermenilerin Anadolu halkına yaşattıkları zulmün senaryo olmadığını anlayacaksınız. Fakat her şeye rağmen yine de Ermeniler, yalanları gerçek tarih olarak bize yutturmaya devam edecek. Gençlerimizin hakikatlere uzak kalmaması için onlara Ermeni meselesini ve tehcirini çok iyi anlatmamız gerekir. Neticede karşı taraf her fırsatta çamur atma politikasına ve ithamlarına devam edecektir. Bundan fazlaca muzdarip olmamalıyız. Bu noktada meşhur deyimimiz “İt ürür, kervan yürür” ü hatırlayın ve hayatınıza kaldığınız yerden devam edin.
DÜNYADAN CENNETTEKİ ŞEHİDE MEKTUP
M.NİHAT MALKOÇ
(Bir Şehit Evlâdının Dudaklarından Dökülenler…)
Her şey mektupların kesilmesiyle başlamıştı. Haramiler posta katarlarının önünü kesmişti. Mektupların hayat pınarımızdı bizim. Gelir diye, umut ve merakla geceleri gündüze ekliyorduk. Ve bir gün geldi mektubun sabah rüzgârıyla… Sevinç gözyaşlarıyla ıslanmıştı zarfın her yanı. Demek açılmıştı posta katarlarının yolu. Zarfı açtığımda “Vatan sağ olsun” yazısı ilişti gözüme. Devamını okumak gerekmiyordu zaten. Mektup elimden düşmüştü yere. Annem meraklı gözlerle beni süzüyordu. Belli ki kötü bir şeylerin habercisiydi bu şaşkın bakışlar… Ölüm haberin gelmişti baba. Gözyaşları sağnak sağnak boşalıyordu göz pınarlarından. Annem yorgan döşek, günlerce kalkmadı ayağa…
Kandil dağlarından esen acı poyraz, bahçemizin en nadide gülünü kırmıştı orta yerinden boylu boyunca… Bahçenin bir köşesinde boynunu bükmüştü gonca güller… Kırağı yemişlerdi beklenmedik bir zamanda. Dallarımız budanmıştı hoyrat ellerce. Yüreğimize kor ateşler düşmüştü. Fakat sen ölmemiştin baba. Çünkü şehitler ölmez. “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine onlar diri olup Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar.” diyor Hazreti Allah. Bununla teselli oluyoruz ancak… Sen ölümün içinde buldun ebedî hayatı. Ölüm ölümsüzlüğün kapısını açtı sana.
Yürek dağlarımın eriyen karı, bahar kokulu bahçemin solan çiçeği, evimizin yıkılan direği, canım, biricik babacığım;
Sen bizi bırakıp gittiğinden beri hep bir yanımız eksik kaldı. Hain kurşunlara hedef olduğun o talihsiz zaman dilimi sanki dondurdu hayatımızı. Fakat biz yarınları değil dünü yaşıyoruz seninle. Yarınlarımız yetim, onun için mazide kalmayı, o şefkat iklimine sığınmayı yeğliyorum. Sen varsın dünümde. Bugünler ve yarınlar babasızlığın ağır yükünü ve mahzunluğunu sırtıma yüklemiş. Taşıyamıyorum kurşundan ağır bu yükü baba.
Biz dünü yaşıyoruz baba, yani senin hatıranı… Onun için soframızda hep bir tabak ve bir kaşık artıyor o günden beri. Boş kalan tabakta senin ruhun ve kısacık hayata sığdırdığın hatıraların gizli. O tabak hep boş kalacak. Bunu düşündükçe içim acıyor; gözlerim sulanıyor. Bedenen olmasa da ruhen aramızdasın. Tabağımız ve kaşığımız boş kalsa da hatıralarının sıcaklığı ısıtacak içimiz. Bununla avunacağız bu fani dünyada.
Biliyor musun baba? Asker potinlerin hâlâ kapımızda duruyor. Yıllardan beri hiç giyilmeseler de sımsıcak içleri. Haftada bir boyayıp cilalıyorum asker potinlerini. Misafirliğe gelenler yetim bir yuvanın kapısına dayandıklarını bilmesinler. Bize yukardan bakıp acımasınlar. Her evin olduğu gibi bizim evin de bir babası olduğunu sansınlar.
Kahverengi pantolunun cebindeki köstekli cep saatin hâlâ çalışıyor. Geceleri yanıma alıyorum onu. Çıkan tik tak sesleri nabzının attığını hissettiriyor bana. Babam ölmedi diyorum. Uzun bir gurbet yolculuğuna çıktı, dönüşü olmayan yola revan oldu. Biz de bir gün bu yoldan sana geleceğiz baba… Sana kavuşma heyecanıyla zamanın bir çırpıda gelip geçmesini istiyorum. Sensiz dünyanın ne tadı, ne tuzu var.
Annem elbiselerini de kaldırmadı gardıroptan… Güveler vurmasın diye her yıl naftalin döküyoruz üzerlerine. Şimdilik içlerini dolduramasam da belli ki gelecekte bana miras kalacaklar. Miras dedim de aklıma geldi. Sen bana maddî bir miras bırakamadın ama iyi bir nam bıraktın ardında. Kirlenmemiş bir hayat sundun çocuklarına. Her Cuma gecesi yasinler gönderiyorum mübarek ruhuna. Biliyorum ki orada rahatsın. Peygamberimizin “livaül hamd” sancağı altında gölgeleniyorsun.
Kardeşim Dilara’yı hiç merak etme. O benim şefkat kanatlarımın altında çocukluğunun pembe rüyalarını görüyor. Senin boşluğunu dolduramasam da yeri gelince bir abi, yeri gelince bir baba oluyorum ona. Daha doğrusunu söylemek gerekirse garibanı Allah koruyor baba. Onun için gözün arkada kalmasın, rahat uyu toprağında…
Sen vatan yoluna baş koydun baba. Canın karşılığında cennetin tapusunu verdiler sana. Fakat ben teselli bulamadım dünyada. Bunu da çocukluğuma say baba. Aradan yıllar geçmesine rağmen seni bir türlü unutamıyorum. Hayalin gözbebeklerime takılıp kalıyor. Herkes babasıyla el ele gezerken bakamıyorum onlara baba. İçime bir garip hüzün çöküyor o anda. Kanım donuyor gün ortasında.
Oysa ne güzel hayallerimiz vardı yarınlara dair… Biz geleceğin planını kurarken melekler gülüyordu kenarda. Olmadı, olmadı habersiz gidişin baba. Yoluna güller koyduğum mübarek insan… Sen de Hamzalar’ın, Ömerler’in, Aliler’in yoluna baş koydun. Mübarek şehadet şerbetini yudum yudum içtin baba…
Avutmuyor isyankâr yüreğimi yarına dair düşler… Sensiz bir dünyanın kendi buz tutmuş karanlık düştür zaten. Türküler ağıt gibi geliyor bana. İkindi yağmurlarıyla ıslatıyorum kavrulan bedenimi. Yine de içim yanıyor, bağrım kanıyor baba…
Fazla söze ne hacet… Son sözü sen söyledin baba… Bir yetimin kanayan ruhundan yansıyan sözlerle örülü, titreyen ellerle yazılan bu pulsuz mektubu kabul et baba…Sözlerimi şair Mithat Cemal Kuntay’ın şu anlamlı dizeleriyle tamamlamak istiyorum:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
Cennette yetim oğluna da bir gölgelik ayır baba. Seni dünya gözüyle görmek mümkün olmasa da bari Cuma ve kandil gecelerinde rüyalarıma gir baba. Belki böylelikle her dem çoğalan hasretimiz diner sabaha. Rahmet sana, minnet sana, gülşende gonca gül baba! ...
CEP TELEFONU ÇIKTI NEZAKET BOZULDU
M.NİHAT MALKOÇ
Teknolojinin zirveye ulaştığı bir çağdayız. Dün hayal bile edemediklerimizi bugün yaşıyoruz. Gerçekten de dünya koşar adım uzay çağına doğru ilerliyor. Gün geçmiyor ki bir büyük yenilik hayatımıza girmesin.
Hayatımızı değiştiren ve kolaylaştıran buluşlardan birisi de cep telefonlarıdır. Kısa zamanda hayatımızın olmazsa olmazları arasına giren bu iletişim vasıtaları her geçen gün yayılıyor. Ülkemizde yaygın olarak kullanılan bu teknoloji harikası, çocuğundan yaşlısına kadar hemen herkesin vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Adeta çağdaş bir oyuncağımız oldu bu aletler.
Cep telefonu deyip geçmeyin… Çok mühim bir buluş bu… Dilediğiniz yerde ve zamanda dilediğiniz kişiyle iletişim kurabiliyorsunuz. Sabit telefonlarda olduğu gibi bir yere bağımlı değilsiniz. Dileyen kişi sizinle konuşma imkânına sahip… Herkes bir tuşun ucunda… Mekân olarak uzak olsalar da sesleri size çok yakın.
Günümüz dünyasında bir cep telefonu çılgınlığı yaşanıyor. İstatistiklere göre 1994 yılında dünyada 692 milyon cep telefonu satılarak rekor kırıldı. Cep telefonu sahipliği oranı önceki yıla göre yüzde 34 arttı. Özellikle renkli ekran ve fotoğraf makinesi özellikli telefonlar sebebiyle rekorlar kırıldı. 2005’te aktif cep telefonu abonesi sayısı dünyada 1,7 milyara ulaştı.
Bu rakamlar sizi şaşırtmasın. Bu rakamların yarıya yakını ilk kez cep telefonu alırken bir o kadarı da mevcut telefonunu değiştiriyor. Yeni telefon alanları anlıyorum da, bir yıl evvel aldığı telefonu değiştirme ihtiyacı duyanları anlamakta zorlanıyorum. Hatta bazılarında bu değiştirme süresi bir aya kadar düşebiliyor. Yani bir kısım gençler çorap değiştirir gibi cep telefonu değiştiriyor. Buna anlam vermek müşkül görünüyor.
Bilindiği gibi cep telefonu pazarı yabancıların, özellikle de Avrupalıların elinde. Ülkemiz her gün cep telefonu ithal etmek için dış ülkelere milyon dolarlar veriyor. Cep telefonlarının yaygın kullanımına başlandığı 1996 yılından bu yana 30 milyar doların üzerinde bir parayı cep telefonu makineleri ithalatı için harcamışız. Bu yıllık üç milyar doların üzerinde bir rakama tekabül ediyor. Çok ihtiyacımız olan dolarlar ve avrolar gereksiz yere dışarıya çıkıyor. Neymiş efendim! .. Yeni modeli çıkmış, elindekinin kamerası yokmuş, chat yapılan tercih ediliyormuş… Bilmem daha neler… Mesaj çekme, oyun oynama, görüntü-video kaydı ve hatta chatleşme imkânı sunan yeni nesil cep telefonları moda artık. Herkes bunlardan alıyor. Eskiler çöpe giderken bu yeni nesil akıllı telefonlar ceplere giriyor. Bunları elde etmek için de bizim dövizler bazı kodamanların cebine iniyor. Onların cebine dolar inerken bizim de yüreğimize iniyor. Böyle garip bir durum var ortada.
Anlayamadığım bir şey daha var ortada… Bunlar telefon mu, yoksa sanal oyun aleti mi? Çoğu insan cep telefonunu asıl amacının dışında kullanıyor. Sabahtan akşama kadar telefonunu kurcalayan insanlar görüyoruz hayatta. Biri oyun oynuyor, öbürü mesaj yazıyor, bir başkası chat yapıyor. Hatta kameralı telefonlarla kısa metrajlı film çekenler bile var! .. Çektikleri görüntüleri şantaj amaçlı kullananlarla ilgili haberleri duymaktan usandık artık. Bu arada numarasını gizleyerek sapıklık yapanlar da cabası… Bu numara gizleme olayı cep telefonlarından kaldırılmalıdır. Buna imkân verilmemelidir. Adam olan adam numarasını gizlemez. Yani iş çığırından çıkmış görünüyor.
Piyasaya çıktıklarından bu yana büyük bir hızla yayılan cep telefonları, pek çok faydanın yanında bir kısım mahsurları da beraberinde getiriyor. Bu aletler her şeyden evvel büyük oranlarda radyasyon yayarak kişinin sağlığını ciddi biçimde bozuyorlar. Hatta kısırlık yapacak derecede elektromanyetik dalgalar yaydıkları bile söyleniyor. Bundan epey bir zaman önce Salford Üniversitesi öğretim üyesi Simon Cassidy, düzenli olarak cep telefonu kullanmanın sağlığa sigaradan daha fazla zarar verdiğini iddia etti. Cassidy, kendisinin cep telefonu kullanımını kısıtladığını ve kendi çocuklarını da cep telefonu kullanmamaları konusunda uyardığını belirtti. Bu Pazar, çok büyük bir kitleyi ve yüksek meblağlardaki paraları ilgilendirdiği için bilenler de konuşmaktan çekiniyor. Bazıları da ya yemlenerek ya da tehdit edilerek susturuluyor.
Cep telefonlarının asıl zararları sosyal hayatta kendini gösteriyor. Öncelikle insanlar artık birbirini görme ihtiyacı duymuyor. Sılayı rahim unutuldu. Her şey cep telefonuyla hallediliyor. Artık o eski gidip gelmeler olmuyor. Her şey uzaktan kumandayla hallediliyor. Bu da sosyalleşmeyi engelliyor. Birebir insanî iletişimi bozuk, kalas gibi bir insan modeli çıkıyor ortaya.
Cep telefonları icat olalı beri nezaket diye bir mefhum kalmadı hayatımızda. İnsanlar en olmadık yerde cep telefonuyla konuşup çevrenin tepkisini çekiyor. Pek çok toplantıda, gösteride cep telefonu çalan insanlara rastlıyoruz. Çok az bir kısmı yüzü kızararak telefonunu kapatıyorsa da çoğu güya çaktırmadan salon içerisinde bağıra çağıra konuşuyor. Gel sen kızma bu işe. Tabi her şey bir anda Arap saçına dönüyor; sinirler geriliyor. Fakat bazı kişiler bunu çok doğal bir işmiş gibi algılayıp “Yavuz hırsız, ev sahibini kovar” misali tepki gösterenleri kınayabiliyor. “Binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete…”
Son yıllarda cep telefonlarında sınırsız konuşma tarifeleri çıktı. Bu durum bazı cahil kafalıları telefon manyağı yaptı. Adamlar 24 saat konuşuyor. Arabada, yolda, okulda, camide, salonda, tuvalette durmadan konuşuyorlar. Nede olsa bedava, yani sınırsız. Konuş babam konuş. Sınırsız konuşma hakkını bazıları konuşma mecburiyeti diye algılıyor! .. Okullarda öğretmenler sırf bu yüzden derse zamanında gitmeyebiliyor. Dairelerde memurlar, hastanelerde hemşireler, doktorlar, adliyelerde avukatlar, hâkimler bu zincire eklenebilir. Gece gün konuşuyoruz. Tam bize göre… Millet olarak çok konuşur az iş yaparız ya! ..
Otobüste giderken önünüzdeki veya arkanızdaki kişinin dakikalarca telefonla konuştuğunu bir düşünün…. Kafanız şişer vallahi… Tahammülünüz sıfırın altına düşer… Ya tahammül ya sefer misali tercih karmaşası yaşarsınız. Hatta maazallah, katil bile olabilirsiniz. Öte yandan hiç istemeseniz de konuşan kişinin yedi sülalesine ait malumatlara vakıf olursunuz. Özel hayatların yerlerde sürünmesi sizi rahatsız eder.
Mesele uzun ve de hayatî… Kısaca söylemek gerekirse cep telefonu da bıçak gibidir. Usta bir cerrahın elinde hayat kurtarır; bir katilin elindeyse hayatlar söndürür. Ne olur bu güzel icadı yerinde, zamanında ve de ölçülü olarak kullanın. Aldığım istihbaratlara göre yersiz kullanımlardan dolayı bu yararlı aletin mucidinin ebesine galiz göndermelerde bulunuluyor! Buna hakkınız yok! ...
BAYRAK SEVGİSİ
M.NİHAT MALKOÇ
Türk milleti vatan ve bayrak için neler yapmadı ki! ...En son yapılabilecek işi, ölmeyi en evvel denedi. Türk töresinde vatan, millet ve bayrak sevgisi her sevginin önünde gelir. Bunun içindir ki, Türk insanı vatan için ölmeyi bir vazife bilmekte, oğlunu şehit veren anne ve baba acısını yüreğine gömerek “Vatan sağ olsun” diyebilmektedir. Bu ruhu Batılıların anlaması mümkün değildir. Çünkü onlar için vatan maddî değeri olan bir toprak parçasıdır. Onlarda şehitlik kavramı olmadığı için vatan uğruna ölme riski ancak çok büyük maaşlar karşılığında taşınabilir. Onlarda paralı askerlik söz konusudur. Ancak paranın hatırı için cephede mücadele edilir. Maaş kesilince çatışmada kesilir. Ne kadar para o kadar mücadele… Bunun en güzel örneğini ABD’nin Irak’taki paralı askerlerinde açıkça görüyoruz. Doların hatırına Irak bataklığında sivrisinek avlıyorlar.
Bizim askerlerimiz için para hesapta yoktur. Her Türk genci yirmi yaşına gelince büyük şenlik ve merasimlerle Peygamber ocağı olarak nitelendirilen askere uğurlanır. Bazılarının saçına kına bile yakılır. Bunun anlamı vatana kurban olması için gönderildiğidir. Evden çıkan genç, artık ailenin değil vatanın evlâdıdır. Her şey vatan içindir bundan sonra. Al bayrağın gölgesinde vatan düşlerine dalmanın zamanıdır artık. Ana, baba, yavuklu ve sıla hasreti vatan duygusuna yenilmiştir.
Türk milletinde askerlik kutsaldır. Onun için vatan borcu olarak nitelendirilmiştir. Vatanımızın en buhranlı ve sıkıntılı dönemlerinde topraklarımızı düşman saldırılarından, zulümden, felâket ve musibetlerden korumak azmiyle asırlar boyunca üç kıtada amansız mücadelelere girerek şehit olmuş ecdadımızın evlatları, bizlere şanlı bir mazi bırakmıştır. Bizler bu şerefli tarih sayfalarıyla ne kadar övünsek azdır.
Bayrak bağımsızlığın sembolüdür şüphesiz. Böyle olduğu içindir ki toplumumuzda apayrı bir yere ve değere sahiptir. Hemen her milletin kendine mahsus bayrağı vardır. Üzerindeki işaretler ülkelere göre değişir ve mana taşır. Tarihin çok eski devirlerinden beri bayrak vardır. Divanü Lügat-it Türk’te “batrak” olarak geçmektedir. Günümüz Türkiye’sinin bayrağı bambaşka bir manaya bürünmektedir. Bayrağımızdaki kırmızı, bu vatan için canını seve seve veren şehitlerimizin kanını sembolize etmektedir. Bayraktaki hilâl Müslümanlığımızın alâmetidir. Yıldız ise genç Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bütün halinde düşünürsek Türklerin birlik ve bütünlüğünün simgesidir bayrak. Bunun altında toplanınca her şeyimiz “bir” olur.
Merhum şair Arif Nihat Asya, adı bayrakla özdeşleşmiş bir gönül adamıdır. Bayrak denince nedense hep o akla gelir. Adana’nın kurtuluş günü olan 5 Ocak’ta yazdığı “Bayrak” şiiri her Türk’ün zihnine kazınmıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse bu ünü fazlasıyla hak etmiştir. Bu şiir genç yaşlı birçok insanın ezberindedir. Bu şiirden bir bölümü sizlere sunmak istiyorum:
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar;
Yurda ay- yıldızının ışığı yeter.”
Bayrak nazenin bir yârdır gözümüzde. Onu bağrımızda büyütürüz. Ülküdür, sevdadır, candır, mazidir, namustur, iradedir, anadır, sevgiliye sunulan alımlı bir güldür, şereftir, namustur, hayattır, aşktır, muhabbettir, mukaddesattır, göklerde süzülen bir kartaldır, uğrunda ölünmeye değer varlığımızdır, şanlı tarihin özüdür, dosta gurur, düşmana korkudur. Bize yol gösteren ışıktır.
Bu millet üç kıtada at sürdü ve cihan devleti olan Osmanlı’yı dünyaya egemen kıldı. Bünyesinde onlarca ırkı, barış ve huzur içerisinde barındırdı. Bizlere çok zengin bir medeniyet mirası bıraktılar. Bizler de Türkiye olarak onların bıraktığı emaneti hakkıyla muhafaza edeceğiz. Vatanımızın sınırlarını gerekirse bir kez daha kanla çizmeye hazırız. Topraklarımızda gözü olanların bunu böyle bilmesi gerekir. Bu bayrak ilelebet gönderde dalgalanacaktır. Hiçbir güç onu yücelerden indiremez. Çünkü yedisinden yetmişine kadar Türk milleti olarak gece gün nöbetteyiz. Sözlerimi Mithat Cemal Kuntay’ın şu anlamlı dizeleriyle noktalamak istiyorum:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
SAMİ YUSUF RÜZGÂRI
M.NİHAT MALKOÇ
Eskiden dinî müzik alanında dünya çapında isimler yoktu. Pop ve rock yıldızları gençleri ayağa kaldırıyordu. Bütün gençler onlarla yatıp onlarla kalkıyordu. Artık dinî-tasavvufî müzikte de dünya çapında isimler ortaya çıkmaya başladı. Önceleri Cat Stevens adlı İngiliz şarkıcı Müslümanlığı seçerek Yusuf İslâm adıyla dinî müzik yapmaya başladı. Dinî duyguları inkişaf etmiş insanlar onun dinî içerikli İngilizce parçalarını dinler oldu. Bir hayli ilgi gördü bu müzik… Çünkü bir buçuk milyarın üstünde bir kitle olan Müslümanlar müziğin dışında kalmak istemiyordu. Onlar pop tarzı şarkıları dinlemeyi kişilikleriyle ve bağlı oldukları inançla bağdaştıramıyorlardı. Yeni durum bir ihtiyaçtan doğdu ve gelişerek devam ediyor.
Din eksenli müzik alanında son zamanlarda bir büyük isim daha inkişaf etmeye başladı. Bu, Azerî kökenli Sami Yusuf’tur. Sami Yusuf’un dinî temalı müzikleri büyük bir hayran kitlesi topladı. Özellikle İslâm dünyasında büyük bir ses getirdi. Sami Yusuf’un İslâm âleminde geniş bir hayran kitlesi oluşmaya başladı. Bazı müzik otoriteleri, yaptığı müzik ve mevcut altyapısı bakımından onu Yusuf İslâm’a benzetmektedirler. Çünkü o da Yusuf İslâm gibi insan sesini ön plana çıkarırken, enstrümanları geri plana itiyor. Müslüman müzikseverler onu Yusuf İslâm’ın halefi olarak görüyorlar. Bence bu iki isim, benzer işleri yapsalar da ikisi de farklı meziyetlere sahip iki değerli ses ustasıdır. İkisinin de ses rengi başkadır ve kendilerine mahsustur.
Sami Yusuf 2003’te “Al-Muallim”, 2005’te ise “My Ummah” adlı kasetler çıkardı. Bu kasetler kısa zamanda bütün İslâm dünyasında hatta Avrupa’nın pek çok ülkesinde sevilerek dinlendi. Birinci kasetinde bütün parçalar İngilizce söylenmişti. İkinci albümünde İngilizce parçalarının yanında iki Arapça, iki de Türkçe parça seslendirdi. Bu da gösteriyor ki kasetini hazırlarken 250 milyonluk Türk dünyasını da dikkate almış. İyi de yapmış, çünkü Türkiye’de çok geniş bir hayran kitlesi var. Bu kendisi için önemli bir avantajdır.
Türk ve dünya gençliği Sami Yusuf sayesinde ilâhî dinlemeye başladı. Böylelikle de dinî mesajları zihnine yerleştirme imkânı buldu. Bazıları onun sesinin güzelliğini ve verdiği mesajları bir kenara bırakıp fizikî güzelliğiyle ilgilenir oldu. Bu hayra alâmet değil şüphesiz. Çünkü o, bir manken değildir. Dinî içerikli müzik yapan bir sanatçıdır. O, İslâmî güzellikleri ve dinî hakikatleri müzikle yoğurarak bütün insanlığa ulaştırıyor. Bu açıdan bakınca çok büyük bir vazife ifa ettiğini söyleyebiliriz. Onun bir avantajı da bugünün dünya dili olan İngilizceye vakıf olmasıdır. Onun sayesinde bazı Avrupalılar ve Amerikalılar müzikle de olsa İslâm’ın barış mesajını almaktadır. Onun vesilesiyle İslâm’ı seçen kişilere de rastlıyoruz. Bu güzel bir gelişmedir, hayırlı bir neticedir. Bir kişinin İslâm’ı seçmesine aracı olmak Hakk katında kurtuluşa vesiledir. Bu açıdan bakınca Sami Yusuf’un yaptığı müziği önemsiyorum. Hatta onlarca Sami Yusuf yetişmesini istiyorum.
Sami Yusuf’un parçaları genelde İngilizce olsa da müziği kalbe değiyor. Allah lâfızları bile yüreğimizi okşamaya yetiyor. Özellikle Arapça-Türkçe-İngilizce karışık olarak söylediği “Hasbi Rabbi” adlı ilâhisi bir yelpaze gibi ruhumuzu serinletiyor. Bazıları onun Hıristiyanlık hesabına çalıştığını, İsa’nın yolunda ilerlediğini söyleseler de bence bu koca bir iftiradır. Ben, yaptıklarından bugüne kadar öyle bir izlenim edinemedim; bu bağlamda bir beyanı da olmadı. Fakat bizim sivri akıllılar, nasıl anladıysalar onu yüz seksen derece zıt bir dünya görüşüne mensup olarak gösterdiler! İftiradan Allah’a sığınmak, tek kurtuluş yoludur.
Bence Sami Yusuf, İslâm’ın gülen yüzünü temsil ediyor. Bu dinin engin hoşgörüsünü ve sevgisini onun müziğinde soluyabilirsiniz. Bazıları da onu fazla modern olması yüzünden eleştiriyor. Bu çağdaki Müslümanlar biraz da modern olmak zorundadır. Tasavvuftaki “bir lokma bir hırka” inancımızda sadece bir tercih unsurudur. Böyle bir mecburiyet yoktur. Haram dairesine tevessül etmedikten sonra Müslümanların da çağın nimetlerinden yararlanma hakkı vardır. Hiçbir Müslüman Asrı Saadetteki hayatın maddî yüzünü yaşamak zorunda değildir. O zaman bazı şeyler olmadığı için öyle davranılması gerekiyordu. Sünneti yorumlarken bunun göz önünde bulundurulması gerekir. Aksi hâlde bizi cendereye sokmaya ve yerin dibine batırmaya çalışan Batının maskarası oluruz. İnancımız meşru dairede olmak şartıyla, rahat yaşamaya karşı değildir. Amelle teknolojik gelişmeleri ve onların hayata yansımasını ayrı değerlendirmek gerekir. Müslümanlar her şeyin en iyisine lâyıktır.
Sami Yusuf, Müslüman bir aileden geliyor. O sonradan Müslüman olmadı. Gerçi böyle de olsa bu durum, onun gözümüzdeki değerini azaltmazdı. Azerbaycan kökenli bir ailenin evlâdı O… Londra’da yaşamış ve bugünlere gelmiştir. Onun hakkında ileri geri konuşanlar acaba onun kadar şöhret olsalar neler yapmazlardı? Peki, yerdikleri Sami Yusuf ne yaptı? Evlenip yuva kurdu. Onun bunun peşinden koşmadı. Belli ki Londra gibi bir yerde İslâmî bir terbiyeyle yetişmiş. Biz zarfa değil, mazrufa bakarız. Mühim olan şekil değil, içeriktir.
Onun İngilizce ilâhî söylemesini eleştirenler, Sertap Erener’in Türkiye’yi İngilizce bir şarkıyla temsil etmesine ne derler acaba? İslâm’ı evrensel platformda temsil etmek için gerekirse İngilizce, gerekirse Japonca da söylenebilir. Mühim olan bunun ne amaçla yapıldığıdır. Türkçe söyleyen yeterince var zaten. Üretilenlere biraz da bu açıdan bakalım. Ben Sami Yusuf’u seviyorum ve yolunun açık olmasını Allah’tan diliyorum.
“KARANLIĞA OKUNAN EZANLAR”
M.NİHAT MALKOÇ
Nihat Genç bu ülkenin ciddiye alınması gereken yazarlarından biridir. Onu hâlâ okumayan varsa bilsin ki zarardadır. Bir an evvel onun, birbirinden güzel ve özel kitaplarından edinin ve “vira bismillah” deyip okumaya girişin. Geçen zamanın kaybını telâfi etmek için yapılması gereken en doğru davranış bu olsa gerek.
Geçenlerde yeni bir kitabını gördüm vitrinlerde. İsmini okuyunca ilgim daha da depreşti. “Karanlığa Okunan Ezanlar” adını taşıyan bu kitabı okumaya karar verdim. Gerçi millet olarak yaz aylarında pek kitap okumayız. Yaz aylarında kitap okumak tatil yapmamıza engel olur(muş) . Geçenlerde televizyonda izlemiştim. Almanlar tatilde plajlarda güneşlenirken bol bol kitap okuyor. Bir yandan yeni şeyler öğreniyorlar, öbür yandan da dinleniyorlar. Bizimkiler gırgır, şamata, dedikodu üçgeninde vakit öldürüyorlar.
“Karanlığa Okunan Ezanlar” Nihat Genç’in birbirinden güzel denemelerin bir araya getirildiği okunulası bir kitap…367 sayfadan meydana geliyor. Cadde Yayınları’ndan çıkmış. Biliyorsunuz ki Genç, Ermenilerin düzenlediği konferansla ilgili bir eleştiri yazısı yazıp gerçekleri deşifre ettiği için hem günlük yazılar yazdığı Akşam gazetesinden, hem de kitaplarının yayınlandığı İletişim yayınlarından kovulmuştu. Bu ülkede fincancı katırlarını ürkütenlerin yükselme, hatta mevcut konumunu koruma şansı yok. Onlara dokunanlar muhakkak rahatsız edilirler. Doğruları dile getirmek adına buna cesaret eden Nihat Genç’i kutlamak lâzım.
Bosna Dayanışma Grubu’nun Srebrenica katliamının onuncu yıldönümü nedeniyle düzenlediği bir haftalık Bosna ziyaretine katılan Genç, buradaki manzaradan çok etkilenmiş ve şu sözü söylemiştir: “Artık başka bir adam oldum.” “Karanlığa Okunan Ezanlar” daki “Kutsal Topraklar Bosna “adlı yazıda bununla ilgili olarak şu duygusal sözlere yer veriyor: “Namazında niyazında bir adam değilim, ama gördüğüm her cami duvarına sırtımı verip oturdum, gördüğüm her Osmanlı kalesine koşarak çıktım, gördüğüm her Osmanlı’nın sarıklı mezar taşlarına sarıldım, dokundum ve yanlarında bir müddet çömelip derin derin dertleştim.”
Balkanlar, Osmanlı’nın tarihî ve kültürel miraslarıyla dopdolu. Makedonya’da, Bulgaristan’da, Arnavutluk’ta ve Bosna-Hersek’te Osmanlı olanca haşmetiyle capcanlı yaşıyor. İnsanlar hâlâ Osmanlı’ya büyük bir hasret ve sevgi duyuyor. Ne zamanki Osmanlı, Balkanlar’a veda etti, bu topraklar tepeden tırnağa barut kokar oldu.Yakın zaman içerisinde Bosna Hersek’te yaşananlar bunun canlı örneğidir. Sırplar, Bosna’da taş taş üstünde bırakmadılar; gerçek manada tam bir soykırım gerçekleştirdiler. Özellikle Srebrenica katliamı hâlâ hafızalarımızdadır. Binlerce insanın şehit olduğu bu saldırılarda kan oluk oluk akmıştır. Yaşlı genç, çocuk yetişkin demeden insanlar öldürülmüştür. Geçenlerde burada bulunan bir toplu mezar açılmış ve DNA testi sonucunda ölülerin kimlikleri tespit edilerek yeni mezarlarına taşımıştır. Nihat Genç bu toplu mezarların açılışını ve kemiklerin naklini bizzat görmüş ve “Karanlığa Okunan Ezanlar” kitabında okuyucularına aktarmıştır. Toplu mezardan çıkarılan küçük bir kızın cesedi onu hayli düşündürmüştür. Çünkü kızın adı Nihada’ydı. Sözü şimdi yazara verelim:
“Srebrenica’nın onuncu yıldönümünde yeni bir toplu mezar açıldı. Toplu mezardan çıkarılanlara DNA testi yapıldı. 650 ceset tabutlara koyulup defnedildi. Oradaydım, törende! Şimdi 650 adet yeni mezar açıldı. Hepsinin başında anneleri, babaları, yakınları… Ama yüzlerce tabutun sahibi yok. Çünkü tüm yakınları öldürülmüş. 650 tabut yan yana koyuldu… Ve Nihat ismi ne çok var. Kimi tabutlar çok hafif… Muhtemeldir ki cesedin sadece bir parçası bulunmuş, bir bacağı ya da kafası. Belki kimi bebektir. Saatler geçiyor, tabut koridorundan hızla akan tabutlar bitmiyor. Az kaldı Nihat, dayan, diyorum. Kenara çekilip biraz dinleniyorum, yeniden koridora giriyorum, önümden geçen bir tabutun ismini okuyorum: ‘Nihada’ yazıyor. Tamam, yoruldun ama Nihat diyorum, bak, hadi yeniden gir koridora, uzan üstüne Nihada yazan tabuta, diyor, yeniden koşuyorum koridora! .. Nihada’nın tabutu geliyor, taşımakla kalmıyor, okşuyor, dokunuyorum… Kimdir Nihada! ...”
Nihat Genç, Srebrenica’daki toplu mezarlardan çok etkileniyor. Kitabının arka kapağına da bununla ilgili bir yazısından alıntı yapıyor. Bu alıntıda, bundan sonra adını Nihada olarak değiştireceğini söylüyor. Yukarıdaki paragrafın devamı niteliğinde olan arka kapaktaki yazıyı ilginize sunuyorum:
“Nihat Genç adımı Nidada olarak değiştirmek istiyorum. Boşnak bir arkadaş buluyorum. Bundan sonra adım Nihat Genç değil, Nihada Genç diyorum. Mezarın başında tebessüm ediyor, Ağbi, Nihada burada kızlara verilen ad… Küçük bir şaşkınlık yaşıyorum, ama vazgeçmiyorum, olsun, adımı Nihada koyacağım, bu küçük kızın adını alacağım… Nihada’nın tabutunu takip ediyorum, önündeki yazıya bakıyorum, yedi yaşında... Tabutu nasıl hafif, sanki içinde kuştüyü var, sanki tabut bomboş, sanki Nihada’nın cesedini bulamamış bir eli bir başı belki yalnız ayaklarını taşıyoruz şimdi...”
Kitapta sadece Bosna anlatılmıyor. Birbirinden hoş denemeler var bu iki kapak arasında. Okudukça tarihimizle yüzleşiyor, onurlanıyor ve neticede bugünümüze hayıflanıyoruz. Cihan imparatorluğunun maddî ve manevî anlamda küçülmesine yanıyoruz. Bu kitabı her aydın okumalıdır. Sadece aydınlar mı? Vatanını seven herkes… Nihat Genç her zaman olduğu gibi sözünü kimseden sakınmıyor. Bedelini biraz ağır ödese de o her zaman dimdik durmayı tercih ediyor. “Karanlığa Okunan Ezanlar” ı okumak için daha ne bekliyorsunuz?
FETİH COŞKUSU YAHUT İSTANBUL ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Coğrafyayı vatan yapan, üzerinde yaşayan insanların maddî ve manevî kültürleridir. Bu değerler olmasa ve insanları birbirine kenetlemese, topraklar vatan vasfını taşımaz. Öylesine bir toprak parçası olarak kalakalırlar. Oysa mühim olan toprağın vatanlaşmasıdır.
Yurdumuzun her karış toprağı şehit kanlarıyla sulandığı için apayrı bir değeri vardır bizim için. Bu topraklar için toprağa düşen yiğitlerimiz, boy boy yeni fidanların filizlenmesine vesile olmuşlardır. Bu fidanlar servi misali düzdür, eğilir bükülür cinsten değil. Onların varlığıyla ne kadar gururlansak azdır.
Yurdumuzun tartışmasız en gözde şehri olan İstanbul da bu maneviyat erenlerinin sayesinde Müslüman Türk yurduna dönüştü; İslâm kimliği kazandı. Bizans’ın olmazsa olmaz değerlerinin başında gelen yedi tepeli İstanbul’un her bir tepesine süngü misali minareler dikerek buraları Türk yurdu hâline getiren ecdadımız, karanlık bir dönemin kapanmasına ve aydınlık bir şafağın doğmasına vesile olmuştur. Bu aydınlık sonsuza dek üstümüzde kalacaktır. Bu ışık sonsuza dek bizim kılavuzumuz olacaktır.
Türkiye’de üzerinde en çok konuşulan ve yazılan şehirlerin başında şüphesiz ki İstanbul gelmektedir. Hiçbir şehre bu denli büyük ve destansı bir sevgi reva görülmedi. Şair ve yazarların diline pelesenk olan İstanbul, anlatıldıkça büyüdü ve güzelleşti. Yine de bu şehri anlatmakla bitiremedik. Bundan sonra da kalem erbabının hazine hükmündeki malzemesi olmaya devam edecek. Çünkü İstanbul anlatıldıkça büyür.
Divan şâirlerinden günümüz şâirlerine kadar binlerce söz üstadı İstanbul’u vasfetmeye gayret etti. Fakat söz bitti İstanbul bitmedi. Sonunda Lâle devri şairlerinden Nedim, bu husustaki ölçüyü koydu ortaya. İstanbul’un bütün İran topraklarına bedel olduğunu haykırdı cümle âleme:
“Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü bahadır
Bir sengine yek-pare Acem mülkü fedadır”
Yukarıdaki beyitten sonra söylenecek fazla söz kalmıyor bize. Gerçekten de İstanbul bir yana, dünya bir yana… Her ne kadar “içi seni yakar, dışı beni” diyenler varsa da İstanbul bir anıttır kültür, sanat ve edebiyat tarihimizde. Her alanda dolu olan İstanbul’da boşluğa tesadüf etmek mümkün değildir. Nuru da, kiri de başkadır İstanbul’un. Kavgamız kiri nura dönüştürme mücadelesidir.
İstanbul dudaklardan dökülen ölümsüz bir bestedir. Belki bin yıl, belki de sonsuza dek söylenecek bir şarkı… Bu nağmenin esintisi gönül telimizi titretir. Kostantiniyye değildir arık bu topraklar… Yedi tepeden, göğü delen minarelerden her gün beş vakit ezan dökülür sinelere. Akif’in deyimiyle “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli”dir. Onlar bizi ayakta tutar, küfre kalkan olurlar. Ezanların serinliğinde soluklanırız cehennemî volkanlara karşı. Ruhumuzun daracık sokaklarını onların manasıyla genişlettikçe genişletiriz.
Vakti kuşatır İstanbul’un ufkundan yükselen sabah güneşi… Sadece toprağı değil içimizi de ısıtır bahar yağmurlarına bürünerek. Güneş bile kıskanır bu şehrin eşsiz güzelliğini. İstanbul’un üstüne doğmayı bir onur sayar kendisi için; bir anne şefkatiyle sarıp sarmalar yedi tepeyi.
Tükenmez İstanbul’a dair sözler. Bu şehir için sözler kâfi değildir hiçbir zaman. İstanbul’u sözcüklere ve sözlüklere sığdırmak boş bir uğraştır kanımca. İstanbul yaşanır ancak; hem de doyasıya… Kederlerden azade bir İstanbul yağmurunda sokaklarda ıslanmak ne büyük bir bahtiyarlıktır. İstiklâl Caddesi’nin olanca kalabalığına rağmen bir başına, yalnızlık duygusunu doyasıya yaşamak bir ayrıcalıktır diğer zaman ve mekânlara inat. Bu hissi yaşamayı ertelemenin savunulacak yanı yoktur bana kalırsa.
Eyüp’te dünü, Şişli’de bugünü yaşamak gerek. Piyer Loti’de geçmişi, Akmerkez’de geleceği soluklamak bir sentezdir hayata dair. Birini ötekine tercih etmek gerekmez. Çünkü iç içedir her biri… İstanbul’un semtlerinin moderniyle geleneksel olanını ayırmak ve birini ötekinin üstünde görmek havayı suya tercih etmekten farksızdır. Hangi birinden vazgeçebilirsiniz ki?
Her harfine bir tepe düşer İstanbul’un. Her bir tepesinde bir evliya uyur bu mübarek coğrafyanın. Beykoz ilçesinde, İstanbul’un denize en yakın ve yüksek tepesi olan Yuşa Tepesi’nde yankılanan ezanlar, gaflet uykusunda olanların yüzüne bir şamar gibi iner. Yuşa Aleyhisselam’ın on dört metre uzunluğundaki mübarek kabri, İstanbul için manevî bir sigortadır adeta. Bunun yanında coğrafyanın vatana dönüşmesini sağlayan aslanlar, Edirnekapı’da manevî siperlerde nöbet tutarlar. Sonsuzluk uykusuna yatmışlardır İsrafil’in Sur’a üfleyeceği o müstesna zamana dek… Onların bu sonsuzluk uykusudur bizi ayakta tutan ve gönül dünyamızı mamur eden. Dirilişimiz onların soluklarıyla beslenecektir.
İstanbul benim gözümde ve gönlümde, tepeleriyle gökleri öpen nurlu bir dağdır. Ona atılan her damla çamur yüreğimi kanatır. Gönül bağım ilelebet sürecek bu şehirle. Çünkü bu mübarek beldede Eyüp Sultanlar, Fatihler, Kanunîler yatıyor. Bu şehri sevmek için bu bile yeterlidir. Ya Resulullah’ın o mübarek dudaklarından dökülen nurlu sözler… Bu şehrin onun dudaklarından çıkan sözlerle ulvileşmesi, sevmek için yeterli bir sebep değil midir? İstanbul’u sevmek sevgiye yüce bir paye biçmektir.
İstanbul hakkında yazılanlar nice sayfalar, ciltler doldurur. Fakat yine de kalemler, kâğıtlar ve mürekkepler bu şehri bihakkın anlatmaya kifayet etmez. Denizler mürekkep olsa İstanbul’u hakkıyla vasfetmeye yetmez. Bizimkisi, sözlerimizle İstanbul’u onurlandırmak değil, sözlerimizin İstanbul’la onurlanmasını sağlamaktır. Fethinin 553. yıldönümünde büyük Fatih’i ve onun Hazreti Peygamberin övgüsüne mazhar olmuş askerlerini rahmet ve minnetle anıyorum. İyi ki varsın İstanbul… Sözlerimi vaktiyle yazmış olduğum bir İstanbul şiirinin son iki beytiyle noktalamak istiyorum:
“Emsalin ancak Kudüs, Mekke ile Medine
Eyüp Sultan’da kabir davet ediyor dine
Kelimeler yetersiz, tasviri zor İstanbul
İçimi alev ateş kavuran kor İstanbul”
İNTERNET KUMARHANE OLMASIN
M.NİHAT MALKOÇ
Toplumları çökerten bir kısım zararlı unsurlar vardır. Bunların başında hırsızlık, zina, alkol, uyuşturucu ve kumar gelir. Bunlara bulaşan kişilerin iflah olması pek mümkün değildir. Çünkü bu gibi davranışlar ahlâkı zedeler. Kısa zamanda vücuda yayılan mikroplar gibi ahlâkî bünyeyi felç ederler. Öyle bir noktaya gelinir ki kişi yaptığının hata olduğunun farkına varamaz olur. Bu aşamadan sonra yapılacak fazla bir şey yoktur.
Kumar dinimizde haram kılınmıştır. Çünkü bu gibi oyunlar tamamen şansla alakalıdır. Bu oyunlardan medet uman kişi maddî bir şey elde etmek için emek sarf etmemektedir. Yüce dinimiz İslamiyet haksız kazancı reddetmiştir, haram kılmıştır. Kumar da haksız kazanç sınıfına girdiği için dinimizce haram sayılan fiiller arasında gösterilmiştir. Piyango, toto ve loto; hangi adla anılırsa anılsın bütün şans oyunları bunun içindedir. Bununla ilgili olarak Yüce Allah (c.c) Kuran-ı Kerim’inde şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! (Sarhoşluk veren) şeyler, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz” (Mâide Suresi 90. Ayet)
Bilindiği gibi son yıllarda çıkan yasalara göre kumar oynamak ve oynatmak yasaktır. Fakat bizim milletimiz yasalara alternatif bulmakta mahirdir. Bugün herkesin yakından bildiği gibi kumarhaneler sanal ortama taşınmıştır. Artık kumarbazlar ev ortamında birkaç tıklamayla zahmetsizce ve gizlice kumar tutkularını gerçekleştirmektedirler. Ülkemizde internet yayıldıkça kumar da o hızla geniş kitleleri pençesine almaktadır.
Maalesef kumarhane yasağı internet üzerinden delindi. Yapılan araştırmalara göre Türkiye’de sanal kumar oynayan iki milyona yakın kumarbaz bulunuyor. İnternet yoluyla oynanan kumarın bilânçosu ise milyar dolara ulaşıyor. Özellikle Türkiye’deki sitelerin, yabancı kumar sitelerinin Türkçe verdiği ilanları yayınlaması nedeniyle gençlerin kumara yöneldiğine dikkat çekiliyor. Ankara Ticaret Odası’nın yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye'de sanal kumar oynayan yaklaşık iki milyon kişi, yabancı kumarhanecilerin iştahını da kabartıyor. Yabancı kaynaklı internet kumar siteleri, Türkçe sayfalar hazırlayarak Türkiye’den yayın yapan sitelere Türkçe reklâm veriyorlar. 24 saat Türkçe hizmet(!) veren operatörler çalıştıran bu sanal kumarhanelerde Türklerin en çok rulet, 21, poker gibi klasik oyunlara ilgi gösterdikleri belirtiliyor.
Bu siteler, özellikle kumar oyunu bilmeyen gençleri hedef alarak, gençlere oyunları öğreten sayfalar da yapıyorlar. Sanal kumarhaneler, popüler dergileri de reklâm amaçlı kullanıyorlar. Yasadışı kumarın bilânçosunun bir milyar doları bulduğu belirtilirken, bu rakamın kesin olarak tespit edilemeyeceği, bu nedenle çok daha yüksek olabileceği vurgulanıyor.
Sanal ortamda oynanan kumar, geleceğimizi tehdit eden çok tehlikeli bir düşman olarak karşımızda duruyor. Bilgisayar ve internet kullanımı yaşam kalitesinin bir göstergesi olarak gösteriliyor. Bu bir yere kadar doğrudur. Ancak bunun faydalarının yanında zararları da yok değil. ATO’nun rapora göre Türkiye’de sekiz milyon bilgisayar, buna bağlı olarak 6,2 milyon internet kullanıcısı bulunuyor. Hanelerin yüzde 7’sinde internet erişimi var. Bilgisayar sahibi olanların çoğunluğu genç kitleden oluşuyor; bunların çoğu internet kullanıyor. DİE’ye göre kullanıcıların yüzde 41’i işyeri, yüzde 41’ı internet kafe ve yüzde 32’si evde internete erişiyor.
Yeni kumar bağımlılarının yüzde 75’ini sanal ortamda kumar oynayanlar oluşturuyor. Sanal kumarhanelerde daha çok erkeklerin kumar oynadığı şeklindeki değerlendirmeler ise gerçeği yansıtmıyor. Bağımlılar arasında bayanlar ve çocuklar başı çekiyor. Çünkü bayanlar büyük oranda dışarıdaki kumarhanelere gidemiyor. Çocuklar ise merakla başlıyor. Bir kaç kez bedava kumar oynayan gençler, sonunda paralı kumarın pençesine düşmekten kurtulamıyor.
Raporda, işsizliğin had safhada olduğu, açlık sınırının altında binlerce insanın yaşadığı Güneydoğu’da, internet üzerinden kredi kartı ile oynanan kumar ve bahisin, binlerce insanı tefecilerin eline düşürdüğü, çok sayıda insanın iflas ettiği, borcunu ödeyemeyen pek çok kişinin de kayıplara karıştığı bildiriliyor. Rapora göre Diyarbakır’da son bir buçuk yıl içinde 200’ün üzerinde bahis oynatan yer tespit edildi. Sadece bu şehirde, haftada ortalama beş trilyon liranın bu çark içerisinde döndüğü ileri sürülüyor. Ancak kayıt dışı olması nedeniyle gerçek rakamlar bilinmiyor. Güneydoğu’da çok sayıda kişinin batmasına, yuvaların dağılmasına yol açan yasadışı bahis, şimdi de yeraltında ve internette faaliyet gösteriyor.
Bu tehlikeli gidişi gören hükümet yetkilileri geç de olsa “Sanal Ortamda Oynatılan Talih Oyunları Hakkında Yönetmelik” çıkardı. Bu geç kalmış bir girişim olsa da hiç yoktan iyidir. Fakat bu kanunun nasıl uygulanacağı ve sanal suçluların nasıl tespit edileceği açıklık kazanmış değil. Bu yönetmeliğin amacı; talih oyunlarının kanun dışı olarak sanal ortam üzerinden oynatılmasının takibi ve denetlenmesi, ilan ve reklâmlarının önlenmesine dair usul ve esasları düzenlemektir. Maliye Bakanlığı’nın çıkardığı yönetmelik şunları zorunlu kılıyor:
“1) Sanal ortamda talih oyunları işletmeleri kurulamaz, araç ve gereçleri ile benzeri aletler çalıştırılamaz. Her ne ad altında olursa olsun talih oyunları oynanmasına yönelik sanal ortam oluşturulamaz ve bu ortamda talih oyunları düzenlenemez ve oynatılamaz.
2) Sanal ortam üzerinden talih oyunlarının oynanmasına yönelik gerçek ve tüzel kişilerin ilan ve reklâmları yapılamaz.
3) Sanal ortamda talih oyunlarının tanıtılması amacıyla farklı bir görüntü ile tüketiciyi aldatıcı, yanıltıcı, istismar edici, özendirici reklâm yapılamaz.”
Bahsi geçen yönetmeliğin yürütme kısmında “Bu Yönetmelik hükümlerini Milli Piyango İdaresi Genel Müdürü yürütür.” deniyor. İşin aslına bakılırsa bu yürütmeyi takip edecek ve yürütecek kurum da bir çeşit kumar ve şans oyunu kuruluşudur. Sanal ortamdakinden farkı yasal olmasıdır.
Bilindiği gibi Haziran 1997’de dönemin hükümeti, otellerde faaliyet gösteren kumarhaneleri kapattı. Büyük otellerin salonlarında oynanan oyunların önüne geçildi ama bu sefer kumar evlerimize kadar girdi. Dünyanın en faydalı eğitim ve eğlence vasıtası olan interneti ortadan kaldıramayacağımıza göre sanal ortamdaki kumar sitelerini sıkı takibe almalıyız, gerekirse çökertmeliyiz. Fakat bu sitelerin çoğu yabancı kaynaklıdır. Yani düşmanın kökü dışarda… Bu işimizi daha da zorlaştırıyor. Ailelerin çocuklarını sıkı takibe alması, internette hangi sitelere girdiklerini gözlemlemesi, meseleye az da olsa çözüm olabilir.
İnternet ortamında yayın yapan bir haber sitesinin başlattığı “İnternet Kumarhane Olmasın” kampanyasına herkesin elvermesi gerekir. Çünkü kumar ne şekilde oynanırsa oynansın, yuvaları yıkan tehlikeli bir uğraştır. Cinayetler, boşanmalar, kavgalar, öfkeler hep bu illet yüzünden çıkmaktadır. Yarınlarımızın kararmaması için gelin interneti kumar bataklığı olmaktan çıkaralım. Hayatımıza renk katan interneti iyi işlerde kullanalım. Unutmayalım ki insanlık var oldukça kötülükler ve kötüler de var olacaktır. Onlardan uzak duralım. Hayrı da, şerri de çağıran kişinin kendisidir. Hak ve hakikat dairesinde yaşayanlar, kötülüklerden ve kötülerden uzak olurlar. Allah bizleri hak ve hakikat dairesinde daim eylesin.
AHMET MUSAOĞLU'NUN GÖZÜYLE “İNSANIN BİLİNMEYEN TARİHİ”
M.NİHAT MALKOÇ
Şehirlerin de aydını, cahili vardır. Fakat bu bildiğimiz türden değildir. Bunun ölçüsü o şehirde gerçekleştirilen sosyal faaliyetlerdir. Bu kavramın içine sinema, tiyatro, söyleşi, konferanslar ve fuarlar girebilir. Bu etkinliklerin yoğunluğu oranında o şehrin aydınlığına dair hüküm verilir. Bu her zaman için geçerli bir kanaattir bence.
İnsanların olduğu gibi, şehirlerin de bir kimliği vardır. Kentlere bu kimliği kazandıran orada yaşayanların kişilerin kültür düzeyleri ve eğilimleridir. Gerçekleştirilen faaliyetlerin içeriği, şehirlerin rengini ve kültürel yapısını tayin eder.
Trabzon ülkemizin kültür mozaiklerinden biridir. Fakat bu şehre damgasını vuran tartışmasız Türk-İslâm kültürüdür. Her ne kadar Rum kalıntılarına rastlansa da şehrin yaşayan yüzü, millî ve manevî dinamiklerimizden izler taşımaktadır.
Ülkemizin sakin ve huzurlu şehirlerinin başında gelen Trabzon’da çok zengin bir kültürel birikim mevcuttur. Bu geçmişte de böyleydi, bugün de böyledir. Fakat şehrin içinde yaşayanlar bunun kıymetini hakkıyla bilememektedir.
Bu şehirde yaşayan kalem erbabı kıymetli şahsiyetler, halktan yeterli ilgi ve destek görmedikleri için verimli olamamaktadırlar. Marifetin iltifata tabi olduğu hakikatini göz önünde bulundurduğumuzda neticenin böyle olmasının tabii olduğunu söyleyebiliriz.
Trabzon’umuzun değerli ilim adamlarından biri olan Ahmet Musaoğlu, bu şehirde de güzel şeyler yapılabileceğini, büyük işler yapmak için İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşamak mecburiyetinin olmadığını, ortaya koyduğu eserlerle ispatlıyor. Fakat yazdığı bunca güzel ve derin muhtevalı esere rağmen ülke çapında tanınmaması da düşündürücüdür.
Kim ne derse desin Türkiye’nin kültür ve sanat başkenti İstanbul’dur. Bütün yazar-çizerler, sanat erbabı ve ilim adamları bu tılsımlı şehirde ikamet etmektedir. İlim halkasının merkez noktası İstanbul’dur. Anadolu’dan çıkan sesler gür olsa da, sanat ve edebiyat başkenti olan İstanbul’a uzaklıkları ölçüsünce avazları kısık çıkıyor.
Ahmet Musaoğlu’nun verdiği birbirinden güzel ve orijinal eserlere bakıldığında çok önemli bir yazar olduğu kanaati hâsıl oluyor insanda. Yakından tanıdığım için öyle olduğunu çok iyi biliyorum. Fakat istiyorum ki bu kıymetli eserler Trabzon sınırları içerisinde mahpus kalmasın. Türkiye de istifade etsin bu verimli ve tutarlı kalemden. Fakat her şeyin popüler kültürün cenderesine sıkıştığı bir zamanda ve ortamda bunun gerçekleşmesinin zor olduğunu da biliyorum. Günümüzde tutarlı, ilmî ve orijinal eserler yerine; moda olan değerleri(!) sulandırıp anlatan karalamalara değer veriliyor. Bu da zamanımızdaki çarpıklığın bir başka açıdan tezahürü olsa gerek.
Konum bu değildi ama bir anda yerleşik değerlerin popüler kültüre kurban edildiği bu çağın muhasebesini yapmak geçti içimden. Aslında bahsedeceğim konu İnsanlığın bilinmeyen tarihi ile ilgiliydi. Sözü uzatsam da esas konuma yani sadete gelmek (konuyla ilgisiz sözleri bırakarak asıl konuya dönmek) istiyorum. 19 Nisan 2006 Çarşamba günü Trabzonlu ilim adamı, Jeoloji Yüksek Mühendisi Ahmet Musaoğlu tarafından Trabzon İmam-Hatip Lisesi’nde “İnsanlığın Bilinmeyen Tarihi” konulu bir konferans verildi. Konu biraz derin ve ilmî olsa da konferansı veren Musaoğlu her şeyi öğrencilerin anlayabileceği bir dilde, ilmî delillere dayandırarak izah etti. Sizlere bu konferansta tuttuğum kırık dökük notları belli bir sıra gözetmeden Musaoğlu’nun ağzından aktarmak istiyorum:
“Nereden geldik, nereye gidiyoruz? ” sorusu tarih boyunca insanoğlunu hep meşgul etmiştir. Buna cevap olarak ‘Sonsuzdan geldik sonsuza gidiyoruz’ diyenler olduğu gibi ‘Başlangıcı belli bir vakitten sonu belli bir zamana gidiyoruz’ diyenler de vardır.
Evren kesinlikle tesadüfen ortaya çıkmamıştır. Peki, kim yaptı diye sorarsanız ‘Yaratıcı’ derim. Allah ‘Kün(Ol) ’ emriyle kâinatı var etmiştir. Bununla ilgili olarak ‘Andolsun ki biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık, Bize hiçbir yorgunluk da dokunmadı.’(Kaf Suresi, 38. Ayet) diyor Hazreti Allah. Yaratılışın birinci günü patlamayla birlikte evren genişlemeye başlamıştır. İkinci günde atom ve ışık ortaya çıkmıştır. Dördüncü günde güneş sistemi yaratılmıştır. Bu böylece devam etmiştir. Yani bunun da belli bir sırası ve seyri vardır.
Din dogma değildir, sırf inanç da değildir. Din ilimdir ilim… Her şey bilimsel bir temele dayandırılmıştır. Yaratılışın aklî izahı mümkündür. Hurafelere ve inkâra sapmamak için hakikatten beslenen bilimin kılavuzluğuna ihtiyaç vardır. Amerika kaynaklı Newsweek dergisi bile sonunda ‘Bilim Allah’ı buluyor’ başlığını kapak yapmış ve bu mevzuyu işlemiştir.
Dünya ilk ortaya çıktığında oksijen atmosferi yoktu; karbondioksit atmosferi vardı. Oksijen oluşunca yeryüzünde hayat başlıyor. Gökyüzü de önceleri mavi değildi… Her şeyin kökeninde su var. Dünyanın ilk suları ve okyanus suları gökyüzünden inmiştir… Tarih üç bin yılında çivi yazısıyla başlamamıştır.
DNA insanoğlunun şifresidir. Yaratıp düzene koyan Allah’tır… Yerin çekirdeğinde demir elementi vardır. Bu olmasaydı bugün yaşam olmayacaktı… Denizlerde yaşam aniden ortaya çıkmıştır… Bazılarının iddia ettiği gibi ozon tabakası delinmiyor; kendini mevsimlere göre ayarlıyor.
Dünya oluşlar ve yok oluşlar tarihidir. Dünya yaratıldığında tek kıta hâlindeydi. Daha sonra parçalanarak bugünkü hâlini almıştır… Dağlar olmasaydı hayat yaşanılmaz olurdu; insanlar rüzgârdan korunamazdı… Yerkabuğu yedi parçadır. Kıyamet günü gök yarılacaktır.
Evrim teorisinde ileri sürülenler nerden bakarsanız bakın gülünçtür. Bu konuda şunları ileri sürüyorlar: Kısaca (İlk başlangıçtaki ata olan Bağırsak Solucanı’nın zaman içersinde fare olmasından sonra): Fare ağaca çıkmış, önce ilkel (yarı) maymun, sonra yarı maymun olmuş, yarı maymun, daha sonra da maymun olmuştur. Maymundan da, yarı maymun-yarı insanlar (insansı-insanımsı) ortaya çıkmıştır. İnsansı varlıktan da insan ortaya çıkmıştır. Bu arada, ‘Ağaçtan yere inen maymundan nasıl olup da insan olmuştur? ’ sorusuna evrim bilimcilerin verdikleri cevap ise, ‘Dedelerimiz ağaçtan inmiş ve (ağaca) geri dönmeyi unutmuşlar(dır) ’ şeklinde olmaktadır. Yani, bir kısım maymunlar, ağaçtan inmişler; fakat indikleri ağaca geri dönmeyi unutmaları nedeniyle de insan (birilerine ata) olmuşlarmış! Gel de gülme bu bilim dışı iddialara. Bunları artık kendileri de reddetmek zorunda kalmışlardır. Çünkü modern bilim bu saçmalıkları aşmıştır.
Evrim teorisi her yönüyle tutarsızdır ve bilim dışıdır. Zaten bu teoriyi ortaya atan Darwin bilim adamı değil, papazdır… Nuh tufanı Şırnak sınırları içindeki Cudi Dağı civarında yaşanmıştır. Yani bu tufan bütün dünyayı kapsamamaktadır; sadece belli bir bölgede(mahallî) gerçekleşmiştir.
Değerli bilim adamı Ahmet Musaoğlu, çarpıtılan gerçekleri yerli yerine oturtan açıklamalarıyla insanlara yepyeni ve mantıklı açılımlar sunuyor. Bilim kisvesiyle dini çarpıtanlara çok ağır bir bilim tokadı indiriyor. Yalanların ilelebet süremeyeceğini, hakikatin ayan beyan ortaya çıktığını dile getiriyor. Onun eserlerini okuyanların zihin bulanıklıkları durulacaktır. Kendisinden yeni eserler bekliyoruz. Çünkü durulması gereken nice bulanık sular daha var. Fırsatçılar bulanık sularda balık avlamaya devam ediyorlar. Bu hususta onlara fırsat vermemeliyiz. Bu bulandırılmış sular da ancak inançlı bir bilim adamının gayretiyle durulabilir. Kıymetli hocama son olarak şunu söylüyorum: Allah kalemine güç versin. Hiçbir hakikat gizli kalmasın.
İNTERNET DÜNYASI VE GOOGLE
M.NİHAT MALKOÇ
Bilişim sektörü her geçen gün büyüyor. Eskiden hayal dünyamızı zorlayan tasarılar artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası oluverdi. Bir zamanlar internet hayalden öte bir şey değildi. Fakat bugün bütün bilgisayarların bir ağ çerçevesinde birbirine bağlanmalarıyla oluşan bilgi, iletişim ve eğlence platformu olan internet, hayatımızın bir parçası hâline geldi.
Önceleri internet askerî amaçlarla kullanılan sınırlı bir bilgi ve iletişim kaynağıydı. Daha sonra işin içine ticarî kurumlar da girdi. Bir yelpaze misali açıla açıla bugünkü duruma geldi. Artık internet hayatımızın her alanında karşımıza çıkıyor. Onsuz bir hayat düşünemiyoruz, dersek fazla abartmış sayılmayız.
İnternetin yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte arama motoru ihtiyacı ortaya çıktı. Çünkü istediğimiz konularla ilgili siteleri bulmak için ya adresini bilecektik ya da bunu organize eden, her konuda tasnif yapan bir kurum olmalıydı. Bugünkü arama motorları bu ihtiyaçtan yola çıkılarak oluşturulmuştur.
Sizi bilmem ama benim sürekli olarak kullandığım arama motoru “Google” dır. Milyarlarca siteyi bünyesinde barındıran ve bugün yüzlerce çalışanı olan dev bir şirkettir “Google”…Bu büyük bilişim devinin enteresan bir gelişim öyküsü vardır. Bu öykü azmin ve gayretin nelere kadir olduğunu göstermesi açısından da dikkate değerdir.
Bugün bir marka olan “Google” ı Larry Page ve Sergey Brin isimli Rus kökenli iki arkadaş 1998 yılında kurmuştur. Yani sekiz yıllık kısa ama çok başarılı ve yeniliklerle dolu bir tarihçesi vardır. Sözü edilen bu iki genç, o zamanlar Stanford Üniversitesi’nde doktora yapıyorlardı. Oturup düşündüler ve böyle bir boşluğun varlığını tespit ederek hemen girişimlere başladılar. Yaklaşık üç milyar web sayfasını barındıran ve günde yaklaşık 200 milyon arama sorgusuna yanıt veren Google, zaman geçtikçe faaliyet alanını genişletiyor. Yapılan araştırmalara göre “Google” arama motorları arasında yüzde 32’lik bir oranla en fazla aramanın yapıldığı arama motoru olarak belirlenmiştir. Bu arama motorunu yüzde 26 ile Yahoo, yüzde 19 ile AOL, yüzde 17 ile MSN ve yüzde 6 ile diğer arama motorları (AltaVista, AllTheWeb, Lycos, v.s.) takip ediyorlar.
Peki, bu hızlı gelişimin sırrı nedir? Şu bir gerçek ki Google’da yaratıcılık, her zaman teşvik ediliyor. Her bir çalışandan gün içinde vaktinin yüzde 70’ini günlük işlere, araştırma ve reklâma, yüzde 20’sini bunların takibine, yüzde 10’unu ise ilginç fikirlere ayırması isteniyor. Bu fikirler daha sonra değişik kademelerden geçerek şirketin kurucuları ve sahipleri olan Page ve Brin’e sunuluyor.
Google’ın çok sağlam ve gelişmiş bir altyapısı var. Her geçen gün yeni donanımlarla güçlerine güç katıyorlar. Kazandıklarını yatırıma harcıyorlar. Google’ın geçtiğimiz senenin ilk 9 ayı içerisinde araştırma ve geliştirme için 327 milyon dolar ayırdığı söyleniyor. Onun içindir ki bugünkü arama motorları içerisinde en gelişmişi onlar… Elbette bunun mükâfatını da alıyorlar.
Bilindiği gibi arama motorları kendilerinden istifade edenlerden maddî bir kazanç elde etmiyorlar. Peki, nasıl oluyor da kısa zamanda milyar dolarlarla ifade edilen servetlerin sahibi oluyorlar? Arama motorları, aramalar sayesinde değil, sonuçlar sayesinde para kazanıyor. Sonuçların bulunduğu sayfalara firmalar ilanlarını yerleştiriyor. Bu yöntem ile Google hisse senetleri geçtiğimiz sene yüzde 150 oranında değer kazandı.
Günümüzde yüzlerce arama motoru var. Fakat hiçbiri “Google” ın başarısını ve şöhretini yakalayamadı. Yakalamak bir yana yanına bile yaklaşamıyorlar. Bugün onu tahtından indirmek için ortak hareket edenler de var. Google o kadar büyüdü ki, rekabet için Fransa ve Almanya öncülüğünde bir anti-Google arama motoru planlanıyor. Bu yeni arama motorunun adı “Quaero” olacak. “Quaero” Latincede “Arıyorum” anlamına geliyor.
Çoğumuz bu başarılı arama motorunun adını merak ediyoruz. Acaba ne demek “Google”…Peki, “Google” adı nereden geliyor? Söylenenlere bakılırsa Google’ı yaratan ikili aslında bu arama motoruna ‘Googol’ (Matematik dilinde 10 üssü 100) adını vermek istemiş ancak biri yanlış yazınca, bu çıkmış ortaya.
Dünyanın arama motoru devi olan “Google” kendi reklâmını reklâm şirketlerine yüklü paralar ödeyerek değil, gerçekleştirdikleri başarılarla yapıyor. Ben bugüne kadar ne yazılı, ne de görsel iletişim vasıtalarında bu şirketin reklâmını görmedim. Görmem mümkün değil, çünkü böyle bir çalışmaları yok. Yüz milyar dolarlık dev kuruluş, bizdeki eski söyleyişiyle “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” sözünün en güzel örneğini sunuyor. Gerçekleştirdikleri yenilikler en iyi reklâmı oluyor onların. İlkleri gerçekleştirince kitle iletişim araçları mecburen onlardan bahsediyor. Yani reklâmı bedavaya getiriyorlar.
Bu arama motoru o kadar popüler oldu ki artık bu şirketle ilgili analizler yapan kitaplar yazılıyor. Bunlardan birisi ve de en önemlisi David Visa tarafından kaleme alındı. Eser “Google’ın Hikâyesi” adını taşıyor. Kitap Türkçeye de çevrildi. Yazar David Visa, Google’ın Öyküsü’nde, Stanford’lı iki gencin 1998 yılında kurduğu internet arama motoru şirketinin yaşam öyküsünü anlatıyor.
“Google” arama motoru hizmetinin yanı sıra aşağıdaki hizmetleri de sunmaktadır üyelerine: Google Earth(Yeryüzünü ince ayrıntılarına kadar üç boyutlu görmeye yarayan programın indirilebildiği site): Ay’ın uzaydan çekilmiş görüntüleri; Google’ın Gmail hesabı olanlar için hazırladığı internet üzerinden mesajlaşma ve sesli görüşme yapılabilecek program; Gmail-Google’ın e-posta hizmeti. (Alanı 2,6 GB’ın üstündedir.): Harita ve uydu görüntüleri; Video arama motoru; İnternet üzerinden ürün satın almak isteyenler için karşılaştırma şansı sağlayan arama motoru; basılı kitaplar arama motoru; e-posta listesi/grubu hizmeti; Haberler; Akademik makaleleri, kitap bilgilerini ve göndermeleri arama motoru… v.b.
“Google” sıfır sermayeden nerelere varılabileceğini, azmin ve gayretin nelere kadir olduğunu gösteren güzel bir örnektir. Bu şirket gelecekte internet sahasında çığır açacak buluşlara imza atacaktır. Microsoft’un pabucunu dama atacaktır. Kim bilir belki de onlar sayesinde internet bedava bir hizmet olabilecektir.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta