Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1600

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.10.2006 - 21:09

    RAMAZAN VE SOSYAL YARDIMLAŞMA

    M.NİHAT MALKOÇ

    On bir ayın sultanı olan Ramazan rahmet ve merhametin zirveye ulaştığı mukaddes zaman dilimidir. Bu ayda sadece oruç tutmak yeterli değildir. Bunu diğer hayırlı faaliyetlerle beslememiz gerekir. Bu ayda Müslümanların birbiriyle yardımlaşması sosyal bağların kuvvetlenmesini sağlar. Bu davranışlar sayesinde dostluklar daha da pekişir.

    Müslümanlar kardeştirler. Kişi kardeşini darda görünce ona yardım elini uzatır. Bütün Müslümanlar bir ailenin fertleri, hatta bir vücut gibidir. Vücutta bir aza rahatsız olduğunda bütün vücut rahatsız olur. Öyle de müslümanın derdi diğer Müslümanları da dertlendirmelidir. Müminler birbirlerinin yaralarına ilaç olmalıdır. Bu hususta Resulullah şu mübarek sözü söylemiştir: “Birbirine karşı muhabbet ve merhamette, müminler, bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut, rahatsız, uykusuz kalıp, onun tedavisi ile meşgul olduğu gibi, Müslümanlar da birbirlerine yardıma koşmalıdır.” (Buhari)

    Müslümanların dertleri müşterektir. Bunları birbirleriyle paylaşırlarsa yükleri azalır. Zira dertler paylaşıldıkça azalır, mutluluklar paylaşıldıkça artar. İster yanı başımızda olsun, isterse dünyanın öteki ucunda olsun, nerde bir sıkıntılı mümin varsa ona şefkat ve merhamet elini uzatmalıyız. Yine bir hadiste ‘Müslümanların dertleri ile ilgilenmeyen, onlardan değildir.’ denmektedir. Bu çok büyük bir manevi ikazdır.

    Bunlar da gösteriyor ki İslam inanç sisteminde kolektif şuur esastır. Bu inançta cemiyetin huzuru ferdin huzurundan önce gelir. Cemiyet de fertlerden meydana gelmiştir. Hadiseye bu pencereden bakınca ancak fertlerin huzurlu olmasıyla toplumun da huzurlu olacağını anlarız. Müslümanlığı münferit yaşanan bir inanç mekanizması olarak algılayanlar her halükârda yanılıyordur. İslam’da acıyı da, huzuru da paylaşmak muteberdir. Yardımlaşma sadece maddî ve nakdî değildir. Manevi yardımlaşma da çok mühimdir. Bununla bağlantılı olarak Peygamber Efendimizin yardımlaşmayla ilgili mübarek sözlerinden bir kısmını dikkatlerinize sunmak istiyorum:

    “Bir müslümanın sıkıntısını gidereni veya bir mazluma yardım edeni, Allahü teâlâ affeder.”

    “Bir din kardeşinin ihtiyacını gideren, ömür boyu Allahü teâlâya ibadet etmiş gibi sevap kazanır.”

    “Kim bir mümini, bir münafığın eziyetinden korursa, Allahü teâlâda onu, Cehennem ateşinden korur.”

    “Allah indinde, en kıymetli amel, mümini sevindirmek, sıkıntısını gidermek, borcunu ödemek veya karnını doyurmaktır.”

    “Din kardeşini savunan müslümanı Allahü teâlâ, Cehennem ateşinden korur.”

    “Allahü teâlâ, bazı kimseleri, insanların ihtiyaçlarını gidermek için yaratmıştır. İnsanlar, ihtiyaçları için onlara başvururlar. İşte bunlar, kabir azabından emindirler.”

    “Allah katında en kıymetli amel, bir müslümanı sevindirmek yahut bir sıkıntısını gidermek veya sabrını taşıran bir kederini ortadan kaldırmak yahut borcunu ödemektir.”

    “İnsanların iyisi, insanlara iyilik edendir.”

    “Arkadaşın iyisi, arkadaşına, komşunun iyisi ise komşusuna iyilik edendir.”

    “Sizin en iyiniz, kendisinden hep iyilik beklenen ve kötülük etmeyeceğinden emin olunandır.”

    “Hayra vesile olan, hayır işlemiş gibidir. Allahü teâlâ, sıkıntıya düşene, çaresize yardım edeni sever.”

    “Layık olana da, olmayana da iyilik et. Eğer layık olana iyilik edersen ne iyi. Eğer o kimse iyiliğe layık değilse, sen, iyilik ehlinden olursun.”

    Ramazan ayı yardımlaşmanın gözle görülür biçimde arttığı bereket ayıdır. Fitre ve zekâtlar yanında, durumu iyi olan Müslümanlar fakirlere gıda yardımı yaparak onları sevindirirler. Fakat müslümanın yardım yapmasının da bir usulü vardır. Bir elin verdiğini öbür el bilmemelidir. Yardım ederken garibanlar incitilmemelidir. Türkiye’de yardım manzaralarını görünce üzülüyoruz. Hiçbir ciddi organizasyon yapılmadan yardımlar itiş kakış bir vaziyette dağıtılıyor. Ortalık savaş alanı gibi karmakarışık bir durum arz ediyor. Böyle yardım yapmak dayanışmanın ve İslam’ın ruhuna aykırıdır.

    Allah rızası için yardım edenler, en çok sevdiklerinden verirler; verirken de hiç mi hiç huzursuz olmazlar. İşe yaramaz şeyleri vermek muteber değildir. Kıymetsizi verip kıymetli sevaba erişmek mümkün mü? Fedakârlık etmeyen sevdiğini elde edemez. Bununla beraber yardımsever kişinin gözü verdiği şeyin peşinde kalmaz. O verdikçe haz alır. En iyisinden, işe yarayanından verir. Yüce Rabbimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, iyilik ve hayra nail olamazsınız. Ne infak ederseniz, Allahü teâlâ, onu hakkıyla bilir ve mükâfatını verir.”(Al-i İmran 92) Bu ayetin iyi okunması ve manasının idrak edilmesi gerekir. Yoksa verdiklerimiz bize fazla bir getiri sağlamayabilir.

    Günümüz şehir yaşantısında merhamet ve yardımlaşma duyguları bir hayli azalmıştır. Modern yaşam tarzında bencillik almış başını gidiyor. Keserler hep kendine yontuyor. İnfak etmekle fakir olunacağı zannediliyor. Çok kazanılmasına rağmen kazanılanların bereketi olmadığı için elimizden uçup gidiyor. Allah bizi bu mübarek Ramazan ayında verdikçe maddî ve manevî mükâfat kazananlardan eylesin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.10.2006 - 21:09

    RAMAZAN DAVULCULARI VE MANİLER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Müstesna zaman dilimlerinden birisidir mübarek ramazan… Onun için de Müslümanlar tarafından büyük bir şevkle karşılanır. Bu aya erişmeden evvel hazırlıklara girişilir. Kadınlar ramazanlık yiyecekler hazırlamaya aylar önceden başlarlar. Yufkalar açılır, konserveler yapılır. Kadınlar her gün birbirine gidip bu gibi hazırlıkları beraberce yaparlar. Bu ayda büyük bir yardımlaşma ve dayanışma örneği gösterilir.

    Ramazan deyince hiç şüphesiz ki aklımıza ramazan davulcuları geliyor. Çok eskilerden bugüne intikal eden ramazan davulculuğu geleneği bugün de devam ediyor. Oruç tutacaklara sahuru haber veren ve kalkıp yemelerini sağlayan bu kişiler nedense günümüzde bazı kesimler tarafından dışlanıyorlar. Hatta bazı belediyeler ramazan davulu çalınmasını yasaklıyorlar. Oruç tutmayanlar bu köklü geleneğin kalkmasını istiyorlar.

    Gerçi oruç tutanların bir kısmı da ramazan davulcularına sıcak bakmıyor. Çünkü küçük çocuklar gecenin yarısında uyanıyorlar; hatta korkuyorlar. Bir daha da yataklarına yatmıyorlar, anneleriyle yatıyorlar. Bazı çocukların davul sesinden etkilenip uyandıkları doğrudur. Fakat bunda asıl kabahat davulcularındır. Çünkü davul çalmanın da belli bir adabı vardır. Amaç oruç tutacakları uyandırmak ve ertesi gün aç kalmalarını önlemektir. Fakat bazı davulcular sanki inadına mahalleyi ayağa kaldırıyor. Bir anda her şey arapsaçına dönüyor. Bu gibi sorumsuz kişiler çok köklü bir geleneğin yavaş yavaş kaybolmasına neden oluyor.

    Bazı belediyeler ramazan davulcularının eğitilmesine önayak oluyor. Müzik alanında çalışanlar onlara davul çalmanın yollarını öğretiyor. Bu doğru ve yerinde bir uygulamadır. Çünkü gece yarısında ritimsiz bir gürültüyle uyanmayı hiç kimse istemez. Çok eskiden insanların diledikleri saatte uyanmasını sağlayan çalar saatler yoktu veya çok yaygın değildi. Fakat günümüzde hemen her evde çalar saat vardır. Hatta teknolojinin nimetlerinden biri olan cep telefonları saat görevi de görerek bizi istediğimiz saatte uyararak kalkmamızı sağlıyorlar. Demek ki artık davulcuların görevi insanları sahura kaldırmaktan öte köklü bir geleneği devam ettirmek, ramazana eğlenceli bir hava kazandırmaktır. Bunu yapanların belli bir müzik eğitiminin olması şarttır. Özellikle vurmalı çalgılar konusunda tecrübeli olmaları, bu alanda eğitim almaları gerekir. Aksi halde gelenek ve eğlence zulme dönüşür. Bu çağda insanları gürültüyle sahura kaldırmak geleneğin yozlaşması sonucunu doğurur.

    Ramazanlarda davulcular hem davul çalar, hem de bu ayın ruhuna uygun maniler söylerler. Mani halk kültüründe ve edebiyatımızda çok köklü bir geleneğe ve muhtevaya sahiptir. Söyleyeni belli olmayan, genellikle 7’li hece ölçüsüne göre söylenen dörtlüklerdir. Doğu Anadolu’da mani yerine ‘bayatı’ sözü de kullanılmaktadır. Uyak düzeni a - a - b - a şeklindedir. İlk iki mısra birbirinden bağımsız olup; asıl vurgulayıcı içerik, üçüncü ve dördüncü mısralarda yer almaktadır. Konuları aşk, gurbet, ayrılık, kıskançlık olabileceği gibi, ramazan manileri gibi özel zamanlara ait manilere de rastlanmaktadır. Ramazan ayında davulcuların söylediği manilerden bir kısmını dikkatinize sunmak istiyorum:

    “Yeni Cami direk ister / Söylemeye yürek ister
    Benim karnım toktur amma /Arkadaşım börek ister

    Sokak yolu dar mıdır? / Minaresi var mıdır?
    İftara kal diyorlar, / Acep aslı var mıdır?

    Aldanma sağa sola, / Gel gidelim hak yola,
    Güzel oruç tutanın, / Akıbeti hayrola.

    Maniler çiçeklidir. / Birbirine eklidir.
    Davulcunun daveti, / Mutlaka böreklidir.

    Herkes sabırla bekler, / Zayi olmaz emekler.
    İftara geliyoruz. / Hazırlansın yemekler.

    Bak geldi etli dolma, / Çok yiyip göbek salma.
    Üstüne bir kahve iç, / Terâvihe geç kalma! ..

    Kavuştuk Ramazana. / Ne de büyük ihsana.
    Bu ayda oruç tutmak, / Huzur verir insana.

    Sahur oldu ışıyor, / Bülbüller ötüşüyor,
    İftarda çay deyince, / Yüreğim tutuşuyor.”

    Milletler gelenek ve göreneklerini yaşayarak daha güçlü kalırlar. Her ne kadar bu işi maddi bir beklenti karşılığında yapıyorsa da ramazan davulcusu köklü bir geleneği devam ettiren insandır. Milletimizin değerleriyle zıtlaşmak, onlarla mücadele etmek yerine bu kültürel birikimi koruyup kollamalıyız. Milli ve manevi değerlerimiz sayesinde birbirlerimizle kenetlenebiliyoruz, aynı ruhu yaşıyoruz. Bizleri kendisine benzetmek ve yozlaştırmak isteyen Batılı toplumlara mesafeli durmalıyız; değerlerimize ve değerlilerimize sımsıkı sarılmalıyız.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.10.2006 - 21:09

    ORUÇ VE SIHHAT

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yüce Rabbimizin yapmamızı emrettiği vazifelerin hepsinde bir hikmet vardır. Fakat bizler o ibadetleri hikmetinden dolayı değil, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yaparız. Zira ibadetler kul ile Allah arasındaki muhabbeti ve gönül bağını kuvvetlendirir. İbadetlerin verdiği olgunlukla kul Allah’a daha da yakınlaşır. Kişi, yerine getirdiği kulluk vazifesinden büyük bir haz alır. Bu haz, ibadetlerdeki devamlılığı sağlar.

    Bilindiği gibi Rabbimizin doksan dokuz mübarek sıfatı vardır. Allah’ın güzel isimlerinden biri de ‘Hâkim’dir. Yani Allah hikmet sahibidir. Yüce Yaratıcı abes iş yapmaz. Bizler bazı şeylerin sebep ve hikmetlerini basiret gözüyle göremezsek bu onları halk edene bir eksiklik getirmez. Onun yaptığı işlerin hikmetinden sual olunmaz.

    Allah’ın her emrinde olduğu gibi oruç ibadetinde de birçok hikmetler, bizim için maddi ve manevi sayısız faydalar vardır. Oruç ibadetinin faydaları konusunda çok şeyler söylenebilir. Bunları maddi ve manevi diye ikiye ayırmak mümkündür. Çünkü kâinatın gözbebeği olan insanı sadece maddeden ibaret göremeyiz. Onun manevi tarafına da eğilmek zorundayız. İşte orucun faydalarını sıralarken onun ruh dünyamızı mamur ettiği gerçeğini de göz önünde bulundurmalıyız. Aksi halde insana dair doğru analizler yapamayız.

    Oruç tutan insanlar Allah’ın emrini yerine getirmiş olmanın manevi doyumunu yaşarlar. Bu doyuma erişen kullar her geçen günü, ömür defterlerinden bir kayıp sayfa olarak değil, bir kazanç sayfası olarak nitelendirirler. Bu bakış açısı iç huzurun sağlanmasında etkin bir rol oynar. Maddi varlığımızla manevi dünyamızın dengede tutulması, bizi boşluğa düşmekten korur. İradenin günahları perdelemesi imtihana tabi tutulan kulu büyük bir zafer kazanmışçasına mutlu eder. Bu mücadeleden başı dik çıkan kişinin kendine güveni artar. Nefsin emrine karşı koyan yüksek irade gücü Hakk’a teslimiyetin getirdiği manevi saltanatı ebediyen yaşar. İşte dünya o zaman ahretin tarlası olur.

    Oruçla beraber kulun hayvani tarafı rahmani tarafına yenilir. Fiziksel olarak da midemiz yılda bir ay da olsa dinlenmiş olur. Kalbimiz kir ve pastan arınır; adeta manevi zımparayla törpülenir. Dilimiz yalandan, ellerimiz haramdan, gözlerimiz harama bakmaktan, kulaklarımız yalan ve dedikodu dinlemekten, ayaklarımız kötü işler peşinde koşmaktan uzaklaşır. Bu, huylarımızın meleklerinkilere benzemesini ve ruhlarımızın arınmasını sağlar. Oruç belli zaman içerisinde aç kalma olayı değil, aksine bir irade terbiyesidir.

    Orucun sağlık için çok büyük faydaları mevcuttur. Bunu tıp otoriteleri yıllardan beri söylemektedir. Bununla ilgili olarak Resulullah Efendimiz de “Oruç tutunuz, sıhhat bulursunuz.” buyurmuştur. Peygamberlerin hikmetini bilmediği bir konuda konuşmaları mümkün değildir. Sağlıkla ilgilenen ilim adamlarının her geçen gün orucun sıhhate dair yeni faydalarını keşfedip sıralamaları Efendimizin bu mübarek sözünü desteklemektedir. Fransız Profesör Pier Mulen de bu hususta şunları söyleyerek orucun ilahi hikmetlerine ışık tutar:

    “İslâm dünyasının en yararlı kurumlarından biri oruçtur. Oruç, bedenin hem fiziksel, hem ruhsal dinlenişidir. Dokuları temizler, birikmiş toksinleri, zehirleri atar. Müslümanlar böylece her yıl bir ay bedenlerini dinlendirirler. Hıristiyan dininde orucun bulunmaması büyük bir kayıptır. Aslında insanların her hafta bir gün oruç tutmalarında, başka bir deyimle diyet etmelerinde ve sadece meyve suyu içmelerinde büyük yarar var. Böylece vücut, doku ve organlardaki zehirleri atar, beden dinçleşir”

    Oruç tutanların ramazanda bazı hususlara dikkat etmesi bu ibadetin tıbbi faydalarının inkişaf etmesine zemin hazırlayacaktır. Doktorların uzun tecrübeler neticesinde elde ettiği ilmi gözlemlere ve tavsiyelerine kulak vermeliyiz. Aksi halde fayda yerine zarar görmek işten bile değildir. Bu konuda doktorların tavsiyelerine uymalıyız.

    Ramazan ayında dengesiz ve sağlıksız beslenme, başta diyabet, kalp, yüksek tansiyon hastaları olmak üzere birçok kişide sağlık sorunlarına yol açıyor. Beslenme uzmanları(diyetisyenler) aşırı yağlı kızartma ve kavurmalardan, hamur tatlılarından, şekerleme ve aşırı tatlı besinlerden uzak durmamızı, tatlı olarak sütlaç, keşkül, güllaç gibi sütlü tatlılar tercih etmemizi, sıvı alımına önem vermemizi, iftar ile sahur arasında bol su içmemizi öneriyorlar. Sadece ramazanda değil, diğer zamanlarda da bir seferde çok yememeliyiz. Eskilerimiz “Az yiyen melek olur, çok yiyen helak olur” derken bizlere halk hekimliğinin çok kez tıpla örtüştüğünü göstermişlerdir. Bu da gösteriyor ki halkın tecrübelerini yabana atmamak lazımdır.

    Oruç tutmak sağlıklı olmak demektir. Fakat ilahi olanla dünyevi olanı, gayeleri bakımından birbirine karıştırmamak gerekir. Orucu zayıflamak, zinde ve sağlıklı kalmak için tutanların oruçlarının Allah katında hiçbir mana ifade etmediğini söylemek mümkündür. Orucun gayesi Allah’ın emrine uymak ve ona yakın durmaktır. Ne mutlu ibadetleri, gayesine uygun bir anlayışla yerine getiren mümin ve müminelere! ...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.10.2006 - 21:09

    EDEBİYATIMIZDA RAMAZAN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Edebiyat ve hayat yapışık ikizler gibidir. İnsanı ilgilendiren her şey edebiyatı da ilgilendirir. Hayatta ne yaşanıyorsa o bir şekilde edebiyata da yansır. Edebiyatı hayattan soyutlayamazsınız. İster şiir olsun, isterse roman veya başka türler; bunların hemen hepsi hayattan izler taşır. Hayat edebiyatı da içine alan geniş bir dairedir. Bunun yanında edebiyat da hayata tutulan aynadır. O aynada hayatın söz kalıbına dökülmüş halini görürüz.

    Edebiyatımızda Ramazan konusu geniş bir biçimde yer almıştır. Çok köklü bir tarihî geçmişi olan Türk edebiyatı bu temayı da yaygın bir şekilde ele almıştır. Ramazan konusu ağırlıklı olarak şiirimizde işlenmiştir. Türk Edebiyatı’nda on beşinci yüzyıldan itibaren görülmeye başlanan Ramazan şiirleri, 18. yüzyılda yoğunluk kazanmış, değişik nazım şekilleriyle kaleme alınarak günümüze kadar devam etmiştir. Ramazan temalı şiirler eskisi kadar olmasa da bugün de yazılmaya devam ediliyor.

    Divan ve Halk edebiyatlarında 15. yüzyıldan beri Ramazan hem dini ve manevi yönüyle hem de mizahi yönüyle işlenmiş, bu çerçevede çok geniş ve canlı bir kültür dünyası meydana getirilmiştir. İbadet yönünün yanında iftar, sahur ve bayramıyla da insanlar üzerindeki etkisi, bazen hayal ve mizah unsurlarıyla birlikte ele alınmıştır.

    Divan edebiyatı şairlerinin, ramazan ayının gelişini kutlamak için yazdıkları ve devlet büyüklerine sundukları kasidelere ramazaniye deniliyordu. Bu kasidelerde ramazan bahsi giriş bölümünde ele alınıp işleniyordu. Örnek bir ramazaniyeden küçük bir kısmı dikkatinize sunuyorum:

    “Bu aya hürmet olunur / Herkese izzet olunur
    Ramazana mahsus şeydir / Fakire ihsan olunur.”

    Edebiyatımızda Ramazan konusunu ele alan diğer bir tür de manilerdir. Konusu Ramazan olan maniler miktar olarak diğer edebî türlerden çok daha fazladır. Ramazan manileri diğer maniler gibi anonimdir. Hiçbirinin altında yazanın ve söyleyenin adı yer almaz. Muhteva açısından derinlik arz etmezler, anlamları sığdır. Halka hitaben söylendikleri için görünen anlamları esastır, şiirsel derinlikleri yoktur. Bu manzumelerde imge yoğunluğu bulunmaz. Ramazan manilere şu örnekleri verebiliriz:

    “Hakk’ın bize ihsanısın / Hem ayların sultanısın
    Sen bir saadet kânısın / Ey mâhı sultan merhaba

    Kavuştuk Ramazan’a, / Hem de büyük ihsana,
    Bu ayda oruç tutmak, / Huzur verir insana”

    Edebiyatımızda pek çok şair ve yazar, ramazanın gelişini büyük bir iştiyakla beklemiş ve onu özlem dolu şiirlerle karşılamıştır. Fakat inanç zayıflığı içerisinde bataklıklarda debelenenlerin bu ayın gelişiyle birlikte keyifleri kaçmıştır. Yahya Kemal bir şiirinde ramazana dair duygularını şöyle kelimelere döker:

    “İftardan önce gittim Atik-Valde semtine,
    Kaç defa geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,

    Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti
    Bir tatlı intizara çevirmiş sükûneti”

    Ramazanın konu olarak işlendiği bir diğer edebi tür de fıkralardır. Bektaşi fıkralarına baktığımızda bunlarda ramazanın ağırlıklı olarak işlendiği görülür. Fakat fıkralarda ramazanın manevi ağırlığına zarar verilmez. Bizim bilge Nasreddin Hocamız da fıkralarında ramazana değinmiştir. Bu fıkralarda ölçü ve üslup dini duyguları asla rencide etmemiştir.

    Ramazan gecelerinde zamanı faydalı ve eğlenceli geçirmek için Karagöz, meddah, ortaoyunu gösterileri yapılmıştır. Bu Oyunlarda ramazan bahsine genişçe yer verilmiştir. Artık geride kalan o günleri özlemle anıyoruz.

    Maneviyatı güçlü şair ve yazarlar; eserlerinde ramazanın gelişinden duyulan sevinci, bu ayın bitişinden dolayı hissedilen hüznü, Kadir gecesinin kıymetini, iftar ve sahurları, çocukluklarında geçirdikleri ramazanları konu olarak ele alıp işlemişlerdir. Bu şair ve yazarlar arasında Sabit, Nazım, Enderunlu Fazıl, Enderunlu Vasıf, Sururi, Nedim, Koca Ragıp Paşa, Leyla Hanım, Edirneli Kânî, Enderunlu Vasıf, Şeyh Galib, Sümbülzade Vehbi, Eşrefoğlu Rumi, Şeyh Üftade, Niyazi Mısri, Aziz Mahmud Hüdayi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Mehmet Lütfi, Bursalı İsmail Hakkı, Ahmet Rasim, R. Cevat Ulunay, Ruşen Eşref Ünaydın, Halit Fahri Ozansoy, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Samiha Ayverdi ve Sezai Karakoç isimlerini sayabiliriz.

    Ramazana dair hatırası olmayan yok gibidir. Edebiyatçılarımız da bu mübarek aya dair hatıralarını değişik zamanlarda dile getirmişlerdir. Bununla ilgili olarak Refik Halit Karay’ın ‘Eski Zamanlarda Ramazan Hazırlığı’, Ercüment Ekrem Talu’nun ‘Birinci Gün’, Samiha Ayverdi’nin ‘İbrahim Efendi Konağında Ramazan Hazırlıkları’, Abdulbaki Gölpınarlı’nın ‘Eski Ramazanlar’, Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘Kandiller Yanarken’, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ‘İbadette Cuşiş’, Musahipzâde Celâl’in ‘Şeker Bayramı’ isimli nefis yazıları muhakkak okunmalıdır. Gönül dünyamız o güzel hatıralarla beslenmelidir.

    Romanlarımızda, hikâyelerimizde ve bir kısım tiyatro metinlerinde ramazanın manevi atmosferine temas edilmiştir. Bugünkü şair ve yazarlarımız da ramazan konusunu gerek şiirlerinde gerekse roman ve hikâyelerinde ele alıyorlar. Fakat bu eserlerde yaşamakta olduğumuz ramazanlardan ziyade daha çok eski ramazanlara nostaljik(özlemli) bir bakış açısıyla yaklaşılıyor. Çünkü geçen zamanla birlikte pek çok şeyimiz gibi ramazanlarımız da heyecanını kaybetmiş, bilinçli bir şekilde yozlaştırılmıştır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.10.2006 - 21:08

    RAMAZAN VE BASINIMIZIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ramazan on bir ayın sultanı sıfatıyla her yıl kapımızı çalar, hayatımıza bambaşka bir renk ve ahenk katar. Bu ayın mübarek atmosferi manevî dünyamızı çepeçevre kuşatır. Ağzımız kötü sözlerden, midemiz ise abur cubur yiyeceklerden uzak durur. İç dünyamız manevî bereketle hayat bulur. Gerçek huzurun ikliminde soluklanırız.

    Ramazan özel ve müstesna zamanların en başta gelenidir. Onu hiçbir vakitle eşdeğer göremeyiz. O her açıdan eşsizdir. Onun güzelliğinin sırlarından birisi de Kur’an’ın bu ayda yeryüzü semasına inmiş olmasıdır. Peygamberimiz bu ayı diğer aylara nazaran çok daha fazla ibadet ederek geçirirdi. Öyle ki namaz kılmaktan ayakları şişerdi.

    Bir hadis-i şerifte anlatılır ki: Peygamber Efendimiz bir keresinde minbere çıkıyordu. Merdivenden yukarı çıkarken birinci basamakta ‘âmin! ’ dedi. İkinci basamakta yine ‘âmin! ’ dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha ‘âmin! ’ dedi. Hutbeden sonra, sahabe efendilerimiz “Bu sefer senden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk ya Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa “âmin” dediniz. Bunun hikmeti nedir? ” diye sordular. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurdular: “Cebrail aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun! ’ dedi, ben de ‘âmin! ’ dedim. Cebrail, ‘Ya Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün! ’ dedi, ben de ‘âmin’ dedim. Ve son basamakta Cebrail, ‘Ramazana yetişmiş, Ramazanı idrak etmiş olduğu halde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o! ’ dedi, ben de ‘âmin’ dedim.”

    Bu hadiste de belirtildiği gibi gelecekte pişman olmamak için hayatımıza çekidüzen vermeliyiz. Allah’ın çizdiği yolda yürümeliyiz. Anne babalarımıza sağ iken yetiştiğimizde onlara ‘öf’ bile dedirtmemeliyiz, rızalarını kazanmalıyız. Resulullah’ın adı geçtiğinde ona selatü selam getirmeliyiz. Ramazan geldiğinde onu ibadetlerle geçirip Hakk’ın razı olacağı kullar içerisinde yer almalıyız. Basiret gözümüzü dört açmalıyız.

    Ramazan insanı munisleştirir. Oruçlu insan kötülük yapmaz, başkalarına bulaşmaz. Mevlana gibi hoşgörülü, Yunus gibi sevgi dolu olur. Kendisine bulaşmak isteyenlere Peygamber Efendimizin yaptığı gibi oruçlu olduğunu hatırlatır ve susar. O büyük insan, ramazanda müslümanın tavrını şöyle özetler: “ Şayet birisi kendisiyle itişmeye veya kendisine karşı ağız bozmağa kalkışırsa ben oruçluyum diye mukabelede bulunsun”

    Ramazanla birlikte ülke sınırları içerisinde adeta bir maneviyat seferberliği yaşanır. Yedisinden yetmişine kadar hemen herkes kendisini ramazana hazırlar. Bu sadece maddi hazırlık değildir. Gönüller de bu aya girmek için her türlü kötülükten, fitne ve fesattan arındırılır. Müslümanlar o büyük dostu gönül hoşluğu içerisinde karşılarlar. Sadece insanlar mı hazırlanır ramazana? Elbette hayır! ... Kurumlar da kendince hazırlıklar yaparlar. Çalışma saatlerini esnekleştirirler. Bunun yanında gazete ve dergiler de yılda bir ay da olsa Müslümanlıktan söz ederler. Mübarek ramazan, inanç bakımından zayıf olanların kalemine bile dolanır. Onlar da bu ayın faziletinden dem vururlar. Çünkü halkın gündeminde ramazan vardır. Kendilerini okutabilmek için ramazandan bahsetmek mecburiyetindedirler.

    Türkiye’ye ramazan gelince, on bir ay boyunca Müslümanlara saldıran ve onları her fırsatta aşağılayan gazeteler bir anda kızıl olan renklerini yeşile döndürürler. Bu hızlı dönüşüm samimiyetten uzak ve yapmacık olsa da inananlar bu oyuna kolayca gelirler. Hacısının hocasının elinde kartel gazetelerini görebilirsiniz. Sene boyunca Müslümanları rencide eden kartelin gazetelerinde ramazan sayfaları yer almaya başlar. Bazı gazeteler dini kitaplar verir. Bu hızlı değişimi ve dönüşümü anlamakta zorlanırsınız. Islah olduklarını zannedersiniz iyi niyetinizi ortaya koyarak… Fakat ramazan çıkınca bir kez daha gerçek yüzlerini açığa çıkarırlar. Müslümanlara salya sümük saldırmaya kaldıkları yerden devam ederler. Bir ay boyunca onlara finansman sağlarsınız, onları karga misali beslersiniz ama sonuçta gözünüzü oymaktan çekinmezler. Çünkü onların inancı saman alevi gibidir. Sadece Müslümanların parasını çekmeyi, bir ay da olsa onlara gazete satmayı gaye edinirler. Saf olanlar, alışkanlık kazanarak ramazandan sonra da söz konusu gazeteleri almaya devam ederler. Neticede verdikleri paralar inançlarına saldırı şeklinde geri döner.

    Akıllı ve şuurlu mümin ramazan Müslümanlığıyla okuyucunun karşısına çıkan samimiyetten uzak kartel gazetelerinin oyununa gelmez. Onlara parasını kaptırmaz. Çünkü bilir ki bu kandırmacadan ibarettir. Ramazandan sonra her şey eski haline dönüşecektir. Bunun bir de Allah katında manevî vebali vardır. Bunun hesabını vicdanınıza verseniz de Allah’a veremezsiniz. Onun için kartelin oyununa gelmeyin; dostunuzu ve düşmanınızı iyi tanıyın. Kartel basının ikiyüzlülüğüne alet olmayın. Bilin ki Müslüman uyanık ve basiretli olur, olmalıdır da! ... Aksi halde lokma lokma küçülmeye ve yutulmaya müstahak olursunuz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.10.2006 - 21:07

    NOBEL NASIL ALINIR YAHUT ORHAN PAMUK’A DAİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyanın en saygın bilim ve edebiyat ödüllerinin başında Nobel gelir. Nobel Ödülü, 27 Kasım 1895 tarihli vasiyetnamesiyle Alfred Nobel tarafından İsveç’te kurulan derneğin verdiği, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan itibarlı bir ödüldür. İlk Nobel ödülleri 1901 tarihinde verilmeye başlanmıştır. O günden bugüne kadar fizik, kimya, tıp, iktisat, edebiyat ve barış alanında yüzlerce kişiye verilmiştir. Söz konusu ödül, bu alanlarda çalışanları gayretli olmaya teşvik etmiştir. Bugüne kadar 34 kadın bu ödülü alma başarısı göstermiştir. Bu ödüller bir gelenek halinde verilmeye devam ediliyor.

    Nobel Edebiyat ödülleri her yıl Alfred Nobel’in sözleri ile bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazara verilmektedir. İsveç Akademisi her yıl bu ödüle layık kişileri seçmektedir. Bilindiği gibi 2006 Nobel Edebiyat Ödülü Orhan Pamuk’a verildi. Pamuk, Nobel Ödülleri tarihinde, bu onura hak kazanan ilk ve tek Türk oldu. Pamuk ödül yolunda Suriyeli şair Adonis, İsveçli şair Tomas Tranströmer, Joyce Carol Oates, İsrailli yazar Amos Oz, Philip Roth, Mario Vargas Llosa, Çek yazar Milan Kundera ve Doris Lessing, Amerikalı yazar Paul Aster ve Inger Christensen’i geride bıraktı. Ödülü veren İsveç Akademisi, “Nobel Edebiyat Ödülü, ‘Kentinin melankolik ruhunu ararken kültürler arasındaki çatışma ve birleşmenin yeni simgelerini keşfeden Türk yazar Orhan Pamuk’a verildi” ifadesini kullandı. Akademi, Pamuk’un uluslararası başarısının üçüncü romanı ‘Beyaz Kale’ ile geldiğini belirtti.

    Pamuk için İsveç Bilimler Akademisi bir de biyografi yayımladı. Biyografide şöyle denildi: “Pamuk ülkesinde, her ne kadar kendisini kurgu yapan, politik gündemle ilgilenmeyen bir yazar olarak görmekteyse de, toplumsal konularla ilgili bir yorumcu olarak ün kazandı. Müslüman dünyada açıkça Salman Rüşdi hakkında verilen fetvayı eleştiren ilk yazardı. Pamuk, meslektaşı Yaşar Kemal, 1995 yılında yargılanırken ona destek oldu. Pamuk, bir İsviçre gazetesine 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü açıklamasından sonra suçlandı.” Akademi Sekreteri Horace Engdahl da, Pamuk için, ‘kendi ülkesinde tartışmalı bir kişilik, ama neredeyse ödülümüzü alanların hepsi böyle’ dedi.

    1982’de Mısırlı edebiyatçı Necib Mahfuz’un ardından Orhan Pamuk Nobel Ödülü alan ikinci Müslüman yazar oldu.(Tabii ki Müslüman sıfatını kabul ederse)

    Nobel Edebiyat ödülünü son 10 yılda kazananların kazananların listesi şöyle: 2006: Orhan Pamuk (Türkiye) , 2005: Harold Pinter (İngiltere) , 2004: Elfriede Jelinek (Avusturya) , 2003: John Maxwell Coetzee (Güney Afrika) , 2002: İmre Kertesz (Macaristan) , 2001: V. S. Naipaul (İngiltere) , 2000: Gao Şingcian (Çin) , 1999: Günter Grass (Almanya) , 1998: Jose Saramago (Portekiz) , 1997: Dario Fo (İtalya)

    Orhan Pamuk Nobel madalyasının yanı sıra 10 milyon İsveç Kronu (yaklaşık 1,9 milyon YTL) para ödülünü de alacak. Parasında gözümüz yok, güle güle harcasın. Fakat bizim için sorgulanması gereken şey bugüne kadar Türkiye’ye gelmeyen Nobel ödülünün Türkiyeli bir yazara birdenbire nasıl verildiğinin ardındaki gerçeklerdir.

    Bilim ödüllerinin dışında edebiyat ve barış alanında verilen Nobel ödülleri hep tartışma yaratmıştır. Çünkü bu iki alandaki ödüllerde ciddi kıstaslar yoktur. Bu ödül daha çok kışkırtıcı demeçler verenlere, geleneksel düşünceyi yıkanlara, iktidar odaklarıyla didişenlere ve uluslararası alanda sıkı kulis yapanlara verilmektedir. Bu da gösteriyor ki bu alanlarda verilen ödülün gerekçeleri siyasidir.

    Bilindiği gibi Nobel Ödülünü alacak kişi yüzlerce aday arasından seçilmektedir. Ödülün kime verileceği kararını alan kurul üyelerinin aday olan yazarların tüm eserlerini alıp bir yıl boyunca derinlemesine incelediğini ve kararlarını bu inceleme sonucunda verdiğini söylemek mümkün değildir. Nobel’e aday olan yazarın İsveç’te ya güçlü bir yayıncısının bulunması ya da bu kuruldaki kişilere ulaşabilecek edebi çevrelerle ilişki içinde olması gerekiyor. Kısaca adayın ödülü almak için söz konusu ülkelerde ve çevrelerde güçlü bir lobi oluşturması şarttır. Bu da gösteriyor ki Nobel Edebiyat Ödülü, yazarın edebî kalitesine bakılarak verilmiyor. Maalesef aday kişinin ülkesine ve geleneksel kültürüne muhalif olup olmamasına bakılıp veriliyor. Bu da ödülün amacından sapmış olduğunu gösteren bir delildir.

    Nobel’le ilgili bu genel açıklamalardan sonra 2006 Nobel Edebiyat Ödülünü alan Orhan Pamuk’a değinelim. Bu ödülü bir Türk’ün kazanması herkes gibi beni de mutlu eder. Fakat acaba Pamuk, Türk kimliğini kabul ediyor mu? Onu da bilmiyorum doğrusu. Pamuk Nobel edebiyat ödülünü nasıl aldı? Ödülün alınmasında bir İsviçre gazetesine Türklerin 30 bin Kürt’ü ve 1 milyon Ermeni’yi öldürüldüğünü açıklamasının etkisi var mıdır? Bunun yanında ödülün açıklandığı gün aynı saatlerde sözde Ermeni soykırımı tasarısının Fransız meclisinde kabul edilmesine ne demeli, bilmiyorum. Nobel ödüllü büyük Türk romancısı Orhan Efendinin keyfi kaçmasın diye bütün bunlara tesadüf mü diyeceğiz? ...

    Her şey uluorta gerçekleşmektedir. Fazla yoruma gerek yoktur. Türkiye’ye iftira ederek, Batı’ya şirin görünme karşılığında alınan ödüller bizleri sevindirmez, aksine üzer. Biz bunu hıyanetin tescili olarak kabul ederiz. Başkaları Pamuk’tan yana hakikatlere muhalif tevillere başvuruyorsa bizler onların da aynı düşüncede olduğuna hükmederiz. Ermeni yandaşları, Nobel’iniz şimdiden hayırlı olsun. Herhalde kazandığınız milyon dolarlarla, Fransa’da yapılması düşünülen soykırım anıtına çimento, çakıl, demir alırsınız. Belki ekmeğini yediğiniz ülkenize yaptığınız hıyanet karşılığında Türk düşmanı Fransızlar, soykırım anıtının yanına sizin de heykelinizi dikerler. Kim bilir? ...



    .

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.10.2006 - 21:05

    ÜNİVERSİTELERİMİZ VE DÜNYADAKİ YERİMİZ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Üniversiteler çağdaş bilim yuvalarıdır. Daha doğrusu öyle oldukları sanılır. Öyle oldukları sanılmasaydı insanlar üniversite kapılarından içeri girmek için gecesini gündüzüne katmazdı, canını dişine takmazdı. Ülkemizde iki milyona yakın insan bu kapıdan içeri girmek için her yıl sinir ve bilim harbi yapıyor. Fakat çok az bir kısmı bu kapıdan içeri girmeye muvaffak oluyor. Fakat kazananlar da bir zaman sonra oralarda umduklarını bulamıyorlar. Böyle olunca da hayal kırıklığına uğruyorlar.

    Son yıllarda Türkiye’de pek çok yeni üniversite açıldı. Bunların bir kısmı özel bir kısmı devlet üniversitesidir. Devlet yetkilileri ‘her ile bir üniversite’ açmanın gayreti içerisindedir. Üniversitesi olmayan iller bu konuda bastırıyor. Üniversite şehrin prestiji sayılıyor. Fakat yeni açılan üniversitelerin mevcut altyapısı bu kurumların dönüşümü için yeterli değil. Bunların birçoğu tabela üniversitesinden öteye gitmiyor. Çoğunda yeterli öğretim elemanı yok. Kör topal gidiyorlar.

    Türkiye’deki üniversitelerin önemli bir kısmı bilimden çok, siyaset peşinde koşmaktadır. Bilindiği gibi Anayasa’ya ve 2547 sayılı YÖK Kanunu’na göre, üniversitelerimiz özerk kurumlardır. Fakat bu özerklik kanun maddesinde unutulmuştur. Üniversitelerdeki özgür düşünceyi ve özerk yapıyı en fazla bozan bu kurumların bağlı olduğu YÖK’tür. YÖK her fırsatta bilimdışı bir mantıkla üniversitelere çomak sokmaktadır. Üniversitelerin doğal akışında seyretmesine müsaade etmemektedir. YÖK, bünyesinde barındırdığı üniversitelere güvenmemektedir. Onları her fırsatta kıskaca almaktadır.

    Geçenlerde Çin ve İngiltere’de yapılan araştırmada dünyanın en iyi üniversiteleri belirlendi. Ne yazık ki Boğaziçi, ODTÜ, Hacettepe, Bilkent dâhil Türkiye’den hiçbir üniversite ilk 500’e giremedi. Araştırma çerçevesinde, “Uluslararası bilimsel atıf indekslerinde yer alan makale sayıları, bilimsel araştırma sonuçları, mezunları ve hocalarının uluslararası bilimsel çalışmaları” gibi ölçütler değerlendirildi. Başta Amerika, İngiltere, Almanya ve Japonya olmak üzere, sıralamaya şu ülkeler girdi: Şili, Güney Afrika, Yeni Zelanda, Singapur, Çek Cumhuriyeti, İrlanda, Macaristan…

    Dünyanın en iyi 200 üniversitesi İngiltere’deki The Times Gazetesi tarafından yayınlanan “The Times Education Supplement” tarafından açıklandı. Listenin ilk 50’si Amerikan üniversitelerinin ağırlığıyla dikkat çekerken ilk 50’de 10 İngiliz Üniversitesi de yer aldı. İlk sırada dünyaca ünlü Harvard Üniversitesi yer alırken, İngiltere’den Oxford altıncı ve Cambridge Üniversiteleri yedinci sırada olarak ilk 10’a girdiler. Londra Üniversitesine bağlı kolejlerin ilk 50’de yer alması Londra’nın eğitim merkezi olduğunu bir kez daha kanıtladı. The London School of Economics, 11. sırada, Imperial College 14. sırada, University College London, 34. sırada ve School of Oriental and African Studies 44. sıradan dünyanın en iyi ilk 50 üniversitesi sıralamasına girdiler. Avrupa üniversitelerinden ilk 50’ye giren tek üniversite, listeye onuncu sıradan giren İsviçre’den Federal Insitute of Technology in Zurich oldu. İlk 200’de ise, Amerika’dan 62 üniversite, İngiltere’den 30, Almanya’dan 17 ve Avustralya’dan 14 üniversite yer aldı. Sıralamada bizimkilerin esamisi bile okunmadı.

    Türkiye’de çoğu devletin olmak üzere özellerle birlikte yüzü aşkın üniversite vardır. Bu üniversitelerden hiçbirinin en iyi 500 üniversite içerisine girememesi hem düşündürücü hem de üzücüdür. Bu Türkiye’de bazı üniversitelerin liseleştiğinin işaretidir. Bunda en büyük rolü YÖK oynamıştır. Bilimle uğraşacak yerde öğrencilerin kılık kıyafetliyle uğraşan ve rektörleri kıskaca alan YÖK yetkilileri, üniversitelerin bilim açısından içlerinin boşalmasına zemin hazırlamıştır. Başarısızlıklarını da popüler çıkışlarla örtmeye çalışmışlardır. Ben bir Türk vatandaşı olarak bu neticeden utanç duyuyorum. Türkiye bu acı tabloya layık değildir. Bu bizleri utandıran bir neticedir. Birileri bu sonuçtan ders çıkarmalıdır.

    Türkiye’de üniversitelere maalesef siyaset ve ideoloji hâkimdir. Fakat bu ideoloji YÖK’ün çizdiği yoldan dışarı çıkamaz. İnsanların ellerine, ayaklarına ve gönüllerine prangalar vurdukları yetmemiş gibi bir de zihinlerine prangalar vurmuşlardır. Türkiye’de bilim hasta döşeğinde… Bilim YÖK’ün verdiği narkozun etkisinden kurtulamamış… İncir çekirdeğini doldurmayacak şeyler mesele haline getirilip haftalarca konuşuluyor. Okul birincisi olanlar sırf kıyafetinden dolayı ödül törenlerine alınmıyor. İnsanlar durup dururken hayali, düşmanlar icat edip Don Kişot’un yel değirmeniyle savaştığı gibi onlarla savaşıyor. Sonuçta olan bu ülkeye, bu güzel millete oluyor. Ülkeyi bilimde geri bırakanlar kendilerini ilerici olarak nitelendiriyor. Onların tuzu kuru… Yedi sülalelerini besleyecek dünyalıkları var. Türkiye’nin bilimde birinci lige çıkması onların umurunda mı? Yeter ki zihinlerindeki sanrılar bertaraf edilsin. Bilim de neymiş… Bilim uyusun tosuncuklar büyüsün.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.10.2006 - 21:02

    TRABZON’UN ZOR GÜNLERİ YAHUT UFUKTA BELİREN GÜNEŞ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması çok önemli bir tarihi dönemeçtir. 1071’de başlayan bu süreç iğneyle kuyu kazarcasına zor ve külfetli olmuştur. Fakat bu süreç başarıyla tamamlanmasaydı Anadolu bugünkü konumda bulunmazdı. Bizler bu toprakların sakini olamazdık. Sesimiz ya çıkmaz, ya da kısık çıkardı. Trabzon’un fethi bu toprakların İslamlaşmasında çok mühim bir merhaledir. Bu topraklar dile gelse fetih öncesi, fetih sırası ve fetih sonrasını anlatsa kim bilir neler söylerler…

    ‘Fetih’ in kelime anlamı ‘açmak’ demektir. Fetihle kurtuluş farklı kavramlardır. Fetih bir millete ait olmayan bir toprağın o milletin eline geçmesidir. Kurtuluş ise bir ülkenin topraklarının işgale uğradıktan sonra tekrar eski sahiplerine dönmesidir. Onun için Trabzon öncelikle Bizans’ın elinden alınarak fethedilmiştir. Daha sonra Rusların geçmiş, sonra da 24 Şubat’ta kurtarılarak eski sahipleri olan Türklere kazandırılmıştır.

    26 Ekim Trabzon’un Bizans’tan kurtarılarak Fatih Sultan Mehmet tarafından Türklerin eline geçirildiği tarihtir. Fetihten evvel Trabzon’da Çepni Türkleri de yaşıyordu. Yani bu topraklar Bizans’ın elindeyken bile buralarda Türkler vardı. Çepniler Oğuz boyundandı. Çepniler Karadeniz kıyılarının fethinde de mühim roller oynamışlardır.

    Rum tekfurları Osmanlı’ya karşı sürekli kuyu kazıyorlardı. Fatih Sultan Mehmet bunun farkındaydı. Fakat uygun zaman kolluyordu. Trabzon’u fethetmek ve Bizans’ın Anadolu’daki son kalıntılarını temizlemek istiyordu. Osmanlı’da Fatih’ten önce Trabzon’u almaya çalışanlar olmuşsa da muvaffak olamamışlardır. Bizans’ın Osmanlı aleyhtarlığı artınca taarruzdan başka çare kalmamıştır. İkinci Mehmet devletin başına gelince fethedeceği yerlere Trabzon’u da katmış ve bu uğurda gayretlerini artırmıştır. Önce Amasra’yı, sonra Kastamonu ve Sinop’u almıştır. Sıra Trabzon’a gelmiştir. Bununla ilgili olarak veziri Hünkâr Mahmut Paşa’ya şöyle söylemiştir:

    “Mahmut, birkaç niyetim var. Umarım ki Hak Teala ben zayıfa kuvvet verip, anı nasip ede. Evvel biri şol İsfendiyar vilâyetidir ki, Kastamonu ve Sinop ve Koyulhisar’dır. Benim huzurumu bunlar giderir. Ve biri şol Trabzon’u bir cünüb kâfir yiyip yürür. El-hâsıl bunlar benim maksudumdur. Gece ve gündüz hayalimden gitmez.”(Kitab-ı Cihannüma-Neşrî)

    Fatih Trabzon’a varmadan Koyulhisar’ı almış, Erzincan üzerinden Kelkit’e gelmiş, burada ordusunu ikiye ayırarak kendisi doğudan, veziri Mahmut Paşa batıdan Trabzon’a hareket etmiştir. Ordusunu farklı güzergâhlardan Trabzon üzerine salmıştır. Böyle bir planı aklından geçirmeyen Trabzon tekfuru gafil avlanmıştır. Sultan Fatih planını uygularken bu bölgeyi çok iyi tanıyan Çepni Türklerinden faydalanmıştır.

    Trabzon’un fethinin 1461’de gerçekleştiğinde şüphe yoktur. Fakat fetih günü konusunda farklı düşünceler vardır. Pek çok tarihçi fetih gününü zikretmemektedir. Sadece İsmail Hakkı Uzunçarşılı fetih tarihini 26 Ekim 1461 olarak göstermektedir. O da bu hususta W. Miller’i kaynak göstermiştir. Bununla beraber fetih tarihini 15 Ağustos olarak verenler de az değildir. Bu hususta tarihçiler görüş birliğine varamamıştır, bu durum çok da mühim değildir. Mühim olan Trabzon’un İslam beldesi yapılmasıdır.

    Fetihten sonra tekfura ve ailesine zarar verilmemiş, kendileri İstanbul’a gönderilmiştir. Fetihten sonra Trabzon’un yerli ahalisinin ileri gelenleri imparator David ile İstanbul’a götürülmüş, bir kısmı da şehirden kendiliğinden ayrılmıştır. Bu yüzden şehirde pek az nüfus kalmıştır. Fakat hiçbirine baskı ve zulüm yapılmamıştır. Şehirde kalmalarına engel olabilecek bir tutum takınılmamıştır. Bu da Osmanlı’nın hoşgörüsünü ve Müslümanların şefkatini göstermesi açısından mühim bir örnektir. Osmanlıyı ve Müslümanları değerlendirirken insaf ölçülerini kaçıranların bunları dikkate alması makul hareket tarzıdır.

    Fatih Trabzon’un fethini toprak kazanmak, sınırlarını genişletmek gayesiyle düşünmemiş, bir cihat şuuru içerisinde gerçekleştirmiştir. Allah’ın adını cümle âleme duyurmak ve insanlara islamı tebliğ etmek asıl gayesiydi. Onlar İslam için yaşayan ve bu dinin neferi olan mümtaz insanlardı. Trabzon İmparatorunun kızıyla evlenen Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun Fatih’i Trabzon’un fethinden vazgeçirmek için “Hay oğul! Bir Durabuzun çün bunca bunca zahmatlar çekmek nedür? ” diye sorunca Sultan Fatih ona şu anlamlı cevabı vermiştir: “Ana! Bu zahmatlar Durabuzun içün değüldür. Bu zahmatlar Din-i İslam yolınadır. Kim ahrette Allah hazretine varıcak hacil olmayavuz deyüdür. Zira kim bizim elümüzde İslam kılıcı vardur. Ve eğer biz bu zahmatı ihtiyar etmesevüz bize gazi demek yalan olur.”

    Trabzon’un o zor günleri çok gerilerde kaldı. Artık ufkumuz karanlık değil. Ufuklarda beliren güneş içimizi ısıtıyor, umutlarımızı filizlendiriyor. Yarına dair endişelerimiz yerini umutlara bırakmış. Bu şehir artık taşıyla toprağıyla Müslüman Türk’ün bir parçası olduğunu haykırıyor. Artık karanlık bulutlar geri dönmemek üzere kayboldu göğümüzden...

    Trabzon’umuzun fethinden bugüne 445 yıl geçti. Bir ara Rus işgali yaşandıysa da bu esaret kısa süreli oldu. O gün bugündür bu topraklar Türk-İslam kültürünün bayraktarlığını yapıyor. Trabzon bizimdir ve ilelebet bizim kalacaktır. Bu şehir bizim varlık sebebimizdir. Onu koruyup kollamak her Trabzonlunun asil vazifesidir. Fethin 545. yıldönümü kutlu olsun.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.10.2006 - 00:00

    RAMAZANIN İÇİNİ DOLDURMAK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Şu günlerde ayların en kıymetlisi olan ramazanı idrak ediyoruz. Bu ayda müminlerin gönülleri büyük bir neşe ile dolar. Hayatımızdan çıkardığımız İslamî hükümler bir aylık için de olsa geri döner. Bu ay vesilesiyle Müslüman bir millet olduğumuzu hatırlarız. Camiler cemaatle dolup taşar. Minareler arasına asılan mahyalar bizi hakka ve hakikate çağırır. Yüce Rabbimiz İslam’ın beş şartından biri olan oruçla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

    “(Oruç) Sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutsun) . Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye (vardır) . Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız, -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır.”(Bakara 2/184)

    Aslında Ramazan biz Müslümanlar için bir lütuftur. Oruç ibadetinin maddî ve manevî faydalarını göz önünde bulundurunca ramazanın büyük bir hediye olduğu hakikatini kavrarız. Oruç tutan müminlerin kalpleri yumuşar. Eşyaya sevgi penceresinden bakarlar. Oruçla hemhal olanların basiret gözleri açılır. Kul açlıkla beraber muhtaç ve zayıf olduğunu daha iyi anlar. Oruç şer duygulara karşı adeta bir kalkan olur.

    Mübarek Ramazan ibadet ayıdır. Bu ayda yapılan ibadetlerin sevabı katlanarak yazılır. Müslümanlar bu ayda adeta ibadet seferberliği yapmalıdır. Ramazan lâfta kalmamalıdır. Bu mübarek ayın içini doldurmalıyız. Bu ayda Kur’an-ı Kerim’i çok okumak ve hatim indirmek gerekir. Zira Kur’an bu ayda indirilmeye başlanmıştır. Yine bu ayda Allah’ın isimlerini bolca zikretmeliyiz. Yüce Allah bu ayla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

    “Ramazan ayı... İnsanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur’an onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya şahit olursa artık onu tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun) . Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola (hidayete) ulaştırmasına karşılık Allah’ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz.”(Bakara 2/185)

    İslam toplum dinidir; hayatı çepeçevre kuşatmıştır. Küçük büyük, zengin fakir İslam zincirinin her bir halkasını oluşturur. Müslümanlar birbirlerini düşünür ve kayırır. Mübarek ramazan ayında ümmetin kurtuluşu için sürekli dua etmeliyiz. Günahlarımızdan pişman olup ellerimizi semaya kaldırıp mülkün gerçek sahibinden bağışlanma dilemeliyiz. Bu ayda sofralarımızdaki insan halkasını yeni yeni misafirlerle genişletmeliyiz. Unutmamalıyız ki misafir bereketiyle gelir. Bir sofraya ne kadar çok el uzanırsa sofradaki nimetlerin bereketi o nispette artar. Tok gönüllü olanlar sofralarını dostlarına hep açık tutarlar.

    Oruç nefsin kötü arzularını kırar. Kişi aç kalınca nefsanî duygular azalır. Bu haldeki insan, zayıflığını hatırlayarak gerçek hâkimin ve kuvvet sahibinin Allah olduğunu düşünür, ona teslim olur; enaniyetini yener. Oruç tutan insanın başıboş hareket etmesi mümkün değildir. O ancak kendisine çizilen hak ve helâl dairesinde hareket edebilir. Fakat Allah yarattığı ve zaaflarını çok iyi bildiği kuluna altından kalkamayacağı şartlar da koşmaz. Bir ay boyunca onu hayattan soyutlamaz. Kişi ramazanda belli ölçülere uyarak hayatını devam ettirir. Cinsel hayatı bile bazı zamanlar içerisinde kısıtlansa da iftar sonrası dilediğince sürer. Bununla ilgili olarak gelen şu ayet bir kısım sınırlamaları ortaya koyması açısından önemlidir:

    “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar, sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz. Allah, gerçekten sizin, nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu bildi, tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdıklarını dileyin. Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikafta olduğunuz zamanlarda onlara (kadınlarınıza) yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır, (sakın) onlara yanaşmayın. İşte Allah, insanlara ayetlerini böylece açıklar; umulur ki sakınırlar.”(Bakara 2/187)

    Ramazanın feyiz ve bereketinden azamî derecede yararlanabilmek için adeta maneviyat seferberliği ilan etmeliyiz. Çünkü ramazan sayılı günlerden ibarettir. Bu günlerin içini hakkıyla doldurmalıyız. Zira gelecek ramazana kavuşacağımıza dair hiçbirimizin elinde herhangi bir senet yoktur. Akıllı insan, her türlü ihtimali göz önünde bulundurarak idrak ettiği ramazanı son ramazan olarak bilir ve gereğini yapar. Zaman hızla akıp gidiyor. Her geçen gün ölüme biraz daha yaklaşıyoruz. Ramazan gibi bereketli ve feyizli günleri layıkıyla değerlendiremezsek sevap-günah dengesi bozulur. Geçen günler fayda değil, zarar hanemize yazılır. Ne mutlu sayılı ramazan günlerini layıkıyla dolduranlara! ...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 01.10.2006 - 16:41

    RAMAZAN SEVİNCİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Oruç ibadeti zor görünse de imanlı gönüllerde büyük bir aşkla ve şevkle yerine getirilir. İslam ahlâkıyla ahlâklananlar Ramazanın gelişini dört gözle beklerler. Bu mübarek günlerin gelişi onlarda herhangi bir rahatsızlık uyandırmaz. Aksine huzur iklimine girerler. İbadet ederek Allah’a dost ve yakın olmanın keyfini çıkarırlar.

    Oruç ibadeti İslamiyetle beraber, bozulmuş diğer hak dinlerde de vardı(r) . Hatta bazı batıl dinlerde de buna benzer ibadetler mevcuttur. Bununla ilgili olarak Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı) . Umulur ki sakınırsınız.”(Bakara 2/183)

    Hıristiyanlık ve muselikteki oruç, ilahî amaçlarından uzaklaşmışsa da bugün hâlâ fert bazında yaşatılmaktadır. Fakat Museviler ilahi yönü yozlaşmış, daha çok millî bir gelenek haline gelmiş bu ibadetlerine Hıristiyanlardan daha sadıktırlar.

    Hıristiyanlarda oruçlu iken alkol kullanmak ve cinsî münasebette bulunmak yasaktır. Oruçlu iken günlük işler en aza indirilir. Oruç, genelde, tövbe ve bolluk içinde yaşamak için tutulur. Katolikler ve Ortodokslar kırk günlük Büyük Perhiz ile Noel’den önceki Advent dönemlerinde oruç tutarlar. Protestan kiliseleri oruç tutmayı üyelerinin vicdanlarına bırakırlar. Bu konuda herhangi bir yaptırımları yoktur.

    Yahudilikte de oruç ibadeti vardır. Museviler yılda birkaç kez oruç tutarlar. Özellikle Yom Kippur’da (Kefaret Günü) oruç tutulması önerilir. Oruçlu iken yenilmez, içilmez. Deri elbise giyilmez. Yağ ve krem sürülmez. Cinsî münasebette bulunulmaz. Genelde oruç günlük işlerden uzaklaşmak için bir araçtır. Musevilikte altı çeşit oruç söz konusudur.

    Bilindiği gibi Müslümanlıkta oruç, niyet ederek tan yerinin ağarmaya başlamasından, güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsî ilişkiden uzak durmak suretiyle yerine getirilen bir ibadettir. Bu tarifte görüldüğü gibi oruç tutan kişinin yapmaması gereken bazı şeyler vardır. Bunlar genel olarak yemek, içmek ve cinsel ilişkidir. Allah’tan korkan ve ona yakın olmak isteyen müminler belirtilen zaman dilimleri içerisinde bu eylemlerden uzak dururlar. Fakat bizim orucumuz Yahudi ve Hıristiyanlarınkinden pek çok bakımdan ayrılır. Bir kere bizim oruç ibadetimiz on dört asır evvel nasılsa öylece devam etmektedir. Orucun gayesinde ve kaidelerinde hiçbir sapma ve bozulma yoktur.

    Oruç, Müslüman, akıllı ve erginlik çağına gelmiş olan herkese farzdır. Bu özellikleri taşıyan herkesin mutlaka oruç tutması gerekir. Fakat kişi bu özellikleri taşıdığı halde bazı mahsurlu durumlar nedeniyle oruç tut(a) mayabilir. Bunlar hastalık ve yolculuktur. Yolcular memleketlerine dönünce, hastalar da iyileşince tutamadıkları oruçlarını kaza ederler. İyileşmeleri mümkün olmayan hastalar ise, tutamadıkları Ramazan oruçlarının her günü için bir fidye, yani, bir kişinin bir günlük yiyeceğini veya o yiyeceğin karşılığı olan parayı fakirlere verir. Bu ruhsatlar İslam’ın kolaylık dini olduğunu açıkça göstermektedir.

    Ramazan ayı manevî kıymetleri çok olan bir aydır. Bu ayda yapılan ibadetler diğer aylara nazaran çok daha bereketlidir. Çünkü bu aydaki ibadetlerin sevapları katlanarak verilir. Allah için oruç tutanların günahları bağışlanır. Onların gönülleri bambaşka bir manevî huzurla dolar. Nitekim Resulullah Efendimiz de bir hadislerinde: “Kim Ramazan orucunun farz olduğuna inanarak ve karşılığını da yalnız Allah'tan umarak oruç tutarsa, onun bütün geçmiş günahları bağışlanır” buyurarak orucun günahlardan bağışlanma vesilesi olduğuna parmak basmışlardır. Bu fırsatı ganimet bilip günahlardan arınmalıyız.

    Oruç tutmak, yemeden içmeden ve cinsi münasebetten kesilmek değildir sadece… Bunlardan ibaret görülen oruç, avam orucudur. Avam orucunda orucu bozan hallerden uzak durulur. Yani sadece mideye oruç tutturulur. Bu orucun, büyük mükâfatları beraberinde getirmesi beklenemez. Çünkü bu, çok fazla bir fedakârlık gerektirmeyen bir ibadettir. Oysa havas orucu diye nitelendirilen oruç, bütün azalara çekidüzen vermeyi gerekli kılar. Havas orucunu tutanlar yalan söylemez, günah işlemez, dedikodu yapmaz, harama bakmaz. Hiçbir eyleminde oruçlu olduğunu aklından çıkarmaz; ona göre davranır. Kendisine sataşanlara ‘Ben oruçluyum’ diyerek kavgadan ve kötü sözden uzak durur.

    Varın kendi orucunuzu kendiniz değerlendirin… Avam orucu mu tutuyorsunuz, yoksa havas orucu mu? Sizi sizden daha iyi kim bilebilir ki? .. Kararı siz verin. Ona göre Allah’tan mükâfat umun… Aksi halde ahrette hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Allah bizlere havas orucu tutmayı ve Ramazan sevincini doyasıya yaşamayı nasip etsin.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta