GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Adettendir,seven vurulur
Sevilenindir gurur
Sevgi dolu dizgin
Sevgi içten
Sevgi savunmasız
RAMAZAN BEREKETİ
M.NİHAT MALKOÇ
Ramazan rahmet ve bereket ayıdır. Bu ayda zenginler fakirleri daha iyi anlama imkânı bulur. Çünkü Ramazanda belli süreler içerisinde aç kalan insan, açlığın ne demek olduğunu daha iyi kavrar. Maddî durumu kısıtlı olan kişilerin ömürleri boyunca bu güçlüklere katlandığını sezer. Onlara karşı merhamet duyguları gelişir. Elindeki imkânların bir kısmını onların istifadesine sunar. Böylece zenginle fakir arasında örnek bir sevgi ve dayanışma yaşanır. Ne fakir zengini kıskanır, ne de zengin fakiri hor görür. Böylece sosyal hayatta huzurlu bir yaşamın formülünü bulmuş oluruz. Hayat zindan olmaktan çıkar huzur sığınağı haline dönüşür. Her iki dünyamız da mamur olur.
Ramazanla birlikte şefkat ve merhamet duygularımız inkişaf eder. Unuttuğumuz sosyal dayanışma ve yardımlaşma, tekrar amacına uygun olarak hayatımıza girer. Açlar doyurulur, mazlumlar kayırılır. Abdullah b. Abbas(ra) ’tan rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz(sav) şöyle buyurmuştur: “Yanı başındaki komşusu açken tok olarak geceleyen kişi (olgun) mümin değildir.” Böyle bir hadisin varlığından haberdar olup da yanında ve yakınında açlık çeken fakat bunu bir türlü ifade edemeyen, söylemeye çekinen müminleri nasıl olur da görmezden geliriz? Bu vicdana sığar bir davranış mıdır?
Ramazanın maddî bereketlerinin yanında manevî bereketleri de büyüktür. Bu ayda dinî duygularımız diğer aylara göre daha da ön plana çıkar. Hayata hayat veren Kur’anî hakikatler yaşamımızın her tarafına siner. Manevî atmosfer bizi dünyaya geliş sebebimizi sorgulamaya yöneltir. İmtihan sırrına vakıf oluruz.
Orucun insana verdiği huzur hiçbir şeyle kıyaslanmaz. Orucu şuurla tutan kişi iç huzuru yakalamış olur. Eğer orucu tutma sırrına vakıf olamazsak perhizden başka bir şey yapmış olmayız. Belki orucumuz kabul olur ama ondan beklenen bereketi ve hazzı elde edemeyiz. Allah’a kulluk şuuru içerisinde tutulan oruç kula gönül huzuru verir. Şayet böyle olmasaydı zayıflamak için yemekten uzak durmayla orucun bir farkı olmazdı.
Oruç bize nimetlerin önemini hatırlatır. Diğer zamanlarda pek karşılaşmadığımız açlık ve susuzluk gündemimize oturur. Fakat oruç sadece yemeden içmeden kesilme değildir. Kişinin sadece midesine oruç tutturması yeterli değildir; diğer azalarımıza da oruç tutturup onları kontrol altına almalıyız. Diğer azaların orucu da nasıl olur demeyin. Gözlerinizi harama bakmaktan sakındırırsanız gözlerinize, dilinizi kötü sözlerden arındırırsanız dilinize, kötü sözleri dinlemekten sakınırsanız kulaklarınıza, haram mal elde edip evinize getirmekten sakınırsanız ellerinize, kötü yerlere ve şer odaklarına gitmekten sakınırsanız ayaklarınıza oruç tutturmuş olursunuz. Kâmil bir müslümanın orucu da böyle olur. Yoksa belli zaman dilimleri içerisinde yemeden içmeden kesilmek kusursuz bir oruç için yeterli değildir.
Hz. Peygamber(sav) : “Oruçla Kur’ân, kıyamet gününde kula şefaat edecektir. Oruç, sabrın yarısıdır.” buyurmuşlardır. Orucun ecri Cenâb-ı Hakk katında mahfuzdur. Hâdis-i kudsîde buyurulur: “Âdemoğlunun her amel ve hareketi kendisine aittir. Oruç ise böyle değil! Çünkü o, benim içindir. (Çünkü ben yemem, içmem ve bütün beşerî sıfatlardan münezzehim.) Dolayısıyla ben, onun mükâfatını (hususî bir şekilde) bol bol vereceğim.” Bu hâdis-i kudsînin ardından Rasûlullâh(sav) , şöyle buyurdular: “Oruçlunun sevineceği iki ferahlık vardır:1. İftar ettiği zaman (Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerine kavuştuğu için) sevinir.2. Rabbine kavuştuğunda da orucu bereketiyle nail olduğu yüksek derece için sevinir.” (Buhârî)
Şu kesin olarak bilinmelidir ki hiç kimse Allah rızası için vermekle fakir olmaz. Aksine elindeki mal ve para daha da bereketlenir. Hayatımızda bu bereketin yansımalarına hemen hepimiz şahit olmuşuz. Madden geniş zamanlarımızda rıza-i ilahi için tasadduk ettiğimiz için en sıkışık zamanlarımızda sanki Hızır yardımımıza koşmuş, bizi darda kalmaktan kurtarmıştır. Mübarek bir rahmet eli bize uzanmıştır.
İslam inancında veren el, alan elden üstün kabul edilmiştir. Zengin insanların konu komşularını aç bırakması haramdır. Onları açlıklarını giderecek kadar yedirmek, çıplak iseler giydirmek vaciptir. Senelik zekâtını verenler bile öyle kolay kolay sorumluluktan kurtulamazlar. Onların bile duruma göre başka birçok vazifeleri daha mevcuttur.
Zenginin malında fakirin hakkı vardır. Kişi bu hakkı sahibine ulaştırırsa aralarında sevgi ve hoşgörü husule gelir. Hele Ramazan içerisinde bol miktarda hayır hasenat yaparsak sevap defterimizi inci güherlerle doldurmuş oluruz. Bu ayın bereketini yaşamak ve yaşatmak bahtiyarlığını elde edenlere ne mutlu! ... Onlar gerçek saadeti yakalayan şahsiyet abideleridir. Allah sayılarını artırsın; hayatımız onlarla güzelleşsin.
BİR GARİP ÖLÜ: MUZAFFER BUYRUKÇU
M.NİHAT MALKOÇ
Şu ölümlü dünyada ne olduğunuz ve nasıl yaşadığınızdan çok; nasıl öldüğünüz önemlidir. Ömrünüzün en debdebeli yıllarında etrafınıza insanlar doluşur, şöhretinizin tılsımı onları size çeker. Size yakın durmak onlar için onur addedilir. Fakat bu hayran kitlesi yaş ilerledikçe küçülür, bir noktaya gelince sıfırlanır. Bu safhada ‘vefa’ duygusu devreye girer. Eğer sevdikleriniz ve hayranlarınız vefalıysa sizi yalnız koymazlar. Şayet bu histen mahrumsalar bir başınıza kalır, yalnızları oynarsınız.
Geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrılan Muzaffer Buyrukçu’nun yapayalnız ölümü bana vefa duygusunun silinip gittiği gerçeğini hatırlattı; bu kelimenin sözlüklerde bir nostalji olarak kaldığı izlenimini uyandırdı. Ömrünü yazı hayatına harcamış böyle bir kişinin trajik ölümü, insanların unutma hislerinin hatırlama hislerine baskın olduğunu akla getiriyor.
Bilindiği gibi Çağdaş Türk edebiyatının güçlü kalemlerinden, öykü ve roman yazarı Muzaffer Buyrukçu geçtiğimiz haftalarda evinde ölü olarak bulunmuştu. Ölümü bazılarına göre iki, bazılarına göre ise beş gün sonra anlaşılmıştı. Buyrukçu’nun öldüğü, yaşadığı Gaziosmanpaşa Bağlarbaşı Mahallesi Menekşe Sokak’taki evden gelen kokular nedeniyle komşularının polisi araması üzerine ortaya çıkmıştı. Üstelik aklî dengesi yerinde olmayan ve Alzheimer hastası olan eşi Mihri Hanım da bir ölüyle beş (bazılarına göre iki) gün boyunca birlikte yaşamak zorunda kalmıştı. O, eşinin beş gün boyunca uyuduğunu zannetmişti.
Buyrukçu, evinde ölü olarak bulunduktan sonra da cenazeyi sahiplenen olmadı. Bir ara Sahipsizler Mezarlığına gömülmesi gündeme geldi. Tek oğulları vardı. O da Almanya’da yaşıyordu. Babasıyla ilgilenmiyor, onu arayıp sormuyordu. Hatta notere gidip babasının üç kuruşluk maaşını üzerine geçirmeye çalıştığı bilgisi basında yer aldı. Günümüzde evlatların anne babalarına olan ilgisizliği de bu olaydan anlaşılabilir. Ya onun kitaplarının geliriyle köşeyi dönen yayıncılar, onlar da velinimetleri olan yazarı sahiplenmediler. Tabir caizse reddi miras eylediler. Bu hadiseden yaşayan yazarların ve hepimizin ders çıkarması gerekir.
Öykücü ve romancı Buyrukçu, uzun zamandır akciğer yetmezliği çekiyordu. Bu rahatsızlık nedeniyle 2006 yılının Şubat ayında rahatsızlanmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Yakınlarının ifadesine göre iki üniversite hastanesi Buyrukçu’yu acil servise almayıp para istemişti, bir hastanede de kalbi durmuş, sonra çalıştırmışlardı. Neticede Buyrukçu, dostlarının aracı olmasıyla Özel İsviçre Hastanesi tarafından tedavi edilmişti.
Buyrukçu’nun 76 yıllık hayatı başından sonuna kadar sıkıntılı geçmişti.1930’da Niğde’de doğan Buyrukçu; daha sonra ailesiyle beraber İstanbul’a gelmişti. Öğrenimini orta ikinci sınıfta yarıda bırakmıştı. Küçük yaşta çalışma hayatına atılmak zorunda kalan Buyrukçu, İstanbul ve İzmir’de aşçı yamaklığı, kunduracılık, inşaat işçiliği, frezecilik, Son Telgraf Gazetesi’nde müstahdemlik yapmıştı. Daha sonra Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memur olarak çalışmaya başlayan Buyrukçu, 1971’de buradan emekli olmuştu.
Yazarlıktaki başarısı büyük ödüllerle tescil edilmişti. Bir çocuk babası olan Muzaffer Buyrukçu, edebiyatımızın en saygın ödülleri kabul edilen Haldun Taner Öykü Ödülü’nün, Yunus Nadi ve Sait Faik Hikâye Armağanı’nın sahibiydi.
Buyrukçu, ilk şiir kitabını 1945’te, ilk öyküsünü ise aynı yıl ‘Son Telgraf’ gazetesinde yayımladı. İki arkadaşıyla birlikte iki ortak şiir kitabı yayımlayan Buyrukçu’nun Yeditepe, Yenilik, Kaynak, Mavi, Varlık gibi dergilerde öyküleri yayımlandı. 1967’den sonra roman ve günlük türlerine yöneldi. Yazmayı her zaman bir tutku olarak gördü. Yaşama bağlılığını ve enerjisini yazdıklarından aldı. Kitaplarındaki kahramanlarıyla gerçek hayattaki insanları özdeşleştirdi. Onun yazdıkları yaşadıklarından izler taşır.
O, öykü ve romanlarında yaygın olarak sıradan insanları ele alırdı. Yazdıklarından yola çıkarak onun ayrıntılara yer veren bir yazar olduğunu söyleyebiliriz. Konularını İstanbul’un kenar mahallerinden(varoşlardan) edindiği izlenimlerle oluşturan Buyrukçu, “Bulanık Resimler” adlı eseriyle 1962’de Türk Dil Kurumu ödülünü, “Kavga” adlı eseriyle de 1968’de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanmıştı. Bu ödüller onun yazma şevkini daha da artırarak edebiyattaki yerini sağlamlaştırıyordu.
Buyrukçu, çocuklarımızın da severek okuduğu bir yazardı. Buyrukçu’nun yayımlanan en meşhur kitapları arasında şunları sayabiliriz: “Katran, Acı, Korkunun Parmakları, Kuyularda, Günlerden Bir Gün, Hüzünlü Kar Çiçekleri, Her Yer Karanlık, Bin Hüzün, Şarkı Gibi, Yüzün Yarısı Gece, Telefon Konuşmaları, Gürültülü Birkaç Saat, Bir Olayın Başlangıcı, Dar Sokaklardaki Duman, Gece Bitmedi, Akan Sular Şarap Olsa, Bir Aşk Daha, Bulanık Resimler, Dışarıdaki Rüzgâr, Dillerinde Dünya, Dumanı Tüten Çay Gibi, Şarkılar Seni Söyler, Ucu Güllü Kundura ve Yalnızlığın Arkasındaki Gülümseme…”
Öykü yazarı ve romancı Muzaffer Buyrukçu artık aramızda yok, 22 Ağustos 2006 Salı günü vefat etti. Buyrukçu’nun cenazesi, Teşvikiye Camii’nde ikindi vakti kılınan cenaze namazından sonra Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. O artık Zincirlikuyu ailesinin bir ferdi olarak ebedî uykusuna dalmış, yazamadıklarını yanında götürmüş bir yazar olarak hafızalarımızdaki yerini almıştır. Bundan sonra yazdıklarıyla aramızda yaşayacak.
NOBEL ÖDÜLLÜ İLK VE TEK ARAP YAZAR: NECİP MAHFUZ
M.NİHAT MALKOÇ
Nobel, dünyanın en itibarlı ödülleri arasında sayılmaktadır. Uzun yıllardan beri verilen bu ödüller fizik, kimya, tıp, barış ve edebiyat alanlarında dağıtılmaktadır. Alfred Nobel’in vasiyeti üzerine kendi mirasıyla kurulan bir vakıf tarafından dağıtılan bu ödüller, söz konusu beş alanda hizmet eden ve buluş yapanlara verilmektedir.
Bugüne kadar bu ödülleri alanlar, alanlarında büyük bir itibar ve saygı gördüler. Çünkü Nobel ödülü almak üstünlük işareti olarak addedildi. Hemen herkes bu manevi mükâfatı kazanmak için büyük gayret sarfetti. Ödülleri alanlar çok konuşuldu ve tartışıldı. Fakat bu ödüller ilgili alanlarda iyi bir yarış ve rekabet zemini oluşmasına hizmet etti.
Türkiye’de şimdiye kadar Nobel ödülü alan bir bilim adamı, şair ve yazar yok. Bu üzüntü verici bir durumdur. Fakat Nobel ödüllerinin hangi ölçütlere göre verildiği de tartışılabilir. Acaba bizimkiler mi bu ödülü alacak çalışmalar yapmadı, yoksa işin içine dinî ve millî tarafgirlik unsuru mu girdi? Bu tartışma neticeye varamamış, muallâkta kalmıştır.
Dünyada Nobel edebiyat ödülünü almış sadece bir Arap kökenli yazar vardır. O da Mısırlı Necip Mahfuz’dur. O, edebiyat otoriteleri tarafından Ortadoğu’nun Balzac’ı olarak nitelendiriliyordu. Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan tek Arap yazar olan Mahfuz, 19 Temmuz 2006’da düşüp başından yaralanarak hastaneye kaldırılmıştı. Mahfuz, yoğun bir tedavi sürecinden geçmesine rağmen o gün bugündür kendine gelememişti. Nobel edebiyat ödülü sahibi büyük yazarı geçenlerde 95 yaşındayken ahirete uğurladık.
1911 yılında Kahire’de doğan Mahfuz, Kahire Üniversitesi’nde felsefe öğrenimi görmüştü. Mezun olduktan sonra ülkesinin Diyanet İşleri Başkanlığı’nda ve Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi’nde çalışmıştı. 1971’de Kültür Bakanlığı Müsteşarlığından emekli olmuştu. Bundan sonra El-Ahram gazetesinde yazmaya başlamıştı. Genç yaşta edebiyata ilgi duyan Mahfuz, yazma çalışmalarına 17 yaşında giriş yapmıştı. İlk romanı, ölümünden 67 yıl evvel, yani 1939’da yayımlanmıştı. 1957’de yazdığı Kahire Üçlemesiyle Arap edebiyatının önemli isimlerinden biri olmuştu. 1988’de Nobel Edebiyat Ödülünü kazanmasıyla dünya çapında ünlü bir yazar haline gelmişti. Eserleri dünya dillerine çevrilmeye başlanmıştı. Mahfuz’un ülkesindeki farklı dönemleri yansıtan hayatları anlattığı 40’a yakın romanı, onlarca öyküsü, 30’u aşkın senaryosu ve birkaç oyunu bulunuyordu.
Necip Mahfuz, Türkiye’de de tanınan ve sevilerek okunan bir yazardı. Çünkü onun eserlerinde ele aldığı hayatlar, bizim hayatımıza ve kültürümüze ayna tutar gibiydi. Bu hayat kesitlerinde kendimizden izler ve yansımalar buluyorduk. Necip Mahfuz’un Türkçede yayımlanmış başlıca kitapları şunlardır: “Dilenci (Bordo Siyah Yayınları/ 2003) , Binbirinci Geceden Sonra (Oğlak Yayıncılık/ 2002) , Bıldırcın ve Sonbahar (Kaknüs Yayınları/ 2000) Hân El Halili’de (Papirüs Yayınevi/ 1999) , Esir Üniforması (Şule Yayınları/ 1999) Midak Sokağı (Cem Yayınları/ 1999) Miramar (Adam Yayınları/ 1989) ”
Ebediyete göçen Mısırlı yazar Necip Mahfuz, romanlarında küçük insanlar üzerinden büyük olayları anlatarak emsali az görülen bambaşka bir tarz denemiştir. Eserlerindeki karakterler çok yönlüdür. Onlara tarafsız bir gözle gözlemci bakış açısıyla yaklaşmayı ve onları bir fotoğraf makinesi objektifi gerçekliğinde anlatmayı yeğlemiştir.
Daha evvel belirttiğimiz gibi Kahire Üçlemesi olarak anılan romanlarında Mısır’ın başkentindeki renkli yaşamı roman sayfalarına aktaran Mahfuz, 1988 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülmüştü. Necip Mahfuz, Arap edebiyatının en çok tanınan ve okunan yazarlarından biriydi. Mahfuz, sıra dışı ve gerçekçi bir insandı. Bir o kadar da sivri dilliydi. İslâm dünyasında pek çok tabuların yıkılmasında başrol oynamıştır. Onun için dostları kadar düşmanları da çok olmuştur. Mahfuz 1994 yılında İslamcı bir militanın bıçaklı suikast girişimine hedef olmuş, sağ kolundaki sinirlerinin saldırıda gördüğü hasar, yazı yazmasını engellemişti. Saldırının faili, yazarı, eserlerinden birindeki “Tanrı tarifi”ne kızdığı için bıçakladığını açıklamıştı. Roman, öykü, oyun ve senaryo yazarı olan Necip Mahfuz, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk Arap yazarı unvanına sahipti.
Modern Arap romanının öncülerinden sayılan Necip Mahfuz, hiç şüphesiz ki önemli bir kalemdi. O, tek başına Arap edebiyatının Batı’ya açılan öncüsü oldu. Onun alegorik tarzda yazdığı ‘Semtimizin Çocukları’ adlı romanı İslami değerleri hafife aldığı gerekçesiyle İslamî çevrelerce çok eleştirildi. Hatta Ezher tarafından yasaklandı. Onun, içinden çıktığı topluma muhalif tavırları Batı’nın ilgisini çekti. Özellikle Camp David antlaşmasıyla Mısır-İsrail dostluğuna destek vermesi onun Batı’daki değerini artırdı. Bunun peşinden de Nobel ödülü geldi. Sözlerim yanlış anlaşılmasın. Ben Mahfuz’un kötü bir yazar olduğunu, Nobel’i hak etmediğini söylemek istemiyorum. Benim vurgulamak istediğim husus Nobel’in siyasî tercihlerle alakalı bir ödül olduğu gerçeğini teslim etmektir.
Öyle veya böyle, sevaplarıyla günahlarıyla bir Necip Mahfuz geldi geçti bu dünyadan… İslâm’a bakış açısı ve mesafesi sorgulanabilir. Fakat iyi bir yazar olmadığı söylenemez. Çünkü yazdıklarına baktığımızda kendisinin özgün ve cesur bir kalem olduğu her halinden belli oluyor. Öteki hesapları Allah’a bırakıyoruz. Herkes hesabını orada eksiksiz verecektir; bunda şüphe yoktur. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum.
“TÜRKÜLER BİZİ SÖYLER”
M.NİHAT MALKOÇ
Yürek yanığımız, hasretimiz, umudumuz ve soluğumuzdur türküler… Onlar ki Anadolu’nun bin yıllık çile kabında pişerek olgunlaşmışlardır. Türkülerle coşmuş, ağlamış, yavuklumuza duyduğumuz hissiyatı onlarla dile getirmişiz. Onlar bizim sırdaşımız, yoldaşımız ve arkadaşımızdır. Onlar hayatın ağır yükünü omuzlayan halkımızın terennümleridir. İçimiz hüzne boğulduğunda onların ferah ikliminde soluk alırız.
Son yıllarda türküler bilinçli bir biçimde unutturulmak istenmektedir. Halk müziği göz ardı edilmekte, Batı müziği ön plana çıkarılmaktadır. Gençler, kültürümüzle uzaktan yakından alâkası olmayan gürültü kabilinden bir müziğe yönlendirilmektedir. Pop denilen bu tarz, insanlarımızı sükûnete ve huzura kavuşturmak yerine iyice asabileştirerek strese sokmaktadır. Türk şiirinin mühim simalarından, Beş Hececilerden Faruk Nafiz Çamlıbel bu durumu ‘Sanat’ adlı şiirinde veciz bir şekilde dile getirmişti:
“Fırtınayı andıran orkestra sesleri
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine,
Istırap çekenlerin acıklı nefesleri
Bizde geçer en yanık bir musiki yerine”
Tarih boyunca millet olarak kurtuluşu hep Batıda aradık. Bunun uğrunda bin yıllık değerlerimizden feragat ettik. Hatta dinî inançlarımızı da zaman zaman askıya aldık. Türküler yerini şarkılara; horon, zeybek, efe yerini tango ve onun türevleri olan modern danslara; hat sanatı, minyatür ise yerini ‘nü’ tarzı resimlere bıraktı. Fakat bazı şer odaklarının yoğun gayretlerine rağmen geleneksel değerlerimiz tümüyle silinemedi. Çünkü insanî yapımız ve ruhî dinamiklerimiz Batının toplama değerlerini sindirmekte zorluk çekti. Hatta hazımsızlık nedeniyle bazılarını kustu. ‘Her şey aslına rücû eder’ anlayışı gereği bizler de bir şekilde özümüze dönme eğilimine girdik. Büyük halk şairi Âşık Veysel, Batılı toplama değerlere karşı tavrımızı ve kararlılığımızı şu dörtlüklerinde ifade etmiştir:
“Dünya dolsa şarkıyılan / Türküz türkü çağırırız
Yola gitmek korkuyulan / Türküz türkü çağırırız
Bayramlarda düğünlerde / Toplantıda yığınlarda
Sıkılınca dar günlerde / Türküz türkü çağırırız”
Bütün bu olumsuzluklara rağmen Türk kültürünün temel dinamikleri arasında yer alan türküleri yaşatmak ve geniş kitlelere yaymak için gayret içerisinde olan kişi ve kurumlar da vardır. Onlar kısıtlı imkânlarıyla da olsa türküleri gün yüzüne çıkarıp gündeme oturtuyorlar. Bu kişilerden birisi de Ali Rıza Malkoç’tur. Uzaktan da olsa akrabam olan bu türkü sevdalısı genç araştırmacı, derlediği türküleri ‘Türküler Bizi Söyler’ adı altında kitap haline getirmiştir. Daha evvel birinci, ikinci ciltleri okuyucuyla buluşan eserin üçüncü cildi de hazırlanmıştır.
‘Türküler Bizi Söyler’ derleme kitabının birinci cildinde farklı yörelerden harmanlanmış 255 tane türkü sözü ve açıklamalarını, okunduğu şekilde yazılmış, nakarat ve tekrar kısımlarını ayrıntılı şekilde bulacaksınız. Her türkünün alt kısmına; kaynak kişi, yöre adı ve sözlük eklenmiştir. Ayrıca her türkü sözünün alt kısmında birer tane olmak üzere, toplam 255 adet seçme, güzel söz kitapta yer almıştır. Alfabetik söz indeksinde ayrıca yöre adları da yazılmıştır. Kitabın sonunda ise âşıklar, ozanlar, kaynak kişiler, eğitimci ve sanatçılardan toplam 52 kişinin kısa özgeçmişi bulunmaktadır. Esere ayrıca yazarın, halk edebiyatı ölçülerine göre yazılmış üç adet şiiri de eklenmiştir. Serinin ikinci kitabında da 255 türkü sözüyle karşılaşacaksınız. Türküler il il, bölge bölge sıralanmıştır. Ayrıca söz indeksi alfabetik olarak düzenlenmiştir. Dilerseniz, pabuçlarının dama atılma arifesinde büyük bir duyarlılık ve sorumlulukla türküleri bir ışık olarak bize sunan ve yolumuzu aydınlatan Ali Rıza Malkoç’u biraz tanıyalım:
Türkülere yürekten sevdalı olan Ali Rıza Malkoç,1965’te Samsun’da doğmuştur. İlkokul ve ortaokulu Samsun’da okumuştur. Lise öğrenimi Samsun Teknik Lise, Elektrik Bölümünde tamamlamıştır. Eskişehir Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesinden mezun olmuştur. Bir dönem Zaman Gazetesi Samsun bölge temsilciliği görevinde bulunmuştur. Bursa Aktif Genç İşadamları Derneği’nde yedi yıl daimi Genel Sekreterlik görevinde bulunmuştur. Değişik sektörlerde teknik ve mali işlerde görev yapmıştır. 1999’da ilk internet gazetelerinden ‘mail gazete.com’ u yayınlamıştır. 2000 yılından beri, Anadolu Pazarı firma unvanı ve Hizmet Ofisi markasıyla, internet, iletişim ve bilişim projeleri alanında ticarî faaliyetini sürdürmektedir. 2004 Yılında “Türküler Bizi Söyler “ adlı kitabının birinci cildini yayınladı. 2005 yılında “Türküler Bizi Söyler “ adlı kitabının ikinci cildini türkü dostlarına sundu. 13 yıldan beri Bursa’da ikamet etmektedir. 2005 yılından beri halk şiiri yazmaktadır. Sivaslı Ozan Sentezi’den heceli halk şiiri tekniği konusunda dersler almıştır.
Netice olarak şunu söylemek istiyorum: Türküler şer odakların gayretlerine rağmen bizler yaşadıkça yaşayacaktır. Çünkü adı üzerinde onlar Türk’e ait(Türkî, Türkü) olma vasfını taşımaktadırlar. Bu millet, değerlerinden kolaylıkla vazgeçecek ve teslim olacak kadar zayıf değildir. Türküler her şeye rağmen yaşayacaktır. Türküleri yaşatma ve tanıtma yolunda gayret sarfeden Ali Rıza Malkoç’u ‘Türküler Bizi Söyler’ adlı derlemesinden dolayı kutluyorum. Kendisinden seriyi devam ettirmesini rica ediyorum. Siz kıymetli okuyuculardan da bu gibi eserlere itibar etmenizi, alıp okumanızı istirham ediyorum.
RAMAZAN VE SOSYAL YARDIMLAŞMA
M.NİHAT MALKOÇ
On bir ayın sultanı olan Ramazan rahmet ve merhametin zirveye ulaştığı mukaddes zaman dilimidir. Bu ayda sadece oruç tutmak yeterli değildir. Bunu diğer hayırlı faaliyetlerle beslememiz gerekir. Bu ayda Müslümanların birbiriyle yardımlaşması sosyal bağların kuvvetlenmesini sağlar. Bu davranışlar sayesinde dostluklar daha da pekişir.
Müslümanlar kardeştirler. Kişi kardeşini darda görünce ona yardım elini uzatır. Bütün Müslümanlar bir ailenin fertleri, hatta bir vücut gibidir. Vücutta bir aza rahatsız olduğunda bütün vücut rahatsız olur. Öyle de müslümanın derdi diğer Müslümanları da dertlendirmelidir. Müminler birbirlerinin yaralarına ilaç olmalıdır. Bu hususta Resulullah şu mübarek sözü söylemiştir: “Birbirine karşı muhabbet ve merhamette, müminler, bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut, rahatsız, uykusuz kalıp, onun tedavisi ile meşgul olduğu gibi, Müslümanlar da birbirlerine yardıma koşmalıdır.” (Buhari)
Müslümanların dertleri müşterektir. Bunları birbirleriyle paylaşırlarsa yükleri azalır. Zira dertler paylaşıldıkça azalır, mutluluklar paylaşıldıkça artar. İster yanı başımızda olsun, isterse dünyanın öteki ucunda olsun, nerde bir sıkıntılı mümin varsa ona şefkat ve merhamet elini uzatmalıyız. Yine bir hadiste ‘Müslümanların dertleri ile ilgilenmeyen, onlardan değildir.’ denmektedir. Bu çok büyük bir manevi ikazdır.
Bunlar da gösteriyor ki İslam inanç sisteminde kolektif şuur esastır. Bu inançta cemiyetin huzuru ferdin huzurundan önce gelir. Cemiyet de fertlerden meydana gelmiştir. Hadiseye bu pencereden bakınca ancak fertlerin huzurlu olmasıyla toplumun da huzurlu olacağını anlarız. Müslümanlığı münferit yaşanan bir inanç mekanizması olarak algılayanlar her halükârda yanılıyordur. İslam’da acıyı da, huzuru da paylaşmak muteberdir. Yardımlaşma sadece maddî ve nakdî değildir. Manevi yardımlaşma da çok mühimdir. Bununla bağlantılı olarak Peygamber Efendimizin yardımlaşmayla ilgili mübarek sözlerinden bir kısmını dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Bir müslümanın sıkıntısını gidereni veya bir mazluma yardım edeni, Allahü teâlâ affeder.”
“Bir din kardeşinin ihtiyacını gideren, ömür boyu Allahü teâlâya ibadet etmiş gibi sevap kazanır.”
“Kim bir mümini, bir münafığın eziyetinden korursa, Allahü teâlâda onu, Cehennem ateşinden korur.”
“Allah indinde, en kıymetli amel, mümini sevindirmek, sıkıntısını gidermek, borcunu ödemek veya karnını doyurmaktır.”
“Din kardeşini savunan müslümanı Allahü teâlâ, Cehennem ateşinden korur.”
“Allahü teâlâ, bazı kimseleri, insanların ihtiyaçlarını gidermek için yaratmıştır. İnsanlar, ihtiyaçları için onlara başvururlar. İşte bunlar, kabir azabından emindirler.”
“Allah katında en kıymetli amel, bir müslümanı sevindirmek yahut bir sıkıntısını gidermek veya sabrını taşıran bir kederini ortadan kaldırmak yahut borcunu ödemektir.”
“İnsanların iyisi, insanlara iyilik edendir.”
“Arkadaşın iyisi, arkadaşına, komşunun iyisi ise komşusuna iyilik edendir.”
“Sizin en iyiniz, kendisinden hep iyilik beklenen ve kötülük etmeyeceğinden emin olunandır.”
“Hayra vesile olan, hayır işlemiş gibidir. Allahü teâlâ, sıkıntıya düşene, çaresize yardım edeni sever.”
“Layık olana da, olmayana da iyilik et. Eğer layık olana iyilik edersen ne iyi. Eğer o kimse iyiliğe layık değilse, sen, iyilik ehlinden olursun.”
Ramazan ayı yardımlaşmanın gözle görülür biçimde arttığı bereket ayıdır. Fitre ve zekâtlar yanında, durumu iyi olan Müslümanlar fakirlere gıda yardımı yaparak onları sevindirirler. Fakat müslümanın yardım yapmasının da bir usulü vardır. Bir elin verdiğini öbür el bilmemelidir. Yardım ederken garibanlar incitilmemelidir. Türkiye’de yardım manzaralarını görünce üzülüyoruz. Hiçbir ciddi organizasyon yapılmadan yardımlar itiş kakış bir vaziyette dağıtılıyor. Ortalık savaş alanı gibi karmakarışık bir durum arz ediyor. Böyle yardım yapmak dayanışmanın ve İslam’ın ruhuna aykırıdır.
Allah rızası için yardım edenler, en çok sevdiklerinden verirler; verirken de hiç mi hiç huzursuz olmazlar. İşe yaramaz şeyleri vermek muteber değildir. Kıymetsizi verip kıymetli sevaba erişmek mümkün mü? Fedakârlık etmeyen sevdiğini elde edemez. Bununla beraber yardımsever kişinin gözü verdiği şeyin peşinde kalmaz. O verdikçe haz alır. En iyisinden, işe yarayanından verir. Yüce Rabbimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, iyilik ve hayra nail olamazsınız. Ne infak ederseniz, Allahü teâlâ, onu hakkıyla bilir ve mükâfatını verir.”(Al-i İmran 92) Bu ayetin iyi okunması ve manasının idrak edilmesi gerekir. Yoksa verdiklerimiz bize fazla bir getiri sağlamayabilir.
Günümüz şehir yaşantısında merhamet ve yardımlaşma duyguları bir hayli azalmıştır. Modern yaşam tarzında bencillik almış başını gidiyor. Keserler hep kendine yontuyor. İnfak etmekle fakir olunacağı zannediliyor. Çok kazanılmasına rağmen kazanılanların bereketi olmadığı için elimizden uçup gidiyor. Allah bizi bu mübarek Ramazan ayında verdikçe maddî ve manevî mükâfat kazananlardan eylesin.
RAMAZAN VE TERAVİH
M.NİHAT MALKOÇ
Ramazanın gelişiyle beraber İslam coğrafyası birlik ve beraberlik ruhuyla yeniden hayat kazandı. Tabir caizse hayata hayat geldi. İslam dünya gündemine oturdu. Müslümanlar kış uykusundan uyandı. Nadasa bırakılan ruhlar, ekime hazır hâle getirildi. Oysa bir aylık ibadet bizi Cennete ulaştırmak, Cehennem ateşinden korumak için kâfi değildir. Müslüman yılın 365 günü Allah’la beraber olmalıdır. İbadetleri Ramazana sıkıştırmak kendimizi aldatmanın bir başka sinsi yoludur. Müslüman’ın bir gününün nasıl geçeceği Kur’an’da ve hadislerde belirtilmiştir. Hayatımızı bu doğrultuda şekillendirmeliyiz.
Ramazan’ın gelişiyle beraber gecelerimiz teravihle şenlenir. Büyük küçük demeden camilere akın ederiz. Mevlitler ve ilahiler okunur. Eller semaya açılır. Allah’tan af ve mağfiret dilenir. Teravih namazları ruhlarımızı genişletir. Diğer zamanlara kıyasla Allah’a daha çok yakınlaşırız. İslam ve onun şart koştuğu ibadetler gündemimize oturur.
Ramazan ayında yatsı namazından sonra kılınan namaza teravih namazı diyoruz. ‘Teravih’ kelimesi Arapça, ‘terviha’nın çoğuludur ve ‘oturmak, istirahat etmek’ anlamına gelmektedir. Teravih namazı her dört rekâtın sonunda oturulup biraz dinlenildiği için bu adı almıştır. Teravih, orucun sünneti değil, vaktin sünnetidir. Bir mazereti dolayısıyla oruç tutamayanlar da teravih namazı kılabilirler.
Peygamber Efendimiz, 3–4 gün teravihi cemaatle kıldırmış, daha sonra evden çıkmamıştır. Sebebi sorulunca, ‘Teravih namazının size farz olacağından korktuğum için evden çıkmadım’ buyurmuştur. Teravihin yirmi rekât oluşu ve cemaatle kılınması hadis-i şerifle bildirilmiştir. Teravihin sünnet olduğu Eshab-ı kiramın icmaı ile sabittir. Peygamber Efendimiz teravihi, 8, 12 ve 20 rekât olarak da kılmıştır.
Hanefilere göre, teravih namazının rekât sayısı Hz. Ömer’in uygulamasına dayanır. Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Hazretleri, ‘Teravih namazı sünnet-i müekkededir. Hz. Ömer, teravihin yirmi rekât olarak cemaatle kılınmasını kendiliğinden ortaya çıkarmamıştır. O, elindeki sağlam esasa, yani Resulullah’ın sünnetine dayanarak emretmiştir’ buyuruyor. O gün bugündür yaygın olarak böyle kılınıyor.
Teravih namazını kılarken iki rekâtta bir selam vermek evladır, dört rekâtta bir selam vermek de caizdir. Bazen dört ve bazen iki rekâtta bir selam vermek de caizdir. Teravih, vitirden önce kılınır. Vitirden sonra da kılmak caizdir. Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Ramazan ayında inanarak ve sevabını umarak teravih namazı kılanın, günahları affolur.” Bu ne büyük bir müjdedir. Tutulan oruçların sevabına ilave edilen teravihin ecri bizi manevi sahada inkişaf ettirir. Ruhlarımız adeta kanatlanır. Allah’ın beğendiği kullar zümresine katılırız.
Türk milleti teravih namazına büyük ilgi duymaktadır. Diğer zamanlarda vakit namazı kılmayanlar Ramazan gelince teravihleri kaçırmamaktadırlar. Otuz teravih kılmak bazılarınca huzur ve şeref vesilesi olmaktadır. Fakat öncelikle farz olan vakit namazlarının kılınması gerekir. Sünnet farzdan daha mühim değildir. Bu demek değildir ki farzları kılmayanlar teravih de kılmasın. O ayrı, bu ayrıdır. Teravihlere düzenli olarak devam edenler belki zamanla namaza ısınır, vakit namazlarını da düzenli olarak kılmaya başlarlar.
Bazı gençler teravih namazı kılmak için cami cami dolaşmaktadırlar. Bunda bir beis yoktur. Fakat çok dolaşmanın da hususi bir sevabı bulunmamaktadır. Bir yerde kılınması daha güzel olur. Bunun yanında bazı gençler hızlı teravih kıldıran camileri keşfetmek için birinci hafta keşif yaparlar. Hangi imam hızlı kıldırırsa orada kalırlar. Bu son derece yanlış bir davranıştır. Çünkü teravih zaten sünnet-i müekkededir; farz değildir. Şayet arzu etmiyorsan kılmazsın. Namazdan vakit çalmak yakışıksız bir davranıştır.
Ramazan geceleri bazı camilere teravih namazını kılmaya gittiğimizde bir kısım imamların namazı hızlı kıldırdığına şahit oluyoruz. Bu çok yaygın bir durum değildir, fakat yine de az da olsa böyle imamlar vardır. Bu camilerdeki imamlar tadil-i erkâna riayet etmeyerek teravihi hızlı kıldırmaktadır. Hâlbuki Hanefi mezhebinde tadil-i erkân vaciptir. Vaciplerinden biri kasten terk edilerek kılınan namazı tekrar kılmak vaciptir. Unutularak vacip terk edilirse, sehiv secdesi gerekir. Tadil-i erkân, Şafii’de ise farzdır. Farz terk edilince namaz sahih olmaz. Teravih de olsa, sahih olmayacak kadar hızlı kılmak caiz olmaz. Buna hiçbir imamın hakkı yoktur. Üstelik hiçbir din görevlisi bu manevî sorumluluğun altına girmek istemez. Dediğim gibi bu durumlar istisnalardan ibarettir. Hiç olmaması en doğrusudur. Bütün Müslümanlara hayırlı bir Ramazan ve tadil-i erkâna uyularak kılınmış manevî mükâfatı bol teravihler diliyorum.
ZİLLER ÇALACAK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Eğitim hayatın olmazsa olmazlarından birisidir. İnsanları birbirinden ayıran ve onlara özellik kazandıran şüphesiz ki aldıkları eğitimdir. Eğitimli insan her zaman itibar görür, görmeye de layıktır. Kız olsun, erkek olsun toplumda itibar görmek isteyen herkes, iyi bir eğitim almak mecburiyetindedir. Aksi halde kişiler sıradanlıktan kurtulamazlar.
Hayatımızda en çok konuşulan konu eğitimdir. Evlerde, işyerlerinde ve dost meclislerinde eğitim hayatını masaya yatırırız hep... Çocuklarımızın eğitiminde karşılaşılan problemleri konuşuruz. Bu konu her zaman zihnimizi meşgul eder. Çünkü insanların hayatında en önemli şey çocuklarıdır. Onlara daha iyi bir gelecek hazırlamak için çırpınıp dururuz. Onun içindir ki eğitim gündemimizin birinci maddesi olmaya devam etmektedir.
Mademki eğitim, hayatımızın her anını kapsıyor, her fırsatta bu konuda konuşup tartışıyoruz, peki neden eğitimin önündeki engelleri ve problemleri kaldıramıyoruz? Bu sorunun cevabını vermek ve gereğini yerine getirmek boynumuzun borcudur. Zira yepyeni bir yüzyıla, yepyeni bir binyıla girdik. Bu tarihi dönemeç eğitimle taçlanacaktır. Fakat eğitimle kastettiğimiz, sırf okuryazarlık değildir. Okuryazar olmak asla yeterli değildir. Onun içindir ki beş yıllık zorunlu eğitim, sekiz yıla çıkartılmıştır. Liseler dört yıl olarak yeniden yapılandırılmıştır. Gelecek yıllarda 12 yıl zorunlu eğitim gündeme gelecektir. Çünkü çağdaş dünyayla yarışabilmek için buna mecburuz. Fakat eğitimi sene sayısıyla değerlendiremeyiz. O yılların içinin hakkıyla ve layıkıyla doldurulması gerekir.
Sekiz yıllık zorunlu eğitime geçilmesi Türkiye için bir devrimdir. Fakat ülke olarak buna hazır değildik. Çok büyük sıkıntılar yaşandı bu süreçte.. Derslik, araç gereç ve öğretmen eksiklikleri büyük boyutlara ulaştı. Fakat ‘Eğitime Yüzde Yüz Destek’ projesiyle eğitime harcanan paraların vergiden düşürüleceğine dair kanun çıkarılarak eğitim yatırımları teşvik edildi. Hayırsever işadamları bu kampanya çerçevesinde bugüne kadar görülmemiş bir miktarda okul ve derslik yaptırdı. Sorunlar bir hayli azaldı. Lakin bu demek değildir ki yeni öğretim yılına sorunsuz başlıyoruz. 15 milyonluk bir öğrenci kitlesinin olduğu bir ülkede eğitim sorunlarının olmasından daha doğal ne olabilir ki! ...Mühim olan meseleleri iyi niyetle ve gayretle asgari zamanda çözüme kavuşturmaktır.
Eylülle birlikte çiçekler solarken, yapraklar dökülürken, okullarımızda güller açılmaya başladı. Yok olan tabiat güzellikleri yerini çocuklarımızın şirin gülücüklerine bıraktı. Sabahın erken saatlerinde evlerimizde bir canlılık ve dinamizm yaşanacak artık… Sınıflar güllerle donanacak… Okul bahçelerinden tatlı ve şirin sesler dağılacak şehrin muhtelif noktalarına… Cadde ve sokaklar cıvıl cıvıl formalarla renklenecek ve şen kahkahalarla şenlenecek. En önemlisi de ziller çalacak okul koridorlarımızda… Kulaklarımızın pası silinecek. Zili duyanlar, sınıfının yolunu tutacak büyük bir arzuyla ve neşeyle… Merhum Şair Zeki Ömer Defne emekli bir öğretmenle, dünyadan göçen bir öğretmenin hissiyatını ‘Ziller Çalacak’ adlı şiirinde ne kadar da duygulu bir biçimde dile getirmiştir:
“Zil çalacak... Sizler derslere gireceksiniz bir bir
Zil çalacak, ziller çalacak benim için,
Duyacağım evlerden, kırlardan, denizlerden;
Ta içimden birisi gidecek uça ese...
Ama ben, ben artık gidemeyeceğim.
Zil çalacak... Siz geminize, treninize gireceksiniz bir bir
Zil çalacak, ziller çalacak benim için,
Duyacağım iskelelerden, istasyonlardan bütün;
Ta içimden birisi koşacak ardınızdan....
Ama ben, ben artık gelemeyeceğim.
Sonra bir gün bir zil çalacak yine
Hiç kimseler kimsecikler duymayacak,
Ne sınıflar, ne iskeleler, ne istasyonlar, ne siz...
Ta içimden birisi kalacak oralarda
Ben gideceğim.”
Yeni öğretim yılıyla birlikte bazı çocuklar okulla ilk kez tanışacak. Bu yıl MEB yeni okula başlayacak öğrencileri bir hafta evvel okula çağırdı. Bu bir haftalık zaman uyum süreci olarak değerlendirildi. Fakat amacına ulaştığını sanmıyorum. Çünkü bir kısım okullarda yeni atanan öğretmenler henüz göreve başlamamıştı. Çocuklar boşuna okula gelip gitti. Fakat hedeflenen gaye tam anlamıyla gerçekleşmese de yine de çocuklar okullarını görüp tanıdı.
Yeni öğretim yılıyla birlikte herkes bir sınıf üste çıkarak eğitim öğretimlerine devam edecek. Bazıları okullu, bazıları liseli, bazıları da üniversiteli olacak. Yepyeni heyecanlara yelken açacağız bu değişimlerle beraber… Anneler ve babalar da en az çocukları kadar heyecan içerisinde yaşananları takip edecekler. Bütün zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen her şeyin güzel olacağına 2006–2007 öğretim yılının hayırlı ve verimli geçeceğine gönülden inanıyoruz. Bu öğretim yılının öğrencilerimize, öğretmenlerimize, yöneticilerimize ve velilerimize hayırlı olmasını diliyorum. Vira bismillah! ...
RAMAZAN GÜZELDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Zamanı güzelleştiren içeriğidir. Bilindiği gibi İslam’da mübarek gün ve geceler vardır. Bu vakitler diğer zamanlara göre daha mübarek ve muteberdirler. Çünkü bu zaman dilimlerini nurlandıran bir kısım hadiseler vardır. Yoksa zaman hayatımızı kuşatan bir süreçten başka bir şey değildir. Müstesna vakitler bu süreç içerisinde apayrı bir konuma sahiptir.
İslam inancında mübarek zaman dilimlerinden en önemlisi ve en uzunu bir aylık süreci kapsayan ramazandır. Bu ayda ruhlarımız huzur bulur, adeta kanatlanır. Son yıllarda İslam âlemi Ramazan ayına aynı anda giriyor. Bir aralar bazı İslam ülkeleri bizden ya bir gün evvel ya da bir gün sonra oruca başlarlardır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da birlik sağlayamazdık. Çok şükür birkaç yıldan beri bu beraberliği ve bütünlüğü sağlayabiliyoruz.
İslami kurallara göre hilal görülmeden Ramazana başlanmaz. Bu iş çok eskiden, yani bugünkü modern rasathaneler yokken bazı kişiler görevlendirilerek yapılırdı. O kişiler ay yaklaştığında çıplak gözle de olsa hilâli gözlerlerdi. Şaban ayının 29. günü akşamı uygun bir yerden batı ufkuna bakılırdı. Güneş batınca yeni ay hilâl şeklinde görülürse ertesi günün Ramazan ayının başlangıcı olduğu anlaşılır ve uygun şekilde duyurulurdu. Hatta bazı insanlar bu işi Allah rızası için yapmak için birbirleriyle yarışırlardı.
Osmanlı Devleti zamanında devlet görevlileri hilalin görülmesini önemser, bu işi sağlama alırlardı. Günümüzde hem rasat aletleri hem de hesaplama usulü gelişmiştir. 1978 yılında İstanbul’da yapılan, uluslararası ilmî toplantıda tespit edilen ölçülere göre ilgili kuruluşlar gözlem yaptırmakta, hilâlin, insanların yaşadığı herhangi bir yerden görülebilirliği esasına dayalı olarak Ramazan ayının girişi hesaplanarak tespit edilmekte, ayrıca gözlem ile de hesap desteklenmektedir. Bu hesaplamaların doğruluğuna inanmak ve güvenmek gerekir.
Ülkemizde hilâlin görülmesi, çıplak gözün yanında ilmî yöntemlerle de teyit edilmektedir. Türkiye’de, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın veya vakfının yayınladığı takvim, yukarıda açıklanan esaslara göre hazırlanmaktadır, buna riayet etmek gerekir. Fakat yakın geçmişte maalesef teknolojinin modern rasathanelerin varlığına rağmen bazı İslam ülkeleri bu mevzuda ayrılık içerisinde hareket etmekteydiler. Bizler bayram yaparken onlar oruç tutmakta, bizler oruç tutarken ise onlar bayram yapmaktaydılar. İslam’ın birlik ve beraberlikten ne kadar yoksun olduğunu bu basit hadiseden de anlayabiliriz. Bu ayrılığın sancılarını bugün bütün ümmet çekiyor.
Ramazan, İslam âleminin ortak kutsallarından biridir. Bir buçuk milyar nüfuslu İslam âlemi bu mübarek ayı en iyi şekilde değerlendirerek sevap kasasını doldurur. Ramazan Allah’a kulluğun yollarından biridir. Yoksa bazılarının düşündüğü gibi bir diyet ve egzersiz mevsimi değildir. Bizler orucu sağlığa faydalı olduğu için değil, Allah emrettiği için, Allah’ın rızasını kazanmak için tutarız. Bunun yanında orucun tıbbî faydalarına da inanırız. Zaten Allah’ın emirlerinden hiçbirinin tıbbî bir sakıncası yoktur. Aksine Allah’ın bize ‘yap’ dediği her şeyde bir hikmet vardır. Gelişen ilim ve teknoloji her geçen gün bu hikmetlerden bir veya birkaçını açığa çıkarmaktadır. İslam’ın emirleri hep hikmet doludur.
Ramazanın sağlığımıza faydaları pek çoktur. Fakat orucun asıl maksadı kulluk şuuru kazanmak ve Allah’a şükretmektir. Allah rızası bütün tıbbî faydaların önünde yer alır. Öbürleri fazladan kâr hükmündedir. Ramazan yaklaşınca mümin, başı rahmet, ortası bağışlanma, sonu ahiret cezasından kurtulma vesilesi olan önemli bir aya girmekte olduğunu idrak etmelidir. Bu manevi fırsatı lâyıkıyla değerlendirmelidir. Çünkü ne zaman ebedî âleme göçeceğimiz belli değildir. Bu gibi manevî fırsatları ganimet bilerek lâyıkıyla değerlendirmeliyiz. Bu vesileyle sevap zincirine yeni halkalar eklemeliyiz.
Ramazan şenlik ayıdır aynı zamanda… Gönüllerimiz, camilerimiz ve şehirlerimiz bu ayda şenlenir. İftarda ve sahurda sofraya oturunca bayram sevinci yaşarız. İftardan önce şöyle bir dua okunması uygundur: “Allahım senin için oruç tuttum, sana iman ettim, sana güvendim ve dayandım, senin lütfettiğin rızık ile orucumu açıyorum, geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışla Rabbim! ” İftardan sonra teravihle gönül açlığımızı gideririz. Bu hareket Ramazan boyunca devam eder gider. Allah bizleri Ramazanı hakkıyla ihya edenlerden ve bu ayın hakkını verenlerden eylesin. Ramazan güzeldir, bu güzelliği doyasıya yaşayalım.
MALLARIN KİRİ ZEKÂT VE MÜBAREK RAMAZAN
M.NİHAT MALKOÇ
İslam topyekûn bir yaşam tarzıdır. İlahi kanunlarda boşluk yoktur. İnsan hayatıyla ilgili her ne varsa bunun İslamda bir izahı ve karşılığı vardır. Bazı kesimlerin ileri sürdüğü gibi İslam hayatın dışında bir sistem değildir. İslam hayatı çepeçevre kuşatır.
İslam kendi kanunları etrafında şekillenen bir hayat tarzını zorunlu kılar. Bu dinin belli başlı kaide ve şartları vardır. Bunlar arasında beş tanesi ayrı bir önem arz eder. İslam’ın beş şartından birisi de zekât vermektir. Zekât sosyal dayanışmanın ibadete dönük yüzüdür. Sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın zirvesidir.
İslamda sosyal dayanışma ve yardımlaşma mühim bir yer teşkil eder. Müslüman çevresine karşı duyarlı insandır. Yardım ve garibanları gözetme halkası yakın çevreden uzak çevreye doğru genişler. Akrabanın üstüne değen yardım eli, komşuya ve diğer uzak çevreye doğru uzayıp gider. Komşularımızla ilişkilerimizi de İslam tanzim etmiştir. Hatta bu hususta ağır şartlar koşmuştur. Komşular hakkında Hz. Peygamber: “Cibril, komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, nerdeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” buyurmuştur.
Hadiste de belirtildiği üzere “Komşusu açken bir müminin tok dolaşması yakışık almaz.” Böyle bir insanın şahsî ibadetleri ve Müslümanlığı onu Cennete götürmeyebilir. Yine bir hadislerinde Peygamberimiz: “Hangi mahallede bir kişi aç kalırsa, o mahalle halkı Allah’ın korumasından uzak düşer.” buyurmuştur. Bu ne ağır bir ihtardır. Allah’ın korumasından uzak düşen bir kulu hangi güç koruyabilir?
Ramazanla zekât kavramları nerdeyse birbiriyle özdeşleşmiştir. Çünkü Ramazan hayır ve bereket ayıdır. Ramazan ayında oruç tutan müminler açlığın ne olduğunu daha iyi anlarlar ve fakirleri gözetirler. Onun için sadaka ve zekâtlar daha çok bu ayda verilir. Fakat zekâtın ille de Ramazanda verilmesi şart değildir. Lâkin bu ayda sevaplar katlanarak yazılır. Bu ay iyilik ve bereket ayı olması hasebiyle zekât vermede tercih edilir. Yardımlaşma ve merhamet ümmet bilincini artırır. Müminlerin kardeşlik duygularını geliştirir.
Zekât malı kirlerden arındırır. Kelime anlamıyla zekât; temizlik, artmak, bereketli olmak, iyi ve düzgün olmak manasına gelir. Zekât, kalbi cimrilik hastalığından, malı fakirin hakkından temizleyen, zenginlerde şefkat ve merhamet duygularını geliştiren bir ibadettir.
Zekât sayesinde fakirlerin kalbindeki haset ve kıskançlık duyguları ortadan kalkar. Fakirlerde kendilerine yardım eden zenginlere karşı sevgi ve saygı meydana gelerek toplumda birlik ve kardeşlik kuvvetlenmiş olur. Bu sayede zenginle fakir arsındaki uçurum kısmen de olsa kalkar. Her iki kesim birbirlerini daha iyi anlar ve ilişkiler saygı zeminine oturur.
İslamiyet kulun saadetini esas alır. İslâmiyet, toplumun dertlerini tedavi eden, ihtiyaçlarını karşılayan birçok kaideler getirmiştir. Allah’ın emri olan zekât, bir sosyal yardımlaşma sistemidir. Zekât malın büyümesini ve bereketlenmesini sağlar. Allah zekâtı verilen serveti, yok olmaktan, kötü insanların zararından korur. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Mallarınızı zekât ile koruyunuz.” Zekât kaçırmak, yani zekâtı vermemek bereketin zayi olmasına yol açar. Bunun manevi sorumluluğu da büyüktür.
Zekât, hicretin ikinci yılında, Ramazan orucundan sonra farz kılındı. Kur’an-ı Kerim’de zekâtı emreden pek çok ayet vardır. Bunlardan birisi de şudur: “İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekâtı verenler; şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.”(Bakara 3/277)
Yüce Peygamberimiz sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın özünü teşkil eden zekât müessesesine çok değer vermiştir. Bunu öncelikle kendi uygulamış, yakın ve uzak çevresine uygulatmaya gayret etmiştir. Onun bu hususta pek çok mübarek sözü vardır. Bunlardan birisi de İslam’ın beş şartını birleştiren şu hadis-i şeriftir:
“İslam, beş esas üzerine kurulmuştur: Allah(c.c) ’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (SAV) ’in Allah’ın peygamberi olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak,zekat vermek,Ramazan orucunu tutmak ve hacca gitmektir”
Ramazan’ı bu kaidelere uyarak geçirmek sevaplarımızın artmasına ve manevi lezzetlerle zevklenmemize kapı açacaktır. Ne mutlu fakiri ve garibanı gözetenlere… Ne mutlu zekâtını vererek malını kirlerden arındıranlara…
SİYASÎ VE KÜLTÜREL KUTUPLAŞMA
M.NİHAT MALKOÇ
Bir topluluğu birbirine karşıt gruplara ayrılmaya ‘kutuplaşma’ diyoruz. Bu bazen kendiliğinden oluştuğu gibi çok kere de dışardan müdahalelerle gerçekleştirilir. Kutuplaşmalarda inanç, milliyet, kültür, meslek grupları etkendir.
Dünyada ve Türkiye’de bazı kesimler kendilerini yaratılıştan üstün saymaktadır. Zenginliklerine ve sözde asaletlerine güvenen bu insanlar, kendileri dışındakileri küçümseyerek öteki sıfatıyla vasfetmektedir. Bu da ayrışmalara ve kutuplaşmalara zemin hazırlamaktadır. Oysa hadiseye dinî açıdan baktığımızda üstünlüğün sadece takvada(Allah’a yakınlıkta) olduğu muhakkaktır. Durum bu iken bu çeşit çırpınışlar ve ötekileştirme gayretleri beyhudedir. Fakat bunu kavrayacak izan ve basiret gerekir.
Son zamanlarda dünyada ve Türkiye’de kutuplaşmalar dikkat çekiyor. Özellikle ABD’deki 11 Eylül olaylarından sonra kutuplaşmalar daha da belirginleşti. Artık ülkeler kültür ve inançlarına göre tasnife tabi tutuluyor. Kimse mutlu ve barışçı bir dünyanın peşinde değil. Siyasî ve kültürel açıdan birbirine yakın ülkeler bir araya gelerek gizli bloklar oluşturuyorlar. İngiltere, ABD ve İsrail’in yakınlaşması buna örnektir. Gerçi bu üç ülke hiçbir zaman uzaklaşmadılar ki! ... Hep aynı kanaatleri paylaştılar. Çünkü menfaatleri bunu gerektiriyordu. Bu son derece tehlikeli bir durumdur.
Batı âlemi dünyaya seslendirmese de İslam ülkeleri karşısında birleşik bir blok oluşturmuştur. Bunu olaylara bakış açılarından ve tavırlarından okuyabiliriz. ABD ve Batı’daki İslam karşıtlığı ve Müslümanları dışlayıcı politikalar iyi meyve vermeyecektir. Çünkü kin ve nefretten hayır hâsıl olmaz.
Türkiye’deki Batı karşıtlığı ve Amerika aleyhtarlığının sebebi söz konusu bu devletlerin Türklere ve Müslümanlara önyargıyla yaklaşmasıdır. Eğer Batı ve ABD bu kesimlere nefretle yaklaşmasaydı 11 Eylüller ve bugünkü kanlı çatışmalar olmayacaktı. Demek ki şer güçler dünyayı ateşe vermek ve Doğu milletlerini yurtlarından çıkarmak için sebep arıyorlar.
Aslında barış isteniyorsa milletler dostluk ve insanlık etrafında birleştirilmelidir. Kimse kimsenin hakkına tasallutta bulunmamalıdır. Bizim inancımıza göre rızkı veren Allah olduğu için bu dünyada kimsenin aç kalması mevzubahis değildir. Fakat dünyaya egemen olmak için çırpınan Yahudiler ve Hıristiyanlar başka dinlere ve milletlere yaşama hakkı tanımıyorlar. Ellerindeki bütün kaynakları silip süpürüyorlar. Böyle bir anlayışa sahip insanların egemen olduğu dünyada huzur ve barıştan söz edilebilir mi? Edilemez, edilemiyor da! ...
Günümüz dünyasında her millet birilerini düşman bellemiş durumda… Türkiye başta olmak üzere hemen her devlet komşularıyla kavgalı… Gece gündüz demeden düşman üretiyoruz. Bir bardak suda fırtınalar koparılıyor. Ülkeler arası ilişkiler sağlıklı değil. Her şey çıkarlar doğrultusunda şekillendiriliyor. Kimse kimseye inanmıyor ve güvenmiyor. Böyle bir dünyada nasıl olacak da güven ve emniyet içerisinde yaşayacağız?
Her meşrep birilerini ötekileştirme gayreti içerisinde… Bu da ayrılıkları ve kamplaşmaları doğuruyor. Ortada ‘biz’ ve ‘onlar’ diye ayrı gösterilme gayreti içerisinde olunan kesimler var. Oysa biz de onlar da insan vasfını taşımakta… O kadar çok ortak paydamız var ki! ... Fakat kin ve nefret gözlüklerini çıkarmadığımız müddetçe bu ortaklıkları ve yakınlıkları göremeyeceğiz. Barış adına bir adım yol alamayacağız.
Bizler medeniyetler çatışması ifadesi yerine medeniyetler ittifakı ifadesini benimsiyoruz. Durup dururken niçin medeniyetler çatışsın. Biz ilhamını hangi dinden ve kültürden alırsa alsın bütün değerlere insaniyet penceresinden bakarız. Şiddet, nefret, kin ve düşmanlık içermeyen kültürleri zenginlik sayarız. Bu hem ulusal hem de uluslar arası düzeyde olabilir. Yunus’un sevgisi, Mevlana’nın engin hoşgörüsü kılavuzumuz olduğu müddetçe yetmiş iki millete aynı gözle bakabiliriz.
Aslında dünya insanlarını kendi haline bıraksalar kavga ve gürültüler bugünkü gibi ayyuka çıkmayacak. Kavgaları ve kutuplaşmaları dünyayı ateş yerine çevirmek isteyen bir kısım liderler çıkarıyor. Onların varlığı barışı gölgeliyor. İsimlerini vermesem de bunları çok iyi biliyorsunuz. Dünyayı ateşe verenler bu dünyada olmasa da öteki âlemde döktükleri kanların içinde debeleneceklerdir. O büyük günde onların hiçbir hükmü kabul görmeyecektir.
Siyasal ve kültürel kutuplaşmaya ülkemiz penceresinden baktığımızda da pek müspet bir tabloyla karşılaşamayız. Türkiye’de siyasî ve kültürel kutuplaşma için maalesef kaygan bir zemin mevcuttur. Kimin ne zaman nereye kayacağı kestirilemez. Herkesin kayma riski vardır. Onun için hiç kimse hakkında peşin hükümlü konuşmamak gerekir. Sürprizlere açık bir memlekette yaşıyoruz. Bu ülkede her an her şey olabilir. Her şeyi bekleyip gördükten sonra konuşmak sağlıklı davranış tarzıdır.
Türkiye’de kutuplaşmayı körükleyen ve ayrılıklardan medet uman kesimler vardır. Bunlar vizyona çıkardıkları suni gündemlere figüran bulmada ustadırlar. Onlar hem gündemi değiştiren konuyu, hem de o konunun aşırı uçlarında yer alanları kolayca bulup çıkarırlar. Dünyada ve Türkiye’de bu anlayıştaki insanlar pasifize edilmediği müddetçe gerçek barış ve huzur ortamı sağlanamayacaktır. Bunun böyle bilinmesi gerekir.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta