GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Satarken güllerini,
Alırken alın terini.
Yırtıktı elbisesi,
Ayağında terliği.
BİR YAPAY ZEKÂ UZMANI ŞAKİR KOCABAŞ
M.NİHAT MALKOÇ
Çağımız bilgi çağı… Teknoloji alabildiğine büyük bir hızla ilerliyor. Bu da beraberinde yeni kavramları ve oluşumları getiriyor. Bilgi çağının sözlüğümüze kazandırdığı kavramlardan birisi de ‘yapay zekâ’ dır. Çok fazla bilinmeyen, belli kişilerin ilgi alanını işgal eden bu kavramın geniş kitlelerce bilinmesi elbette ki zaman alacaktır.
Yapay zekâ ile ilgili açık ve net bir tanım vermek mümkün değildir; mümkünden öte doğru değildir. Tek bir tanım yerine birkaç tanım vererek bu hususta bilgi sahibi olmanızı sağlamanın daha doğru olacağı kanaatindeyim. Yapay zekâ uzmanları bu konuda şu tanımları ve açıklayıcı bilgileri veriyorlar:
“ Yapay zekâ yapay bir varlığın (genellikle bir bilgisayar) sergilediği zekâdır. Yapay zekâ bir makine ya da insan eliyle üretilmiş otonom(özerk) bir sistem kullanarak insan zekâsının benzetimini yapmaya çalışan bir araştırma alanıdır. Yapay zekâ, insanın düşünme yöntemlerini analiz ederek bunların benzeri yapay yönergeleri geliştirmeye çalışan araştırma alanıdır. Yapay zekâ, canlılarda (özellikle insanlarda) bulunan algılama, öğrenme, çoğul kavramları bağlama, düşünme, fikir yürütme, sorun çözme, iletişim kurma, çıkarım yapma ve karar verme gibi yüksek bilişsel fonksiyonları ve özerk davranışları sergilemesi beklenen yapay bir sistemdir.
Yapay zekâ, çıkarsamalar yapmak için kavramlarla, sembolik çıkarsama yöntemleri ve sembolik bilgi temsili ile ilgilenen bir bilgisayar bilimi alt dalıdır. Yapay zekâ insan düşünüşünün bilgisayarlar üzerinde modellenmesinin bir girişi olarak da görülebilir. Bazen insanların çözebileceği her türlü problemin bilgisayarlar tarafından daha hızlı bir şekilde çözülmesine çalışmak olarak da tanımlanır. Yapay zekâ için, bilgisayar yazılımlarının, makinelere insanların zekâlarını kullanarak yaptıkları işleri yapma yeteneği kazandırmaya yönelik olarak kullanılması da denebilir.”
Dünyada yapay zekâ kuramı bilim kurguya dayanır. Bilgisayarla yaşıt bir bilim dalıdır yapay zekâ… Fikir babası, ‘Makineler düşünebilir mi? ’ tartışmasını ortaya atarak makine zekâsını tartışmaya açan Alan Mathison Turing’dir. Alan Turing, Nazilerin Enigma makinesinin şifre algoritmasını çözmeye çalışan matematikçilerin en ünlenmiş olanlarından biriydi. Kendisi bugünkü modern bilgisayarların temellerini atanlardan birisidir.
Türkiye’de yapay zekâ alanındaki çalışmalar yenidir. Bu alanda çalışma yapanlar arasında Şakir Kocabaş’ın büyük önemi vardır. O yapay zekâyla ilgili araştırmalar yapmış ve dersler vermiş bir akademisyendi. Şakir Kocabaş’ı 19 Ağustos 2006 günü kaybettik. İlmi kendisine rehber edinen, İslam’a müspet bakışıyla ve inancıyla da dikkat çeken Şakir Kocabaş ülkemiz için mühim bir değerdi. 61 yaşında kaybettiğimiz bu bilim adamı, arkasında birçok öğrenci varisini bıraktı.
Kocabaş, 1945 yılında İstanbul’da doğmuştu. İlk, orta ve lise tahsilini İstanbul’da tamamlamıştı. 1970 yılında İTÜ Kimya Fakültesi’nden mezun olmuştu. 1972–86 yıllarında Türkiye ve İngiltere’de kimya sanayiinde teknik ve idari görevlerde bulunmuştu. Bu süre içinde bilim ve dil felsefesi çalışmıştı. 1985’te yayınladığı ‘İfadelerin Gramatik Ayırımı’ isimli kitabı Düşünce dalında Yazarlar Birliği’nin ödülünü kazanmıştı.
Genç denebilecek bir yaşta kaybettiğimiz Şakir Kocabaş,1985–90 yılları arasında Londra Üniversitesi’nde yapay zekâ alanında doktora yaptı. Doktora tezinin konusu ‘Bilginin İşlevsel Sınıflandırılması: Bilimsel Araştırma ve Buluşlar Üzerine Uygulamalar’ idi. Aynı yıllarda Türkiye’de İlim ve Sanat dergisi ve Hindistan’da Aligarh Üniversitesi tarafından yayınlanan MAAS Journal of Islamic Science dergilerinde İslam, bilim ve felsefe konularında makaleleri ve ‘The Qur’anic Concept of Intellect’ ve ‘Foundations of Scientific Thought in Islam’ isimli iki küçük kitabı yayınlandı. 1991 yılında Türkiye’ye dönen Dr. Kocabaş, İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı ve Tübitak Marmara Araştırma Merkezi’nde Yapay Zekâ Grup başkanlığı yaptı. Kocabaş’ın yapay zekâ alanında 15’den fazla uluslararası makale ve konferans yayını bulunmaktadır.
Onun İz Yayıncılık tarafından basılan ‘İslâm’da Bilginin Temelleri’ adlı eseri okunmaya lâyık orijinal bir kitaptır. Kur’ân’dan seçilmiş yedi temel kavramın (emr, kadr, izn, sahhara, sultan, akl ve ruh) anlamlandırılması yolunda girişilmiş emek mahsulü bir çalışmadır bu… Gayretli bir insan olan Kocabaş’ın pek çok hususta yazdığı makaleler bizlere ışık tutmaktadır. Gençlerimiz onun sistematik çalışma modelini kendilerine örnek edinmelidir.
Bu ölümlü dünyada insanlar yaptıklarıyla ve geride bıraktıklarıyla anılacaklardır. Kimsenin şahsî malı mülkü adını yaşatmaya yetmez. Kalıcı eser bırakmak lâzımdır. Bu somut veya soyut bir varlık olabilir. Yapay zekâ deyince de merhum Şakir Kocabaş akla gelecek isimlerin başında yer alacaktır. Allah rahmet eylesin.
ÇERNOBİL’DEN BUGÜNE KARADENİZ’DE KANSER VAKALARI
M.NİHAT MALKOÇ
Günümüzün en korkunç hastalıklarının başında geliyor kanser… Tıp henüz kanseri tam anlamıyla önleyen bir ilaç bulamadı. Her yıl milyonlarca insanımız bu hastalığın pençesinden kurtulamayarak hayatını kaybetmektedir. Fakat son on yıl içerisinde kanser vakalarında artış görülmesi insanın aklına Çernobil nükleer kazasını getiriyor. Acaba kanser vakalarının artışında Çernobil aktif bir rol oynadı mı?
Bu konu yıllardan beri tartışılıyor. Fakat sağlıktan sorumlu devlet yetkilileri böyle bir durumun söz konusu olmadığını ileri sürüyorlar. Fakat insan bu resmi cevaplara yine de inanamıyor. Çünkü bu ülkede bu gibi durumlar genelde geçiştirilir, bilimsel verilere pek itibar edilmez. Sesi yüksek çıkanın dedikleri hakikat zannedilir.
Bilindiği gibi Çernobil nükleer felâketi 25 Nisan 1986’da olmuştu. İlk patlama sırasında 31 kişi hayatını kaybetmiş ve radyoaktif bulut, ağır ağır bölgenin üzerine yayılmıştı. Açığa çıkan radyasyon korkunçtu: Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklamalarına göre Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının toplamından 200 kat fazlaydı. Uzmanlar, bu kazadan sonra beş milyonu aşkın insanın yüksek düzeyde radyasyona maruz kaldığını söylüyorlar.
Günümüzde Beyaz Rusya’da yaşayan kadınların yaşam süreleri 74 yıldan 58’e inmiş durumdadır. Yine bu ülkede dokuz yıl içinde sakat doğan çocuk sayısı yüzde 20’lere ulaşmıştır. Beyaz Rusya Sağlık Bakanlığı’nın verdiği bilgilere göre, ülkedeki çocukların yüzde 29’u kronik hastadır. Çoğu uzman, bu durumdan Çernobil’in sorumlu olduğunu iddia ediyor. Bu kazanın, önümüzdeki yıllarda da insan yaşamını olumsuz etkileyeceği çok açıktır.
BM Genel Sekreteri Kofi Annan, 2000 yılında yayımlanan BM Çernobil Raporu’nda, üç milyon çocuğun tedavi görmesi gerektiğini ve birçoğunun ana karnında öleceğini vurgulamıştı. Daha kötüsü, 7,1 milyon insanın gelecekte ciddi sağlık sorunları yaşayacağını belirtmişti. Korkunç patlamayla yayılan radyoaktivitenin etkilerinin tamamını 2016 yılına kadar anlamak biraz zor... Raporda Kofi Annan’ın belirttiğine göre, daha kötüsü gelmek üzeredir. Yani risk on yıl daha devam edecektir.
Şüphesiz ki Çernobil faciası sonrası radyoaktif madde taşıyan bulutlar Avrupa ülkelerinin yanı sıra Türkiye’ye de ulaştı. Çernobil patladıktan sonra Türkiye Atom Enerjisi Kurumu üzerine düşen görevleri yapmak yerine santralin yaydığı radyasyonun Türkiye’ye korkulacak düzeyde zarar vermediğini belirtti. Uzmanların ‘Çayları imha edin’ denilen raporu görmezden gelindi. Hatta zamanın Sanayi Bakanı ekranların karşısına geçip çay içti, çayın zarar görmediğini ispatladı(!) Fındıklara kıyılamadığı için çöpe atılmadı. Zamanın Sanayi Bakanı Cahit Aral: ‘Biraz radyasyon iyidir’ diyecek kadar işi basite aldı. Aral gazetelere verdiği demeçlerde de, ”Dininize, imanınıza inandığınız gibi biliniz ki, Türkiye’de kesinlikle böyle bir tehlike mevcut değildir” diyordu. Dönemin Başbakanı Turgut Özal ‘Radyoaktif çay daha lezzetlidir’ diyerek basına poz verirken, Cumhurbaşkanı Kenan Evren ‘radyasyon kemiklere yararlıdır’ diyordu. Neresinden baksanız tam bir komedi yaşanıyordu.
Çernobil faciasının üzerinden 20 yıl geçti; ancak son yıllarda Karadeniz Bölgesi’nde artan kanser vakalarına paralel olarak tartışmaların dozu da yükseliyor. Karadenizliler kanser artışların nedeni Çernobil değilse gerçek nedenin ilmî verilerle kamuoyuna açıklanmasını talep ettiler. Bu talep doğrultusunda Çernobil Nükleer Santralı kazasından etkilendiği düşünülen bölgelerin kanser hastalığı yönünden son durumunu ortaya koymak amacıyla yürütülen ‘Karadeniz Bölgesi Kanser ve Kanser Risk Faktörleri Araştırması’nın sonuçları açıklandı. Ülke genelinde görülen kanser sayılarındaki artışın büyük ölçüde kanser kayıtlarının çok daha titizlikle tutulmasından kaynaklandığını belirten Akdağ, şunları söyledi:
“Karadeniz Bölgemizde kanser vakaları diğer bölgelerimizden farklı bir artış göstermemektedir. Ülkemizin tüm bölgelerinde görülen kanser sayılarındaki artış, büyük ölçüde kanser kayıtlarını çok daha titizlikle tutmamızla ilgilidir. Ancak bazı kanserler için gerçek artışın önemli bir sebebi yaygın sigara tüketimidir. Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında ülkemizde sigara ile ilgisi ispatlanmış, bronş-akciğer, mesane ve gırtlak kanserlerinde diğer kanserlere göre ciddi bir fazlalık bulunmaktadır.”
Koskoca bakan böyle diyor, bize söz düşmez artık... Yetkililer basit bir kıyasla Isparta’yla Trabzon arasında kanser vakalarına dair karşılaştırma yapıldığında bu iki il arasında kanser artışlarının birbirine paralel olduğunu, bunun da son yıllarda Karadeniz’de kanser artışının söz konusu olmadığını gösterdiğini, vakaların Çernobil’le ilişkilendirilemeyeceğini belirtiyorlar.
Ne yalan söyleyeyim, onlar böyle dese de beni bu rapor tatmin etmiyor. Şahsen bu raporda da bir kısım hileler seziyorum. İnşallah onlar haklı çıkarlar. Biz haksız çıkmaya dünden razıyız. Fakat bilinmelidir ki hakikatler örtbas etmekle ortadan kaldırılamaz. Gerçekler acı da olsa olduğu gibi açıklanmalıdır.
MEZHEP HOLİGANLIĞI
M.NİHAT MALKOÇ
Mezheple holiganlık ifadeleri birbirinden ne kadar da uzak ve birbirine ne kadar da soğuk duruyorlar. Öyle ya ‘holigan özellikle futbolda fanatizmi besleyen ve çevreye zarar vermeye eğilimli taraftar, serseri, hayta’ demektir. Mezhep ise bir dinin görüş, yorum ve anlayış ayrılıkları sebebiyle ortaya çıkan kollarından her biri anlamında kullanılır.
Bilindiği gibi Peygamberimiz (S.A.V.) hayatta iken herhangi bir mezhebe ve müçtehide ihtiyaç duyulmuyordu. Çünkü peygamberimiz doğrudan doğruya meseleleri ve ilgili hükümleri birinci kaynağından, yani vahiyden alıyordu. O, Rahman’a kavuştuktan sonra mezhepler de yavaş yavaş oluşmaya başladı. Bilindiği üzere mezhep konusu uzun yıllardan beri tartışılagelmektedir. Bazıları mezhepleri ayrık otu ve ihtilaf unsuru olarak görmektedir. Fakat durum hiç de öyle söylendiği gibi değildir. Hak mezhepler ihtiyaçtan ötürü doğmuşlardır. Birbirine düşman ve muhalif değillerdir.
Mezhepler kendi içinde itikadî ve amelî olmak üzere ikiye ayrılır. İslam’ın nasıl yaşanacağına dair Kur’an, sünnet ve mezhepler bize yol göstermektedir. Birden çok hak mezhebin varlığı ise hadiselere bakış açısının farklılığından kaynaklanmaktadır. Fakat bu ayrılıklar imanî hususlarda görülmemektedir. Mezhepler İslam’ın büyük imamlar tarafından yorumlanmasıdır. Bu imamların hepsi de ihlâslı ve takva sahibi Müslümanlardır. Bunların Müslümanlarca eleştirilmesi mevzubahis değildir. Mezhep ayrılıklarının özünde anlayış ve yorum farklılıkları yatmaktadır. Konuyu daha iyi kavratmak için yaşanmış bir hadiseyi dikkatlerinize sunmak istiyorum:
Hz. Peygamber Efendimiz namaz kılarken mübarek alınlarına taş batar ve alınları kanar. Hz. Ayşe (r.a.) validemiz taşı Peygamber Efendimizin alnından alarak yere atarlar. Resulullah Efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını kılarlar. Hanefi mezhebi imamı, İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri ile Şafii mezhebi imamı, İmam Şafii Hazretleri abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi değerlendirirler. İmam-ı Azam Hazretleri, “Peygamber Efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı için efendimiz abdest almıştır.” hükmüne varırken; Şafii Hazretleri abdestin bozulmasını Hz. Ayşe (r.a.) validemizin Peygamber Efendimizin alnına dokunmasına bağlamıştır. Böylece Hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri olurken, Şafii mezhebinde kadının temasıyla abdestin bozulması kaide olarak benimsenmiştir. Bu yorumların hiçbirini yanlış olarak niteleyemeyiz. İkisi de doğrudur, hangi mezhebe inanıyorsanız onun anlayışını benimsersiniz. Üstelik mezheplerin yaklaşımlarının faklılıkları bazen değişik kolaylıkları da beraberinde getirmektedir. Demek ki bunda da rahmet vardır.
Dikkat edilince görülecektir ki hak mezhep imamları İslamî hakikatlerde ayrılığa düşmemişlerdir. Sadece bir kısım İslamî uygulamalarda farklı görüşler beyan etmişlerdir. Bu aslında ayrılık değil, dinî zenginliktir. Hem mezhep imamları ve onların taraftarları birkaç istisna dışında hiçbir zaman birbirleriyle kavgalı olmamışlardır. Dört büyük hak mezhebin sadece uygulamalarında farklılıklar görülmüştür. Hiçbir mezhep ötekinin uygulamalarını küçük düşürücü ve yalanlayıcı bir tutum içerisinde olmamıştır. Bu mertebeye gelmiş insanlarda fitne ve fesat aramak içimizdeki kirin zahire yansımasından başka bir şey değildir. Maliki mezhebi kurucusu İmam Malik, mezhebine dair bakış açılarıyla ilgili olarak “Ben bir beşerim. Bazen hata, bazen de isabet ederim. Bu sebeple benim rey ve içtihadımı inceleyiniz. Kitap veya sünnete uygun bulursanız, kabul ediniz, bulmazsanız reddediniz.” demiştir.
Kim ne derse desin mezheplerin dinî yorumlarının farklı olması aslında Müslümanlar için nifak değil, rahmettir. Nitekim Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde, “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” buyurarak buna işaret etmiştir. Hem bizler onca imanî zaafımıza rağmen kalkmış mezhepleri, onların büyük imamlarını ve verdikleri fetvaları tartışıyoruz. Dünyada ve Türkiye’de suni bir mezhep karmaşası almış başını gidiyor. Dört hak mezhebin dışında başka mezhepler oluşturuluyor. Dört hak mezhebin dışındaki bu yeni mezheplerin taraftarları aynı Allah’a, aynı kitaba(Kur’an-ı Kerim) , aynı peygambere(Hz. Muhammed) inandıkları halde maalesef ağır sözlerle birbirini rencide ediyorlar.
Türkiye’de yaşayan bazı kesimler Şiileri ve Vahhabileri Müslüman kabul etmiyorlar. Aslında bazı konularda farklılıklar olsa da Şiilerle Vahhabilerin imanî konularda bizden pek de farklılıkları yoktur. Allah’ımız, kitabımız, peygamberimiz aynı olduktan sonra ayrıntılara takılıp kalmanın kime ne faydası vardır? Bunca birin yanında ikilik neden? Kişilerin Müslümanlığını tayın etme ve onaylama yetkisi kimseye verilmemiştir.
Şurası açıkça bilinmelidir ki kimsenin cennete veya cehenneme bilet kesmeye hakkı ve hükmü yoktur. Özellikle Batılılar, savaş meydanlarında yenemedikleri Müslümanları bölüp fırkalara ayırmak için asırlardan beri uğraştılar. Bunu, önlerindeki lokmayı kolay yutmak için yaptılar. Bizler de onların basit oyunlarına alet olduk. Küçüldük, eridik, yok olduk.
Birileri mezhep holiganlığı yaparak Müslümanların gücünü kırıyor. İslâm düşmanlarının bu kötü oyununa gelmeyelim. Birlerimizin çokluğu bizi birliğe ve kurtuluşa götürsün. Mümin ölçü üzere hareket eder. Müslüman’a holiganlık, hele de mezhep holiganlığı hiç yakışmaz. İman kardeşliği bağı bizi birbirimize sıkı sıkıya bağlamalıdır.
Hangi mezhepten olursa olsun Müslümanlar kardeştirler. Kardeşlerin arasına fitne tohumları ekenlere müsaade etmeyelim. Tevhid inancıyla hareket edenleri kucaklayalım. Mezheple holigan kelimeleri yan yana hiç de şık durmuyorlar. Hiçbir konuda fanatizme ve holiganlığa tevessül etmeyelim. Söz konusu olan mezhepse hassasiyetimizi ikiye katlayalım; asla bölücü ve ayrıştırıcı olmayalım. Çünkü İslâm vahdet ve tevhid dinidir.
FUTBOLUN EFENDİSİ: FATİH TEKKE
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanları birbirinden ayıran en önemli olgu kişiliktir. Kişilik davranış biçimlerinin bütünü ve hayata bakış açısının hareketlere dökülmüş kalıbıdır. Kişiliğin gelişmesinde yaşanılan toplumun ve ailenin tesiri büyüktür. Okuduklarımız ve arkadaşlarımız da şahsiyetimizin oluşmasında etkilidir. Karmaşık ilişkilerin ürünüdür kişilik… Kişiliğin önemiyle ilgili olarak yaşanmış bir hikâye anlatılır:
“Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. İçeriye kızgın bir bakış atıp kürsüye geçiyor. Tebeşirle tahtaya kocaman bir ‘1’ rakamı çiziyor. ‘Bakın’ diyor. ‘Bu kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey…’ Sonra ‘1’ in yanına bir ‘0’ koyuyor: ‘Bu başarıdır. Başarılı bir kişilik ‘1’ i ‘10’ yapar.’ Bir ‘0’ daha… ‘Bu tecrübedir. ‘10’ iken ‘100’ olursunuz.’ Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor: Yetenek, disiplin, sevgi... Eklenen her yeni ‘0’ ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca… Sonra eline silgiyi alıp en baştaki ‘1’ i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor ve hoca yorumu patlatıyor: ‘Kişiliğiniz yoksa öbürleri hiçtir.’
Bu yaşanmış anekdotta(hikâyecik) da belirtildiği üzere kişilik bütün başarıların önünde yer alması gereken bir olgudur. Bir insanın kişiliği bozuksa onun elde ettiği başarılara da ehemmiyet verilmemelidir. Çünkü başarılar geçici olduğu halde kişilik kalıcıdır. Hafızlara kazınan ahlâkî yanlarımızdır. Bu yazımda sizlere her bakımdan bir kişilik abidesi olarak gördüğüm futbolun efendisi Fatih Tekke’den söz edeceğim.
Fatih Tekke, 9 Eylül 1977 tarihinde Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde doğdu. Ben de aynı ilçeden olduğum için kendisine büyük sevgim ve sempatim vardır. Çok erken yaşta Trabzonspor A takımına yükselen Fatih Tekke, tecrübesizliği ve sinirli kişiliği yüzünden Altay’a kiralandı. Altay’da futbol hayatını sürdürürken ayağı kırıldı, fakat genç olduğu için çabuk düzeldi. Trabzonspor’a geri döndüyse de yararlı olamayacağı düşünülerek Gaziantep’e gönderildi. Buradan 2002–2003 sezonunda Trabzonspor’a geri döndü, bu dönemden itibaren takımın en önemli gol silahı oldu ve Trabzonspor’un kaptanlığını üstlendi. Takıma katılmasıyla Trabzonspor bir çıkış yakaladı ve iki Türkiye Kupası’yla birlikte iki lig ikinciliği kazandı. Ayrıca 2004–2005 sezonunda 31 golle gol kralı oldu. Fatih Tekke, Türk Milli Futbol Takımı formasını da giymektedir. Milli Takımımızın beş yüzüncü golünü atma şerefi de kendisine nasip oldu. İstatistikî açıdan bakılınca tarihe not düştü.
Fatih Tekke’nin hayatı futboldan ibaret değil… Ailesine çok düşkün olan Fatih, fırsat buldukça kitap okumayı ihmal etmiyor. Kamplarda dinlenirken bile kitapları elinden düşürmüyor. O kendini geliştiren ve yenileyen bir yapıya sahip… Tarihe oldukça meraklı… Osmanlı tarihini, peygamberlerin hayatını, sahabe hayatını, yakın tarih ile ilgili bir sürü kitap okuduğunu belirtiyor. En güzel hediye olarak kitabı görüyor ve dostlarının kendisine pahalı şeyler değil, kitap hediye etmesini istiyor. Yazdıklarına çok inandığı isimlerin başında ise Ahmet Kabaklı ile Necip Fazıl Kısakürek geliyor. Bunun yanında Oktay Sinanoğlu ve Soner Yalçın’ın kitaplarını da okuyor. Kendisine kitapların penceresinden baktığımızda futbolcularda ender görülen bir okuma aşkıyla dolu olduğunu görüyoruz.
Trabzonspor’un yetiştirdiği bu değerli futbolcu, inanç bakımından da bizim özelliklerimizi fazlasıyla taşıyor. Çünkü o her şeyden evvel çok inançlı ve vatansever bir yapıya sahiptir. İbadetlerini iyi bir Müslüman imajının gerektirdiği şekilde yerine getiriyor. İyi bir evlat ve iyi bir aile babasıdır. Düzenli bir aile yaşantısı vardır. Çok gayretli ve azimli bir yapıya sahiptir. Bugün zirvedeyse bunu bu karakteristik özelliklerine borçludur.
Fatih Tekke, bu şehrin(Trabzon’un) evladı olduğu için hep takımının menfaatlerini ön planda düşündü. Bunu son transferinde de bizzat gördük. Değişik dünya takımları tarafından istenmesine rağmen takımına en büyük maddî katkısı sağlayan bir Rus takımına, Zenit. St. Petersburg’a transfer oldu. Bu transfer neticesinde Trabzonspor’a yedi buçuk milyon euro(yuro) gibi astronomik bir para girdisi sağladı. Oysa Zenit dünya sıralamalarında olmayan bir takımdı. Bu takım Fatih’e fazla bir değer katamazdı. Fakat o bugüne kadar bir Türk futbolcusuna verilen en büyük transfer ücretini eski takımına kazandırdı. Bu para Trabzonspor’un canlanmasına ve maddî açıdan rahatlamasına sebep oldu. Kaptan Fatih yine yapacağını yaptı ve giderayak gemisini kurtardı.
O şimdi Rusya’da Türk futbolunu en iyi şekilde temsil ediyor. Zenit St. Petersburg takımında gollerini sıralıyor. Bu arada Trabzonspor kendi değerlerini çiğneyerek yabancılardan medet umuyor. Fatih’in takımdan gitmesinden sonra Trabzonspor tarihte örneği görülmemiş bir biçimde ligin dibine demir attı. Bakalım kimlerin doğruları isabet kaydedecek. Ömrümüz olursa yaşayıp göreceğiz. Fatih’e, sevgili hemşehrime Rusya’da da üstün başarılar diliyorum. O orada da başaracaktır. Allah yâr ve yardımcısı olsun.
ALKOLİZM BATAKLIĞI
M.NİHAT MALKOÇ
Sağlık biz insanların en kıymetli hazinesidir. Bu, parayla ve çalışmayla elde edilemez. Vücut, Allah’ın bize emanetidir. Bu hassas yapıyı korumakla mükellefiz. Hiçbir şey sıhhatten daha değerli değildir. Makam, mevki, şan, şöhret hepsi geçicidir. Bu hakikati Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman (şiirdeki mahlası Muhibbi) şu beytinde veciz bir ifadeyle dile getirmiştir:
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
Alkolün tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlığın yerleşik hayata geçmesiyle alkol üretimi de başlamıştır. İlk bira bundan sekiz bin yıl önce Mezopotamyalıların arpayı ekmek yapmak için ıslah etmesiyle yapılmıştır. Sümerlerin altı bin yıl önce Batı İran ve Anadolu’daki Godin Tepelerinde bira ve şarap içtiği bilinmektedir. Bu yanlış tutum ve davranış bugün artarak devam etmektedir. İnsanlar göz göre göre, üstelik para vererek kendilerini zehirlemektedir.
Sıhhatimizin değerini bilmiyoruz. İçki ve sigarayla bu hayatî varlığımızı tahrip ediyoruz. Alkolizm bataklığına saplanan insanlarımız çırpındıkça daha çok batıyor. Günümüzde sigara ve alkole başlama yaşı 12-15’e düşmüştür. Bu korkunç bir hakikattir.
Gençlerimizin alkole başlamalarının başta gelen sebebi büyüklere özenmektir. Yapılan araştırmalara göre ailesi alkol kullanan çocukların tamamına yakını sigara ve alkol kullanmaktadır. Bu hususta kötü arkadaş ve çevrenin rolü inkâr edilemez. Anne ve babalar çocuklarını, kedinin fareyi takip ettiği gibi takip etmesi gerekir ki bu savunmasız yavrular alkol batağına saplanmasın.
Yakın bir zamana kadar televizyonlarımızda bira reklâmı yapılmaktaydı. Oysa alkollü ürün reklâmı kanunen yasaktı. Fakat bu engeli aşmanın kolayı vardı. Ne yaptılar? ... Söz oyunlarına sığınıp reklâmlarında “alkolsüz bira” sloganını kullandılar. Böylelikle de kanun engelini rahatlıkla aştılar. Aslında alkolsüz bira olmayacağını büyük küçük herkes biliyordu. Alkolsüz içeceğe bira değil, dense dense kola veya meyve suyu derler. Çocuk mu kandırıyorsunuz siz? ... Çok şükür ki son yıllarda bu çirkefliğin önüne geçilerek ekranlar bira reklâmı görüntülerinden arındırıldı.
Birada yüzde beşin üzerinde alkol vardır. Bilim adamlarına göre, içinde yüzde iki buçuk alkol bulunan içki, alkollü içkidir. Siz hangi mantıkla alkolsüz bira ifadesini kullanıyorsunuz? İşin dinî yönüne gelince Peygamber Efendimiz bunun ölçüsünü de şöyle koymuştur: “Çoğu sarhoşluk verenin azı da haramdır.” Mesele apaçık ortadadır.
Bazı kendini bilmezler alkolün bazı hastalıklara yararlı olduğu iddiasındadır. Tıbbın bu konuda verdiği hiçbir ilmî dayanak yoktur. Bunların tamamı uydurmadır. Peygamberimiz Hz. Muhammet(SAV) bir hadis-i şeriflerinde: “Haramda şifa yoktur.” buyurmuştur. Müslümanların Tıbbi Nebevî’ye(Peygamberimizin sağlıkla ilgili söz ve uygulamalarına) inanmaları esastır.
Hastalıkların önemli bir kısmı alkolden kaynaklanmaktadır. Damar tıkanıklığının sebebi bu zehirli maddedir. Bu yüzden pek çok insan, mühim uzuvlarını kaybetmiştir. Saygısız, terbiyesiz ve başıboş bir neslin hamuru alkolle yoğrulur. İçki aklı zayıflattığı için sarhoş insanlar, sağlıklı kararlar veremezler. Trafik kazalarının çoğu bu yüzdendir. Sigara ve alkol yüzünden felç olanların sayısı az değildir. Vicdan merkezli konuşursanız alkolün tek bir yararını bile gösteremezsiniz.
Alkol içen kişilerin çoğunda fizikî ve ruhî sıkıntılar görülmektedir. Kişi bu illetten kurtulmadıkça vücut huzur ve sükûn bulamaz. Devamlı alkol içenlerin sinir sistemi ve böbrekleri iflas eder. Bunun sosyal yapıya verdiği zararları saymakla bitiremeyiz. Alkolik aile reislerinin evlerinde huzur aramak beyhudedir. Onların eşleri, çocukları ve kendileri açık hapishanede yaşıyor gibidirler. El ve ayakları bağlı olmamasına rağmen zehirli kadehlere tutsaktırlar.
Alkoliklerin ilk zamanlarda geniş çevreleri olur. Onunla ölüm yolculuğuna çıkanların bir kısmı ellerindekileri kaybedince bu yoldan çark ederler. Bazıları hakikatleri görerek bu çıkmaz sokaktan geri dönerler. İçmekte ısrar edenler çevrelerine zarar vermeye başlarlar. Böylelikle de arkadaşları onları yavaş yavaş terk eder. Sorumluluk duyguları sıfırlanır. Kısa zamanda işlerini ve aşlarını kaybederler. Zamanla evlerine uğramaz olurlar. Zaten uğrayacak evleri de kalmaz. Gecenin karanlığında, tekinsiz yerlerde yapayalnız kalırlar. Çoğunun ekonomik yapıları bozularak yuvaları dağılır.
Şu işe bakın Allah aşkına! ... Paramızla kendimizi zehirliyoruz; dünyayı kendimize zindan ediyoruz. Bir anlık mutluluk ne kadar da pahalıya mal oluyor. Anne-babaların çocuklarına sahip çıkması gerekir. Yoksa iş işten geçtikten sonra ah vah fayda etmez.
Alkolikler hasta ruhlu insanlardır. Alkol onların bütün metabolizmasını bozmuştur. Onların hasta olduklarını kabul etmesi tedaviyi hızlandırır. Alkolikliğin normal bir davranış gibi algılanması tedavi sürecini sekteye uğratır. Zaten hasta olduğuna inanmayan alkolikler tedaviye de yanaşmazlar.
Alkolün suç işlemedeki etkisini bilmeyen yoktur. Çünkü alkol aklı bir noktadan sonra devre dışı bırakır. Kişi doğrularla yanlışları ayırt edemez olur. Özellikle hamile kadınların alkolden uzak durmaları gerekir. Zira alkol kullanan anne adaylarının doğacak çocuklarında zihnî ve bedenî rahatsızlıkların oluşma ihtimali diğerlerine göre çok yüksektir.
Ülkemizdeki trafik kazalarının önemli bir bölümü alkolden kaynaklanmaktadır. Alkol merkezi sinir sistemi üzerine tıpkı genel anestezi yapan maddeler gibi etki eder. Kişinin ani karar verme yetisi sekteye uğrar. Böylelikle ölümlü kazalar meydana gelebilir.
İnsanlar içkiyi daha çok zevk almak için tüketmektedir. İçki hiçbir meseleyi halletmez; bazılarının zannettiği gibi dertlerimizi azaltmaz. Efkârımızı dağıtmaz. Uzaklaşmak istediğimiz duygu ve düşünceleri belli bir süreliğine unutmamızı sağlar. Fakat bilindiği gibi problemler unutmakla çözülmez. Bu tembel mantığıdır. Meseleler ancak akılla ve sağduyulu yaklaşımlarla halledilebilir. Bu da alkolden uzak dingin ve sağlıklı bir kafayı gerektirir. Gelin dünyaya ayyaş gözüyle değil, sağlık penceresinden bakalım. Unutmayalım ki dünyada ölümden başka çözümsüzlük yoktur. Alkol hiçbir meselenin çözümünü sağlamaz. Aksine her şeyin arapsaçına dönmesine zemin hazırlar.
ÖLÜYE SAYGI VE MEZARLIKLARIMIZ
M.NİHAT MALKOÇ
Ölüsüne saygısı olmayan milletlerin dirisine de saygısı olmaz. Çünkü her ölü, dünyadan göçmüş olsa da manevî bir şahsiyettir. Onun geçmişte yaptıklarına, sürdürmüş olduğu hayata ve insan oluşuna hürmet göstermek gerekir. Kişi öldü diye onu kıymetsiz bir varlık olarak göremeyiz. Biz ölüsüne azamî derecede saygı ve hürmet gösteren bir inancın mensuplarıyız. Ceddimiz ölülerini diriler kadar önemser ve onlara kıymet verirdi.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında mezarlıklara çok önem verilirdi. O dönemde oluşturulan mezarlıklar çok bakımlı ve tertiplidir. İster halktan olsun, isterse yüksek kesimden olsun Osmanlı zamanında bakımsız kabristana rastlanmazdı. Buralarla ilgilenen ve bu işten ekmek yiyen özel hizmetliler vardı. Onlar hem ölüsüne, hem de dirisine kıymet veren bir medeniyetin temsilcisiydiler. Onun içindir ki uzun ömürlü bir idare kurdular.
Ölümü bize hatırlatan, hiç kimsenin saklayamayacağı ve kabul edemeyeceği cesetleri bağrına basan mezarlıklar hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlık var oldukça ölüm de var olacaktır. Ölüler yine toprağın kara bağrında gizlenecektir. Ölüm ve mezarlıklar edebiyatımızda da yaygın olarak yer almış, ağırlıklı bir tema olarak işlenmiştir. Son dönemin usta şairlerinden Üstat Necip Fazıl Kısakürek mezarlıklarla ilgili olarak ironiyle karışık şu dörtlükleri dile getirmiştir:
“Kapıya ne icra memuru gelir,
Ne Birinci Şube sivil polisi....
İçerde kimine kuş tüyü sedir;
Yüz üstü toprağa düşer kimisi....
Bir musiki orda zaman ve mekân....
Yıldız dolu feza küçük camekân...
İmkân atomunu çatlatan imkân....
Bir hiç ki, içinde heplerin hepsi”
Osmanlı devletinde köklü bir ölüm ve mezar kültürü mevcuttu. Ölüler büyük bir ihtimamla gömülürlerdi. Mezarlar planlı ve tertipliydi. Evlere, cadde ve sokaklara gösterilen özen mezarlara da gösterilirdi. Her mezarın ayak ve başucunda birer mermer veya kesme taş bulunurdu. Bu taşlar usta yazıcılara işletilirdi. Ölümle ve ölüyle ilgili bilgi ve hatırlatmalar taşa kazınırdı. Bu gelişigüzel yapılmazdı. Hat sanatı burada titizce kullanılırdı. Mezar taşlarına işlenen yazıların ve şekillerin hepsi planlı ve anlamlı olurdu. Bunun da bir kökeni ve geleneği vardı. Her mezara aynı işaretler konulmazdı. Her mezar taşı bir şeyi simgelerdi. Bu başlı başına bir sanat dalıydı. Bazı mezar taşlarının anlamları şöyleydi:
Sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak mezar taşına işlenen başlıklar erkeğin meslek ve meşrebini gösteriyor. Başlıktaki çiçek süslemeler ise mezarın kadına ait olduğunu belirtiyor. Bunların yanında mezar taşındaki sarık müderris ve defter eminlerini; kavuk orta dereceli memurları, ihtişamlı kavuklar Osmanlı yönetiminde sadrazam, kubbealtı vezirlerini ve kaptan-ı deryaları; uzun külah Mevlevî tarikatı mensuplarını; çapa, gemi direği, yelken denizcileri; hokka ve kalem, kâtipleri; lahana, bamya cirit takımı oyuncularını; yazısız mezarlar cellâtları; kırık başlı mezar taşları yeniçerileri; müzik enstrümanı müzisyenleri temsil eden mezar taşlarıdır. Yani kişinin mezar taşına bakarak o kişinin mesleğini ve meşrebini anlamak mümkündü.
Günümüzde mezarlar da, mezar taşları da sıradandır. O eski mezar kültürü ve geleneği devam etmiyor artık. Bilindiği gibi Osmanlı döneminde Arap hurufatı kullanılıyordu. Harf devrimiyle beraber mezar taşlarımız da Latin kökenli alfabeyle yazılıyor artık…. Bu yazıların sanat bakımından hiçbir özelliği yoktur.
Günümüzün insanı eski harflerden bîhaberdir. Torunlar dedelerinin mezar taşlarını okumaktan acizdirler. Eski mezarlıkların önünden geçerken uzun uzun yazılara rastlıyoruz. Fakat Osmanlıca bilmediğimiz için bu taşlarda neler yazdığını bilemiyoruz. Geçenlerde bir gönüllü kuruluş “Dedenizin mezar taşını okumak ister misiz? ” sloganından yola çıkarak Osmanlıca kursu açtı. Bu Osmanlıca kursuna, tarihçisinden mühendisine dek pek çok meslek grubundan geniş katılım oldu. Demek ki insanlar eski yazıya merak duyuyor. Her gün önünden geçtiğimiz mezar taşlarında neler yazdığını merak edenlerimiz az değil. ‘Ceddinin mezar taşlarını okuyamayan toplum’ damgasını yemekten utanç duymalıyız. Atalarımız bizim için, en değerli varlıkları olan canlarını bile göz kırpmadan verdi. Bizler onların mezar taşlarını bile okuyamıyoruz. Bizi bundan daha iyi ne anlatabilir ki? ...
Aslında mezarlar çok önemli görevler ifa ediyor. En azından bize ölümü hatırlatıyorlar. Eskiden mezarlar şehirle iç içe olurdu. Günümüzde mezarlar şehirlerden uzak yerlere kuruluyor. Şehir içindeki mezarlıklar da bozulup yol ve park haline getiriliyor. Adeta ölümü hatırlatan her şey gizleniyor. Fakat biz mezarları ne kadar uzaklara kurarsak kuralım ölüm bizi unutmayacaktır. Azrail denen ölüm meleği vakti geleni ebedî istirahatgâhına taşıyacaktır.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Mezarlarımızı ortak alanlar belleyip onları temiz tutalım. Vakti gelince çiçek dikelim, uzamış çimlerini biçelim. ‘Nasıl olsa ölüler kalkıp kızamaz’ deyip çöplerimizi buralara bırakmayalım. Özellikle yeni kurulan mezarların planlı olmasına dikkat edelim. Şehirlerimizdeki nizamsızlığı bari buralara taşımayalım. Bizlerin de bir gün buralara göç edeceğini hatırlayıp kendimize çeki düzen verelim. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışırken yarın ölecekmiş gibi ölüme veya dönüşü olmayan göçe hazırlıklı olalım. Neticede ‘Her nefis ölümü tadacaktır.’ (Âl-i İmran S.–185. Ayet) .
YÖNETİŞİM ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Yirmi birinci asrın pek çok şeyi değiştirdiği konusunda sanırım mutabıkız. Yeniçağ pek çok değişimi ve dönüşümü beraberinde getirmiştir. Bunları takip edebilenler kazanacak, takip edemeyenler doğal olarak kaybedecektir. Zaman hızla ilerlemekte ve geri kalanlar ilerdekilerin izini sürmede zorlanmaktadır. Onun için hiçbir konuda zaman kaybına tahammülümüz yoktur. Hiçbir konuda çağın gerisinde kalmamalıyız.
Küreselleşmenin tesiriyle günümüzün yönetim anlayışı da sil baştan değişmiştir. Eskiden tek bir beynin kontrolünde ve tekelinde gelişirdi her şey… Oysa günümüzde çerçeve genişlemiş, yönetimin yerini yönetişim almıştır. Yönetişim resmî ve özel kuruluşlarda idari, ekonomik, politik otoritenin ortak kullanımı demektir. Bunun yanında merkeziyetçi yönetim anlayışı, yerini yerel yönetim anlayışına bırakmıştır. Artık ‘Büyükler bizim yerimize düşünürler’ mantığı iflas etmiştir. Bunun yerini grup olarak fikir geliştirme eylemi almıştır.
Yeniçağın yönetim anlayışında gizlilik saklılık yoktur. Her şey şeffaf zeminlerde gerçekleştirilmektedir. Vatandaş bilinçlenerek siyasal iradenin uygulamalarını sorgulayabilecek duruma gelmiştir. Batı’da bunun örneklerini görmek mümkün olsa da bu bizim yönetim anlayışımıza tam anlamıyla yansımamıştır.
Devlet yönetiminde katılım ne kadar geniş olursa alınan kararlar da o kadar isabetli olur. Sivil toplum kuruluşlarını tartışma ve karar alma mekanizmalarının dışında bırakan anlayışlar çok gerilerde kalmıştır. Çünkü sivil toplum kuruluşları bağlı bulundukları toplumun beyni konumundadır. Onların bilgi birikiminde faydalanılması gerekir.
Yönetim mekanizmaları, aldıkları kararlar ve yaptıkları uygulamalar hakkında temsilcisi bulundukları toplumu sürekli bilgilendirmek zorundadır. Hiçbir şey kapalı kapılar ardında oldubittiye getirilmemelidir. Bilgi akışı sekteye uğratılmamalıdır.
Yönetimin istenen düzeyde olabilmesi için iletişimin kusursuz olması gerekir. Aksi halde organizasyonlardan beklenen verim alınamaz. Vatandaşların talep ve ihtiyaçlarını dikkate almayan yönetimler kalıcı olamazlar. Yönetenle yönetilenler birbirinin istek ve beklentilerini bilmek durumundadırlar. Aksi halde ortak paydada birleşemezler.
Günümüzde modern devletler yönetimin değil, yönetişimin peşindedirler. Çünkü bu yöntemle daha çabuk yol alınıyor, daha kaliteli hizmetler veriliyor. Devlet yönetiminde temsil, katılım ve denetim daha iyi sağlanıyor. Böylelikle yerinden yönetim, yönetimde açıklık ve sorumluluk daha uyumlu bir hâl alıyor. Neticede zincirin halkaları daha bir kavi kenetleniyor.
İnsanı iyi yöneten ve ondan azamî derecede verim alan idareciler kurumlarını sebat ettirirler. Yönetişimde güven duygusu esastır. Fertlerin güvenini kazanabilirseniz onların size açılımı ve katkısı o derece hızlanacaktır. Kamu kurumlarını özel bir firma gibi görüp o zihniyette yaklaşmak başarıyı da beraberinde getirecektir. Özel sektör, başarısını bu birlikte hareket etme anlayışına borçludur.
Türkiye’de yönetim anlayışı hâlâ rayına oturtulamamıştır. Zamanına göre modern sayılsa da bugün yönetim mekanizmalarında Tanzimat’tan kalan izler silinmelidir. Bir buçuk asır evvelki Türkiye ile bugünkü Türkiye aynı değildir. O zamandan bu zamana zihniyet ve yapı olarak çok şey değişmiştir. Bunun yönetim anlayışına ve uygulamalarına da yansıması şarttır.
Yönetim ve yönetişimin bariz farkları vardır. Yönetim daha dar kapsamlı olmasına rağmen yönetişim gönüllü kuruluşları da içine aldığı için kapsam bakımından daha geniştir. Yönetim tepeden inmeci olduğu halde yönetişim farklı sistemleri yönlendirmeyi esas alır. Yönetim daha sert, yönetişim daha katılımcı ve esnektir.
Yönetişim çoğulculuğa dayanır. Yönetişimde tek başına hareket etme yerine birlikte düzenleme, birlikte yönetim, birlikte üretim ve kamu özel sektör ortaklığı esas alınmıştır. Bu da verimliliğin sağlanmasını, rekabetin ve girişimciliğin gelişmesini beraberinde getirmektedir. Bu sisteme göre vatandaşlar yönetilenler değil, taraftırlar aynı zamanda. Bu nedenle yönetime aktif olarak katılma ve fikir beyan etme hakları vardır.
Yönetişimde hukukun üstünlüğü, yönetimde şeffaflık, hesap verme sorumluluğu, yönetim ahlâkı, rekabete ve piyasa mekanizmasına işlerlik kazandırma, toplumu güçlendirme, dijital devrime uyum sağlama, etkin sivil toplum ve katılım, denetim, toplam kalite, yerinden yönetim, kurallar ve sınırlamalar esas alınmıştır.
Türkiye’nin yönetimden, yönetişime geçmesi sancılı olacaktır. Çünkü öncelikle bunun gerçekleştirilmesi eski kafa yapımızın yeni düzenle uyumlu hâle getirilmesiyle mümkündür. Değişimler bizde hep sancılı olmuştur. Bilindiği gibi yönetişim şeffaflık, hesap verebilirlik ve katılım sacayağı üzerine oturtulmuştur. Bizler bu üç unsurdan sınıfta kalmış bir milletiz. Bunun yanında yönetişimi cevap verebilirlik, hukukun üstünlüğü ve eşitlikle beslemeliyiz. Türkiye vakit kaybetmeden yönetimden yönetişime geçmelidir.
'HEY GÖNÜLDAŞ'
M.NİHAT MALKOÇ
Bugüne kadar şiir üzerine neler söylenmemiştir ki! ... Şiir üzerine sessiz düşünenlerin yanında, fikrini yüksek perdeden dile getirenler de olmuştur. Bazıları, içinde birikenleri kitlelerle paylaşmış, bazıları da bu alana ilgi duyanlara yol göstermiştir. Fakat şiirin nasıl yazılması gerektiğine dair nasihat verenler, şiirin nasihat dinleyerek yazılamayacağını, şiirin önceden var olan bir duygu temeli üzerine oturtulduğunu akıl edememişlerdir.
Türkiye'de yazı(roman, hikâye, makale, deneme) yazan isimlerin çoğu, aynı zamanda şiirle de uğraşmaktadırlar. Esas işlerinin yanında şiire de zaman ayırmaktadırlar. Sanki şiir yazmamak bir eksiklikmiş gibi o alanı da ilgi sahalarına dâhil etmektedirler. Bu isimlerden birisi de Trabzonlu araştırmacı-yazar Mustafa Yazıcı'dır. Kendisi ortak ve ferdi olmak üzere altmışın üzerinde kitaba imza atmıştır. Bu kitaplardan altı tanesi de şiir içeriklidir. Bu kitaplardan sonuncusu olan 'Hey Gönüldaş' tan bahsedeceğim size. Kitapla ilgili değerlendirmelere geçmeden evvel Yazıcı'nın 'Hey Gönüldaş' adlı kitabının arka kapağındaki 'Gönülden Gönüle Sürgün' adlı şiirinden bir bölümü dikkatinize sunmak istiyorum:
'Daha çok sürgün verdik gönüldaş!
Daha çok fışkırdık, filizlendik
Daha çok tazelendik...
Daha çok gürlendik, güzellendik…'
Şair Mustafa Yazıcı şiiri hak ve hakikati geniş kitlelere ulaştırmada bir vasıta olarak görüyor. Şiiri gönül eğlencesi olarak görmüyor. O, şiire bu yönüyle bir misyon(görev) yüklüyor. Bu açıdan bakınca yolları Necip Fazıl'la kesişiyor. Üstad Necip Fazıl, şiirin cemiyetteki konumunu ve amacını şöyle izah ediyordu: 'Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nispetlerini bularak mutlak hakikati arama işi...'
Mustafa Yazıcı, şiirlerini bir seri halinde yayınladı ve bu seriye 'Erciyes'ten Haykırışlar' adını koydu. O, Yüksek İslâm Enstitüsü'nü Kayseri'de okuduğu için uzun süre Erciyes'le iç içe yaşadı, oradan ilham aldı. 'Hey Gönüldaş' adını taşıyan bu şiir kitabı, serinin altıncı eseri olarak karşımıza çıkıyor. Değişik gazetelerde yazdığı yazılarda köşesinin adı da 'Gönüldaş'tı. Bununla ilgili olarak kitabın 'Sunuş' yazısında şöyle diyor:
'Şiirlerimi 'Erciyes'ten Haykırışlar' adı altında seri halinde kitaplaştırmaktayım. Erciyes, Türkiye'de en son sönmüş yanardağdır. Dünyadaki arkadaşları yeniden ateş püskürmüştür. Müslüman-Türk milleti sönmüş yanardağ misali sessiz sanılırken yeniden yanardağ patlaması misali bir uyanış gösterebilir. Bu nedenle bu konudaki tarihî tezimiz şiirsel ve edebî olarak da doğrudur.'
Yazıcı'nın birinci hamur kâğıda basılan 'Hey Gönüldaş' taki şiirleri genellikle öğretici(didaktik) özellikler taşımaktadır. Kitap 133 sayfadan meydana gelmektedir. Bazı bağımsız dörtlükleri de sayarsak kitapta yüze yakın şiir bulunmaktadır. Şair, kitaba isim olmuş 'Hey Gönüldaş' adlı şiirinde kendine yakın bulduğu insanlara şöyle seslenmektedir:
'Hey gönüldaş! ... / Kendini aş…
Allah'a yaklaş… / Geçmeden yaş
Saadete ulaş… / Dostla kucaklaş…'
Mustafa Yazıcı, ilahiyatçı olduğu için doğal olarak şiirlerinde dinî ve tasavvufî motiflere sıkça rastlanmaktadır. O, şiirlerinde dünyanın geçiciliği, manevî hayatı tanzim etmenin önemi, vefa duygusu, cemiyetin meseleleri, Allah sevgisi, ölüm, dostluk, eğitim, vatan sevgisi, Karadeniz, Trabzon, Erciyes gibi temaları ve konuları işlemiştir.
O, şiirlerini daha çok serbest tarzda yazmıştır. Heceyle yazdığı şiirleri azdır. Fakat kafiyelerden azamî derecede istifade etmiştir. Şiirde ölçüye riayet etmemiştir. Daha çok dörtlük ve beyit formlarını kullansa da bu konuda ısrarcı değildir. Şiirlerinde ağır imgeler yoktur. Daha doğrusu imge oluşturmaya gayret etmemiştir. Söylediklerini düz bir şekilde ifade etmiştir. Şiirlerinde derinlik yoktur. Bu yüzden onun şiirlerini vasat okuyucu da rahatlıkla anlayabilir. Zaten gayesi bazı gerçekleri şiir formunda dile getirmektir. Sanat ve hüner gösterme peşinde değildir. Dili sade ve pürüzsüzdür. Şiire yeni bir renk ve soluk getirme iddiası yoktur. Onun asıl alanı araştırmacı- yazarlıktır. Duygu coşkunluğunu frenleyemediği zamanlarda şiire de el atmıştır. Sözlerimi onun 'Yaşamak' adlı şiirinden aldığım dizelerle bitirmek istiyorum:
'Yaşamak, /Bazen denizde gümüşî pırıltı,
Rüzgârda esinti, / Ekmekte kırıntı…
Bazen dalgalarda hareket, / Sularda akış,
Hasatta bereket / Çiçekte açılış ve kokuş…
Bazen de yağmurda yağış, / Meyvede oluş…
Yıldızda ışık, / Güneşte doğuş…
Zamanda zaman, / Göklerde mavilik,
İnsanda mutluluk, Allah'a kulluk…'
NEFSE AĞIR GELEN SUAL: BUGÜN ALLAH İÇİN NE YAPTIN?
M.NİHAT MALKOÇ
Günler su misali akıp gidiyor. Ömür defterimizin sayfaları her geçen gün azalıyor. Hayat ağacının yaprakları bir bir dökülüyor. Artık ağaçta kalan yapraklar bizi hayat güneşinin kızgınlığından koruyamıyor. Ömür ağacının dalları gittikçe çıplaklaşıyor. Yorgun bedenimiz her seher vakti yeni bir ayaz yiyor. Yediğimiz her ayaz bizden bir şeyleri alıp götürüyor.
Fani âlemin fani çocuklarıyız biz… Günü gelince ömür defterlerimiz kapanacak. Dünyaya ait olanlar dünyada kalacak. Bizimle sadece salih amellerimiz gelecek. Uğruna yıllarca mektep sıralarında dirsek çürüttüğümüz diplomamız, övünme vesilesi olarak gördüğümüz ve üzerinde büyük bir gururla gerildiğimiz makamımız, canımızdan daha çok sevdiklerimiz, dişimizden tırnağımızdan artırarak biriktirdiğimiz servetimiz her şeyimiz ama her şeyimiz dünyada kalacak. Varacağımız nihai menzilde hiçbiri yoldaş olmayacak bize.
Günler geçiyor da bizler geçen günlerin içini doldurabiliyor muyuz? Her gece yatağımıza yattığımızda, Hz. Ömer’in kendisine sürekli sorduğu nefse ağır gelen şu suali kendimize soruyor muyuz? “Bugün Allah için ne yaptın? ” Soruyorsak da tatmin edici bir cevap alabiliyor muyuz? Aldığınız cevap sizi tatmin ediyorsa doğru istikamettesiniz, şayet cevaplarken dudaklarınız titriyorsa tez elden o çıkmaz yoldan geri dönün, sırat-ı müstakime yönelin. Zira gidişiniz hayra alâmet değil.
Aslında gücü ve mülkü sınırsız olan Allah’ın bizim yaptıklarımıza ve yapacaklarımıza hiç mi hiç ihtiyacı yok. Burada kast edilen ‘Bugün Allah rızası için ne yaptın? ’ sorusunda gizlidir. Bizler affa muhatap olmak için Allah’ın rızasına matuf ameller yapmak mecburiyetindeyiz. Rabbimiz bu amelleri vesile sayıp bizleri cennetine koyacak. Yoksa Allah’ın bizim kıldığımız namazlara, kestiğimiz kurbanlara, verdiğimiz zekâtlara, tuttuğumuz oruçlara ve zikrettiğimiz kelime-i tevhitlere ihtiyacı yoktur. Bunlar bizim sevaba ve affa ulaşabilmemiz içindir. Allah kulunu yüksek derecelere erdirmek için bunları sebep kılacak.
Kul yaratana karşı sorumluluklarını her gün hatırlayıp gözden geçirmelidir. Dünyaya niçin gönderildiğini, yaşamanın gayesini düşünüp tefekkür etmelidir. Her fert gidişatını kontrolden geçirip iç muhasebe yapmalıdır. Nasıl ki ticaretle uğraşanlar her günün sonunda kâr zarar hesaplamaları yapıp kendilerini murakabe ediyorlarsa öyle de kul manevî kazancını veya kaybını yoklamalıdır. Dünyadaki ticari iflasın dönüşü ve telâfisi olmasına rağmen manevî iflasın kurtuluşu yoktur. Kişi son nefesini vermeden kendini sığaya çekip düzeltmezse maazallah sonu hayır olmaz. Fani kazançlar için ebedî hayatı feda etmek ne büyük bir aldanıştır. Bunu görmemek ne büyük bir basiretsizliktir.
‘Gıybet yapmadım, harama bakmadım, harama el uzatmadım, yalan söylemedim, namazımı vaktinde kıldım, Allah’ı zikretmeyi hiç aksatmadım, kalp kırmadım, başkalarında kusur aramadım, israf yapmadım, malayani ve boş şeyler konuşmadım, dünya ve dünyalık için, mevki makam hırsıyla hiç kimseye iftira atmadım, bir tek gönlü bile kırmadım, faize el uzatmadım, hiç yetim hakkı yemedim… vb.’ diyebiliyorsanız ne mutlu size. Nefsini yenmiş gerçek bir kahraman edasıyla göğsünüzü gere gere dolaşabilirsiniz.
Gerçek mümin Allah için yaşar, hâl ve hareketlerini onun nizamı ve emirleri doğrultusunda şekillendirir. Uyuması da, uyanması da onun içindir, yani onun ölçüleri üzerinedir. Rabbimiz bu hususta şöyle buyuruyor: “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır.”(Enam Suresi, 162)
Müslüman değerleri ve ölçüleri olan insandır. O hiçbir şeyi kendi inisiyatifleriyle yapamaz. Onun manevî frenleri vardır. Yeri geldiğinde bu frene basarak uçuruma yuvarlanmaktan kurtulur. Bu, bir anlamda kulun emniyet supabıdır.
Nüfus kâğıtlarımızda ‘Müslüman’ ibaresinin olması bizi hesap gününde kurtaracak bir işaret değildir. Gerçek Müslüman Allah’ın sonsuz kudretinin farkında olan ve kayıtsız şartsız teslim olan insandır. Kendimizi ve sorumluluğunu taşıdığımız insanları inkâr uçurumuna düşmekten koruyalım. Bunun yolu da hakkı hak bilip ona uymaktan ve batılı batıl bilip ondan sakınmaktan geçer. Ne mutlu gününü ve gecesini Allah’a adayanlara… Onlar bir verip on alanların ta kendileridir. Sözlerimi bir ayet-ı kerimeyle tamamlarken Rabbimden bizlere hidayet ve nusret kapılarını ardına kadar açmasını diliyorum:
“Hiç şüphesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kuran’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu hâlde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur. (Tevbe Suresi, 111) ”
RESULULLAH’I SEVMEK! ...AMA NASIL? ...
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyanın uğruna yaratıldığı bir peygamberin ümmetiyiz. Bu ne büyük bir payedir bilir misiniz? Allah’ın mutlak sevgisine ve övgüsüne mazhar olmak, varılacak zirvelerin en yücesidir. Hz. Muhammet(SAV) bu üstünlükte yaratılmış bir büyük maneviyat timsalidir. Onun ümmeti içerisinde yer almak ve ona tabi olmak da en büyük bahtiyarlıktır.
Resulullah’ı yüreğimizdeki aşk makamının tahtına oturtmak en büyük şereftir. Onun esintisi bile ruhlarımızı kanatlandırmaya ve serinletmeye yeter. Onun aşkının olmadığı kalp virane değil de nedir? Onu sevmek hayat ve hakikat çeşmesinin oluklarından kana kana içmektir. Çoraklaşmış ruhlarımız ancak bu aşk iksiriyle yeşerebilir.
Çocuklarımıza ilk olarak Allah’ın ve Resulünün adını ezberletmek, kalplerine onların sevgisini yerleştirmek gerekir. Bu, manevi altyapının temelidir. Bunu gerçek manada sağlayabilirsek kalpler kötülüklerden muhafaza olunur. Aksi halde vücudun merkezi kabul edilen kalplerimiz malayani sözlerin ve lüzumsuz ayrıntıların çöplüğüne dönüşür. İstikamet üzere yaşarsak ve Kur’an ikliminde soluklanırsak gönül heybelerimiz onun sevgisiyle dolar. Yürek tezgâhlarında onun rahmet kumaşını dokur ve ruhumuzu onunla giydirirsek biiznillah fitneden, fesattan ve hesap günü ateşten korunuruz.
Allah dünyayı belli gayeler uğruna yarattı; kemalini ve cemalini kullarına göstermek istedi. Kulların yaratılanlara bakarak tefekkür ve şükür etmesini arzuladı. Hakikatleri göremeyiz diye bu mühim gerçeği anlatmak üzere peygamberler gönderdi. Hz. Muhammed(SAV) de bu gönül elçilerinden birisidir, en büyüğüdür ve sonuncusudur. O, bütün enbiyanın seyyidi ve evliyanın reisidir. “Sen olmasaydın habibim, kâinatı yaratmazdım” kutsi hadisi Allah’ın, son peygamberine verdiği yüksek değeri gösterir.
Peygamberi sevmek lâfla olmaz şüphesiz…. Onun getirdiği son ilâhî kitap olan Kur’an’a ve son din olan İslâm’a bağlı kalabiliyorsak ve onu geniş kitlelere yayabiliyorsak Peygambere lâyık bir ümmet olabiliyoruz demektir. Şu ayette belirtildiği üzere hakiki Allah sevgisi, peygamberi sevme ve ona tabi olma şartına bağlanmıştır. “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın Allah çok merhametli ve bağışlayıcıdır.”(Âl-i İmran S. 31. Ayet) Yine bir başka ayette bu konuya değinilerek şöyle buyruluyor: “Peygamber, müminler için kendi canlarından ileridir. Onun eşleri de onların anneleridir.”(Ahzab S. 6. Ayet)
Hz. Ebubekir, damadı da olan Hz. Muhammed’i(SAV) canından çok severdi. “Anam babam sana feda olsun Ya Resulullah! ” diyerek bu büyük muhabbeti açığa vurmuştur. Hz. Muhammed’e(SAV) duyulan sevgi hususunda bir muhabbet ehli şu veciz beyti söylemiştir:
“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhabbetsiz Muhammed’den ne hâsıl? ”
Kupkuru Arap çöllerinde açan Muhammed gülünün mübarek kokusu kısa zamanda tüm dünyaya yayıldı. Çığırından çıkmış olan insanlık, onun getirdiği ilahî emirlerin ışığında hizaya geldi. Fakat onu anlamayanlar, anlamamak için bin dereden su getirenler de oldu. Sonuçta fani olan insanlar bir bir göçtü bu dünyadan. Ona tabi olanlar kurtuluşa erdi, cennetle ödüllendirildi. Ya inkârcılar, onun yoluna taş koyanlar! …Onların sonunu bir düşünün! ….
Sevgi, insanın harcadıkça çoğalan tek sermayesidir. Paylaştıkça artan, tükenmeyen başka ne var ki? Madem öyle niçin sevgimizi esirgeriz muhataplarımızdan? Bilindiği üzere Cennete girmenin yolu imandan geçer. Ya imanın yolu, o nerden geçer? “Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş sayılmazsınız! ” diyen Peygamber Efendimiz bu konuya açıklık getirmiştir. Demek ki sevgisiz iman olmaz.
Peygamber sevgisinin en güzel örneğini mübarek ashap vermiştir. Bu hususta onların izlediği yolu takip etmek bize yeter. Zira ashabın, Hz. Peygamber sevgisini şu örnek hadise ne kadar da güzel yansıtmaktadır. Ensar’dan bir kadına; babası, kardeşi ve kocasının savaşta şehit düştükleri haber verilince, O, hemen Rasûlullah’ı sormuş, sağlık haberini alıp, O’nu görünce, ‘Seni sağ olarak gördükten sonra, her musibet bana hafif gelir’ diyerek peygamber sevgisinin bütün sevgilerden öte mübarek bir his olduğunu göstermiştir.
Sevmek fedakârlıkla eşdeğerdir. Seven feda etmeye de hazırdır zaten. Vaktini, malını hatta canını feda edebilenlerdir gerçek sevgi şuurunu yakalayabilenler… Peygamberi sevmek mukaddes emanetlere yüz sürmekten öte bir duygudur. “Sizden biriniz, beni anasından babasından, çoluk çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz” hadisini şöyle bir düşünün bakalım… Bu derece sevebiliyor musunuz O’nu? Samimi olun, bu noktaya gelememişseniz nefsinizi sorgulayın ve kendinize çeki düzen verin. Zira kaybettiğiniz her saniye aleyhinize işlemektedir. Şu anda nefes alabiliyorsanız dönüş için vakit var demektir. Salât ve selâm o güzel Resul’ün üzerine olsun.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta