GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Satarken güllerini,
Alırken alın terini.
Yırtıktı elbisesi,
Ayağında terliği.
RAMAZAN’I KARŞILARKEN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Geceler günleri, günler geceleri kovaladı, neticede yine on bir ayın sultanı mübarek Ramazan geldi. Artık gönüllerimiz bir başka hoştur. Yürek sızılarımız biraz daha azalmıştır. Zaman dilimlerinin en şöhretlisi ve en bereketlisi kapımızın eşiğindedir. Onu içeri buyur etmek için daha ne bekliyorsunuz?
Burcu burcu maneviyat kokan güller bahçemize kök saldı. Onları çapalamak ve köklerine yol açmak bizim vazifemiz… Atmosferin, barut kokusu yerine gül kokusuna bürünmesi için bunu yapmak mecburiyetindeyiz.
Çölleşen yüreklerimiz rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazanla yeşeriyor. Fidanlar boy atıyor içimizde… Bereketten nasibini alamayan kuru dallar meyvelerini taşıyamaz oluyor. Güle savaş açanların elleri bağlanıyor bir aylık olsa bile… Kara vicdanlılar hizaya geliyor rahmet iklimlerinin sağanağında… Ateş çukurları gülistana tebdil oluyor.
İçimizdeki Ramazanlar büyüdükçe büyüyor her seher vakti… Ezanla başlayan yasaklar silsilesi yine bir başka ezanla bayrama dönüşüyor. Ruhlar sükûna eriyor zamanın kırılma noktasında… Bütün kin ve nefretlere rağmen Ramazanlar gelişini hiç ertelemiyor. Küsmüyorlar bunca küfür ve isyanlarımıza rağmen… Ramazanın güler yüzü hiç değişmiyor.
Ramazan bizi diri ve iri tutuyor. Eğik başlarımız onunla dikleniyor, göğüs kafeslerimiz onunla şişiyor. Biz oruç tutarken oruç da bizi günahlara karşı ayakta tutuyor. Yoksa bunca ağır yükün altında nasıl ayakta kalmayı becerebilirdik? Umutsuzluklarımız takatimizi yer bitirirdi. İyi ki varsın Ramazan, yoksa diriliğimiz ve iriliğimiz lafta kalırdı.
Ramazan olmasa, bir ay yemeyi içmeyi kesmesek hayvani yanlarımız bizi yiyip bitirirdi. Oysa bir ay boyunca melekleşiyoruz adeta. Yedikçe hayvani ciheti azgınlaşan insanın, yemeğe ara verdikçe insanî tarafları belirginleşiyor, meleklere yaklaşıyor. Ramazanla beraber, yıl boyunca öğün savanların çektiği sıkıntıları daha iyi anlama imkânı buluyoruz. Açlığın ne demek olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Sosyal adaletin ve gelir dağılımındaki dengenin ehemmiyetini daha iyi kavrıyoruz.
Ramazanla birlikte vücudumuz, özellikle midelerimiz dinleniyor. Karınlarımız acıktıkça ruhlarımız manevi gıdalarla doyuma ulaşıyor. Azgınlaşan nefsimiz iftara yakın saatlerde hizaya geliyor. Ruhlarımızın bozulan dengesi gittikçe düzeliyor. Adeta ruhlara ince ayar yapılıyor. Ruhumuzdaki kir ve paslar Kur’an’ın nuruyla ve zımparasıyla siliniyor. Kararan ruhlarımız vahyin ışığıyla aydınlanıyor.
Ramazan müstesna bir zaman dilimidir. Onun için Ramazan ayına ‘on bir ayın sultanı’ denilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de ismi açık olarak geçen tek ay Ramazan ayıdır. Kur’an-ı Kerim bu ay içerisinde indirilmiştir. Yüce Rabbimiz; ‘Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidayeti ve hakkı batıldan ayırmayı açıklayan Kur’an, bu ayda indirildi’ (el-Bakara, 2/185) buyurmuştur. Aylar içinde Ramazan’a verilen bu ne büyük bahtiyarlık…
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de, ‘bin aydan daha hayırlı’ olduğu belirtilen Kadir gecesi bu ay içerisindedir. Dinimizin beş temel şartından biri olan oruç ibadeti bu ayda üzerimize farz kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de; ‘Sizden kim bu aya yetirirse oruç tutsun’ (el-Bakara, 2/185) buyurulur. Ramazan ayı girince şartlarını taşıyan kimselere oruç farz olur.
Çok faziletli ve bereketli bir aydır Ramazan… Bu ayda yapılan sevaplar bire on, günahlar ise miktarınca yazılır. Buda Rabbimizin şefkat ve rahmetinin bariz tecellilerinden birisidir. Bunun kadrini bilerek gereğini yerine getirmeliyiz. Aksi halde ayların en hayırlısını, büyük bir hazineyi elimizin tersiyle itmiş oluruz.
Ramazanlarda evlerimizde bambaşka bir heyecan ve telaş yaşanır. Küçüğünden büyüğüne kadar hemen herkes bu tatlı heyecana iştirak eder. Ramazanın iftarı ve sahuru huzurun ve manevi lezzetin doruğa ulaştığı demlerdir. Ya teravihlere ne demeli, küçük büyük camilere doluştuğumuz, bin bir hatıramızın yaşandığı mübarek teravihler! ... Ramazanla birlikte uzun süre camilerden uzak kalan ayaklarımız, ilahî huzurun ikliminde rahat ederler. Cumalık gidişler her akşam kılınan teravih namazlarıyla taçlanır.
Ramazanın bereketi hayatın her yanına siner. Cadde ve sokaklar daha bir renkli olur. Açılan kitap fuarları, verilen konferanslar gönül çağlayanımızı daha da coşturur. Akşamleyin alınan o güzelim susamlı pideler neşemizi ve iştahımızı doruğa çıkarır. Hele verilen toplu iftarlar! ... Eşimizi dostumuzu buralarda görür, sohbetleri derinleştiririz. Hayatın yoğunluğunda ihmal edilen gidip gelmelere vesile olur Ramazan, dost buluşmaları için bulunmaz nimettir. Kısacası Ramazan hayata hayat katan müstesna bir zaman dilimidir.
Bu ayda kandiller ve mahyalar içimizi aydınlatır. Anne ve babalar oruç tutan yavrularına şefkat gösterme, ikram ve merhamet etme konularında yarışırlar. Eller Allah’a kalkar, af ve mağfiret dilenir. Bu kıymetli süreçte gökten rahmet ve bereket sağnak sağnak yağar. Kısacası Ramazan, hayatı anlamlı kılmanın yoludur. Ne mutlu bize ki bir kez daha bu güzel duyguları yaşamak nasip oldu. Bizi bu günlere eriştiren Allah’a binlerce şükürler olsun. Ramazanınız mübarek, iftar ve sahurunuz bereketli olsun.
RAMAZAN’I KARŞILARKEN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Geceler günleri, günler geceleri kovaladı, neticede yine on bir ayın sultanı mübarek Ramazan geldi. Artık gönüllerimiz bir başka hoştur. Yürek sızılarımız biraz daha azalmıştır. Zaman dilimlerinin en şöhretlisi ve en bereketlisi kapımızın eşiğindedir. Onu içeri buyur etmek için daha ne bekliyorsunuz?
Burcu burcu maneviyat kokan güller bahçemize kök saldı. Onları çapalamak ve köklerine yol açmak bizim vazifemiz… Atmosferin, barut kokusu yerine gül kokusuna bürünmesi için bunu yapmak mecburiyetindeyiz.
Çölleşen yüreklerimiz rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazanla yeşeriyor. Fidanlar boy atıyor içimizde… Bereketten nasibini alamayan kuru dallar meyvelerini taşıyamaz oluyor. Güle savaş açanların elleri bağlanıyor bir aylık olsa bile… Kara vicdanlılar hizaya geliyor rahmet iklimlerinin sağanağında… Ateş çukurları gülistana tebdil oluyor.
İçimizdeki Ramazanlar büyüdükçe büyüyor her seher vakti… Ezanla başlayan yasaklar silsilesi yine bir başka ezanla bayrama dönüşüyor. Ruhlar sükûna eriyor zamanın kırılma noktasında… Bütün kin ve nefretlere rağmen Ramazanlar gelişini hiç ertelemiyor. Küsmüyorlar bunca küfür ve isyanlarımıza rağmen… Ramazanın güler yüzü hiç değişmiyor.
Ramazan bizi diri ve iri tutuyor. Eğik başlarımız onunla dikleniyor, göğüs kafeslerimiz onunla şişiyor. Biz oruç tutarken oruç da bizi günahlara karşı ayakta tutuyor. Yoksa bunca ağır yükün altında nasıl ayakta kalmayı becerebilirdik? Umutsuzluklarımız takatimizi yer bitirirdi. İyi ki varsın Ramazan, yoksa diriliğimiz ve iriliğimiz lafta kalırdı.
Ramazan olmasa, bir ay yemeyi içmeyi kesmesek hayvani yanlarımız bizi yiyip bitirirdi. Oysa bir ay boyunca melekleşiyoruz adeta. Yedikçe hayvani ciheti azgınlaşan insanın, yemeğe ara verdikçe insanî tarafları belirginleşiyor, meleklere yaklaşıyor. Ramazanla beraber, yıl boyunca öğün savanların çektiği sıkıntıları daha iyi anlama imkânı buluyoruz. Açlığın ne demek olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Sosyal adaletin ve gelir dağılımındaki dengenin ehemmiyetini daha iyi kavrıyoruz.
Ramazanla birlikte vücudumuz, özellikle midelerimiz dinleniyor. Karınlarımız acıktıkça ruhlarımız manevi gıdalarla doyuma ulaşıyor. Azgınlaşan nefsimiz iftara yakın saatlerde hizaya geliyor. Ruhlarımızın bozulan dengesi gittikçe düzeliyor. Adeta ruhlara ince ayar yapılıyor. Ruhumuzdaki kir ve paslar Kur’an’ın nuruyla ve zımparasıyla siliniyor. Kararan ruhlarımız vahyin ışığıyla aydınlanıyor.
Ramazan müstesna bir zaman dilimidir. Onun için Ramazan ayına ‘on bir ayın sultanı’ denilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de ismi açık olarak geçen tek ay Ramazan ayıdır. Kur’an-ı Kerim bu ay içerisinde indirilmiştir. Yüce Rabbimiz; ‘Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidayeti ve hakkı batıldan ayırmayı açıklayan Kur’an, bu ayda indirildi’ (el-Bakara, 2/185) buyurmuştur. Aylar içinde Ramazan’a verilen bu ne büyük bahtiyarlık…
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de, ‘bin aydan daha hayırlı’ olduğu belirtilen Kadir gecesi bu ay içerisindedir. Dinimizin beş temel şartından biri olan oruç ibadeti bu ayda üzerimize farz kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de; ‘Sizden kim bu aya yetirirse oruç tutsun’ (el-Bakara, 2/185) buyurulur. Ramazan ayı girince şartlarını taşıyan kimselere oruç farz olur.
Çok faziletli ve bereketli bir aydır Ramazan… Bu ayda yapılan sevaplar bire on, günahlar ise miktarınca yazılır. Buda Rabbimizin şefkat ve rahmetinin bariz tecellilerinden birisidir. Bunun kadrini bilerek gereğini yerine getirmeliyiz. Aksi halde ayların en hayırlısını, büyük bir hazineyi elimizin tersiyle itmiş oluruz.
Ramazanlarda evlerimizde bambaşka bir heyecan ve telaş yaşanır. Küçüğünden büyüğüne kadar hemen herkes bu tatlı heyecana iştirak eder. Ramazanın iftarı ve sahuru huzurun ve manevi lezzetin doruğa ulaştığı demlerdir. Ya teravihlere ne demeli, küçük büyük camilere doluştuğumuz, bin bir hatıramızın yaşandığı mübarek teravihler! ... Ramazanla birlikte uzun süre camilerden uzak kalan ayaklarımız, ilahî huzurun ikliminde rahat ederler. Cumalık gidişler her akşam kılınan teravih namazlarıyla taçlanır.
Ramazanın bereketi hayatın her yanına siner. Cadde ve sokaklar daha bir renkli olur. Açılan kitap fuarları, verilen konferanslar gönül çağlayanımızı daha da coşturur. Akşamleyin alınan o güzelim susamlı pideler neşemizi ve iştahımızı doruğa çıkarır. Hele verilen toplu iftarlar! ... Eşimizi dostumuzu buralarda görür, sohbetleri derinleştiririz. Hayatın yoğunluğunda ihmal edilen gidip gelmelere vesile olur Ramazan, dost buluşmaları için bulunmaz nimettir. Kısacası Ramazan hayata hayat katan müstesna bir zaman dilimidir.
Bu ayda kandiller ve mahyalar içimizi aydınlatır. Anne ve babalar oruç tutan yavrularına şefkat gösterme, ikram ve merhamet etme konularında yarışırlar. Eller Allah’a kalkar, af ve mağfiret dilenir. Bu kıymetli süreçte gökten rahmet ve bereket sağnak sağnak yağar. Kısacası Ramazan, hayatı anlamlı kılmanın yoludur. Ne mutlu bize ki bir kez daha bu güzel duyguları yaşamak nasip oldu. Bizi bu günlere eriştiren Allah’a binlerce şükürler olsun. Ramazanınız mübarek, iftar ve sahurunuz bereketli olsun.
BİR BARDAK SUDA FIRTINA KOPARMAK
M.NİHAT MALKOÇ
Havadan nem kapan insanlarız. Ortamı germek ve tatlı rüzgârları fırtınaya dönüştürmek için sebep ararız. Gerginlikten medet umarız çoğu zaman… Oysa millet yeterince gerilmiş zaten… Onca sıkıntıyla boğuşan halkımızı sunî gündemlerle meşgul etmek doğru bir davranış değildir. Gerginlik huzursuzluğu beraberinde getirir.
Son günlerde Trabzon’da birkaç konu konuşuluyor. Aslında konuşulmaya değer konular değil bunlar… Bunlardan birisi Trabzon Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün çıkarmış olduğu ‘Trabzon 2006’ adlı eserde yayınlanan mustehçen bir fıkra…
Trabzon’daki gazetelerde ve yerel internet sitelerinde haber olarak verilen ve polemiklere yol açan bu olay, yerel sınırları aşıp Türkiye genelindeki gazete ve internet sitelerinde de yer aldı. Acaba bu hadise, üzerinde konuşulacak kadar mühim mi? Ulusal bir haber sitesinde kitaba ve yankılarına geniş yer verilmiş…
Trabzon halkını çileden çıkaran kitabı Trabzon Valiliği ile Kültür ve Turizm Müdürlüğü ortaklaşa hazırladı. ‘Trabzon 2006’ ismi verilen kitap, 7 Eylül’de Trabzon Valisi Hüseyin Yavuzdemir tarafından basın toplantısı ile tanıtıldı. İşte bu kitabın 220. sayfasında yer alan ve çok eleştirilen Temel fıkrası:
“Temel ile Cemal çok sıkı arkadaştır. Birgün Temel, Cemal’in evinin önünden geçiyormuş. Cemal’in hanımı da bu sırada cam siliyormuş.
Temel; -“O Cemal evde mi? ” diye sormuş.
Cemal’in hanımı da; “-Yok” cevabını vermiş.
Temel; - “Aç kapıyı ben celiyrim” deyince,
Cemal’in hanımı; “- Hes len… Sen beni o...pu mu zannettin? ' sözleriyle çıkışmış.
Temel de bunun üzerine; “-Para vereceğimi kim söyledi! ” şeklinde karşılık vermiş.”
Fıkra kitapta bu şekilde yayınlanırken, Karadeniz fıkralarının geleneğe katkı sağladığına vurgu yapılıyor. Belirtildiğine göre Trabzon’un tanıtımını amaçlayan kitap, 33 milyar lira harcanarak hazırlandı. Kitap 20 bin tane basıldı. Bazı yayın organlarında bu kitabın Trabzon halkı tarafından toplatılması istendiği belirtiliyor.
Aslında Trabzon halkının bir şey istediği yok… Birileri Trabzonluların ağzından konuşuyor. Tamam, fıkranın biraz müstehcen olduğunu kabul ediyoruz. Fakat o kadar da abartılacak bir durum yok. Bir fıkrayla Karadenizlinin namusuna halel gelmez. Bu şahsî bir fıkradır. Olmasaydı daha iyi olurdu. Fakat bunu fazla abartmak ve bir bardak suda fırtınalar koparmak doğru değildir. Sonuçta bir fıkra bu… Karadenizlilerle ilgili bir genelleme de yok. Ona bakarsanız televizyonlarımızda her gün olmadık filmler gösteriliyor. Niçin bu iğrenç filmlere böyle topyekûn tepki koymuyoruz. Şayet fıkra bazı kesimleri rahatsız ettiyse kitabın ikinci baskısı yapılırken tekrar koymazsınız, olur biter.
Bunun yanında son günlerde konuşulan bir başka konu da yeni koyulan bir sokak ismiyle ilgili… Takip edenler bilirler, geçenlerde Trabzon’un Gazipaşa Mahallesindeki 1 Nolu Zeytinlik Sokağının adı, ‘Yoldaş Sokak’ olarak değiştirilmişti. Sokaklarının “Yoldaş Sokak” olarak anılmasını istemeyen sokak sakinleri, bu isme tepki gösterdiler. Aslında “Yoldaş” özbeöz Türkçe bir kelimedir. ‘Aynı yoldan gidenler’ anlamına gelir. Fakat malumunuzdur ki bu ifade bizde komünizmle özdeşleşmiştir. Bu kelime komünizmi çağrıştırmaktadır. Halkın tepkisi bundandır. Belediye yönetiminin dünya görüşü de dikkate alınınca bu isim doğal olarak tepki çekmektedir. Onun için böyle tartışmalı ifadelerin sokak ismi olarak kullanılmaması gerekir. Trabzon bazı konularda çok hassastır.
Cadde ve sokaklara verilebilecek kadar çok isim var ki… Bu yerlere Trabzon’un bağrından çıkmış şair, yazar, düşünür ve ilim adamlarından birinin adı konabilir. Ben yıllardan beri söylerim, Trabzon hakkında onlarca kitap yazan Murat Yüksel’in adını bir caddeye veya bir sokağa verelim. O Ispartalı olmasına rağmen İl Halk Kütüphanesi Müdürlüğü sırasında bu il için çok güzel çalışmalar yaptı. Onun adını bir yere vermek vefalı olduğumuzu gösterecektir. Fakat henüz onun adını bir yere vermedik. Başka bir isim bulamıyorsanız çiçek ve böcek adı koyun. Fakat halkın hassas damarına basmayın.
Bunların yanında hiç işimiz yokmuş gibi bir de büst tartışması girdi Trabzon gündemine… Dr. Celalettin Algan’ın büstü, Trabzon Belediye Başkanı Volkan Canalioğlu tarafından Meydan Parkına yerleştirildi. Peki kimdir Dr. Celalettin Algan? ...
Dr. Celalettin Algan, 1926 yılında Maçka’nın Yeşilyurt köyünde doğdu. Maçka İlkokulu, Kemerkaya ortaokulu, Erzurum Lisesi ve İstanbul Tıp fakültesini bitirdi. 1957 yılında doktor olarak mesleğe adım attı. Türkiye’nin değişik bölgelerinde 10 yıl görev yaptı. O tarihlerde Türkiye’de verem ve çiçek hastalığı kol geziyordu. Dr. Algan, 1965 yılında Afrika’ya gitti. Afrika’da binlerce insan verem ve çiçek hastalığından ölüyordu. Dr. Algan, Rwanda’da Ulusal Verem Savaşı ve Çiçek hastalığı Eradikasyon Projeleri şefliğine getirildi. 1971-75 yılları arasında Senegal’de görev yaptı, 1975-84 tarihleri arasında WHO’nun Afrika danışmanı oldu. 1984-86 yılları arasında Madagaskar’da görev yaptı.
Merhum Algan’ın hayırlı hizmetlerine diyeceğimiz yok. Fakat Trabzon’da onun gibi pek çok isim vardır. Hatta tarihî kimliği olan onlarca şahıs söz konusudur. Onlar dururken Algan’ın büstünün Meydan Parkı’na yerleştirilmesi bazı kesimler tarafından eleştirildi. Eleştirilere cevap verenler, Dr. Algan’ın adının ‘Google’ arama motorunda aranmasını istedi. Dr. Algan önemli bir insan... Buna bir diyeceğimiz yok. Fakat arama motorunda çıkan sonuç sayısı ölçü değil tabiî ki... Zira arama motoruna benim adımı girince de 19100 sonuç çıkıyor. O zaman ben de büst isterim! ...
Şaka bir yana bu gibi tartışmalı icraatlar faydadan çok zarar getirir. Şahsen Başkan Canalioğlu’nu sever sayarım. Onurlu ve duyarlı bir insandır. Hatasını görünce geri adım atmasını bilir. Büst konusunda halkın tepkisinin en önemli sebebi büstün yapımına ön ayak olan ve Meydan Parkı’na yerleşmesini sağlayan kişi olan Canalioğlu’nun Dr. Algan’ın damadı olmasıdır. Durum böyle olunca olay başka yerlere çekiliyor, eleştiriler haklılık kazanıyor. Yöneticilerin böyle tartışmalı işlere girmemesi bence en doğrusu… Trabzon’un gündemini böyle basit işlerle işgal etmemek gerekir. Daha büyük işlerle, çağdaş projelerle uğraşmamız lâzımdır.
MAKYAVELİST DÜŞÜNCENİN GİRDABINDA
M.NİHAT MALKOÇ
Zamanımızda çıkarcılık almış başını gidiyor. Makyavelizm çağın modern dinî haline gelmiş adeta… Bilindiği gibi makyavelist kişiler, genel olarak diğerlerini etkilemede ustalık sahibidirler; ahlâk kurallarına riayet etmezler, başkalarına karşı güvensizdirler, her konuda kuşku duyarlar, diğer kişilerle ilişkilerinde ihtiyatlı davranırlar, çıkarlarını kollamak için kolayca yalan söyleyebilirler, gerçek düşüncelerini gizlerler, içten ve ani davranışlardan kaçınırlar, dostluk ve dürüstlüğe değer vermezler.
Makyavelizm İtalyan düşünür ve politikacı Niccolo Machiavelli’nin düşünceleri üzerine kurulu bir yaklaşımdır. Temelinde aslolan şeyin amaçlar olduğu, bu amaçların hangi yolda elde edildiğinin ise o kadar önemli olmadığı yatar. Makyavelizmin kurucusu Machiavelli’dir. Tarih ve politika biliminin kurucusu sayılan Floransalı bu düşünür, devlet adamı, askeri stratejist, şair, oyun yazarıdır.
Makyavelizm oportünizmin(fırsatçılık) ileri noktasıdır. Oportünizm; güç durumlarda, davranışlarını ahlak kuralları veya düzenli bir düşünceden çok, çıkarlarına uyacak biçimde ayarlamayı amaçlayan tutumdur. Çağımız insanı bu kaynaktan beslenmektedir. Onun içindir ki illegal(yasadışı) davranışlar almış başını gidiyor.
Machiavelli zamanının önemli düşünürlerindendi. Görüşleri bizce sakat olsa da bazı kesimleri peşinde sürüklemesini bilmiştir. Lorenzo di Medici’ye sunduğu meşhur ‘Prens’ adlı eserinde Türklerle ilgili bazı değerlendirmeleri de bulunmaktadır. Bu değerlendirmeler karakteristik özelliklerimizi yansıtması açısından dikkate değerdir. Türklerle ilgili değerlendirmelerinde özetle şöyle diyor:
“Fransa’yı ele geçirmek kolaydır. Çünkü kraldan hoşnut olmayan pek çok soylu vardır. Onları kendi yanınıza çekip örgütleyebilirseniz kralı devirip Fransa’yı ele geçirebilirsiniz. Ama Fransa’yı ele geçirdikten sonra elde tutmak zordur. Çünkü sizin yönteminizi başkası da sizin aleyhinize kullanarak o insanları kendi yanına çekip size karşı örgütleyebilir. Türkiye’yi ele geçirmek zordur. Çünkü Türkler padişahlarına bağlıdırlar. Onları kolay kolay liderleri aleyhine ayartamazsınız. Ama bir kez Türkiye’yi ele geçirdiniz mi onu uzun süre elde tutabilirsiniz. Türkler, lider otoritesine olan bağlılıklarını bu kez sizin otoritenize bağlılık şeklinde göstereceklerdir.”
Makyavelizm bizce insanî ve ahlakî bir düşünce değildir. Çünkü bu anlayış dürüstlüğü, doğru konuşmayı ve hakkaniyeti rafa kaldırmaktadır. Oysa insan için esas olan doğruluk, dürüstlük, adalet ve hakbilirliktir. Başarı için her yol mubah değildir. Hedefiniz başarmak olsa da başarıya giden yollar hak ve adalet çizgisinden uzaklaşmamalıdır. Şayet başarı hak yoldan ve adilce elde edilmemişse hiçbir değeri yoktur. Hak kitaplarda bu böyledir. Aslında insan mantığı da bunu öngörür.
Makyavelizm bir noktadan sonra duyguları da reddeder. Çünkü duygu insanî düşünceyi beraberinde getirir. İnsanî düşünce vicdan muhasebesini gerekli kılar. Oysa onlar için mühim olan vicdan değil, cüzdandır. Yani paradır, makamdır, şöhrettir. Hedef olarak tayin edilen, ulaşılması planlanan her şeydir. Bu yüzden makyavelistler bulundukları toplumun değerlerini dikkate almazlar. Dinî ve millî değerler de onlar için önemli değildir. Töre, dinî inançlar ve hukuk hedeflerinin gölgesinde kalır.
Bu felsefî anlayışa göre insanlar genel olarak kötüdürler, bu nedenle de her türlü kötülüğü hak ederler. Bu kanaat nerden bakarsan sakattır. İnsanların genel olarak kötü olduğunu söylemek kötümser bakış açısının bir yansımasıdır. İnsanlar kötü değildir. Kötü insanlar da vardır. Bunun böyle ifade edilmesi daha doğrudur. Kötü insanları dışlamak yerine onları kazanmak en akıllıca tavırdır. Kötü insanı kendi başına bırakmak ve boşluğa itmek, onun kötülüklerinin daha geniş kitlelere ulaşmasına zemin hazırlar. Kötülerin elinden tutup onların ahlâkî karanlıklarını hakikat ışığıyla aydınlatmalıyız.
Makyavelizmin az da olsa tutarlı ve faydalı yanları da vardır. Mesela onlara göre en önemli ve temel amaç devleti yaşatmak ve gücünü devamlı olarak artırmaktır. Gerçekten de demokrasi ve hukukun üstünlüğü esası üzerine kurulmuş devletlerin güçlü olması vatandaşa müspet olarak yansır. Devleti milletten ayırmak mümkün değildir. Bu iki unsur etle tırnak gibidir. Devleti yücelteyim derken onu kutsamak da yanlıştır. Bunun yanında devleti güçlendirirken vatandaşı sömürmek doğru bir davranış değildir. Her alanda olduğu gibi bu hususta da ölçüyü ve dengeyi çok iyi ayarlamalıyız.
Makyavelistler diyor ki ‘Hukuk ve ahlâk devlet için vardır’ Kanaatimizce bu doğru bir düşünce değildir. Hukuk ve ahlak sadece devlet için değildir. Milletin haklarını savunmak ve insanlar arasındaki adaleti gözetmek de çok gereklidir. Hukuk ve ahlak herkes için olmalıdır. Vatandaşın ezildiği ve hor görüldüğü sistemlerde devlet de ezilir, küçülür ve cılız kalır. Birini ötekine tercih etmek yerine, her ikisini de dengeli olarak kollamak ve büyütmek lazımdır.
Bugünkü dünyamızda makyavelist düşünceyle hareket edenler adalet, hak ve hakikat kavramlarını ihlal etmede bir beis görmüyorlar. Özellikle ticarette bu anlayış kıymet bulmuş durumdadır. Günümüzde ticari kurumlar vatandaşın sırtına basa basa zirveye çıkmakta, halkın ekmeğini küçülterek her geçen gün semirmektedirler. Böyle bir dünyada sosyal adaletten söz etmek komik kaçıyor. Kısaca söylemek gerekirse makyavelizm ne İslamla, ne Hıristiyanlıkla ne de genel anlamda insanlıkla bağdaşır. Fakat sermaye sahipleri bu tarzda hareket etmeyi ve büyüdükçe büyümeyi sürdürüyorlar. Kasaları doldukça vicdanları boşalıyor. Bizler de böylece makyavelist düşüncenin girdabında sürüklenip gidiyoruz.
AVRUPA BASKETBOL ŞAMPİYONASI VE 12 DEV ADAM’IN BAŞARISI
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye’de ve dünyada spor deyince akla hep futbol geliyor. Oysa spor demek, futbol demek değildir. Bunun basketbolu, voleybolu, hentbolu, atletizmi, güreşi, boksu, karatesi, judosu, tekvandosu da vardır. Fakat bunlar nedense futbolun gölgesinde kalmış talihsiz branşlardır. Bu alanlardaki başarılar ve güzellikler hep futbolun gerisinde kalır. Medyanın gösterime(vizyona) sürdüğü ve insanları seyre mahkûm ettiği spor dalı varsa yoksa futboldur. Bu hatanın tez vakitte önüne geçilmesi ve diğer alanların ön plana çıkarılması gerekir.
Nedense hep futbola şartlandırılmışız. Oysa basketbol futboldan eksiği olmayan bir spor dalıdır. Hem futbol gibi bir iki gol için saatlerce gözünüzü yormazsınız. Çoğu kere onu da göremezsiniz ya! ... Fakat basketbolda her dakika atılan sayılarla heyecana gelir, coşarsınız. Ben özellikle son Dünya Basketbol Şampiyonasından sonra basketbola sempati duymaya başladım. Millî basketbolcularımızın başarıları ardı ardına gelince bu branşın güzelliğini ve görsel zevkini tattım, sevgim zamanla tutkuya dönüştü.
İlki 1950 yılında Arjantin’de gerçekleştirilen Dünya Basketbol Şampiyonası’nın 15.’si bu yıl 19 Ağustos – 3 Eylül tarihleri arasında Japonya’da gerçekleştirildi. Her dört yılda bir gerçekleştirilen şampiyonanın ilk tohumları 1948 yılında FIBA’nın toplanarak Olimpiyat Oyunları arasında böyle bir şampiyona düzenlemeye karar vermesi ile atıldı. İlki Arjantin’in Buenos Aires şehrinde yapılan Dünya Basketbol Şampiyonası, 22 Ekim – 3 Kasım 1950 tarihleri arasında gerçekleştirildi ve ilk Dünya Şampiyonluğu’nu da evsahibi Arjantin kazandı. O gün bugündür bu organizasyon düzenli olarak devam ettiriliyor.
Japonya’da düzenlenen 15. Dünya Basketbol Şampiyonası’nda beş tane zorlu grup maçının dördünü kazanan A Milli Basketbol Takımımız, oynadığı cesur ve disiplinli oyunla daha ilk baştan otoritelerin dikkatini çekti. Çeyrek final mücadelesinde Arjantin’e 83–58 yenilerek yarı final şansını kaybeden A Milli Basketbol Takımımız beşincilik maçına çıkmak için Litvanya’yla oynadığı maçın normal süresini berabere tamamlasa da uzatmalarda rakibini 11 sayı farkla yenmeyi başararak beşincilik maçında Fransa’nın rakibi oldu. Üstelik bu organizasyonda Litvanya gibi güçlü bir rakibi iki kez yenme başarısı gösterdik.
Fransa maçında fazla varlık gösteremesek de onurumuzla oynadık. Çünkü eksik oyuncularımız vardı. Üst üste yapılan maçlar sonucunda pek çok oyuncumuz sakatlanmıştı. Onların yerini dolduracak adamlar da yoktu. Neticede Fransa’ya 64–56 yenildik. Türkiye bu sonuçla şampiyonayı altıncı sırada tamamladı. Olsun, nasip buraya kadarmış. Ancak altıncı olabildik. Aslında dünya çapındaki böyle büyük bir organizasyonda altıncılık bile çok büyük bir başarıdır. Fakat onlar, oynadıkları oyunla bize daha büyük hedefleri hayal ettirdiler. Onun için bu başarı bizi fazlaca tatmin etmedi. Artık umutlarımızı geleceğe saklıyoruz.
İspanya’nın finalde Yunanistan’ı 70–47 gibi açık bir farkla yenip 15. Dünya Basketbol Şampiyonası’nda altın madalyaya ulaşması, turnuvanın favorilerinden ABD ve Arjantin’in yarı finalde elenmesi, Milli Takımımızın altıncılığa ulaşması ve İtalya’nın ilk sekize dahi kalamayıp elenmesi turnuvaya damga vuran olaylardı. Ülkemizi en iyi şekilde temsil eden 12 Dev Adam’ın altıncı olduğu bu Dünya Kupası unutulacak cinsten değildi. Dünya Şampiyonası’nda elde ettiğimiz bu derece Türk basketbolunun önünün açık, geleceğinin parlak olduğunu bir kere daha gösterdi. Gelecek Dünya Basketbol Şampiyonası 2010 yılında Türkiye’de yapılacak. Bu organizasyon, Türkiye’nin dünyaya tanıtımı için iyi bir fırsat olacak. İnşallah bu şampiyonada bu yıl oynamak isteyip de talihsizlikler nedeniyle oynayamadığımız final maçını ülkemizdeki turnuvada oynayacağız. Seyircimizin önünde şahlanacağız. Bu basketbolumuz için de yepyeni bir milat olacak.
12 Dev Adam adı üzerinde… Bu şampiyonada hepsi de yürekleriyle oynadılar. Bazen sakat sakat maça çıktılar. Sağlıklarını ve gelecekteki kariyerlerini riske attılar. Vatan sevgileri şahsî beklentilerinden baskın çıktı. Bundan daha önemlisi bu takımın Sırp hocası Bogdan Tanjevic oyuncularını çok iyi hazırladı, motive etti ve sahaya sürdü. İyi bir antrenörün yapması gerekenler neyse hepsini kusursuz yerine getirdi. Adeta bir Türk gibi hareket ederek bu takımın başarısı için yüreğini ortaya koydu. Asla mazeretlere sığınmadı. Kendisinin uzun vadede mevcut takımıyla daha da kenetlenip gelecekte pek çok büyük başarılara imza atacağına yürekten inanıyorum. 15. Dünya Basketbol Şampiyonasında göğsümüzü kabartan dev adamlara ülkemiz adına şükranlarımızı sunuyoruz. Bu millet sizinle gurur duyuyor. 2010 yılında ülkemizde yapılacak Dünya Basketbol Şampiyonasında sizden final oynamanızı istiyoruz. Bunu başaracak güçtesiniz. Başarılarınızın devamını diliyoruz.
GİTME MEHMED’İM! ...
M.NİHAT MALKOÇ
İsrail’in, kaçırılan iki askerini bahane ederek başlattığı Lübnan Savaşı’nda binin üzerinde masum insan hayatını kaybetti. Onların iki üç katı miktarda insan da sakatlandı. Binlerce kişi de evsiz kaldı. İsrailli askerler uzun menzilli akıllı füzelerle Lübnan’da taş taş üstünde bırakmadı. Batılı devletler, ABD ve Birleşmiş Milletler bu katliama göz yumdu.
İsrail yapacağını yaptıktan sonra BM ateşkeste arabulucu oldu. Hafızalarınızı yoklarsanız tarih boyunca İsrail’in BM kararlarına uymadığını görürsünüz. Bu son savaşta da aynısı yaşandı. İsrail koca BM’yi takmadı bile… Şimdi BM, Lübnan’da konuşlandırmak üzere barış gücü oluşturuyor. Fakat bu nasıl bir barış gücüdür ki İsrail’in istediği devletlerden asker çağrılıyor. Tabir caizse hırsıza anahtar teslim ediliyor.
BM’nin, Lübnan’da barış gücü oluşturma gayretleri bütün hızıyla sürüyor. Bununla ilgili olarak geçenlerde elli ülkenin yetkililerinin katıldığı geniş çaplı bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Türk yetkililer de katıldı. Bu demektir ki Türkiye; Kore, Somali, Bosna-Hersek, Afganistan gibi ülkelerden sonra Lübnan’a da asker gönderecek. Fakat bunun için bir tezkere hazırlanması ve TBMM’den geçmesi gerekir.
Bilindiği gibi yakın tarih içerisinde Irak’a asker göndermemiz için ABD ısrarcı olmuştu. Fakat bunun için hazırlanan tezkere TBMM genel kurulundan geçmemişti. Bu Türkiye’nin, daha doğrusu ülkemizi yönetenlerin ABD’ye karşı biraz da mahcup olmasına zemin hazırlamıştı. Böyle bir olumsuzluğun tekrar yaşanmaması için şimdi hükümet işi sıkı tutuyor. Bununla birlikte son zamanlarda Ankara’da Lübnan’a askeri güç gönderilmesi tartışmaları hız kazandı. Muhalefet Lübnan’a asker gönderme girişimine şiddetle karşı çıkıyor. Fakat Türkiye’de muhalefet demek, hükümetin dediğinin tersini yapmak demektir. Onun için muhalefetin bu kararının sosyal bir derinliğinin olduğunu düşünmüyorum.
Gidişat öyle gösteriyor ki üçüncü tezkere yolda… Hükümet, Cumhurbaşkanı Sezer’in karşı olmasına rağmen Lübnan’da konuşlandırılacak barış gücüne asker gönderme kararında ısrarcı görünüyor. Yakında Meclis tezkere için olağanüstü toplanacak. Alınan karar doğrultusunda hareket edilecek. Öyle görünüyor ki bu üçüncü tezkere hükümete bağlı milletvekillerince kabul edilecek. Çünkü önümüz seçim! … Başbakan’ın kararlı tutumu karşısında hiçbir milletvekili gelecek seçimleri göz ardı ederek olumsuz oy verme gözü pekliğini gösteremez. Çünkü herkesin geleceğe dönük bir hesabı vardır. Yanlış hesap Bağdat’tan dönmese de Beyrut’tan geri dönebilir.
Bu milletin evlatlarını sınır ötesine göndermek çok büyük riskleri de beraberinde getirir. Hele askerlerin gönderileceği ülke Lübnan gibi bir cehennemse karar verirken bir değil, birkaç kere düşünülmesi, ellerin vicdana koyularak karar alınması gerekir. Çünkü bu ülke bundan yarım asır evvel Kore’de önemli ve acı tecrübeler yaşadı. Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi bir deyimden öte, tecrübelerin ehemmiyetini gösteren yaşanmış bir vakadır. Onun için bu gibi millî konularda kılı kırk yarma mecburiyetimiz vardır.
Türkiye, dünyanın hassas bir bölgesindedir. Tarihten aldığımız sorumlulukla etrafımızda bir denge unsuru olma yükümlülüğümüz vardır. Etrafımız, özellikle Ortadoğu tam bir barut fıçısı… Bin yılı aşkın bir süreden ibaret devlet geleneği ve tecrübesi olan bizler, henüz devlet ve millet şuuruna erişememiş bu yeni yetme topluluklara yol göstermek zorundayız. Zaman zaman onların birikmiş gazını almalıyız ki nâhoş hadiseler yaşanmasın. Lâkin bataklıktan can kurtarırken bataklıkta boğulma riski de vardır. Bu konuda çok temkinli olma ve bilerek hareket etme gereği gün gibi ortadadır. Ucuz kahramanlık, asırlık devletlerin tavrı değildir. Kaş yapayım derken göz çıkarmamalıyız.
Ben, oldum olası Batıya ve ABD’ye güvenmemişim. Bunu önyargı sanmayın. Zira onlar bize hiçbir zaman hayırlı rüya görmemişlerdir. Onların bizim için gördükleri rüyalar nedense hep kâbusla neticelenmiştir. Onun için biraz abartılı olsa da ben Batının ve ABD’nin söylemlerinin tersini yaptığımızda düzlüğe çıkacağımıza inanıyorum. Onlar bizleri, oluşturdukları organizasyonlara heves içerisinde almaya çalışıyorlarsa bu işin içinde bir bit yeniği olduğu şüphesine kapılırım. Bu siyaset bilimi ve siyaset etiği açısından geçer akçe kabul edilmese de, içimde böyle bir his hâsıl olur. Bu benim şahsî sağduyumdur. Fakat bu sağduyu beni genellikle yanıltmamıştır.
Şahsen Lübnan’a asker gönderilmesi taraftarı değilim. Çünkü bu bölgede ateşkes ilan edilmişse de bu topraklarda büyük bir belirsizlik hâkimdir. Yarın neler olacağını kimse kestiremez. Tarihte Ortadoğu her zaman riskli bölgelerden olmuştur, bugün de öyledir. Bu nedenle iki düşünülüp bir karar verilmesinde sayısız faydalar vardır.
Bizler Lübnan’a Müslüman kardeşlerimizin zarar görmemesi için gidiyoruz; İsrail’in menfaatleri için değil… Lâkin onların hamiliğini yaparken vatan evlatlarının da zarar görmemesi esastır. Askerimiz bizim gözbebeğimizdir. Onların kılına zarar gelmesi bizi derinden yaralar. Yarın Lübnan topraklarında Türk askerine yönelik saldırılar olursa bunun altından kalkamayız. Hem bunu kimseye izah edemeyiz. Doğu ve Güneydoğu’dan yükselen feryatlara Lübnan’ı eklemek istemiyoruz.
Savaş telalığı yapmak istemiyorum ama gelecekte Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa bunun vaki olacağı coğrafya Ortadoğu’dur. Bazıları bunun bir an evvel gerçekleşmesi için kabuklaşan yaraları kaşıyarak kanatıyor. Sanki yeni bir oyun için sahne ve zemin hazırlanıyor. Onun için ben Lübnan’da barış gücü oluşturma gayretlerine şüpheyle bakıyorum.
Batı, ABD ve BM, binin üzerinde Lübnanlının ölmesini istemeseydi yaşanan kanlı savaşı bu noktaya gelmeden bitirirdi. Fakat öyle yapmadılar. Ortadoğu’nun yedi başlı yılanı olarak tabir edebileceğimiz İsrail yılanına sınırsız kredi tanıdılar. Şimdi de İsrail’in yeni istek ve planları doğrultusunda böyle bir girişimde bulunuyorlar. Bundan hayır hâsıl olacağını düşünmüyorum. Türkiye barış gücüne destek olma konusunda acele davranmamalıdır. Belli bir süre boyunca yaşananları ve yaşanacakları gözlemlemelidir. Aksi takdirde dönülmez yollara sap(tırıl) mış olabiliriz.
Türkiye yeni sancıları ve yeni yıkımları kaldıracak güçte ve konumda değildir. Delikanlı ve lider ülke dolduruşlarına gelip sonu belli olmayan hovardalıklara tevessül etmeye hiç mi hiç gerek yoktur. Ben yurdunu canından aziz bilen bir vatandaş olarak şunu söylüyorum: “Gitme Mehmet’im…” Son olarak da şunu hatırlatmak istiyorum: “Son pişmanlık fayda etmez.” Cenabı Allah karar mekanizmalarının başında bulunanlara akıl, insaf ve sağduyu nasip etsin.(Âmin)
935.YILINDA MALAZGİRT ZAFERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Millet olmak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Bu belli bir süreci gerektirir. Devlet olabilirsiniz ama millet olamayabilirsiniz. Dünyada toplama devletlerin yanında, millet devletler de vardır. Bugünkü Türkiye, millet devletlerin en dikkate değer olanıdır. Fakat bu, Cumhuriyetle gerçekleşmiş bir durum değildir. Millet olma sürecimizi Göktürklere kadar götürebiliriz. Hatta biraz daha zorlarsanız daha da gerilere gidebilirsiniz.
Toplama devletler çözülmeye ve dağılmaya müsait bir sosyal yapıya sahiptirler. Oysa millet devletleri birbirine bağlayan, onları sımsıkı kenetleyen tarihî, sosyal ve kültürel bağlar vardır. Bu bağların kopması zannedildiği kadar kolay değildir. Bu çelikten bağlar dış mihrakların tasallutuyla zayıflasa, hatta kopsa da toplum önderleri tarafından belli bir süre sonra tamir edilebilirler. Yeter ki millet tarihini unutmasın, geçmişine sırt çevirmesin.
Türk milleti tarih içinde çok çetin dönemeçlerden geçmiştir. Fakat hiçbir zaman geçmişle bağlarını koparmamış, geleceğe yönelik olarak hep ümitvar olmuştur. Bunun da semeresini görmüştür. Tam tarihten silindik, silineceğiz derken, esen rahmanî bir rüzgâr bizi tekrar zirveye taşımıştır. Allah, dinine ve davasına hizmet edenlerden rahmetini esirgemez, tarih boyunca da esirgememiştir; kanaatimiz odur ki bundan sonra da esirgemeyecektir.
Türklerin Anadolu’ya açılışını ve bugünkü toprakları yurt edişini sağlayan vesile, Malazgirt ovasında yapılan, tarihe mal olmuş o dehşetli savaştır. Bu mühim savaş Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in ordusu arasında, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Doğu Anadolu’da, Muş’a bağlı Malazgirt Ovasında meydana gelmiştir. Bu muharebe, dinî, millî, siyasî, askerî neticeleri ve Türk-İslâm tarihinin en büyük zaferlerinden biri olması bakımından çok önemlidir. Çünkü bu savaş yepyeni bir dönemin başlangıcıdır. Anadolu’nun Müslümanlaşmasının ilk adımıdır.
Malazgirt Zaferi, Türk’ün maddî gücünün çok ötesinde, asıl manevî gücünün eseri ve tezahürüdür. Bu bir moral ve inanç savaşıydı. İnancı ve morali üstün olanlar, mübarek neticeyi belirlemiştir. Selçuklu Hükümdarı Alparslan’ın bu büyük zaferi aslında dünya tarihinde de bir dönüm noktası olmuştur. Bu aynı zamanda imanın küfre galebe çalmasının muhteşem bir yansımasıdır. Bu zafer Müslümanların kendini tüm dünyaya kabul ettirişinin zeminini hazırlamıştır. Bundan sonra Haçlılar daha fazla ortak hareket etme ve yekvücut olma ihtiyacı duymuştur. Fakat buna rağmen kaderleri hep hezimet olmuştur. İslam coğrafyasının her köşesinde Türk-İslam ordularının zaferi için hutbelerin okunduğu Malazgirt Meydan Muharebesi, Alparslan’ın şu tarihi konuşmasıyla başlamıştır:
“Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olur cennete girerim. Bir er gibi savaşa gireceğim. Üzerimde sultanlık belirtisi hiçbir şey yoktur. Şehit olursam, üzerimdeki şu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır.”
Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan atından inip secdeye kapandıktan sonra ellerini göğe doğru açarak “Ya Rabbi! Seni kendime vekil ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım, niyetim halistir, bana yardım et” diye dua eder. Bu noktadan sonra bütün uzuvları savaşa motive olmuştur.
Yüce Mevla böyle inançlı ve kararlı bir kulunun duasını hiç geri çevirir mi? Elbette çevirmez, çevirmedi de! ... Onun kararlı ve inançlı tutumu, kendisine tabi olan askerleri de heyecana sevketti. İçinde bir nebze korku ve telaş olanlar da mutmain oldu. Şüphe ve tereddütler izale edildi. Çünkü bu maddî olduğu kadar da psikolojik bir savaştı. Zira bu savaşın neticesi, zaferin sadece insan sayısıyla ve maddî güçle kazanılamayacağını göstermiştir. Çünkü tarihî kaynaklara göre Bizans’ın 200 bin kişilik ordusuna karşı, Selçuklu kuvvetleri 50 bin kadardı. Selçuklular karşılarındaki Bizans ordusunu dörtte bir oranındaki bir kuvvetle yenmesini bilmiştir. Bu azmin ve inancın zaferi değil de nedir? ...
Malazgirt Zaferi, Türk-İslâm tarihinin eşsiz bir kazanımıdır. Bu zaferi tarih sayfalarına altın yaldızla işlesek yeridir. Çünkü Malazgirt Zaferi sonuçları itibarıyla hem Türk tarihi, hem de dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Bu zaferle Anadolu kapıları Türklere ardına kadar açılmıştır. Müslümanlar için derin bir nefes alma zamanı gelmiştir. Bu hayırlı neticenin verdiği güçle ezikliğimizi üzerimizden attık. Artık Anadolu, ebediyen Türk ülkesi oldu. Bu zafer, Türklerin İslam dünyasındaki itibarını ve kredisini artırdı. O güne kadar basite alınan milletimize daha farklı bir gözle bakmaya başladılar. Yani bize bakış açıları değişti. Bu zaferden sonra bize geleceğin lider ülkesi(milleti) olarak bakmaya başladılar.
Kısacası bütün tarihçiler, Malazgirt’in bütün dünya tarihinde bir dönüm noktası teşkil ettiği fikrinde birleşmektedirler. Bu zaferle ve onun eşsiz kahramanlarıyla ne kadar övünsek azdır. Ne mutlu bize ki o güzel insanların torunları olma şerefini taşıyoruz. Fakat bu onurun ağırlığını kaldırabiliyor muyuz? Bu mevzuda bir kısım tereddütlerim yok değil. Gelin iş işten geçmeden, yozlaşmadan, daha çok bozulmadan o insanlara layık insanlar olmanın mücadelesini verelim. Malazgirt Zaferi’nin 935. yıldönümünü kutlarken sözlerimi destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun ‘Malazgirt Destanı’ adlı şiirinden aldığım bir bölümle neticelendirmek istiyorum:
“Aylardan Ağustos, günlerden Cuma
Gün doğmadan evvel iklim-i Rum’a
Bozkurtlar ordusu geçti hücuma
Yeni bir şevk ile gürledi gökler
Ya Allah... Bismillah... Allahuekber
Türk, Ulu Tanrı’nın soylu gözdesi
Malazgirt Bizans’ın Türk’e secdesi
Bu ses insanlığa Hakk’ın müjdesi
Bu seste birleşir bütün yürekler...
Ya Allah... Bismillah... Allahuekber! ..”
AHİR ZAMANDA ASRI SAADETİ YAŞAMAK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Zamanı kokutanların İslamı masumca yaşayanları mürteci diye damgaladığı zor bir asırda yaşıyoruz. Onlar saldırdıkça yükseldiklerini sansalar da gerçekte çukurlaşıyorlardır. Fakat bunu anlamayacak kadar basiret fakiridirler. Allah onlara akıl, fikir, sağduyu ve ufuk nasip eylesin. Böylelikle hem kendileri hem de hedef aldıkları kitleler felaha erişsin.
Belli ki ahir zamanda yaşıyoruz. Bu zamanın kendine mahsus özellikleri, daha doğrusu açmazları vardır. Her zaman hak ve batıl ayrı bir cephede birbirlerine karşı mücadele içerisinde olmuşlardır. Fakat ahir zamanda manevî cephelerdeki savaş daha da kızışmıştır. Çok şükür ki Yüce Allah, hak ve hakikat saflarında yer alanların mutlaka muzaffer olacağını müjdelemiştir. Bizlere düşen tebliğ, sabır ve metanettir. “De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç şüphesiz batıl yok olucudur.”(İsra 17/81)
İslam garip gelmiş, garip gidecektir. Müslüman zor zamanların adamıdır. Bu, imtihan sırrının da özüdür. Mümin bütün zorluklara göğüs geren insandır. Rasulüllah (sav) birçok hadis-i şeriflerinde ilerde ümmet içinde fitnelerin olacağından bahsetmektedir. Böyle bir zamanda İslamı yaşamak, Kur’an hakikatlerini benimsemek, sünnet-i seniyyeye uymak, ateşi avuçlamak kadar zor olacaktır. Fakat bunun mükâfatı da zorluğu derecesinde büyüktür.
Kitle iletişim araçlarının geliştiği ve geniş bir coğrafyayı kuşattığı bir devirde yaşıyoruz. Fitne odakları bu vasıtaları kullanarak şer fikirleri geniş çevrelere yaymakta, özellikle gençlerimizi ecnebi kültürlerin kıskacına alıp onların taptaze bilinçlerini yaralamaktadırlar. Peygamber Efendimiz bugünlerin haberini ta on dört asır evvelden vermiş ve Müslümanları uyanık olmaya çağırmıştır. Şu hadis-i şerif buna işarettir: “İlerde büyük fitneler olacak, kişi o fitnelerde kardeşinden ve babasından ayrılacak. (O zaman) fitneler erkeklerin kalplerinde kıyamete kadar yayılacak. Hatta o fitne zamanında bir kimse, zinakâr kadının zinasıyla ayıplandığı gibi, Allahın emirlerine uymasından dolayı ayıplanacak.”
Günümüzde bu mübarek hadiste ifade edilenleri peyderpey yaşamıyor muyuz? Ahir zaman ümmeti fitne batağına batmıştır. Hadiste de belirtildiği gibi (çok büyük bir yekûn teşkil etmese de) babayla oğul, anneyle kız birbirinden ayrı dünyalarda yaşar olmuştur. Evlat babasını, kız annesini beğenmez konuma gelmiştir. Çağın zehri dimağlara şırınga edilmiş, gözler fitne bağcıklarıyla bağlanmıştır. Allah’ın yap dediklerini yapmak çağdışı olmakla eşdeğer görülmüş, yapma dediklerini yapmak ise çağdaşlığın ölçüsü haline gelmiştir. Tabir caizse bu asi çağda sapla saman birbirine karışmıştır.
Hangi birimiz asrı saadette yaşamayı istemezdi ki? ... Hepimiz o mübarek çağda yaşamayı arzu ederdik. Fakat o çağda bile iman ile küfür savaş halindeydi. Birileri cennette büyük makamlar elde ederken, birileri de cehennemdeki kuyusunu daha da derinleştiriyordu. Demek ki mühim olan zaman değil, onun içini hak ve hakikat incileriyle doldurabilmektir.
Günümüzde iman kıpkızıl bir kor gibidir. Onu elinde, hatta yüreğinde taşımak alev ateş yanmayı kabullenmektir aynı zamanda… Buna göğüs gerebilirseniz taşırsınız, karşılığında da mükâfatlandırılırsınız; bunun dışında ‘hem yanmayım, hem elimden düşürmeyim’ deme şansınız yoktur. Ya yanmayı kabulleneceksiniz, ya da yere düşüreceksiniz. Günümüzde inancı vasat insanlar elindeki bu kor’u yere atmaya da, yanmaya da gelemiyor. Onun için tereddütlerin girdabında sürüklenip gidiyorlar. İman ağacı büyüyüp yeni filizler veremiyor. Her geçen gün kurumaya yüz tutuyor, cılızlaşıyor.
Fitne deyip geçmeyin… Bu bir ruhî maraz halidir. Müslümanların kâbusudur fitne… Ondan kaçmak, uzak durmak kurtuluşumuz için elzemdir. Fitne zincirleri ayaklarımıza şöyle bir dolanmaya görsün, kendimizi o ateşîn halkalardan bir daha kurtaramayız. Ahir zaman Peygamberi bu konudaki tehlikeyi gözler önüne sererek bizleri on dört asır evvelden uyarmıştır: “İlerde bir fitne olacak. O fitne içinde kişi mümin olarak sabahlayacak, kâfir olarak akşamlayabilecek. Ancak Allahın ilimle kalbini dirilttiği kimseler hariç…”
‘Mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlamak’ ne büyük bir tehlikedir. Bunu mal, mülk, para, şöhret, makam mevki kaybıyla da kıyaslayamazsınız. Zira bunalar kaybedilir de tekrar kazanılır da… Oysa manevî kayıpları telafi etmek çok zordur. Hele bir küfür çizgisine kaymaya görün bir daha zihninizi aydınlığa çıkaramazsınız. Çünkü dünyaya bakışınız ve algılama ölçütleriniz değişir, başkalaşır.
Şüphesiz bu sözler sıradan ve afakî nasihatler değildir; Allah’ın ‘Habibim(Sevgilim’ diye hitap ettiği bir nur elçisinin rahmani uyarılarıdır. Bunlara azamî dikkat gösterip yolumuzu ona göre çizmeliyiz. Aksi takdirde pişman olanlardan oluruz. Son pişmanlık da Hakk katında muteber değildir. Akıllı insan önce kendini düzeltir, gerekirse tebliğ adına durumdan vazife çıkarabilir. Çevresini ateş çemberinden çekip saadet halkasına dâhil edebilir.
Günümüzde müslümanın dört bir tarafı yüksek ve kalın duvarlarla çevrilmiş. Bu duvarlar içerisinde hakkı ve hakikati yaşamak zor olsa da gerçek mümin bunun mücadelesini verir. Hakikat ışığını bir şekilde alır ve çevresine yansıtır. Şartların zorluğu onu bedbinliğe itemez. Bedeli ne olursa olsun sünnet üzere yaşamayı sürdürür. Müslüman hiçbir zaman bedbin, yılgın ve bıkkın olamaz. O daima bir ümit ışığı arar ve neticede bulur.
Müslüman mazeret üretmek yerine meselelere çıkış yolu arar ve bulur. Çünkü mazeret ve yakınmalarla bir yere varılmaz, yerinde sayılır. Kul elinden geldiğince müslümanca yaşamanın önündeki engelleri aşar, kavgayla hareket etmez, hadiselere sevgiyle yaklaşır. Onun bu yaklaşımı bu inanca sıcak bakanlara örnek olur. Müslümanlığa duydukları sevgi ve muhabbet her geçen gün artar. Böylelikle kişi tavırlarıyla da dinine hizmet etmiş olur.
Ülke nüfusunun kahır ekseriyetinin müslüman olması görünürde bir avantaj olsa da bu kişilerin imanı beslenmeye muhtaçtır. Müslümanlığı bir sıfat olmaktan öteye gitmeyen kişilerden, bu inanca hizmet etmesini beklemek beyhudedir. Hizmet bir yana, onların İslam dairesindeki yerini sağlamlaştırmak zorundayız. Aksi halde onların da buharlaşıp elimizden uçması ihtimal dâhilindedir. Bunların da elinden tutmak şuurlu Müslümanların vazifesidir.
Kelime-i tevhidi dil ile söyleyip kalp ile tasdik etmek Müslümanlığa girişin ilk basamağıdır. Fakat bu basamakta kalmamalı müslüman… İkinci, üçüncü basamaklara yönelmelidir. İslam dairesine giren insanın mükellefiyetleri bu dairede kaldıkça artar. Hiç kimse kendini burada misafir görmemelidir. Hemen hizmete koyulmalıdır. Çobanından başbakanına kadar İslamla şereflenen herkes üzerine düşen ferdi ve içtimai vazifelerini ifa etmelidir. Sorumluluk açısından her kesim eşit kabul edilir. Hiç kimseye daha ağır bir yük yüklenmez. İlahi emirler, haram ve yasaklar hepimiz için bağlayıcıdır. Bu din emir ve yasaklar konusunda hiç kimseye ayrıcalık tanımaz. Herkes ettiği hizmet ölçüsünce Allah’a yakın olur, mükâfatının derecesini de fedakârlığı belirler.
İslam inancını kişinin vicdanına hapsedenler her halükârda yanılıyordur. Çünkü İslam toplumsal bir dindir. Hayatı çepeçevre kuşatır Kur’an ahkâmı… Bu inancı yaşamak yeterli değil, bu dinin mensubu olan her kul, yakın çevresinden başlayarak uzak çevresine doğru bildiklerini yaymalı ve yaşatmalıdır. Ancak bu şekilde Allah’ın tarif ettiği mümin sıfatına mazhar oluruz. Verdiğimiz emeklerin mükâfatını bu dinin sahibi olan Allah fazlasıyla bizlere sunacaktır. Gayretlerimizin karşılığında inşallah altından ırmaklar akan Cennette ağırlanacağız. Burada süresiz kalarak sayısız nimetlere muhatap olacağız. Görüldüğü gibi Cennet bedava değil. Fakat buraya dünyadaki ticaret aracı olan parayla değil, İslama hizmet etmekle giriliyor. Cennet, bu hizmetlerin manevî ücreti oluyor.
Her müslüman en az kendine yetecek kadar dini bilgiye ve malumata sahip olmalıdır. İslam, imamların tekelinde değildir. Her mümin kendini imam olarak görmeli ve gerekli bilgi altyapısını oluşturmalıdır. Küçük meselelerde fetva almak için cami cami dolaşıp imam aramamalıdır. İslamı imamlara ihale edip yan gelip yatmak, taşıdığımız sorumluluğu ne hafifletir ne de ortadan kaldırır. Her müslüman inancının elçisidir. Yeri gelince bildiklerini çevresiyle paylaşır, bilmeyenlere öğretir, adeta etrafına bir güneş gibi doğar. İslamı fert olarak yaşamayı yeterli görmez, bu inancın bütün toplumu kuşattığını aklından çıkarmaz.
Asıl imtihan, zor zamanda müslümanca yaşamaktır. Yoksa baskı ve tehditlerin olmadığı bir dünyada İslamı yaşamak sanıldığı kadar zor olmasa gerek… Etrafımızın dikenli tellerle çevrildiği, iman kalesinin çeşitli saldırılara maruz kaldığı bir dönemde bütün tehlikelere karşı canımızı siper edersek gerçek imanımızı teşhir ve ispat etmiş oluruz.
Ahir zaman ümmeti olarak zor zamanda yaşıyoruz. Cadde ve sokaklar İslami renklerden mahrum bir görüntüye büründürülmüş… Bu mekânlarda arz-ı endam edenler, günah çağlayanının debisini her geçen gün daha da yükseltiyor. Giyim tarzları İslamın aleyhinde değişmiş ve Batılı tarza bürünmüştür. Paris’te çıkan moda, ertesi gün Türkiye’nin herhangi bir Anadolu şehrinde görülebilir olmuştur. Günümüzde İslamî giyim tarzları bazı kesimlerce kabul görmemiş, inançları gereği böyle giyinenler, kendilerini modern olarak nitelendiren kesimler tarafından dışlanmıştır. Hatta gerici yaftası yapıştırılarak toplumdan koparılmaya, tecrit edilmeye çalışılmıştır. Kendisini hangi sıfatla nitelendirirse nitelendirsin buna hiç kimsenin hakkı yoktur. Herkes dini inancının gereğini yerine getirebilmelidir.
Hiç kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın. Hakkın gerekleri bellidir. Mümin kendisine emredileni yaşamak mecburiyetindedir. ‘miş’ gibi yaşamak kendimizi kandırmanın psikolojik boyutudur. İnançlarımızın yaşam tarzına dönüşmesi zorunludur. ‘İnandım’ demekle sorumluluktan kurtulamayız. Gerçek mümin inancının gereğini yerine getiren, inancının arkasında duran insandır. Rabbimiz bununla alakalı olarak şöyle buyuruyor:
“İnsanlar, (sadece) ‘İman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. Yoksa kötülükleri yapanlar, Bizi (aşıp) geçeceklerini mi sandılar? Ne kötü hükmediyorlar? Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa hiç şüphesiz Allah’ın (tespit ettiği) süresi yaklaşarak-gelmektedir. O, işitendir, bilendir. Kim cihad ederse, yalnızca kendi nefsi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnidir. İman edip salih amellerde bulunanlar ise; Biz şüphesiz onların kötülüklerini örteceğiz ve şüphesiz yaptıklarının en güzeliyle karşılık vereceğiz.”(Ankebut 29/2-7)
Bu ayette de görüldüğü gibi mühim olan, yapmacık davranışlarımız ve sadık kalmadığımız sözler değil, yaşam tarzımızdır. Allah her anımızı manevî kameralarla gözetliyor. Melekler işlediğimiz amelleri düzenli olarak yazıyor. Her anımız takip altındadır. Yoksa imanının arkasında durmayanlar, onu bir lafız olarak görenler, kendilerini başıboş mu zannediyorlar? Karanlık bir gecede kapkara bir taşın üstündeki siyah bir karıncayı ayan beyan gören ve onun ayak seslerini duyan Allah bizlerin ikiyüzlülüklerini görmüyor mu?
Şunu unutmamak gerekir ki ancak nefsini manevi kirlerden arındıranlar kurtuluşa erebilir. İmanla küfrü aynı yürekte taşımak mümkün değildir. Bunu yapanlar münafıkların ta kendileridir. Münafığın kâfirden daha tehlikeli olduğu bilinir. Çünkü kâfir küfrünü ilan etmiştir. Oysa münafık iki taraflı görünerek muhataplarını yanıltır. Onun düşmanlığından sakınmak daha zordur. Allah bizleri onların şerrinden korusun.
Bilinmelidir ki Cehennem gereksiz, Cennet de bedava değildir. Kişi cennetini de cehennemini de dünyada elde eder. Dünyada tercih ettiğimiz hayat tarzı, ukbadaki mevkiimizi belirler. Cennetin de kendine mahsus mevkileri vardır. Nasıl ki dünyada malımıza, mülkümüze, para ve şöhretimize göre itibar görüyorsak öyle de ahrette amellerimize göre itibar göreceğiz. Oradaki konumumuzu amellerimiz belirleyecek. ‘İman ettik’ demekle cennete gireceğini sananlar elbette yanılıyordur. Onlar orada hüsrana uğrayacaklardır.
İslamî hayat için bütün mal, mülk ve makamlarını terk edenler ilahi imtihanı hakkıyla anlayan ve gereğini yapanlardır. Asrı Saadet döneminde her şeyini İslama hasredenler fitne ve fesadın altın çağını yaşadığı günümüzde bize model olmalıdır. Onların yaşadığı İslamı ve bu inanç uğruna gösterdikleri canhıraş gayretleri gözlerimizin önünden geçirmeliyiz. İslam inancından vazgeçmeleri için ehli küfrün onlara sundukları dünyevî menfaatleri ellerinin tersiyle iten bu karakter heykelleri, bize kaybettiğimiz inanç haritasını hatırlatmalıdır. Bu haritayı bulmadığımız müddetçe hakikate ulaşmamız mümkün olmayacaktır.
Çocuklarımızın istikbalini garanti altına almak için kendimizi seferber ediyoruz. Elimizde ne varsa bu yolda harcıyoruz. Fakat imansızlık tuzaklarının her köşe başında pusu kurduğu bu zor zamanda çocuklarımızın şer güçlerin bu kapanlarına düşmemesi için neler yapıyoruz? Onları inkâr çukurlarına düşmekten koruyabiliyor muyuz? Ciğerparelerimiz olan yavrularımıza hakikat yolunu gösterebiliyor muyuz? Bu soruları kendimize sorup cevaplarını hakkıyla vermeliyiz. Verdiğiniz cevaplar sizi tatmin ediyorsa mesele yoktur. Şayet renginiz atıyor, soğuk terler döküyor, kem küm ediyorsanız vakit kaybetmeden gittiğiniz yolu değiştiriniz. Çocuklarınızı cehennem azabından koruyunuz. Vereceğiniz İslamî terbiye ile onlara kalkan olunuz. Amel defterlerinizi onlar aracılığıyla açık tutunuz.
Bugün Batılıların zihnindeki Müslüman imajı topyekûn yanlıştır. Çünkü Müslümanlıkla terörizmi aynı cümle içerisinde telaffuz eden ve bağdaştıran bu önyargılı güruh, bu dinin barış ve kardeşliği öngördüğünü anlamaktan ne kadar da uzaktır. İslam medeniyetinin ‘m’sinden habersiz olan bu kesimleri ve şartlanmış çevreleri, her fırsatta bilgilendirip hakikatlerle yüzleştirmeliyiz. Mimsiz medeniyetin temsilcileri olan bu anlayışın mümessilleriyle İslamı anlayana kadar mücadele etmeliyiz. Yanlışlarından dönmeleri için sabırla ikna metodunu kullanmalıyız. Şayet ikna olmuyorlarsa onlardan uzak durmalıyız.
Bazı kesimlerim Müslümanlara yaklaşımı kökten yanlıştır. Müslümanlara yönelik korkular ve şartlanmışlıklar pek çok hatayı beraberinde getirmektedir. Bu kirli bakışlardan arınıp söz konusu kesime hakikat penceresinden bakmak gerekir. Zihni şartlanmışlıklar, gözümüzün önüne her tarafı yanlış çizilmiş bir müslüman portresi çıkarmaktadır. Bu portreden hareketle bütün müminleri belli bir cendereye ve kalıba sokmak tek kelimeyle haksızlıktır. Batı yıllardan beri bunu yapmaktadır. Müslümanlığı yaşamın tek gayesi olarak belleyen ve her adımını onun kaidelerine uygun olarak atmaya cehdedenlere yapılabilecek daha şedit bir kötülük düşünemiyorum.
İslam imajının zedelenmesinde kendini müslüman olarak vasıflandıranların da bariz hataları vardır. Bizler inancımızı hakkıyla yaşasaydık, şer odaklarına malzeme vermeseydik bu önyargılı bakış açısı kendine yer edinemezdi. Biz, ilk Müslümanların yaşadığı sıkıntıların, çektikleri ıstırap, acı ve çilelerin hiçbirini yaşamadık. İslamı ailemizden görerek yaşadık. Ağır bir bedel ödemedik dini değerlerimiz için… Bundan dolayı inançlarımıza dört elle sarılmadık. Bu hazır buluş bizi gevşekliğe itti. Gevşedikçe değerlerimizden koptuk. Ötekiler gibi yaşamayı mahsurlu görmedik. Bir zaman geldi ki ne kendimiz, ne ötekiler olabildik. Bu da İslam ve müslüman imajını ciddi bir biçimde zedeledi. Kanaatimce bugün bu hatanın bedelini ödüyoruz. Titreyip kendimize dönmedikçe bedel ödemeye devam edeceğiz.
Müslümanca yaşamanın önündeki engeller dün de vardı, bugün de var, yarın da olacaktır. Bundan on dört asır evvel ashabın bugünkü Müslümanlardan daha az çile çektiğini, daha az fedakârlık yaptığını hangi birimiz söyleyebilir? Bunun aksine o zamanın mücahitleri davaları için canlarını ve mallarını hiçe sayarak hareket etmişlerdir. Anaları, babaları, kardeşleri, eşleri tarafından reddedilmenin, makam ve mevkilerini, itibar ve saygınlıklarını yitirmenin acısını yaşasalar da hak belledikleri sırat-ı müstakimden dönmemişlerdir. Bu acılar onların dava ve hizmet şuurunu zayıflatmamış, aksine daha da beslemiştir.
Bugünkü müminlerin, Müslümanlığı İslamın beş şartından ve imanın altı şartından ibaret görüp bu inancı sırf ferdi planda yaşama gayretleri hatalar zincirinin ilk halkası olmuştur. Oysa İslam toplumcu bir dindir, şahsî kurtuluşu değil, cemiyetin felâhını esas alır. Bir kişinin İslamla şereflenmesine vesile olmak çok büyük sevaplardandır. Bu o kadar mühim bir vesiledir ki Cennete girmemize bile sebep teşkil edebilir. İslamı fert olarak yaşamak, başkalarının küfür ve inkâr bataklığında debelenmesine göz yummak, lakayt kalmak ferdi inancımızın kurtuluşumuza engel olması sonucunu doğurabilir.
İnancımızı yaşamaya dair sıkıntılar çekmek, gayet tabiidir ki nefsimize ağır gelir. Rahat yaşama hevesi içimizi sarıp sarmalar. Bu tavır, maazallah, inancımıza tuzak kuranlarla işbirliği yapmaya kadar gidebilir. İnandığımız gibi yaşamazsak, gün gelir yaşadığımız gibi inanmaya başlarız. İnanç açısından bu vahim ve tehlikeli noktaya gelen bir insanın kendini müslüman olarak vasfetmesi ve böyle kuru bir iddiayla avunması kendini kandırmaktan öte bir şey değildir. Neticede şunu söyleyebiliriz ki ahir zamanda Asr-ı Saadeti yaşamak çok zor ve çileli olsa da imkânsız değildir. Bunun mükâfatı da zorluğuyla orantılı olarak tahmin edemeyeceğiniz kadar yüksektir. Ne mutlu kendisine böyle ulvî bir gaye edinenlere! .. Allah bizleri İslam akaidleri dairesinde inandığı gibi yaşayanlardan eylesin(Âmin) .
ASHAB, GÖKTEKİ YILDIZLAR GİBİDİR
M. NİHAT MALKOÇ
Müslüman’ın tarifi kısa ve nettir: ‘Müslüman muhatabına güven duygusu aşılayan, yüzüne bakınca Allah’ı hatırlatan, kısacası iyi insan’ demektir. Bu sıfatı taşıyan insanların, hâl ve hareketlerine azamî derecede dikkat etmesi elzemdir. Çünkü Müslüman vasfıyla vasıflananlar büyük bir sorumluluğu da üzerlerine almış demektir. Bu vazife şahsî olmaktan öte içtimaidir. Hâl ve hareketlerin ölçüsüzlüğü kişinin yanında, sahip olduğu davayı da rencide eder. Onun için Müslüman sırat-ı müstakim üzere olan insandır. Son nefesini verinceye kadar bu mükellefiyetini hakkıyla taşımak mecburiyetindedir.
Müslümanın ölçüleri Kur’an, sünnet ve icmayla sabittir. Kur’an’dan süzülen nurlar hadislerle beslenir. Çağın getirdiği meselelere de icma penceresinden bakılarak çözümler bulunur. Bunu da aşan bir durum söz konusuysa vicdanî kanaatler esas alınır.
Davranışlarımızı şekillendirirken büyük Müslüman zatları örnek almak akıllıca bir yaklaşımdır. Bizim için en büyük örnek şüphesiz ki Hz. Muhammed(SAV) ’dir. Onun yaşadığı hayatın izinden gidenler asla ziyanda ve hezeyanda olmamışlardır. Allah onlar için aydınlık bir gelecek vaad etmektedir. Hiç şüphesiz ki Allah vaadine sadık ve samimidir.
Resulullah’tan sonra kendimize model tayin edeceğimiz şahsiyetler sahabelerdir. Lügat itibariyle ashab, ‘arkadaş’ manasına gelen ‘sâhib’ kelimesinin çoğuludur Peygamberimiz Hz.Muhammet(S.A.V) ’i görmüş ve onun Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna inanmış müminlere “Ashab” diyoruz. Şayet o devirde yaşayan kişi âmâ ise Resulullah’la konuşması ve davasını dava kabul etmesi yeterlidir. Hz. Peygamberi dünya gözüyle görmek şarttır. O’nu rüyasında görenler sahabi sayılmaz. Hz. Peygamberi kendisine peygamberlik gelmeden evvel gören veya O’nunla sohbet eden, fakat peygamberlikten sonra göremeyen kişi de sahabî olmaz. Tayin ve tespit yaparken bu inceliklere dikkat etmek gerekir.
Bu mübarek şahsiyetlere hürmet olarak ‘Ashâb-ı kirâm’ da denmektedir. Peygamberimizi, kâfir iken görüp de, Resûlullahın vefatından sonra imana gelen veya Müslüman iken, sonra mürted olan yani Müslümanlıktan çıkan sahabi olamaz. Demekki sahabi olmak için hem Resulullah’ı bizzat görmeli, hem de Müslüman olarak can verilmelidir. Fakat Hz. Muhammed’i Müslüman olarak görenlerden hiçbiri mürted olmamıştır. Zira Peygamber Efendimiz, ashabından hiçbirinin sonradan kâfir olmıyacağını, yani Müslümanlıktan çıkmıyacağını, hepsinin Cennete gideceklerini haber vermiştir. Demek ki onlar müstesna insanlardır. Sevdikleri ve inandıkları zatın büyüklüğünün şanına lâyık olarak Allah’ın koruma çemberi içerisine alınmışlardır.
Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâmı üçe ayırmıştır. Bunlar ‘muhacirler, ensar ve diğer sahabilerdir.’ Muhacirler; Mekke şehri alınmadan önce, Mekke’den veya başka yerlerden, vatanlarını, yakınlarını terk ederek, Medine şehrine hicret edenlerdir. Ensâr; Peygamber Efendimize ve Muhacirlere her türlü yardımda ve fedakârlıkta bulunacaklarına söz veren, Medine şehrinde veya bu şehre yakın yerlerde bulunan Müslümanlardır. Diğer ashâb-ı kirâm; Mekke şehri alındığı zaman ve daha sonra Mekke’de veya başka yerlerde imana gelenlerdir.
Mekke’nin fethinde on bin, Tebük Gazasında yetmiş bin, Veda Haccı’nda doksan bin ve Resûlullah Efendimiz vefat ettiği zaman yeryüzünde yüz yirmi dört binden fazla sahabi vardı. Bu konuda değişik rivayetler de mevcuttur. Elbette bu rakamların çok sağlıklı olduğunu düşünemeyiz. Fakat mevcut sayı aşağı yukarı bu rakamlarla örtüşmektedir.
İslam tarihinde sahabi diye adlandırdığımız bu nurlu zatlar her türlü zorluğa göğüs gererek İslâm’ın bayraktarlığını yapmışlardır. Onun için ashâb-ı kirâmın herbirinin ismini hürmetle, saygı ile söylemeliyiz. Birinin adı söylenince ‘radıyallahü anh’ yani ‘Allah ondan razı olsun’ denir. İkisi için ‘radıyallahü anhümâ’ yani ‘Allahü teâlâ o ikisinden razı olsun’ denir. Birkaçı veya hepsi söylenince ‘rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn’ veya kısaca ‘radıyallahü anhüm’ yani ‘Allah onların hepsinden razı olsun’ ifadeleri kullanılır. Bu hususta azamî derecede dikkatli olarak saygıda kusur etmemeliyiz.
Ashabın yaşadığı müslümanlık, herkese örnek olmalıdır. Onlar İslâm’a sözde değil, özde inanmışlardır. Sahabelerin derecesi en düşük olanı, evliyadan daha üstündür. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde sahabelere methiyelerde bulunmuş; onları örnek göstermişlerdir:
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah’a inanırsınız.”(Âl-i İmran s.110.Ayet”
“Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun “(Bakara s.143.Ayet)
“Muhacirlerden ve Ensar’dan(İslâm’a girmekte) ilk öne geçenler ile bunlara tabi olanlar… Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır.(Allah) onlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlanmışlardır. İşte büyük kurtuluş bugündür.”(Tevbe s.100.Ayet)
“Muhammed Allah'ın Resulü’dür. O’nunla beraber olanlar (ashab) da kâfirlere karşı çetin ve metin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükû edici, secde edici olarak görürsün. Onlar Allah’tan daima fazl-u kerem ve rıza isterler. Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir…” (Fetih s. 29. Ayet)
Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekemezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önce tutarlar.
Sahabeler de üstünlük bakımından farklı derecelere sahiptirler. Sahabelerde efdaliyet sırası hilafet sırasına uygundur. Buna göre Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali sırasıyla en büyük sahabelerdir. Hulefa-i raşidine ilave olarak, Cennetle müjdenelenen(aşere-i mübeşşere) diğer altı sahabe (Talha, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa’d ibni Ebi Vakkas, Said bin Zeyd, Ebu Ubeyde bin Cerrah) ile Hz. Hasan ile Hz.Hüseyin gelmektedir. Bunların hepsini ayrı ayrı sevip tazim göstermeliyiz.
İslâm literatüründe Peygamber Efendimiz (SAV.) ’den sonra halifelik yapan dört kişiye ‘Hulefa-i Raşidin’ denir. Bunlar sırasıyla Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.a.) ’dir. Bu dört isim zor zamanlarda İslâmın ağır yükünü sırtlamışlar; üzerlerine adeta ateşten gömlek giymişlerdir.
Hz. Muhammed (SAV) ’in İslâm’ı tebliğ etmeye başlamasından sonra kendisine ilk iman eden hür erkek Hz. Ebubekir’dir. O aynı zamanda aşere-i mübeşşerenin ilkidir. Hz. Ebubekir; ‘Câmiu’l Kur’an, es-Sıddîk, el-Atik’ lakaplarıyla anılan büyük sahabidir. Hz. Ebû Bekir, hayatı boyunca Peygamber Efendimizin yanından ayrılmamış, çocukluğundan itibaren aralarında büyük bir dostluk ve muhabbet köprüsü kurulmuştur. Kızı Hz. Ayşe’yi, canından çok sevdiği bu dostuna nikâhlamıştır.
Hz. Ebubekir’in icraatlarının en mühimi Kur’an’ın toplanarak bir araya getirilmesi olmuştur. Hz. Ebû Bekir, Ridde harplerinde, vahiy kâtiplerinin ve kurrâ’nın(okuyucuların) birçoğunun şehid olması üzerine, Hz. Ömer’in Kur’ân’ın toplanması fikrine önce sıcak bakmamışsa da sonra ona hak vererek, Kur’ân ayetlerinin toplanmasını sağlamıştır. Tacir olarak geniş bir kültüre sahip olan Hz. Ebû Bekir, dürüstlüğü ve takvası ile ashâb içinde ilk sırada yer alırdı. Yumuşak huylu, düşünceli ve alçakgönüllüydü. O mübarek zatın söz ve nasihatlerinden bir demeti sizlerla paylaşmak istiyorum:
“Rasûlullah vahy ile korunuyordu. Benim ise beni yalnız bırakmayan bir şeytanım vardır... Hayır işlerinde acele edin, çünkü arkanızdan acele gelen eceliniz var... Allah için söylenmeyen bir sözde hayır yoktur... Herhangi bir yericinin yermesinden korktuğu için hakkı söylemekten çekinen kimsede hayır yoktur... Amelin sırrı sabırdır... Hiç kimseye imandan sonra sağlıktan daha üstün bir nimet verilmemiştir... Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz.”
Halifelerin ikincisi olan Hz. Ömer, efdaliyet açısından sahabelerin de ikinci sırada gelenidir. Sert mizaçlı bu cesur yürek Peygamber Efendimizi öldürmeye giderken karşılaştığı manzaradan etkilenerek Müslüman olmuştur. İslam tarihinde bu konu şöyle anlatılır:
“Ömer, Resulullah’ı öldürmek için onun bulunduğu yere doğru giderken, yolda Nuaym b. Abdullah ile karşılaştı. Nuaym ona, böyle öfkeli nereye gittiğini sorduğunda o, Muhammed’i öldürmeye gittiğini söylemişti. Nuaym, Ömer’in ne yapmak istediğini öğrenince ona, kızkardeşi ve eniştesinin yeni dine girmiş olduğunu söyledi ve önce kendi ailesi ile uğraşması gerektiğini bildirdi. Bunu öğrenen Ömer, öfkeyle eniştesinin evine yöneldi. Kapıya geldiğinde içerde Kur’an okunmaktaydı. Kapıyı çalınca, içerdekiler okumayı kesip, Kur’an sayfalarını sakladılar. İçeri giren Ömer, eniştesini dövmeye başlamış, araya giren kızkardeşinin aldığı darbeden dolayı burnu kanamıştı. Kızkardeşinin ona, ne yaparsa yapsın dinlerinden dönmeyeceklerini söyleyerek kararlılığını bildirmesi üzerine, ona karşı merhamet duyguları kabarmaya başlamış ve okudukları şeyleri görmek istediğini söylemişti.
Kendisine verilen sahifelerden Kur’an ayetlerini okuyan Ömer, hemen orada imân etti ve Resulullah’ın nerede olduğunu sordu. O sıralarda müslümanlar, Safa tepesinin yanında bulunan Erkam’ın evinde gizlice toplanıp ibadet ediyorlardı. Resulullah’ın Daru’l-Erkam’da olduğunu öğrenen Ömer, doğruca oraya gitti. Kapıyı çaldığında gelenin Ömer olduğunu öğrenen sahabiler endişelenmeye başladılar. Zira Ömer silahlarını kuşanmış olduğu halde kapının önünde duruyordu. Hz. Hamza: ‘Bu Ömer’dir. İyi bir niyetle geldiyse mesele yok. Eğer kötü bir düşüncesi varsa, onu öldürmek bizim için kolaydır’ diyerek kapıyı açtırdı. Resulullah, Ömer’ın iki yakasını tutarak; ‘Müslüman ol ya İbn Hattab! Allahım ona hidayet ver! ’ dediğinde, Ömer, hemen oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek iman ettiğini açıkladı. Bundan sonra da İslâmın en büyük mücahidi oldu.”
Halifelerin üçüncüsü Hz. Osman aynı zamanda Peygamberimizin damadıdır. ‘Osman b. Affân b. Ebil-As b. Ümeyye b. Abdi’ş-Şems b. Abdi Menaf el-Kureşî el-Emevî’ diye uzun bir künyesi vardır. O da ilk iman edenler arasındadır. Hz. Osman Bedir Savaşı hariç, müşriklerle ve İslâm düşmanlarıyla yapılan bütün savaşlara katılmıştır. İlk eşi Rukayye’nin vefat edişinden sonra Resulullah, Hz. Osman’ı diğer kızı Ümmü Gülsüm’le evlendirdi. Hz. Osman, Mescid-i Nebi’nin genişletilmesine ihtiyaç duyarak, onu süslü taşlarla yeniden inşa etti. Kur’an-ı Kerim onun zamanında çoğaltılmıştır. Hz. Osman on iki sene hilâfet makamında kalmıştır. Asiler tarafından öldürülerek şehitlik makamına terfi etmiştir.
Resulullah’ın amcası Ebu Talib’in oğlu ve de damadı olan Hz. Ali ‘hulefa-i raşidin’in sonuncusudur. ‘Allah’ın Arslanı’ ünvanıyla da anılmıştır. On yaşında İslâm’ı kabul ettiği bilinmektedir. Hz. Hatice’den sonra müslümanlığı ilk kabul eden odur. Hz. Ali âbid, kahraman, cesur, iyilikte yarışan, takva sahibi ve son derece cömertti. Hz. Ali’nin ‘Zülfikâr’ adı verilen meşhur bir kılıcı vardı. Kılıcın ağzı iki çatallı idi ve Hz. Ali’ye Resulullah tarafından hediye edilmişti. O da şehitlik şerbetini kana kana içmiştir. Bugün Şii diye bilinen kesim, hilafet sırasına ve efdaliyete muhalif olarak Hz. Ali’yi öteki sahabelerden daha üstün tutmaktadır; hatta ötekileri yermektedir. Bu görüş nerden bakarsan sakattır. Çünkü Müslüman olan herkes sahabileri sever, sevmelidir de… Resulullah Efendimiz, ashaba duyduğu sevgi ve muhabbeti her halûkârda ortaya koymuştur. Şu mübarek hadisler buna delildir:
“Kitap’ta size ne gelmişse onunla amel edecektiniz, onu terk etmekte hiçbir özür kabul edilmez. Kitapta bulunmayan bir şey olursa, benden vaki olan sünnet esastır. Benden vaki bir sünnet yoksa Ashabımın söylediğine uyacaksın. ‘Ashabım gökteki yıldızlar gibidir.’ Onlardan hangisini esas alırsanız hidayete erersiniz. Ashabımın ihtilâfı sizin için rahmettir”
“Cenab-ı Hakk, ashabımı nebiler ve peygamberler hariç bütün cin ve ins’e tercih etmiş, üstün tutmuştur.”
“Sırat köprüsünden ayakları kaymadan geçenler, Ehl-i beytimi ve ashâbımı çok sevenlerdir.”
“Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların lâneti, ashabıma kötü söz söyleyenin, üzerine olsun! Kıyamette Allahü teâlâ, böyle kimselerin farzlarını da, nafile ibadetlerini de kabul etmez.”
“Kıyamette, insanların hepsinin kurtulma ümidi vardır. ashâbıma söğenler bunlardan müstesnadır. Onlara Kıyamet halkı da lanet eder.”
“Ümmetimin en hayırlısı benim asrımdakilerdir. Sonra bunları takip edenler, sonra da bunları takiben gelenlerdir. Sonra öyle bir kavim gelir ki şehadetten önce yemin ederler ve şahitlikleri talep edilmeden şehadette bulunurlar.”
“Ashabım hakkında Allah’tan korkun. Onları kendinize hedef edinmeyin. Kim onları severse bu bana olan sevgisi içindir, kim de onlara buğz ederse bu da bana olan buğzu sebebiyledir. Onları kim incitirse beni incitmiş olur. Beni inciten de Allah’ı incitir. Allah’ı incitenin de belâsı yakındır.”
Bugünün Müslümanları İslamın ilk dönemlerini ve bu dönemlerde iman mücadelesi vermiş kahraman şahsiyetleri tanıması gerekir. Çünkü onların hayatından almamız gereken nice ibretler vardır. Zira onlar İslamın baş tebliğcisi olan Hz. Muhammed(SAV) ’in yanıbaşında yaşamışlardır. Onun dinî uygulamalarına bizzat şahit olmuşlardır. Yine bu insanlar, İslâmın güçlenip geniş bir coğrafyaya yayılması için canlarını seve seve bedel olarak vermişlerdir. Mala, mülke, dünyevî makama ve çocuğa tamah etmemişlerdir. Dünyayı bir mezra olarak görmüşler, burada birkaç nefes soluklanıp Cennet yurduna göçmüşlerdir.
Ashabın faziletlerini saymakla bitiremeyiz. Onlar Peygamberimiz için adeta bir gölgelik olmuşlardır. Ondan duyduklarını gelecek nesillere aktarmak için birbirleriyle yarışmışlardır. Bu insanların aralarında adeta husumete dayanmayan gizli bir takva yarışı vardı. Fakat bu yarışta enaniyetin esamesi okunmuyordu.
Bugün Kur’an, hadis ve diğer İslamî hükümler hiç bozulmadan günümüze kadar ulaşabilmişse bunda Allah’ın inayetinin yanında ashabın da gayreti ve emeği vardır. İslam’ın gülen yüzü olarak tabir edebileceğimiz sahabiler, yaşadıkları döneme ait en ince ayrıntıları da bugünkü Müslümanlara aktarmayı mukaddes bir vazife addetmişlerdir. Onların bu gayreti ve âli cenaplığı sayesinde sünnetin ayrıntılarına vakıf olabiliyoruz.
Sahabelerden bazıları İslamı daha geniş kitlelere tebliğ etmek için yerini yurdunu terk edip başka memleketlere göç etmiştir. Buralarda aç susuz kalsalar da tebliğ vazifesinden vazgeçmemişlerdir. Sağlam kaynaklardan edindikleri hakikatleri bütün insanlıkla paylaşmışlardır. Dikkat ederseniz diğer hak dinlerde bu kadar üstün bir fedakârlık anlayışı yoktur. Tarafsız bir gözle baktığımızda diğer dinlerin ana kaynaklarının aslının bozulması, bu din sahiplerinin biraz da lakaytlığını göstermez mi? Bu örneklere bakarak o büyük insanların hakkını teslim etmeliyiz, kıymetlerini bilmeliyiz.
Ehl-i sünnet mensupları sahabelere çok kıymet verir. Küçüğünden en büyüğüne kadar hepsine tazim ve hürmet gösterir. Özellikle dört halife arasında çirkin tartışmalara girmez. Hiçbirini hor ve hakir görmez. Ashabın derece olarak en küçüğü bile bugünkü Müslümanların manevî makam olarak en büyüğünden daha faziletlidir. Lüzumsuz tartışmaları bir kenara bırakarak o büyük insanlara benzemeye, onlar gibi ihlâs ve takva sahibi fertler olmaya gayret göstermeliyiz. Zira onlar ve onlara tabi olanlar kurtuluşa erenlerdir.
Günümüz insanları dinî hayattan bir hayli uzaklaşmıştır. Mal, para, çocuk, makam ve eğlence sevgisi dinî ve ulvi değerlerin önüne geçmiştir. Bugünkülerin hayatıyla sahabilerin hayatını kıyasladığımızda büyük uçurumlarla karşılaşırız. Bu adeta ulu bir dağla küçük bir kum taneciğinin mukayesesidir. Şunu unutmamalıyız ki onlara benzedikçe insanlaşacağız ve İslamlaşacağız. İnsanlaştıkça ve İslâmlaştıkça kirlerimizden arınıp Cennete layık kul olacağız.
Ayetlerde ve hadislerde de ifade buyurulduğu gibi sahabeleri sevip saymalıyız. Bazı mezheplerde olduğu gibi, bir kısmını yüceltip bir kısmını aşağılamamalıyız. Çünkü ashab birbirini çok severdi. Saygıda kusur etmezlerdi. Bilinmelidir ki ilâhî hakikat olduğu üzere ashaba dil uzatan zındıktır. İslâm onların gayretleriyle bugünlere gelmiştir. Allah onlardan razı olsun. Ne mutlu onları samimi hislerle sevenlere ve onlar gibi yaşamaya gayret edenlere! .. Zira Resulullah’ın buyurduğu gibi: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” Kıyamette onlara komşu olmak ne büyük bahtiyarlıktır.
TARİH ŞUURU
M.NİHAT MALKOÇ
Tarih milletlerin boy aynasıdır. Kendimizi bu aynada nasıl görmek istiyorsak ona göre bir hayat idame ettirmeliyiz. Zira tarih, geçmişte yaşananların bugüne yansımasıdır. Fakat tarih yapanla tarih yazanın birbirlerine sadık olması, yazılanla yaşananın aynı düzlemde cereyan etmesi gerekir. Aksi halde her devletin kendi penceresinden gördüğü ve sımsıkı sarıldığı yalan yanlış malumatlarla sahrada gemi yüzdürürüz.
İnsanlar tarihî geçmişlerini, kültür ve medeniyetlerini asla unutmamalıdır. Çünkü bize mertebe kazandıracak veya kaybettirecek bu birikimlerimizdir. Maziyi yâd ederek yaşamak, geleceği şekillendirmek için elzemdir. Fakat geçmişe takılıp kalmak da en az geçmişi unutmak kadar tehlikelidir. Geçmişteki hatalarımızdan ders, başarılarımızdan ise hız almalıyız. Böylelikle gayret ve motivasyonumuzu en üst seviyede tutabiliriz.
İlim ve irfanın tarlası hükmündeki Osmanlı devleti bizim şanlı mazimizin dönüm noktalarından birisidir. Altı yüz yılı aşkın bir dönemi kapsayan bu süreç hafızalarımızda yaşatılmalıdır. Çünkü bu uzun zaman diliminden öğreneceğimiz çok şeyler vardır. Ak ve kara sayfalarıyla dünya tarihine yön veren bu tarih silsilesinden nasibimize düşen ibretleri almalı ve geleceğimizi o tecrübelerin verdiği güçle şekillendirmeliyiz.
İstikbale endişesiz bakmak ve yön vermek maziden beslenmekle mümkündür. Bizim koca tarihimizde irfan, şan ve şeref levhaları sayılamayacak kadar çoktur. Bizim tarihimiz ve kültürümüz fedakârlık numuneleriyle doludur. Örnek hadiseler ve buna bağlı kişilikler aramak için uzaklara gitmemize hiç mi hiç gerek yoktur. Uzun yıllardan beri Batı’da aranan kaynak aslında içerdedir. Avrupa’da insanlık vahşet ve dehşet içerisinde kırılırken ecdadımız hikmet ve adaletin, ilim ve irfanın, şan ve şerefin doruklarında seyrü sefer ediyordu. Fakat ne yazık ki hâlâ bunun farkına varamamışız. Binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete.
Tarih şuuru sihirli bir anahtardır. Hayatımızın her safhasında karşımıza çıkan kapalı kapıları bu anahtarın esrarengiz gücüyle açabiliriz. Şayet anahtar tutukluk yapsa bile tarih şuurunun verdiği sarsılmaz güçle o çelikten kapıları yumruklarımızla kırarak içeri girebiliriz.
Köklü bir millet olan Türkleri köksüzlüğün uçurumuna sürüklemek isteyenler, onları popüler kültürün boyalı şeker hükmündeki sahte tatlarıyla avutmaktadırlar. Bağımlılık yapan ve kişinin komaya girmesine yol açan bu sahte tatlar, ruhumuzun damak zevkini de bozmaktadır. Mankurtlaşmaya kadar uzayan bu süreçte çok keskin ve tehlikeli dönemeçler mevcuttur. Böyle kaygan bir yolda giden şoförün mahir ve uyanık olması elzemdir.
Tarihî değerlerimiz, millet yapısının köşe taşlarını birbirine bağlayan ve sağlamlaştıran çimento hükmündedir. Tarihe bakınca görürüz ki milletlerin yaşadığı zor dönemler birlik ve beraberlik ruhuyla aşılmıştır. Ortak değerlerimiz birliğimizin altın halkaları olmuştur. İrade sahibi insanlar bu halkaları sağlamlaştırırken, yaşamayı taklitten ve tezyinden ibaret görenler, halkaların zayıf noktaları olmuşlardır. Bu güçsüz noktalar her geçen gün iyice aşınarak kopma noktasına gelmiştir. Bazı kesimler de bu zayıflamayı ve kopmayı hızlandırmışlardır. Fakat inanç, dil, kültür, örf ve ahlak gibi yüce değerler çelikten daha güçlü bir tesir uyandırarak mukaddes yapının çöküşüne engel olmuşlardır.
Tarihte bizi cephede yıkamayan milletler ya masa başında, ya da kapalı kapıların ardında kurdukları çirkin tezgâhlarla kutsal yapımızı parçalamaya çalışmışlardır. Fakat çok şükür ki bu hususta istedikleri düzeyde başarı sağlayamamışlardır. Çünkü basiret sahibi insanlar düşmanın hedefini sezmiş ve onların açtıkları kuyuya düşmemişlerdir. Üstelik o insanların çoğu, okuma yazması olmayan kişilerdi. Zira Milli Mücadele zamanında okuryazar oranımızın yüzde on iki civarında olduğu söylenmektedir. Yine o zamanlar üniversite mezunlarımız parmakla gösterilecek kadar azdı. Fakat buna rağmen o insanlar barış içerisinde yaşadıkları, karınlarını doyurdukları ve huzur buldukları topraklara ihanet etmemişlerdir. Günümüzde bazı aydınlar birkaç okul bitirmiş olmalarına rağmen vatan sevgileri, dinî ve millî hassasiyetleri o zamanki avamınkinden kat be kat azdır. Demek ki bazı aydınlar bilgi hamalıdır. Bildikleri şeyler onları ihanet uçuruma yuvarlanmaktan kurtaramamıştır. Yakın zamanda bunun taze örneklerine şahit oluyoruz.
Hamuru Müslümanlıkla yoğrulmuş bir milletin fertleri olarak, tarihimizden ve manevî kıymetlerimizden hız alarak yarınlara koşmalıyız. Garba semer olmak yerine semeri taşıyana kılavuz olmalıyız. Kurtuluşu başka adreslerde arayanlar ya haindir, ya da basiret fakiridir.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta