GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Satarken güllerini,
Alırken alın terini.
Yırtıktı elbisesi,
Ayağında terliği.
ERKEKLER NEDEN ALDATIR?
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyamız iki karşı cinsin(kadınla erkeğin) huzur içerisinde yaşaması için yaratılmış bir mekândır. Dünyanın ve insanın var edilişinde sayısız hikmetler mevcuttur. Bu dünyada her şeyden evvel büyük bir imtihandayız. İmtihan sırrını anlamak ve gereğini yerine getirmek gerekir. Yoksa gönül eğlendirmek için gelmedik dünyaya. Kulluk gömleğini giyerek büyük bir sorumluluğun altına girdik.
Dünyanın bir erkekle bir dişi temeli üzerinde bina edilmesi şuurlu bir tercihin neticesidir. Böyle olmasaydı hayat ne kadar da zor olurdu. Nitekim yüce Rabbimiz kadının yaratılışıyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Onda sükûn bulup durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.(Rum Suresi 21. Ayet)
Kadınla erkek bir elmanın her bir yarısı gibidir. Bir araya gelerek bütünlük teşkil ederler. Tek başlarına eksiktirler; kenetlenince mücadele güçleri artar. Aileyi birlikte kurarlar. Neslin devamı için evlilik müessesesinin sürdürülmesi gerekir. Dinimizde mazeretsiz olarak evliliği tehir etmek kerih görülmüştür. Onun için Allahü Tealâ kadınla erkek arasında büyük bir sevgi ve iştiyak yaratmıştır. Bu cinselliğin ötesinde bir duygudur. Buna ‘ruhların kenetlenmesi’ de diyebiliriz.
Kadınla erkek etle tırnakken belli bir zaman sonra ailede gevşemeler başlar. Ailenin her bir ferdi, karşısındakine farklı gözle bakmaya başlar; ilişkiler sıradanlaşır. Saygı ve sevgi ortadan kalkınca evlilik hukukî bir sözleşme olmaktan başka bir ifade etmez olur.
İşin bu noktaya gelmesinde fertlerin sorumluluğu değişik oranlarda kendini gösterir. Bazen kadın, bazen de erkek suçludur. Aile bağlarının kopmasında kaynananın, kaynatanın, görümcenin, kaynın ve çocukların da tesiri olabilir. Bunun dışında en büyük sebep eşlerin birbirini kıskanmasıdır. Yazımızın başlığından da anlaşıldığı gibi aldatmak genelde erkeklerle yan yana anılan bir kavramdır. Ortak kanaat odur ki erkekler aldatmaya daha meyillidir. Her ne kadar bazı kadınlar da kocalarını aldatıyorsa da bunun miktarı erkeklere göre daha azdır. Aldatmak ihalesi erkeklerin üzerine kalmıştır.
Aldatmak bir anlık değişimin ve dönüşümün ürünü değildir. İnsanlar belli bir birikim sonucunda eşlerinden soğurlar. Halk tabiriyle bir noktadan sonra bıçak kemiğe dayanır. Diğer bir deyişle boğazına kadar gelir. O noktada verilen karar, kişinin geleceğini şekillendirir. Bu mevzunun altında biyolojik, psikolojik ve sosyal nedenlerin olduğu da bilinmelidir.
İnancı tam olan insanlar aldatmanın bir afet olduğunu bilir. Zira aldatmak hem dinen, hem de örfen doğru bir davranış değildir. Hadisenin bu boyutuyla ilgilenen pek yoktur. Bilindiği gibi bir kadınla nikâhsız veya rızasız olarak cinsel temasta bulunmak zinadır. Bu da dinimizin şiddetle yasakladığı bir durumdur. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çok çirkin bir iş ve kötü bir yoldur” (İsrâ S.32. Ayet) . “Onlar Allah ile birlikte başka ilaha dua etmezler. Haksız yere, Allah’ın haram kıldığı kimseyi öldürmezler ve zina da etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Ona kıyamet gününde kat kat azap verilir ve o azabın içinde alçaltılmış şekilde ebedî bırakılırlar” (Furkan S. 68.Ayet)
Erkekler niçin aldatır sorusunu sorduğumuzda bir ikinci soru daha aklımıza geliyor: “Kadınlar neden aldanır? ” Biraz da bunu sorgulamak gerekir. Erkek bir kadında aradığını bulsa onu yine de aldatır mı? Bu soruların mutlak bir cevabı yoktur. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir. Herkes için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Fakat bazı kadınlar şirretlikte ileri gittiği için aldatılmaya kendileri zemin hazırlamıştır. Erkeğin kaçıp kurtulmaktan başka çaresi kalmamıştır. Fakat bunların sayısı büyük bir yekûn tutmaz. Hiçbir mazeret aldatmayı masum gösteremez. Lâkin cinslerin buna ortam hazırlamaması gerekir.
Aldatma konusunda erkeklerin adı çıkmıştır bir kere. Onun için masum olanlar da bu yaftadan kolay kolay kurtulamaz. Oysa mühim olan karşılıklı güvendir. Fakat bunu sağlamak çok da kolay değildir. Hele bir açık verdiysen, sağladığın itimadı bir daha geri getiremezsin. Onun için erkeğin de kadının da namus kavramına sadık yaşaması meseleyi kökünden halleder.
Gelenek ve göreneklerine bağlı, dinine düşkün kişiler ne aldanır, ne de aldatır. Çünkü onlar bunun hesabını dünyada olmasa bile, rûz-ı mahşerde vereceklerini çok iyi bilirler. Allah korkusu onları iffetli olmaya sevk eder. İffet genelde kadınla ilgili bir kavram sanılır. Oysa iffet erkeği de bağlar. Güzel dinimiz, kadınla erkeği bu hususta da ayırmamıştır. Çok eşliliğin de şartları vardır. Yoksa canı çeken dilediğince evlenemez. Bu konuyu böyle anlamalı ve namus ölçüleri içerisinde huzurla yaşamalıyız.
BASAYEV’İN ŞEHADETİ VE KAFKASLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Yirminci asır dünyaya barış ve huzur getirmedi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşına sahne olan bu yüzyıl, artık geride kaldı. Yepyeni bir asra ‘merhaba’ dedik. Yirmi birinci yüzyılın daha huzurlu ve barış dolu olacağını umuyorduk ama beklediğimiz gibi olmadı. Irak’ta, Çeçenistan’da ve Filistin’de yaşananlar, bu asrın da barıştan uzak geçeceğini gösteriyor. Anlaşılan o ki kan ve kin bu yüzyılda da dünyadan silinmeyecek.
Son zamanlarda Çeçenistan’da da huzursuzluklar baş göstermeye başladı. Zaten Kafkaslarda barış hiçbir zaman tesis edilemedi. Fakat bir ara olaylar durulmuştu. Birileri mevcut sükûneti dinamitleyerek aynı filmi tekrar gösterime koydu. ‘Biz bu filmi çok gördük’ desek de yine de mecburen izleyeceğiz. Çeçenlerin son lideri olarak kabul edilen Şamil Basayev birkaç gün evvel(10 Temmuz 2006) öldürüldü.
Bu hadiseden sonra insanlar birbirine şu soruyu soruyor: Bundan sonra Kafkaslar’da neler olacak? Çeçen lider Şamil Basayev’in şahadeti yeni bir sürecin başlangıcı olabilir. Zira Çeçen direnişçilerin sözcüsü Mevladi Udugov’un, Çeçen lider Şamil Basayev’in öldürülmesinden sonra yaptığı açıklamada, “Basayev öldü, ama cihad devam ediyor” demesi yeni gelişmelerin işareti olarak yorumlanabilir.
Çeçenistan jeopolitik açıdan mühim bir yerde bulunmaktadır. Çeçen-İnguş ekonomisi büyük ölçüde petrol üretimi ve işlenmesi ile petro-kimya sanayine dayalıdır. Bu durum dikkate alındığında kavgaların ve sürtüşmelerin sebebi daha iyi anlaşılmaktadır. Rusya onlarca ülkeye bağımsızlık hakkı verdiği halde Çeçenlere bu hakkı tanımaması manidardır.
Ömrünü Çeçenistan’ın istiklali için geçiren ve bu uğurda canını hiçe sayan Şamil Basayev çok büyük bir vatansever bir insandı.1965’te Çeçenistan’ın Vedeno Bölgesi’nin Vedeno köyünde doğmuştu. 1991 Ağustos’unda Moskova’daki hükümet darbesi sırasında Yeltsin taraftarları arasında yer almıştı. Adını ilk defa Çeçenistan’da yaşananları dünyaya duyurmak için bir Rus uçağını kaçırarak Ankara’ya indirdiğinde duyurmuştu. 1992 yılında Cahar Dudayev’in emri ile Abhazya’ya gönderilen Çeçen birliklerin komutanı iken, Abhazya’nın Gürcü işgalinden kurtulmasında birinci derecede etkili olan Kafkas Halkları Konfederasyonu birliklerinin komutanlığına getirilmişti. Abhazya’nın ardından Çeçenistan’a dönerek Dudayev’e karşı muhalefete geçen Rus yanlısı silahlı birliklerin dağıtılmasında etkili olmuştu. 1994 yılı Aralık ayında Ruslar’ın Çeçenistan’ı işgal etmesiyle Çeçen komutanların en önemlilerinden biri haline gelmişti.
Rus güçlerin sivillere karşı giriştikleri katliamların en üst seviyelere ulaştığı Haziran 1995’te, yaşananları dünya kamuoyuna duyurabilmek için 150 savaşçının Budennovsk kentine düzenlediği eylemi yönetmişti. 1996 yılı Nisan ayında Çeçen Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmişti. Rus güçleri Çeçenistan’ı boşaltmaya mecbur eden Cahar-Kale(Grozni) operasyonunu komuta etmişti. 1999’da Rusya’nın Çeçenistan’ı yeniden işgali üzerine Çeçenistan’a dönerek doğu cephesi komutanlığı görevini sürdürmeye başlamıştı. İkinci savaş sırasında da başkent Grozni’yi savunan Basayev, kentten çekilirken yaralanmış, bir bacağının bir kısmı kopmuştu. Çeçenistan bağımsızlık davasında büyük fedakârlıklar yapan Basayev, son olarak Çeçen-İçkerya Cumhuriyeti Devlet Başkanı Dokka Umarov’un yardımcılığı görevine getirilmişti. Fakat o, savaşçılığıyla tanınıyordu; makamlarla işi olmazdı.
Büyük bir vatan sevdalısıydı Şamil Basayev….Vatanı için yapamayacağı bir şey yoktu. Genç yaşına rağmen, bugüne kadar yaptıkları bir destan oluşturacak düzeyde ve önemdeydi. Çeçenistan bağımsızlık davasında büyük fedakârlıklar yapan ve bir bacağını kaybeden Basayev, yaşasaydı bundan sonra yaptıklarının daha fazlasını gerçekleştirecekti. Onun en büyük hayali Çeçenistan’ı bağımsız olarak göremekti. Fakat nasip olmadı. Fakat bir gün Çeçenistan da bağımsızlığına kavuşacaktır. O, bunu ötelerden seyredecektir.
Rus yetkililer Basayev’in bir kaza sonucu öldüğünü söylüyorlar. Büyük bir ihtimalle Çeçenlerin tepkisinden çekindikleri için böyle bir senaryo ortaya koydular. Fakat bu kadar basit bir senaryoya ancak ahmaklar inanır. Bazı kaynaklar olayı farklı biçimde ortaya koyuyorlar.
Rus gizli servisinin de aralarında bulunduğu değişik kaynakların verdiği bilgiler, Basayev’in yüz kilo patlayıcı ile yok edildiğini gösteriyor. İstihbarat kaynakları, Rus gizli servisinin operasyonu Çeçenlere silah ve patlayıcı madde gönderen bir ülkede başlattığını ve patlayıcıların içine uzaktan kumandayla havaya uçurulmasını sağlayacak bir cihaz yerleştirildiğini bildirdi. Bu kaynaklara göre, operasyonun son aşaması İnguş Cumhuriyeti'nin Ekajevo köyünde gerçekleştirildi. Patlayıcıları bir kamyona yerleştiren Basayev ve adamlarının birkaç araçlık konvoyla köyden ayrıldığı sırada çok şiddetli bir patlama meydana geldi. İnguş Başbakan Yardımcısı Beşir Auşev, patlamanın şiddetinden Basayev’in başının gövdesinden ayrıldığını ve teşhisin vücudunun değişik parçalarıyla yapılabildiğini, protez bacağının da bulunduğunu açıkladı. Anlatılanlara göre aynı operasyonda Basayev’in yanında bulunan 12 Çeçen de öldürüldü. Rusya Televizyonu ise, Basayev’in füze saldırısı sonucu öldürüldüğünü duyurdu. Bilindiği gibi Çeçenlerin ilk Başkanı Cahar Dudayev de bir Rus savaş uçağından atılan füzeyle öldürülmüştü.
Çeçenistan'daki direniş hareketinin en etkili lideri olan Basayev’in vücudunun ortadan kaldırılması Çeçen direnişini bitirmez. Çeçenler onurlu ve inatçı insanlardır. İçlerinden nice Basayevler çıkarırlar. Daha evvel Cahar Dudayev’i öldürmüşlerdi. Fakat onun yerini doldurmak için her fert, canını ortaya koydu. Böyle mühim şahsiyetlerin öldürülmesiyle direnişin duracağını umanlar herhaliyle yanılıyorlardır. Çünkü bu gibi cinayetler, direnişi ve direnişçileri daha da ateşler. Ne diyelim bundan sonrasını Ruslar düşünsün. Bizim inancımıza göre şehitlik yüksek bir mertebedir. Basayev, Hak katında bu makama yükseldi. Allah hayırlı eylesin. Çeçenlerin ve bütün Müslümanların başı sağ olsun. Zulmün sonu abad olmak değil, berbat olmaktır.
KÜRESELLEŞME YAYGARALARI
M.NİHAT MALKOÇ
Dünya teknolojik ve sosyal anlamda büyüse de iletişim ve bütünleşme açısından küçülüyor. Artık bazıları dünyayı modern ve büyük bir köy olarak tanımlıyor. Bunda da haksız değiller. Çünkü dünyada hızla sosyal bütünleşmeye doğru gidiliyor. Bu bütünleşme huzursuzlukları da beraberinde getiriyor.
Ülkeler arasında giderek gelişen ekonomik, siyasî, sosyal, kültürel ilişkilerin ve devletler arasındaki bağımlılığın artması küreselleşmeye zemin hazırladı. Özellikle ekonomik bütünleşme küresel bir dünyanın eşiğine getirdi bizi. Artık tek başına hüküm vermek ve kendi kabuğuna çekilmek geçer akçe değil modern dünya için. Lâkin benliğini koruyarak bu halkaya dâhil olunmalıdır.
Küreselleşmenin yeni bir sömürü sistemini hayata geçirdiğini söyleyenlerin temel aldığı görüşlerin tutarlılığı tartışılabilir; ama bu tezler de yabana atılmamalıdır. Bu kavramın gerçekte kapitalizmin renk değiştirmesi ve sevimli gösterilmesi olduğu hükmünü ileri sürenler de vardır. Hatta bunu politik bir tercih olarak algılayanlar da az değil. Tutarsızlıklar ve görecelikler bu noktada başlamaktadır zaten.
Gelir dağılımındaki dengesizlikler ve paylaşımın adilce gerçekleştirilememesi toplumsal rahatsızlıkların temelini teşkil ediyor. Böyle bir sistemde insanın huzur bulmasını beklemek boş bir hayaldir. Adı ne olursa olsun insana kıymet vermeyen ve insanı temel almayan anlayışlar üzerine bina edilen sistemler taraftar bulamazlar; bulsalar bile kalıcı olamazlar. Çünkü esas olan, bir avuç azınlığın değil, kitlelerin refahıdır. Küreselleşen dünya bunu sağlamaktan çok uzaktır.
Küreselleşen dünyada kalifiye insan gücüne duyulan ihtiyaç her zamankinden fazladır. Çünkü yeniliklerin kalıcılığı ve gelişimi bu potansiyelin varlığına endekslidir. Sıradan insanları hazır yiyici olarak gören ve onlara düşman gözüyle bakan bugünkü anlayış, insanı insan olduğu için değil, fayda ürettiği için dikkate almaktadır. Bu görüş nerden bakarsan tutarsızdır; insanî değildir.
Modern dünyanın insana bakışı temelden sakattır. Yeni dünya düzeni insanları ideal bir tüketici olup olmamaları yönüyle değerlendirmektedir. Tüketicilik teşvik edilmekte, bu da pazarların canlanmasına zemin hazırlamaktadır. Günümüz sistemlerinde tüketici olduğun kadar varsın ve o oranda itibarlısın. Bu anlayışın temsilcileri yoksul kitleleri kambur olarak görmekte, onlara farklı ve aşağılayıcı bir gözle bakmaktadır. Küreselciler dünyayı bir avuç zenginin çiftliğine dönüştürmenin peşindedir.
Günümüzde insanın itibarını maalesef markalar belirlemektedir. ‘Markaların adamı, adamların markası’ anlayışı hâkim durumda. Statüleri markalar belirliyor artık. Markalara bağlı bireyler yetiştiren ve onlara sadakatleri ölçüsünde kıymet biçen sistem, kendisinin dışında hareket edenleri ‘ötekiler’ diye nitelendirerek dışlamaktadır. Bu tutum, huzuru dinamitlemek için yeter de artar da…
Dünya ekonomisi hiçbir zamanda ve zeminde günümüzdeki kadar tekelleşmemişti. Bugünkü dünya, az sayıdaki büyük şirketin egemenliği altındadır. Tekeller her geçen gün büyümekte ve semirmektedir. Onlar büyüdükçe sıradan insanların direnci azalmaktadır. Meselâ General Motors ve Ford Company’nin toplam gelirleri tüm orta ve güney Afrika’nın gayri safi yurtiçi hâsılasını aşmaktadır. Gıdacı ve perakendeci WalMat şirketinin ekonomisi İsrail, Polonya ve Yunanistan’ı içeren pek çok ülkeden daha büyüktür. Böyle bir dünya ekonomisinde insanların bağımsızlıkları ve tutunabilme güçleri her geçen gün azalmaktadır.
İstatistiklere göre sadece Boeing ve Airbus şirketleri, sivil amaçlı uçak üretiminin yüzde 95’ini gerçekleştirmektedir. Bugün küresel kahve üretiminin yüzde 80’ini iki, tütün endüstrisinin yüzde 87’sini dört şirket kontrol etmektedir. Uluslararası şirketler, ayrıca, dünyanın endüstriyel kapasitesinin, teknik bilgisinin çoğuna (tüm dünyadaki teknoloji ve patentlerin yüzde 90’ına) sahiptirler.
Çokuluslu şirketler ekonomi üzerindeki kontrollerini ve ağırlıklarını olağanüstü boyutlarda arttırmışlardır. Örneğin Mitsubishi şirketi, onu dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesi olan Endonezya’dan daha büyük yapan birleşik bir ekonomik faaliyeti sürdürmektedir. Mitsubishi grubunu oluşturan firmalar roketten şişeye kadar her şeyi üretmektedir. Şirketin yıllık toplam geliri 175 milyar doları geçmektedir. Mitsubishi Bank 820 milyar dolarlık varlığıyla dünyanın en büyük bankalarındandır.
Emperyalizmle birlikte sermaye her geçen gün daha da merkezileşmektedir. Kıyasıya rekabet, kıskançlıkları ve haset duygularını beraberinde getirmektedir. İnsanı amaç değil, araç olarak gören bu düşünce, her tavrını ‘insana rağmen’ gerçekleştirmektedir.
Aslında dünyayı politikacıların yönettiği söylense de bu gerçekte doğru değildir. Dünyayı büyük sermaye sahipleri yönetmektedir. Onların bir dediği iki edilmemektedir. Sermayeyi ülkelerine çekmek isteyen siyasiler, tekelleşen şirketlerin önünde kırk takla atmaktadır. Bu bize küreselleşmenin ve kapitalizmin acı hediyesidir. Bu zehiri her geçen gün içmekteyiz. İçtikçe de şuurumuzu, millî ve manevî benliğimizi parça parça yitirmekteyiz. Son olarak şunu söylemek istiyorum: Küreselleşme yaygaraları bizi bizden koparan bir tuzaktır. Bu tuzağa düşülmemelidir.
YOZLAŞMANIN NERESİNDEYİZ?
M.NİHAT MALKOÇ
Zor bir çağda yaşadığımız aşikâr… Bilmem bu fikrime katılır mısınız? Zorluğu bir değil ki yirmi birinci asrın….Her şeyden evvel dünya yaşlı fikirlerle yönetiliyor. Her ne kadar teknoloji çağında yaşıyorsak da kafa yapılarımız birkaç asır evvelkinden hiç de farklı değil. Zaman su gibi akmış ama belleğimiz o derecede tazelenmemiş.
Bu zamanın en büyük hastalığı şüphe yok ki ahlâkî kayıtsızlıktır. Mantık çerçevemiz her geçen gün küçülüyor. Oysa değişimin mantığı, bu çerçevenin genişlemesini öngörüyor. Kayıtsızlık almış başını gidiyor. Başını kuma gömen insanlık, kendi iç dünyasına hapsolmuş… Öyle ki ışıkla yüz yüze gelmemek için kapandıkça kapanıyor.
Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, dejenere olmak, tereddi etmek anlamlarını içeren yozlaşma kavramı, bahtımıza set çeken büyük bir engeldir. Bunu aşamadığımız sürece bugünlere hapsolmaya mahkûmuz. Böyle kaldıkça yarına ışık götürme hayalimiz sözde kalacaktır.
Şimdilik insanî kimliğimiz kısmen korunsa da kültürel kimliğimiz çoktan ayaklar altına alınmıştır. Kendini reddetmeyle başlayan ve gelişen bu süreç, bozulmaları daha da hızlandırarak farklı tutumları mutlak değer kabul ediyor. Değerler anaforundaki gelgitler kimliğimizin yeni rengini ve şeklini belirliyor.
İyi niteliklerimizi her geçen gün yitiriyoruz. Bunun sınırları ve çerçevesi kişiden kişiye değişse de mutlak manada bir kaybın süregeldiği ve öylece gittiği, inkârı kabul bir durum değildir. Peki, yerlerine yenilerini koyabiliyor muyuz? Başka bir açıdan bakarsak, yeniler eskileri karşılıyor mu? Dökülen su bardağı doldurmaya muktedir mi?
Çağdaşlaşmak için bizi biz yapan asırlık kıymet hükümlerini bir celsede boşamak elzem midir? Uyuşmuyor mu dünün değer yargılarıyla bugününkiler? Şayet öyle düşünülüyorsa bu mantık açmazına kim ya da kimler yol açıyor? Değer yargılarının zamanla değişmesi normal midir? Değişen dünyanın neresinde durmalıyız? Uyum problemlerinin çözümü teslimiyet midir? Sorular zihnimizi kemirdikçe meselenin bir sarmaşık misali ruhumuzu sardığını anlayabiliriz.
Bu düğümü ancak düğümü atanlar çözebilir. O zaman doktor da, hasta da aynı mı? Yaşadıklarımıza öğrenilmiş çaresizlik demek yanlış olmasa gerek. Aslında çaresiz değiliz hiçbir zaman. Fakat bir kere çaresiz olduğumuza inandırmışız kendimizi. Hissiyatımız mahkûmiyet psikolojisi içerisinde kıvranıyor.
Bu hayatın yoz çizgilerini çizenler perde arkasından neticeyi merakla bekliyorlar. Dört koldan kuşatılmışız hayatın orta yerinde. Her türlü çıkış yolu açık olsa da ruhumuzun kavşaklarında müfrezeler nöbet tutuyor. İkna timleri geceleri bile gözlerini kırpmıyor. Kalbimizin mutmain olması için yeni stratejiler geliştiriyorlar.
Karşımıza dikilen suretler, karanlığı aydınlık göstermenin uğraşı içindeler. Ellerindeki kırmızı kalemlerle ruhumuzun güzergâhını çiziyorlar. Yüzlerinden gülücükler yayılsa da içlerindeki kin ve nefret, basiretli gözlerden kaçmıyor. Bizden biriymiş gibi karşımıza dikilerek, ilk fırsatta saflarını kaydırıyorlar. Onlarla birlikte safların safları da kayıyor. Saflar bir kez değişmeye ve dönüşmeye görsün hakikatler anında ters yüz olur.
Dört koldan saldırılara karşı tutunmak, sağlam izanla ve kalbe değen ezanla mümkündür. İmbikten çekilen fikir kırıntıları zayıfsa, kolayca yön değiştirebilirler. Nezaketin dayanılmaz hafifliğiyle karşımıza çıkanlar, ruhumuza iliştirdikleri maymuncuklarla gönül kapılarımızı açarak, iç dünyamızı parselleyebilirler. Kapılara müfrezeler yerleştirmekten başka tedbir de yoktur. Bu müfrezeler de mazinin ayakta kalan ve canlılığını muhafaza eden kaidelerinden başka bir şey değildir. Onlara ne kadar sıkı sarılırsak kurtuluştan o derece emin oluruz.
Genel kabuller toplumları çoğunlukla bağlar. Kişi bu kabullerin ışığında hayatına yön verir. Fakat bunların da sorgulanması aklın gereğidir. Sorgu neticesinde ya çürükler ayıklanır, ya da sağlamlık tescil edilmiş olur. Bu testten geçen fikriyat, rüzgârın önüne atılan yaprak misali başıboş sürüklenmez. Fırtınaya yakalansa da ayakta kalmasını bilir. Bu dirayetin ve basiretin son basamağıdır.
Yozlaşmada biraz da gönüllülük esastır. Siz önünüze gelen her şeyi iştahla midenize indirirseniz yanınızda her zaman panzehir taşımak mecburiyetinde kalırsınız. Hissiyat zehirlenmesi gıda zehirlenmesine de benzemez. Çünkü gıda zehirlenmesi midenin yıkanmasıyla bertaraf edilebilir. Fakat modern tıpta henüz belleği yıkayan ve durulayan bir alet icat edilmedi. Onun için aklınızı başınıza devşirin ve belleğinizi çöplüğe çevirmek isteyenlere müsaade etmeyin.
BİR İMGE CAMBAZI: TRABZONLU ŞAİR MEHMET KUVVET
M.NİHAT MALKOÇ
Duygularımızın pusulasıdır şiir… Hislerin yoğunlaştığı bir noktada yürek çağlayanından süzülür aşka banılmış heceler… Ateşten bir parçadırlar bazı zaman…. Çok kere de yaz sıcağında içimizi serinleten, soğuk bir pınardan süzülmüş iri katrelerdir. Karanlık bir gecede mehtap, soğuk bir kış gününde beliren güneş, korkularımıza karşı cesaret, nefretin panzehiri aşk, yıkılmışlıklarımıza umut, ecele karşı ab-ı hayattır şair yüreklerden sızan duygu damlacıkları… Onulmaz dertlerimize devadır dizeler…
Yürek devletinin hükümdarıdır şairler… Onların en büyük serveti duygulardır. Özellikle evrensel bir hususiyet taşıyan sevgi ve hoşgörü paha biçilmez değerleridir. Onlara sadık kaldıkça büyür ve yücelirler. Tek bir silahları vardır; o da kılıç hükmündeki kalemleridir. Fakat onu kan dökmek ve kin ekmek için kullanmazlar. Kalemleri gül suyuna banılır şairlerin. Itır kokar mürekkepleri… Dünyayı yaşanabilir kılan ve süsleyerek anlatan bu söz ustalarına ne çok ihtiyacımız var.
Bu kısa girizgâhtan sonra siz dostlarıma, bu özellikleri varlığında birleştiren dost bir şairden bahsedeceğim. Bu bildik bir şair değil henüz... Fakat az ve öz yazdığı şiirlere bakılırsa, gelecekte adından söz ettirecek. Suskun bir şairden, Trabzonlu Mehmet Kuvvet’ten söz etmek istiyorum size.
Eğitimci-Şair Mehmet Kuvvet’le aynı şehirde yaşamamıza rağmen, ilginçtir ki internette tanıştık. Aynı cadde ve sokakları arşınlamamıza, aynı havayı teneffüs etmemize rağmen birbirimizden haberdar değildik bugüne kadar…. Bazı tevafuklar güzelliklere vesile oluyor.
Geçenlerde(13 Haziran 2006 Pazartesi) Mehmet Kuvvet’i, idarecisi olduğu Maraton Dershanesi’ne gidip ziyaret ettim. Şiir, sanat ve edebiyat konularında hoş bir sohbet ortamı oluştu. Çaylarımızı yudumlarken şiirin gül bahçesine adımımızı attık. Gönül kadar geniş ve derin olan bu bahçede zaman ve mekân sınırsızdır. Daldıkça kaybolursun şiirin mana derinliklerinde. Öyle de oldu. Sonra “Çakmak Ateşi” isimli şiir kitabını imzaladı bize. Mehmet Kuvvet’in şiirlerine geçmeden evvel dilerseniz kısaca hayatından bahsedeyim size:
“1962 yılında Trabzon/Akçaabat –Derecik’te dünyaya geldi. İlk orta ve yüksek öğrenimini Trabzon’da tamamladı.1983 yılında KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Biyoloji Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. Tunceli-Ovacık Mareşal Fevzi Çakmak Lisesi, Giresun Eynesil İmam Hatip Lisesi, Trabzon Affan Kitapçıoğlu Lisesi onun öğretmen sıfatıyla devlet memuru olarak çalıştığı yerler…1993’te Millî Eğitim’deki görevinden ayrıldı. Aynı yıl Trabzon Özel Büyük Maraton Dershanesi’nin kurucuları arasında yer aldı. Halen Özel Büyük Maraton Dershaneleri Kunduracılar Şubesi Müdürlüğünü yapmaktadır. Şairin eserleri şunlardır: Çakmak Ateşi(şiir kitabı) , Dost Bildim(şiir dosyası) , Sağlıkla İlgili Yanlış İnanış Ve Davranışlar (Doğru Bildiğimiz Yanlışlar) ”
Şair Mehmet Kuvvet, “Çakmak Ateşi” adlı şiir kitabını 2003 senesinde çıkarmış. Kitap; Güzel Günler Özlemiyle Güzel İnsanlara, Çakmak Ateşi, Dalımdaki Çiçeklere adlarını taşıyan dört ayrı bölüme ayrılmış. Her bir bölümde birbirinden güzel ve özgün şiirler yer alıyor. Kuvvet, şiir kitabının başında “Geldik Gidiyoruz” adı altında şiirsel bir otobiyografi denemesi yapmış. Fakat bu bölüm şairanelikten uzak görünüyor.
Mehmet Kuvvet, şiirlerini serbest tarzda yazıyor. Kafiyenin tılsımından ve ahenginden yararlanmamasına rağmen sözcükleri seçişindeki ustalığıyla şairaneliği ve ahengi yakalıyor. Fakat kelimeleri zorlamıyor, sözün bütün imkânlarını ve hünerini kullanıyor. Söyleyişinde zorlama havası sezilmiyor, kelimeler doğallığını koruyor.
Bilindiği gibi şiiri şiir yapan imgelerdir. İmgesiz şiir, kelime yığınından farksızdır. Mehmet Bey şiirinde imgelere genişçe yer veriyor. Sözcükleri ilk anlamlarıyla kullanmamaya gayret ediyor. İmgelerde de çok özgün ve başarılı olduğunu görüyoruz. Evvelden başkalarının bulup kullandığı imgelere itibar etmiyor. Kendine özgü bir üslup geliştirmenin mücadelesini veriyor. Bugüne kadar yazdıklarına baktığımızda bir hayli yol kat ettiğini müşahede ediyoruz. Onun yakın zaman içerisinde yazdığı şiirlerle Çakmak Ateşi’ndeki şiirlerini karşılaştırdığımızda, şiir yolculuğunda hissedilir derecede yol aldığını, kendini geliştirdiğini görüyoruz.
Şair Kuvvet, şiirlerinde daha çok bireysel konulara ve duygulara ağırlık vermiştir. Fakat zaman zaman toplumsal meselelere temas eden şiirler de yazmıştır. Hatta bu konuları işlerken bazen ironik bir anlatım tarzı tercih etmiştir. Dershanecilikle uğraştığı için gözlemlerine de dayanarak, artık toplumsal bir mesele haline gelen üniversite adaylarının zor hayatını “Tercih Sehpası” adlı şiirinde şöyle dile getirmiştir:
“A desem anam,
B desem, babam mı ağlar!
C seçeneği belki de yüreğimi dağlar.
D de mi acaba gerçekleşir umutlar?
E seçeneği son karar.”
Mehmet Bey, şiirde yoğunlaşmasına rağmen zaman zaman güzel öyküler de yazmaktadır. Öyküleri Aykırı Sanat gibi seçkin edebiyat dergilerinde yer bulabilmektedir. Biyoloji öğretmeni olan Mehmet Kuvvet’in eğitimciliği de konuşulması gereken önemli bir yönüdür. Hani on parmağında on marifet derler ya, kendisi o tipten kişilerden biri sayılabilir. Ondan gelecekte nice güzel eserler bekliyoruz. Kedisine sanat ve edebiyat alanındaki çalışmalarında başarılar diliyorum.
YAZ KURSLARI ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanoğlu maddî ve manevî yönü olan bir varlıktır. Onu daha iyi anlayabilmek ve yönlendirebilmek için bu özelliğinin dikkate alınması gerekir. Onu etten ve kemikten ibaret bir mahlûk olarak görürseniz hataya düşersiniz. Asıl mühim yanımız manevî tarafımızdır. Bugüne kadar hep maddî yönümüz ön plana çıkarıldığı için, bizi en yakınlarımız bile hakkıyla anlayamamıştır. Bir yanımız hep boş kalmıştır.
İnsanın maneviyatını düzene koyan en önemli unsur, bağlı olduğu inançlardır. Herkes bir şeylere inanma ve bağlanma ihtiyacı hisseder. Bu bizim fıtratımızın gereğidir. Ateist olduğunu iddia edenler bile, söylemeseler de, aslında bir şeylere inanırlar. Belki ateizm onlar için bir dindir. Yaratılış inanmayı zorunlu kılıyor. İnanmayanların ıstırap ve acı içerisinde yaşadığını ve ömürlerinin kötü sonla bittiğini müşahede ediyoruz. Bizler bu acıları yaşamak istemiyorsak maneviyata sarılalım.
Herkes doğru veya yanlış bir şeylere inanıyor ve bağlanıyor. Mühim olan doğru şeylere inanmaktır. Bu konuda ailelerin çocuklarına rehber olması gerekir. Türklerin, geleneksel ifadeyle yüzde doksan dokuzumuzu İslâm dinini benimsemiştir. Müslümanız elhamdülillah… Amel olarak çok eksikliklerimiz olsa da Müslüman kimliğini bir onur nişanı olarak sinemizde taşırız. Öyle de, ne kadarımız inancıyla ilgili bilinmesi gerekenleri biliyor? Buna vereceğimiz cevap hiç de iç açıcı değildir. Çünkü dinimizin gereklerini bilmiyoruz; bunlar öğretilmedi bize. Bildiklerimiz de yarım yamalak şeyler…
Okullarımızda verilen din dersleri yetersizdir. Daha çok ahlâkî konular işlenmektedir. Amelî hususlar yüzeysel işlenip geçilmektedir. Yani çocuklarımız ilköğretim okullarında ve lisede din adına fazla bir şey alamamaktadır. Bu açığı telâfi etmek için hemen her yaz, takviyeli yaz Kur’an kursları açılmaktadır.
Kur’an’ı öğrenmek her müslümanın borcudur. Peygamberimiz (S.A.V.) “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir” (Buhari) buyurmaktadır. Bu mübarek buyruğa bigâne kalmamalıyız. Ebeveynler olarak çocuklarımızı terbiye etmek ve onlara dinlerini öğretmek mecburiyetimiz vardır. Çocuklarımızın başarılı olmaları ve iyi okullar kazanmaları için avuç dolusu parayı dershanelere ve sair kaynaklara verirken onların dinî eğitimini göz ardı etmemeliyiz. Kuş nasıl tek kanatla uçamazsa insan da tek yönlü yaşayamaz, yaşamamalıdır. Bu dünyanın ötesi de vardır. Hesap gününe bugünden hazırlanmak gerekir.
İsteyen vatandaşlara Kur’an-ı Kerim’i usulüne uygun olarak yüzünden okumayı öğretmek, ibadetler için gerekli sure, ayet ve duaları ezberletmek, hafızlık yaptırmak ve İslâm dininin inanç, ibadet ve ahlâk esasları hakkında bilgiler vermek için her yıl il ve ilçe müftülüklerimizce Kur’an Kursları açılmaktadır. Anne babalar çocuklarını bu kurslara göndererek eksik bilgilerini tekmil ettirmektedirler. Üstelik boş zamanlarını da hayırlı bir uğraşla değerlendirmiş olmaktadırlar. Bunun için bir ücret de alınmamaktadır.
Dinî eğitiminin çocuklara mutlaka küçük yaşta verilmesi gerekir. Artık bu hak kanunla teminat altına alınmıştır. Yani hiç kimse çocuğunu bu kurslara gönderme hususunda çekinmemelidir. Kanunlar dinî eğitim hakkını tanımaktadır. Bununla ilgili olarak 27 Ağustos 2000’de yürürlüğe giren “Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Kursları ile Öğrenci Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliği”nde şu hüküm yer alıyor:
“İlk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri dışında, Kuran-ı Kerim ve mealini öğrenmek, hafızlık yapmak ve dini bilgiler almak isteyenlerden ilköğretimi bitirenler için, Diyanet İşleri Başkanlığı’nca Kuran kursları açılır. Bu kurslardaki din eğitim ve öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır. Ayrıca ilköğretimin 5’inci sınıfını bitirenler için tatillerde ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetim ve gözetiminde yaz Kuran kursları açılır. Kuran kurslarının açılış, eğitim öğretim ve denetimleri ile bu kurslarda okuyan öğrencilerin barındığı yurt veya pansiyonların açılış ve çalışmalarına dair hususlar yönetmelikle düzenlenir.”
Ülke genelindeki bütün okulların 19 Haziran 2006’da tatile girmesiyle birlikte yaz Kur’an kursları heyecanı başladı. Yaz kurslarına ilköğretim okullarının 5.sınıfını geçen öğrenciler kayıt yaptırabilecekler. Haftada beş gün ve günde üç saat devam edecek kursların Ağustos ayının sonlarına kadar devam edeceği ve kurslarda Kur’an-ı Kerim öğreniminin yanı sıra, dinî bilgilerin de verileceği bildiriyor. Yani sadece Kur’an okuma öğretimiyle sınırlı kalmayacak bu kurslar. Bu kurslarda çocuklara hayatları boyunca lâzım olacak dinî bilgiler alanlarının uzmanı olan kişilerce öğretilecek.
Din öğretimine devletin el atmasının ve kontrol altına almasının sayısız yararları vardır. Çünkü bu iş pedagojik açıdan ehil olmayan fertlere ve cemaatlere bırakılınca istenmeyen tipte insanlar yetiştirilebiliyor. Kontrollü yapılınca bu risk ve endişe de ortadan kalkıyor. Unutmayınız ki gerçek müslümandan hiç kimseye zarar gelmez. Çünkü o inancının gereği olarak bir karıncayı bile incitmekten çekinir. Tarihte bunun sayısız örnekleri vardır. Bunun böyle bilinmesi gerekir.
“Kur’ân Şairi” merhum Mehmet Akif'in ifade ettiği gibi; bu kitap(Kur’an) “mezarlıkta okunmak”, “fal bakmak” ya da “bir ölünün toprağına üflemek” gayesiyle inmemiştir. O hayatımızın her noktasında bizim en büyük rehberimizdir. Onun olmadığı ve okunmadığı evler ne kadar da sönüktür. Onun nurunun girmediği ruhlar ne kadar da karanlıktır. Yaz kurslarında rahleler minik ellerle hayat bulsun. Camiler onların gülen yüzüyle şenlensin. Haydi, hep beraber Kur’an öğrenmeye… Veliler asıl sorumluluk sizde. Çocuklarımızın gelecekte dinine bağlı, dürüst insanlar olmasını istiyorsak onlara din ve Kur’an bilgisi verelim. Ahlâklı, sorumlu, dürüst fertler olarak yetiştirelim. Zira son pişmanlık fayda etmez.
SAMİ YUSUF RÜZGÂRI
M.NİHAT MALKOÇ
Eskiden dinî müzik alanında dünya çapında isimler yoktu. Pop ve rock yıldızları gençleri ayağa kaldırıyordu. Bütün gençler onlarla yatıp onlarla kalkıyordu. Artık dinî-tasavvufî müzikte de dünya çapında isimler ortaya çıkmaya başladı. Önceleri Cat Stevens adlı İngiliz şarkıcı Müslümanlığı seçerek Yusuf İslâm adıyla dinî müzik yapmaya başladı. Dinî duyguları inkişaf etmiş insanlar onun dinî içerikli İngilizce parçalarını dinler oldu. Bir hayli ilgi gördü bu müzik… Çünkü bir buçuk milyarın üstünde bir kitle olan Müslümanlar müziğin dışında kalmak istemiyordu. Onlar pop tarzı şarkıları dinlemeyi kişilikleriyle ve bağlı oldukları inançla bağdaştıramıyorlardı. Yeni durum bir ihtiyaçtan doğdu ve gelişerek devam ediyor.
Din eksenli müzik alanında son zamanlarda bir büyük isim daha inkişaf etmeye başladı. Bu, Azerî kökenli Sami Yusuf’tur. Sami Yusuf’un dinî temalı müzikleri büyük bir hayran kitlesi topladı. Özellikle İslâm dünyasında büyük bir ses getirdi. Sami Yusuf’un İslâm âleminde geniş bir hayran kitlesi oluşmaya başladı. Bazı müzik otoriteleri, yaptığı müzik ve mevcut altyapısı bakımından onu Yusuf İslâm’a benzetmektedirler. Çünkü o da Yusuf İslâm gibi insan sesini ön plana çıkarırken, enstrümanları geri plana itiyor. Müslüman müzikseverler onu Yusuf İslâm’ın halefi olarak görüyorlar. Bence bu iki isim, benzer işleri yapsalar da ikisi de farklı meziyetlere sahip iki değerli ses ustasıdır. İkisinin de ses rengi başkadır ve kendilerine mahsustur.
Sami Yusuf 2003’te “Al-Muallim”, 2005’te ise “My Ummah” adlı kasetler çıkardı. Bu kasetler kısa zamanda bütün İslâm dünyasında hatta Avrupa’nın pek çok ülkesinde sevilerek dinlendi. Birinci kasetinde bütün parçalar İngilizce söylenmişti. İkinci albümünde İngilizce parçalarının yanında iki Arapça, iki de Türkçe parça seslendirdi. Bu da gösteriyor ki kasetini hazırlarken 250 milyonluk Türk dünyasını da dikkate almış. İyi de yapmış, çünkü Türkiye’de çok geniş bir hayran kitlesi var. Bu kendisi için önemli bir avantajdır.
Türk ve dünya gençliği Sami Yusuf sayesinde ilâhî dinlemeye başladı. Böylelikle de dinî mesajları zihnine yerleştirme imkânı buldu. Bazıları onun sesinin güzelliğini ve verdiği mesajları bir kenara bırakıp fizikî güzelliğiyle ilgilenir oldu. Bu hayra alâmet değil şüphesiz. Çünkü o, bir manken değildir. Dinî içerikli müzik yapan bir sanatçıdır. O, İslâmî güzellikleri ve dinî hakikatleri müzikle yoğurarak bütün insanlığa ulaştırıyor. Bu açıdan bakınca çok büyük bir vazife ifa ettiğini söyleyebiliriz. Onun bir avantajı da bugünün dünya dili olan İngilizceye vakıf olmasıdır. Onun sayesinde bazı Avrupalılar ve Amerikalılar müzikle de olsa İslâm’ın barış mesajını almaktadır. Onun vesilesiyle İslâm’ı seçen kişilere de rastlıyoruz. Bu güzel bir gelişmedir, hayırlı bir neticedir. Bir kişinin İslâm’ı seçmesine aracı olmak Hakk katında kurtuluşa vesiledir. Bu açıdan bakınca Sami Yusuf’un yaptığı müziği önemsiyorum. Hatta onlarca Sami Yusuf yetişmesini istiyorum.
Sami Yusuf’un parçaları genelde İngilizce olsa da müziği kalbe değiyor. Allah lâfızları bile yüreğimizi okşamaya yetiyor. Özellikle Arapça-Türkçe-İngilizce karışık olarak söylediği “Hasbi Rabbi” adlı ilâhisi bir yelpaze gibi ruhumuzu serinletiyor. Bazıları onun Hıristiyanlık hesabına çalıştığını, İsa’nın yolunda ilerlediğini söyleseler de bence bu koca bir iftiradır. Ben, yaptıklarından bugüne kadar öyle bir izlenim edinemedim; bu bağlamda bir beyanı da olmadı. Fakat bizim sivri akıllılar, nasıl anladıysalar onu yüz seksen derece zıt bir dünya görüşüne mensup olarak gösterdiler! İftiradan Allah’a sığınmak, tek kurtuluş yoludur.
Bence Sami Yusuf, İslâm’ın gülen yüzünü temsil ediyor. Bu dinin engin hoşgörüsünü ve sevgisini onun müziğinde soluyabilirsiniz. Bazıları da onu fazla modern olması yüzünden eleştiriyor. Bu çağdaki Müslümanlar biraz da modern olmak zorundadır. Tasavvuftaki “bir lokma bir hırka” inancımızda sadece bir tercih unsurudur. Böyle bir mecburiyet yoktur. Haram dairesine tevessül etmedikten sonra Müslümanların da çağın nimetlerinden yararlanma hakkı vardır. Hiçbir Müslüman Asrı Saadetteki hayatın maddî yüzünü yaşamak zorunda değildir. O zaman bazı şeyler olmadığı için öyle davranılması gerekiyordu. Sünneti yorumlarken bunun göz önünde bulundurulması gerekir. Aksi hâlde bizi cendereye sokmaya ve yerin dibine batırmaya çalışan Batının maskarası oluruz. İnancımız meşru dairede olmak şartıyla, rahat yaşamaya karşı değildir. Amelle teknolojik gelişmeleri ve onların hayata yansımasını ayrı değerlendirmek gerekir. Müslümanlar her şeyin en iyisine lâyıktır.
Sami Yusuf, Müslüman bir aileden geliyor. O sonradan Müslüman olmadı. Gerçi böyle de olsa bu durum, onun gözümüzdeki değerini azaltmazdı. Azerbaycan kökenli bir ailenin evlâdı O… Londra’da yaşamış ve bugünlere gelmiştir. Onun hakkında ileri geri konuşanlar acaba onun kadar şöhret olsalar neler yapmazlardı? Peki, yerdikleri Sami Yusuf ne yaptı? Evlenip yuva kurdu. Onun bunun peşinden koşmadı. Belli ki Londra gibi bir yerde İslâmî bir terbiyeyle yetişmiş. Biz zarfa değil, mazrufa bakarız. Mühim olan şekil değil, içeriktir.
Onun İngilizce ilâhî söylemesini eleştirenler, Sertap Erener’in Türkiye’yi İngilizce bir şarkıyla temsil etmesine ne derler acaba? İslâm’ı evrensel platformda temsil etmek için gerekirse İngilizce, gerekirse Japonca da söylenebilir. Mühim olan bunun ne amaçla yapıldığıdır. Türkçe söyleyen yeterince var zaten. Üretilenlere biraz da bu açıdan bakalım. Ben Sami Yusuf’u seviyorum ve yolunun açık olmasını Allah’tan diliyorum.
MÜNZEVİ BİR FİKİR İŞÇİSİ: CEMİL MERİÇ
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanı diğer mahkûkattan ayıran, düşünme ve idrak edebilme kabiliyetidir. Bunun dışında, canlılardan fazlaca bir farklılığımız ve üstünlüğümüz yoktur. Hatta bazı hususlarda diğer canlılardan daha dirençsiz bir yapıya sahibiz. Durum bu iken aklımızı öncelikli fikrî meselelerimizde yoğunlaştırmazsak insanlığımız nerde kalır? Tek dayanağımız düşünce ve idraktir.
Düşünmeyi ve fikir üretmeyi amaç olarak gören ve ömrünü bu işe adayan yerli ideologların başında gelir Cemil Meriç… O, insan olmanın manasını düşünce üretmeyle ilişkilendirir. Hayatı boyunca düşüncenin zehrini damarlarına enjekte eder. Fakat bu zehir bizce baldan tatlıdır. Tefekkürün beyni zonklattığı demlerde, düşünce, muhatabına zehir etkisi yapabilir; onu sarhoş ve bitap düşürebilir. Zihnî bünyenin buna hazır olması elzemdir. Bu da belli bir süreci gerekli kılar.
Çocukluğumdan beri Cemil Meriç’le olan kitabî dostluğum hep devam etmiştir. Zihnimi yormuş, tabir caizse beni yaşlandırmıştır. Özellikle “Bu Ülke” zihni dağınıklığımı düzene koymuş, fakat bu sefer de iç huzuruma müdahale etmiştir. Çünkü artık dünyaya bakışım değişmiş ve yeni mana yükü belleğimi zorlamıştır. Muazzam derinliğe vakıf olabilmek için söz konusu eseri bir kez daha okuma ihtiyacı duymuşumdur. Son okuyuşum beni, Orhan Veli’nin ifade ettiği “Düşünme hayal et, bak böcekler de öyle yapıyor” noktasından uzaklaştırmış, gayeli insan dimağına kavuşturmuştur.
Cemil Meriç geceli gündüzlü okuyan ve hayatın manasını tefekkür eden bir fikir işçisiydi. Başlıca işi düşünmek ve düşündüklerini cemiyete iletmekti. Bunu büyük bir sorumluluk duygusu içerisinde ve istekle yerine getiriyordu. Tek arzusu ve beklentisi kendini bilen ve sorgulayan bir nesil ortaya koymaktı. Çünkü bu alanda büyük eksiklikler ve boşluklar olduğunu biliyordu. Fakat genç yaşında gözlerini kaybederek bu hevesi kursağında kalmıştır. Gerçi âmâ haliyle de okuma ve hakikatleri terennüm etme faaliyetine devam etmiştir. Fakat bu sefer okunanları dinlemek zorunda kalmıştır. Yani kitapla arasına ikinci bir kişi girmiştir. Ömrünün baharında yardımcıya ihtiyaç duyması onu çok üzse de kutsal çilesinden alıkoyamamıştır. Fakat kendini yalnız hissetmiştir. Âmâlığıyla ve yalnızlığıyla ilgili olarak şu sözleri sarfetmiştir:
“Görenin yalnızlıktan şikâyete hakkı yoktur: mevsimler, renkler, çiçekler, şehrin bütün kadınları, bütün çocuklar gören içindir. Görmeyen bir insan bozuk bir ampul gibi, manasız, bıraktığınız yerde kalan bir paket; içinde eski hatıralar olduğu için arada bir karıştırılmaya layık….Çocukken oynadığımız bir taşbebek gibi, atmaya kıyamadığımız acayip bir külçe.”
Cemi Meriç kelimeleri yoran ve onlarla raks eden bir düşünce cambazıydı. Gözlerini kaybettiği zaman bile hayata aynı sıcaklıkta, yakınlıkta ve aydınlıkta bakabilen bu mütefekkir ruh, her geçen gün düşüncenin sıcağında biraz daha kavrulmuştur. Beynini yakan bu ateşi okuyucularına ustaca yansıtmıştır. İnsanı anlamanın ve anlatmanın mücadelesini vermiştir. 29 yılda tamamladığı hayata dair seyir defteri olan “Jurnal” inde insan beyninin düşünce tomografisini çekmiş ve şu şekilde yansıtmıştır:
“Ne garip bir oyuncak şu insan! Yürür, konuşur ve acı çeker. 70 kilodur. Kendisine ve çevresine ait hiçbir şey bilmez. Bir nevi ıstırap makinesi. İplerini başkaları çeker. Hantal ve şapşal bir robot. Neye sevinir bilinmez. Sınırsız olan hayalleri ve acı kabiliyeti. Etten bir kafes ve aciz içinde kıvranan bir ruh. Vücut araba, akıl arabacı. Ama gözleri bağlı arabacının, arabaya hükmeden, atlar... Buda haklı: Varolmak için yok olmak lazım, parça bütüne kavuşacak ki hasret dinsin. Bütün musiki, bütün şiir, bütün aşk, bu bir çuval kemik, bu asi ten, bu aptalca endişeler ne olacak? Ne olacağını bilen var mı? Kader hep oynayamayacağı roller yükler insana ve ıslıklar. Alkış sahtekârların...”(Jurnal’den)
Jurnal’den bahsetmişken söyleyeyim… Bence Jurnal onun “Bu Ülke” den sonra gelen ve derin düşünce kesitleri içeren bir şaheseridir. Onun dünyaya nazarı bu eserin satırlarına sinmiştir. Bu kitap bir çeşit iç muhasebe veya sessiz bir çığlıktır. Kendisi bu eseriyle ilgili olarak şu ilginç benzetmelerde bulunuyor: “ Jurnal benim kendimle diyaloğum, çevrem, dostum, sırdaşım. Tesellim aynı zamanda. Hafızam, yankım. Acılarımı da paylaşıyor. Jurnal’im kişisel deneyimlerimin deposu, psikolojik güzergâhım, düşüncelerimin paslanmasına karşı bir önlem. Yaşama bahanem, neredeyse benden sonrakilere bırakacağım tek yararlı şey…”
Cemil Meriç okumalarım düşünce yelpazemi hem zenginleştirmiş, hem de renklendirmiştir. Günümüz gençlerinin bu münzevi fikir işçisini çok iyi anlamaları ve tahlil etmeleri gerekir. Zira bugünkü sıkıntılarımızın çoğunun ilacı onun fikir heybesinde mevcuttur. Yeter ki önyargıyla yaklaşmayalım. Onun kitaplarına tutunarak, günümüzün modası olan, marazlı bohem hayatından kurtulabiliriz. Bu güzide eserler bizim için saadet adası hükmündedir. Bu münzevi fikir işçisini yalnızlığa terk etmeyelim. Hazine hükmündeki eserlerini okuyalım; her satırı üzerinde düşünelim. Çünkü o, ifadeleri ağdalı ve derin düşünceli bir mütefekkirdi. Allah rahmet eylesin.
“KARANLIĞA OKUNAN EZANLAR”
M.NİHAT MALKOÇ
Nihat Genç bu ülkenin ciddiye alınması gereken yazarlarından biridir. Onu hâlâ okumayan varsa bilsin ki zarardadır. Bir an evvel onun, birbirinden güzel ve özel kitaplarından edinin ve “vira bismillah” deyip okumaya girişin. Geçen zamanın kaybını telâfi etmek için yapılması gereken en doğru davranış bu olsa gerek.
Geçenlerde yeni bir kitabını gördüm vitrinlerde. İsmini okuyunca ilgim daha da depreşti. “Karanlığa Okunan Ezanlar” adını taşıyan bu kitabı okumaya karar verdim. Gerçi millet olarak yaz aylarında pek kitap okumayız. Yaz aylarında kitap okumak tatil yapmamıza engel olur(muş) . Geçenlerde televizyonda izlemiştim. Almanlar tatilde plajlarda güneşlenirken bol bol kitap okuyor. Bir yandan yeni şeyler öğreniyorlar, öbür yandan da dinleniyorlar. Bizimkiler gırgır, şamata, dedikodu üçgeninde vakit öldürüyorlar.
“Karanlığa Okunan Ezanlar” Nihat Genç’in birbirinden güzel denemelerin bir araya getirildiği okunulası bir kitap…367 sayfadan meydana geliyor. Cadde Yayınları’ndan çıkmış. Biliyorsunuz ki Genç, Ermenilerin düzenlediği konferansla ilgili bir eleştiri yazısı yazıp gerçekleri deşifre ettiği için hem günlük yazılar yazdığı Akşam gazetesinden, hem de kitaplarının yayınlandığı İletişim yayınlarından kovulmuştu. Bu ülkede fincancı katırlarını ürkütenlerin yükselme, hatta mevcut konumunu koruma şansı yok. Onlara dokunanlar muhakkak rahatsız edilirler. Doğruları dile getirmek adına buna cesaret eden Nihat Genç’i kutlamak lâzım.
Bosna Dayanışma Grubu’nun Srebrenica katliamının onuncu yıldönümü nedeniyle düzenlediği bir haftalık Bosna ziyaretine katılan Genç, buradaki manzaradan çok etkilenmiş ve şu sözü söylemiştir: “Artık başka bir adam oldum.” “Karanlığa Okunan Ezanlar” daki “Kutsal Topraklar Bosna “adlı yazıda bununla ilgili olarak şu duygusal sözlere yer veriyor: “Namazında niyazında bir adam değilim, ama gördüğüm her cami duvarına sırtımı verip oturdum, gördüğüm her Osmanlı kalesine koşarak çıktım, gördüğüm her Osmanlı’nın sarıklı mezar taşlarına sarıldım, dokundum ve yanlarında bir müddet çömelip derin derin dertleştim.”
Balkanlar, Osmanlı’nın tarihî ve kültürel miraslarıyla dopdolu. Makedonya’da, Bulgaristan’da, Arnavutluk’ta ve Bosna-Hersek’te Osmanlı olanca haşmetiyle capcanlı yaşıyor. İnsanlar hâlâ Osmanlı’ya büyük bir hasret ve sevgi duyuyor. Ne zamanki Osmanlı, Balkanlar’a veda etti, bu topraklar tepeden tırnağa barut kokar oldu.Yakın zaman içerisinde Bosna Hersek’te yaşananlar bunun canlı örneğidir. Sırplar, Bosna’da taş taş üstünde bırakmadılar; gerçek manada tam bir soykırım gerçekleştirdiler. Özellikle Srebrenica katliamı hâlâ hafızalarımızdadır. Binlerce insanın şehit olduğu bu saldırılarda kan oluk oluk akmıştır. Yaşlı genç, çocuk yetişkin demeden insanlar öldürülmüştür. Geçenlerde burada bulunan bir toplu mezar açılmış ve DNA testi sonucunda ölülerin kimlikleri tespit edilerek yeni mezarlarına taşımıştır. Nihat Genç bu toplu mezarların açılışını ve kemiklerin naklini bizzat görmüş ve “Karanlığa Okunan Ezanlar” kitabında okuyucularına aktarmıştır. Toplu mezardan çıkarılan küçük bir kızın cesedi onu hayli düşündürmüştür. Çünkü kızın adı Nihada’ydı. Sözü şimdi yazara verelim:
“Srebrenica’nın onuncu yıldönümünde yeni bir toplu mezar açıldı. Toplu mezardan çıkarılanlara DNA testi yapıldı. 650 ceset tabutlara koyulup defnedildi. Oradaydım, törende! Şimdi 650 adet yeni mezar açıldı. Hepsinin başında anneleri, babaları, yakınları… Ama yüzlerce tabutun sahibi yok. Çünkü tüm yakınları öldürülmüş. 650 tabut yan yana koyuldu… Ve Nihat ismi ne çok var. Kimi tabutlar çok hafif… Muhtemeldir ki cesedin sadece bir parçası bulunmuş, bir bacağı ya da kafası. Belki kimi bebektir. Saatler geçiyor, tabut koridorundan hızla akan tabutlar bitmiyor. Az kaldı Nihat, dayan, diyorum. Kenara çekilip biraz dinleniyorum, yeniden koridora giriyorum, önümden geçen bir tabutun ismini okuyorum: ‘Nihada’ yazıyor. Tamam, yoruldun ama Nihat diyorum, bak, hadi yeniden gir koridora, uzan üstüne Nihada yazan tabuta, diyor, yeniden koşuyorum koridora! .. Nihada’nın tabutu geliyor, taşımakla kalmıyor, okşuyor, dokunuyorum… Kimdir Nihada! ...”
Nihat Genç, Srebrenica’daki toplu mezarlardan çok etkileniyor. Kitabının arka kapağına da bununla ilgili bir yazısından alıntı yapıyor. Bu alıntıda, bundan sonra adını Nihada olarak değiştireceğini söylüyor. Yukarıdaki paragrafın devamı niteliğinde olan arka kapaktaki yazıyı ilginize sunuyorum:
“Nihat Genç adımı Nidada olarak değiştirmek istiyorum. Boşnak bir arkadaş buluyorum. Bundan sonra adım Nihat Genç değil, Nihada Genç diyorum. Mezarın başında tebessüm ediyor, Ağbi, Nihada burada kızlara verilen ad… Küçük bir şaşkınlık yaşıyorum, ama vazgeçmiyorum, olsun, adımı Nihada koyacağım, bu küçük kızın adını alacağım… Nihada’nın tabutunu takip ediyorum, önündeki yazıya bakıyorum, yedi yaşında... Tabutu nasıl hafif, sanki içinde kuştüyü var, sanki tabut bomboş, sanki Nihada’nın cesedini bulamamış bir eli bir başı belki yalnız ayaklarını taşıyoruz şimdi...”
Kitapta sadece Bosna anlatılmıyor. Birbirinden hoş denemeler var bu iki kapak arasında. Okudukça tarihimizle yüzleşiyor, onurlanıyor ve neticede bugünümüze hayıflanıyoruz. Cihan imparatorluğunun maddî ve manevî anlamda küçülmesine yanıyoruz. Bu kitabı her aydın okumalıdır. Sadece aydınlar mı? Vatanını seven herkes… Nihat Genç her zaman olduğu gibi sözünü kimseden sakınmıyor. Bedelini biraz ağır ödese de o her zaman dimdik durmayı tercih ediyor. “Karanlığa Okunan Ezanlar” ı okumak için daha ne bekliyorsunuz?
GAZİLİK BERATI
M.NİHAT MALKOÇ
Milletimiz zor zamanlarda birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmiştir. Barış zamanlarında dağınık görülen bu millet, zoru görünce kenetlenmesini bilmiştir. Tarihimiz bunun sayısız örnekleriyle doludur. Barış zamanlarındaki dağınıklığımız eleştirilecek bir durum olsa da, kötü günlerde bir ve beraber olmamız takdir edilecek bir davranıştır. Bu milletin yiğitliği dillere şayandır. Tarihte cepheler şanlı ordumuzun “Allah Allah” nidalarıyla yankılanmıştır. Büyük şairlerimizden Yahya Kemal, “26 Ağustos 1922” başlıklı şiiri ile Türk Milletinin hissiyatını ve cengâverliğini şöyle dile getirmiştir:
“Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi!
Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi!
Ta ki yükselsin ezanlarda müeyyed namın,
Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.”
Müslümanlıkta düşmanla savaşan, savaştan sağ olarak dönen kimselere gazi denmektedir. Aynı zamanda olağanüstü yararlılıklar göstererek düşmanı yenen komutanlara devlet tarafından verilen onur unvanıdır gazilik… Milletimizin kahraman bekçileri savaşa giderken “Ölürsem şehit, kalırsam gazi” anlayışını taşımışlardır. Şehit olanlar cenneti kazanmış, geri dönenler de gazilikle teselli bulmuştur. Şehitlik ve gazilik manevî rütbelerin en yücesidir. Bunlar milletimizin ortak değeri ve paydasıdır.
Hiç kimse “şehit veya gazi olayım” diye içten pazarlıklı savaşa girmez. Gaye, vatanın düşmana karşı savunulmasıdır. Bu uğurda gereken neyse o yapılır. Neticede ölüm vaki olursa şehit olunur. Zaferle sağ salim dönülürse kişi gazilikle taçlandırılır. Bu manevî unvanların büyüklüğü cana bedel olmalarından ileri gelir. İşin ucunda ölüm vardır. Hiçbirimizin de yedek canı yoktur. Hayat karşılığında elde edilen şehitlik ve gazilik Hakk’ın ve halkın gözünde muteberdir. Her gazinin niyeti sonuna kadar savaşıp zafer elde etmektir. Hatta bu uğurda gerekirse ölmektir. Gazi ölmeyi göze aldığı için onun makamı da yücedir.
Hayatta risk almak herkesin yapabileceği iş değildir. Cesur insanlar risk alabilir. Neticede bunun bir bedeli vardır. Savaşmak da riskli bir iştir. Bundan dolayı Allah için savaşanlar her zaman yüceltilmiştir. Rabbimiz bu konuda şöyle buyuruyor: “Müminlerden özür sahibi olanlar dışında oturanlarla, malları ve canları ile Allah yolunda savaşanlar bir olmaz. Allah, malları ve canları ile savaşanları, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine cennet vaat etmiştir, ama savaşanları, oturanlardan pek büyük ecirle üstün kılmıştır.”(Nisa S. 95. Ayet) Şanlı Türk milletini cepheden cepheye koşturan ve ona kahramanlık destanları yazdıran şey şehitlik ve gazilik ruhudur. Türk milleti bu ruh sayesinde üç kıtada at koşturmuş, Haçlı ordularını yerle bir etmiş, 1071’de Anadolu’yu Müslümanlaştırmış ve 1453’te peygamberin övgüsüne mazhar askerlerle İstanbul’u Bizans’ın elinden alarak Müslüman Türk payitahtı yapmıştır. Kurtuluş Savaşı bu mantıkla kazanılmıştır. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devleti de bu anlayışın ürünüdür.
Yurdun bütünlüğü ve bekası için her türlü tehlikeyi göze alan gaziler; bu milletin gören gözü, tutan elidir. Askerî makamların en yücelerinden biridir gazilik. Kurtuluş Savaşı’mızın şanlı kumandanı Mustafa Kemal de bu namı şerefle taşımış bir büyük kahramandır. Askerler bir yana, şehirler bile gazilik beratıyla ödüllendirilmiştir. Gaziantep bu şerefe erişen tek şehir olma özelliğini onurla taşımaktadır.
Batılılar bizdeki bu manevî makamları anlayamıyorlar. Şehitlik ve gaziliği havsalaları almıyor. Çünkü Batıda manevi değerlerin bağlayıcılığı yoktur. Onlarda kurullar her şeyin üstündedir. Oysa biz Doğulular duyguyu ön planda tutan bir anlayışın temsilcileriyiz. Örf ve adetler, töreler kanun derecesinde etkili ve bağlayıcıdır bizde. Batılı milletlere maneviyatı anlatmak pek güçtür. Hayatında muz yemeyen bir kişiye bunu anlatmak ne derece mümkündür. Şeklini anlatsanız da tadını anlatamazsınız. Bizdeki manevî dinamikler de Batılılar için bundan farksızdır. Bu kıymetler bizim onlara karşı üstünlüklerimizdir.
Bu topraklar nice savaşlar, nice kahramanlıklar ve nice kahramanlar gördü. Serdengeçtiler sayesinde ateş çemberini aştık. Ocağımıza dikilmek istenen incir ağaçlarının dallarını ve eşkinlerini ölüm zehiriyle budadık. Yiğitlerimiz ölümü Mevlana’nın gözüyle şeb-i arûs(düğün gecesi) olarak gördüler. Dünyadaki zevk ve eğlenceleri ellerinin tersiyle ittiler. Ölenler cenneti, sağ kalanlar tükenmeyen asaleti kazandılar.
Son yıllarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizde pek çok gencimiz hain teröristlerin zalimane tuzaklarına düşerek şehit veya gazi olmuşlardır. Ömürlerinin baharında elini, ayağını veya bir başka organını vatan için feda eden bu kahramanlarımızın hakkını hiçbir şekilde ödeyemeyiz. Onlar bizim baş tacımızdır. Yurdumuzun solmayan çiçekleridir onlar. Vatan bu cesur yüreklere minnettardır. Bu toprağa can veren yiğitlerimiz; ölümü, olmazsa gaziliği bir şeref olarak iki cihanda taşımaktan onur duymuşlardır. Bu vatan sevdalılarını mahzun ve kederli bırakmaya hakkımız yoktur. Yiğit Türk gazilerini çok seviyoruz, onlara minnettarız. Hâlâ yaşayanlara sağlık, ölenlere rahmet diliyorum
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta