GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Adettendir,seven vurulur
Sevilenindir gurur
Sevgi dolu dizgin
Sevgi içten
Sevgi savunmasız
İÇLİ ŞARKILARIN BESTEKÂRI: SELAHATTİN İÇLİ
M.NİHAT MALKOÇ
Kaderin ve takdir-i ilâhinin bir tezahürü olarak vaktini tüketen gidiyor bu yaşlı dünyadan… Belli ki bu yaşlı dünya da vakti gelince çıkacak aradan… Baki hayat ötelerde başlayacak… Burada onun bir çeşit provasını yapıyoruz. Ebediyete yollanmadan evvel o uzun yolun erzak çıkınını hazırlıyoruz. Çünkü bu uzun ve çileli yolda mola vermek yok…
Çıkınını sırtlayıp göçen bir gönül dostundan söz edeceğim bu satırlarımda… İçli sesiyle gönül telimizi titreten Selahattin İçli'den… 'Zeytin Gözlüm, Gül Açılsın Dudağında Gülüver, Hüzün Zaman Zaman Deli Dalgalarla Gelir, Ayrılık Var Çıkan Falda' gibi Türk Sanat Müziği eserlerinin ünlü bestekârı Prof. Dr. Selahattin İçli artık yok aramızda… O, bestelerini geride kalan bizlere emanet ederek göçtü dost diyarına… Zamanı elinin tersiyle iterek ebediliği faniliğe tercih etti.
Türk musikisinde yeri doldurulamayacak kadar mühim bir değerdi O…Selahattin İçli, Türk musikisindeki beste ve bestecilik anlayışına farklı bir boyut kazandırmış, yeni bir soluk getirmiştir. Onun içindir ki eserleri geçen zamanla birlikte kalplere yerleşmiş, tabir caizse tazelenmiştir. Taş plaklar onun besteleriyle şenlenmiştir.
O, 83 yıllık uzun ömrüne neler sığdırmıştır neler… Cumhuriyetin ilanından 23 gün önce (6 Ekim 1923) dünyaya gelen İçli, 1949 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirmiştir. Yani biz onu bir müzik adamı, bir bestekâr olarak tanısak da o her şeyden evvel bir doktordur. Otuz yılı aşkın bir süre doktorluk mesleğini icra etmiştir. Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Konservatuarı'nda sanatçı öğretim görevlisi ve başkan yardımcısı olmuştur. 1986 yılında profesör unvanı alan İçli, Kompozisyon Bölümü başkanlığına tayin edilmiştir. O, bazılarının zannettiği gibi asıl mesleği olan tıp alanında değil, müzik alanında profesörlük payesi almıştır. Bu alanda derinleşerek adeta çığır açmıştır.
İlk şarkısını 17 yaşında besteleyen Selahattin İçli'nin müzikle ilgisi aileye dayanır. Selahattin İçli'nin müzik ile yakınlığı çocukluk yıllarında babası İbrahim İçli'nin etkisi ile başlamıştır. Hem anne, hem baba tarafından kardeş çocukları olan udi bestekâr Şerif İçli ve İbrahim İçli, 1914 yılında Beşiktaş musikî kulübüne devam etmeye başlarlar. Babasının müziğe olan ilgisi ve zengin repertuarı sebebiyle, oğlu Selahattin'in kulağı daha çocukluk yaşlarından itibaren Türk musikisinin klâsik ve güncel eserleriyle dolar. Böylece; ilk gençlik yıllarında kendisini bestekârlığa götürecek önemli unsur sayılabilecek geniş bir repertuara sahip olur. Bu bir yelpaze gibi açılarak devam eder. Bugünkü zengin arşiv oluşur.
Onun besteleri kendinden derin izler taşır. Yani eserlerine kendi özgün rengini katmıştır. 160'ın üzerinde beste kazandırmıştır klasik müzik arşivimize… Bestelerinin yanında müziğin teorisi üzerinde de durmuştur. Çeşitli ansiklopedi, gazete ve dergilerde çoğu müzikle alâkalı olmak üzere makale, fıkra, araştırma ve eleştiri türünden 400'ün üzerinde yazısı yayınlanmıştır. Yani o aynı zamanda iyi bir kalem erbabıydı.
Millet olarak devletin sanata ve sanatçıya bakış açısını ve yaklaşımını eleştirir dururuz. Bu hususta çok da haksız sayılmayız. Fakat devletimiz Selahattin İçli'ye yaşarken layık olduğu değeri vermiş, onu 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanıyla onurlandırmıştır. Yani o yaşarken vefa duygusunu tadanlardan biriydi, bu yönüyle de istisnaydı. Müziğimize taze, güçlü ve kalıcı bir soluk getirmişti.
İçli, yerli kültürün ateşli taraftarıydı. Geçmişin kültürel birikiminden istifade edilmesi gerektiğine gönülden inanırdı. Zaten bestelerini yaparken gelenekten fazlasıyla yararlanmıştır. O, yabancı besteye Türkçe söz yazılmasına şiddetle karşıydı. Bu konuda şöyle der:
'Bir yabancı besteye Türkçe söz yazmak yanlıştır ve birçok örneği görüldüğü gibi kötü sonuç verir. Önce müziği yazarak, sonradan söz oturtmak da büyük bir hatadır. Şiirden hareket etmemiş beste ne mana ne de dil prozodisine uyum sağlamaz. Bu tarz, hafif müzik alanımızda maalesef dilimize ihanet eden şarkıların yıllarca yayılmasına sebep olmuştur. Günümüzde ise bir felaket halinde devam etmektedir.'
O besteciliğinin yanında iyi bir söz yazarıydı aynı zamanda… Dile karşı özel bir hassasiyeti vardı. Titiz bir dil işçisiydi. Güftelerinde dili bir kuyumcu inceliğiyle işler, öylece kullanırdı. Güftelerini seçerken ifade inceliklerine çok dikkat ederdi.
Bir duygu adamıydı O... Nezaket, tevazu ve samimiyet onda zirve yapmıştı. Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, onunla ilgili '50. Sanat Yılında Selahattin İçli ve Besteleri' isimli güzel bir kitap hazırlamıştı. Onun eserlerinin muhakkak bir araya getirilip yayınlanması gerekir. O şaheserlerin ötede beride kaybolmasına gönlümüz asla razı olmaz. Bu vakit itibariyle onlar milletimizin ortak malıdır. Vaktiyle Hüseyni/Sofyan makamında bestelediği şu sözlerle yazımı noktalıyor, kendisine Allah'tan rahmet diliyorum. O besteleriyle Türk milletinin yüreğinde hep yaşayacaktır:
' Zeytin gözlüm özlem ektim yollara
Rast gelirsen hâlimi sor onlara
Gül kurusu akşamlar senden yana
Zeytin gözlüm uzaklarda işin ne
Şarkıları düşürürüm peşine'
BUNLARI DA MI GÖRECEKTİK?
M.NİHAT MALKOÇ
Hayat değişimden ibarettir. Yaşadıkça değişiyoruz, değiştikçe yaşıyoruz.‘Yaşadıkça neler daha göreceğiz’ derler ya, işte günümüzde tam da bu sözü haklı kılacak değişimler yaşıyoruz. Bu değişimler hayatımızı kolaylaştırdığı gibi, yozlaştırıyor da… Alışılmışlığın sınırlarını zorlayan bu uygulamalara gönüllü katılmasak da belli ki mahkûmuz…
Teknoloji hayatımızı ne kadar da değiştirdi! ... Birçok kolaylığı beraberinde getirirken hayatımızdan neler kopardı neler! ... Kökten değişime uğradı alışkanlıklarımız… Asırların getirdiği maddi ve manevi değerler bir anda tersyüz edildi. Toplum mühendisleri hayatımıza yepyeni ve bambaşka bir şekil verdi. Kazandıklarımızın yanında kaybettiklerimiz de oldu şüphesiz… Kâr zarar hesabı yapmaya cesaret edemedik hiçbir zaman… Kültür bahçemizi ayrık otları istila etti. Bizler bunları koparacak yerde suladık çoğu zaman…
‘En son ne zaman mektup yazdınız? ’ diye bir soru yöneltsem inanıyorum ki pek çoğunuz buna cevap vermekte zorlanır. Gönderdiği son mektubun tarihini hatırlayamaz. Çünkü uzun sayılabilecek yıllar geçmiştir aradan. Cep telefonları ve internet ağı, mektubu nostalji unsuru haline getirmiştir. Mektubun pabucu çoktan dama atılmıştır.
Artık sevgililer birbirine mektup göndermiyor, kısa mesaj atıyor. Pek çok telefon şirketi sınırsız konuşmayı mümkün kılan paketler sunuyor müşterilerine. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar konuşuyoruz uzaktakilerimizle… Bazen de mesaj atıyoruz bu soğuk, ruhsuz aletlerden… Adı üzerinde kısa mesaj… Kestirme yoldan duygu ve düşüncelerimizi aktarıyoruz sevdiklerimize… Otomatiğe bağlamışız hayatı sizin anlayacağınız…
Uzakları yakın eden mektupların ucu yakılmıyor hayli zamandır. Posta katarları sevgileri taşımıyor uzaklara. Postalar resmi evrak taşıyor günümüzde. Sadece kredi kartı borç dökümlerinin, faturaların, icra bildirilerinin mektuplarını getirip bırakıyorlar posta kutumuza. Artık posta kutularını şevk ve iştiyakla değil, korkuyla açıyoruz. Acaba kart limitimi aştım mı, fatura kabardı mı, icralık oldum mu? ... Eskiden postacıyı görünce sevincimizden havalara uçardık; oysa şimdi postacıyı görünce kaçacak delik arıyoruz kendimize. Bu korkuları yaşamayan insan o kadar az ki! ... Bu değişim ruhlarımızı da karattı besbelli! ...
‘Dost ve sevdiklerinizden en son ne zaman mektup aldınız? ’desem kim hatırlayabilir ki! ...En son yazdığı mektubu hatırlayamayanın en son aldığı mektubu hatırlamaya ne yüzü olur, ne de imkânı! ...Mahrem duygularımızı paylaşan ve sevdiklerimize ulaştıran zarflar tarih oldu neredeyse…Görünen o ki mürekkeple kağıdın vuslatı bir başka bahara kaldı. Köşeleri kınalı ellerle işlenmiş mektupları ne çok özledik. Onlar ki bizi düşünerek yazılırdı.
Teknolojiyi reddetmiyorum şüphesiz… Düşman da değilim ona… Fakat mektubun sıcaklığını ilelebet hissetmek istiyorum. Onu da hayatın bir köşesinde saklamak, devam ettirmek bize ne kaybettirir ki! ... Beni, matbaanın ülkemize iki asır geç gelmesine yol açan zihniyetin bugünkü temsilcisi olarak görenler olabilir. Şayet böyle düşünenler varsa onlar beni hakkıyla anlamayan idrak fukarası zavallı insanlardır. Maksadım bu insanlarla söz dalaşı yapmak değil asla… Ben teknolojinin yanında mektubun sıcaklığının da sürmesini istiyorum. Bu masum bir arzu değil mi? Bunda ne kötülük olabilir ki! ...
Eskiden mübarek gün ve gecelerde, özellikle dini bayramlarda tebrik kartı atardık birbirimize. Gönderilen kişiyle olan dostluğumuza ve irtibatımıza göre kartların içeriği değişirdi. Oysa şimdi bir mesaj yazıp onu bir kalıp olarak yüzlerce kişiye gönderiyoruz. Hatta bazı hazır mesajları alıp kullanıyoruz. Duygular bile satılıyor zamanımızda… Her şey ısmarlama usullerle dönüyor piyasada… Özelimiz kalmadı duyguda da, düşüncede de! ... Başkaları bizim yerimize düşünüyor, hissediyor nasıl olsa! ...
Bundan yıllar evvel aldığım mektupları saklarım hâlâ… İyi ki de saklarım, çünkü bu mektupların sahiplerinin bir kısmı artık aramızda değil. Onlar artık yadigâr olmuştur benim için! ... Paha biçilmez değerleri vardır. Ya sizin kısa mesajlarınız, e-mailleriniz, neredeler? ... Elektronik çöp kutularında değil mi? Yazık, çok yazık! ...
Bu arada Msn ile sesli ve yazılı görüşmeler moda oldu günümüzde… Kimsenin kimseye gittiği yok… Her şey uzaktan kumandalı... Bayramlar turistik geziler için vesile kabul ediliyor. Msn’de hallediliyor her şey! ... Msn’nin dili de kendi gibi yozlaştı son zamanlarda… Ne idüğü belirsiz kısaltmalar moda oldu. Güya zamandan tasarruf etmek için kelimeleri makaslamaya başladılar pervasızca… Ünlü harfleri kovduk kelimelerden… Ünsüzlerle durumu idare ediyor yeni nesil… “nbr (ne haber) , kib (kendine iyi bak) , gtcm (gideceğim) , mrb (merhaba) , tmm(tamam) , slm (selam) , ii(iyi) gibi ifadelerle laubalilikte sınır tanımadığımızı, dile saygı duymadığımızı gösteriyoruz. Bu sıradanlıklara tevessül edenler Necip Fazıl’ın deyimiyle ‘Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana…’
Milletçe bunları da mı görecektik? Biz kime ne ettik de bu çirkefliklere muhatap olduk? Bu nesil nasıl oldu da bu kadar çabuk koptu kültüründen, sanatından, edebiyatından ve geçmişinden? Sorular zihnimi kemirdikçe cevapları da beliriyor belleğimde… Fakat buna rağmen hatalar olanca hızıyla devam ediyor. Bazen karamsarlık duygusu sarıyor içimi çepeçevre… Duymak istemesem de ‘Bu kafayla biz adam olmayız’ diyor içimdeki bir ses… Bu sesi kulaklarıma yasaklıyorum ama beyhude, hâlâ duyuyorum.
FIRTINA VADİSİ'NDE DOĞAYLA KUCAKLAŞMAK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Geçenlerde(11 Kasım 2006 Cumartesi) bir grup arkadaşla birlikte tebdil-i mekânda ferahlık vardır deyip Trabzon’dan yola çıktık. Hedefimiz il sınırlarını aşıp Rize iline bağlı dünyaca ünlü bir turizm beldesi olan Ayder’e varmaktı. Minibüse atladığımız gibi Yomra, Arsin, Araklı Sürmene, Of derken kendimizi Rize il sınırında bulduk. Rize’nin bir kısım ilçelerini ve merkezini geçip Çamlıhemşin’e doğru yöneldik. Artık Fırtına Vadisi olarak ünlenen meşhur bir vadiden yukarıya doğru ilerliyorduk.
Eskiden beri Fırtına Vadisi der dururlardı. Buraya elektrik santrali kurulması gündeme gelince söz konusu vadi çok konuşulmuştu. Gidip görmediğim için fazlaca yorum yapamıyordum. Bu vadiyi gezip görünce ben de bir kanaat sahibi oldum. Artık bu konuda benim de bir fikrim vardır. Her şeyden evvel bütün samimiyetimle söyleyeyim ki bu eşsiz tabiat tablosuna hayran kaldım. O kadar doğal ve çekici bir manzara ki kendinizi buradan koparamıyorsunuz. Bu muhteşem manzaradan ayrılmak isteseniz de ayaklarını sanki sizi geri çekiyor. Burada kendinizi toprağa ait ve yakın hissediyorsunuz.
Fırtına Vadisi sadece tabiat güzellikleriyle değil, aynı zamanda tarihi dokusunun bakirliğiyle de dünyanın önde gelen alternatif turizm alanlarından biri olma özelliğini taşıyor. Bu vadiye yolu düşenler kendilerini etrafın büyüsüne kaptırmaktan kurtulamıyorlar. Vadinin yeşilliği ve derelerin şırıltısı onların ruhunu çepeçevre kuşatıyor. Burada “yağmur, kar, güneş, rüzgâr, bulutlar, sis” birbirinin kardeşidir.
Kaçkar Dağları’nın kuzey eteklerinde yer alan Fırtına Vadisi çok dik yamaçlara sahiptir. Öyle ki gökyüzünü görebilmek için başınızı iyice kaldırıp bakmanız gerekecektir; aksi halde göremezsiniz. Burada bulutlara, birbirinden alımlı şelalelere ve görkemli ağaçlara sevdalanmamak mümkün değildir.
Fırtına Vadisi sanki bulutlarla ve sislerle nikâhlıdır. Sisler bulvarına dönüşür bahar, yaz, kış demeden… Ne zaman yağmur yağacağı hiç belli olmaz burada… Her an sırılsıklam olabilirsiniz. Bunun için daima hazırlıklı olmalısınız. Fakat bu tabiat harikasının manzarası içerisinde ıpıslak bir insan silueti olmak bahtiyarlıktır.
Bu vadide doğallık adına yok yoktur. Vadi, 537 odunsu bitki, 109 kuş, 23 memeli, 21 sürüngen türüne ev sahipliği yapar. Bu haliyle düzenli bir botanik bahçesini yahut hayvanat bahçesini andırır. Lakin bunun ilelebet böyle devam edeceği garantisini veremeyiz. Zira devlet yetkilileri bu güzelim vadiye göz dikmiştir.
Doğu Karadeniz bölgesi, Doğal Hayatı Koruma Derneği (DHKD) ve BirdLife International tarafından ülkemizin 100 önemli kuş alanından biri olarak da ilan edilmiş olan vadi üzerinde hidroelektrik santraller kurmayı planlayan yetkili merciler halktan ve sivil toplum kuruluşlarından şiddetli tepki görünce geri adım atmak zorunda kalmışlardır. Şimdilik vadi halkın kontrolündedir.
Kaçkar Dağları Milli Park sahasında 11 Köy ve 44 Yayla bulunmaktadır. Buradaki insanlar doğal bir hayat yaşamaktadır. Temiz havanın, buz gibi kaynak sularının ve yemyeşil ormanların sefasını sürmektedirler; kaliteli bir hayat yaşamaktadırlar.
Dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan bir kısım bitkiler burada görülmüştür. Bu vadinin nefes kesen ve insanı büyüleyen bir güzelliği vardır. Vadi boyunca ilerlerken karşınıza onlarca şelale çıkar. Onların doğal musikisinde ruhunuzu dinlendirirsiniz, huzura yelken açarsınız. Yaşamanın bir nimet olduğunu burada daha iyi anlarsınız.
Fırtına Vadisi boyunca akan coşkun dere üzerinde onlarca kemer köprü bulunmaktadır. Derelerin altından akan berrak sular gözümüzü ve gönlümüzü rahatlatmakta, ruhumuzu sükûna erdirmektedir. Bu süslü kemerli köprüler Osmanlı’yı hatırlatmaktadır bize… Bu köprüler vadinin doğal atmosferiyle güzel bir bütünlük oluşturuyor. Bu vadi dünyanın ender bakir alanlarından birisidir. Burası ‘bal ormanları’ diye de anılır. Zira arılar meşhur Ayder balını bu bölgedeki bitki örtüsünden elde etmektedir. Buradan elde edilen bal şifa kaynağıdır. Çok sınırlı miktarda üretilmektedir.
Fırtına Vadisi’nin gerçekten muhteşem bir doğası vardır. Dereyi takip eden bir yoldan kıvrıla kıvrıla yükseliyorsunuz. Dar ve derin bir vadi içinde akan bir dere sizi dinlendiriyor. Yılda 250 gün ve 2400 metreküp yağışla Türkiye’nin en fazla yağış alan bölgesidir burası… Burada kartpostallarda görüp hayran kaldığınız el değmemiş, yağmalanmamış ormanlarla ve manzarayla baş başa kalabilirsiniz. Bir günde dört mevsimi yaşamak istiyorsanız Fırtına Vadisi ve Ayder sizin için biçilmiş kaftandır.
Bizde tatil denilince aklımıza genelde deniz, kum ve güneş gelmektedir. Bunun için gidilecek yerler de bellidir. Antalya ve diğer güney şehirleri… Oysa Türkiye buna saplanıp kalmamalıdır. Dağ ve yayla turizmi geliştirilmelidir. Bu hususta Karadeniz yaylaları bakir alanlardır. Özellikle Uzungöl ve Ayder bambaşka bir kıymet unsurudur. Bunları görmezlikten gelip köreltmeyelim. Bir tabiat harikası olan Fırtına Vadisi üzerine elektrik santrali yapmayı aklımızdan bile geçirmeyelim. Çünkü bu gibi yerler bırakın Türkiye’yi, dünyada bile yoktur. Fırtına Vadisi’nin ve Ayder’in emsalini İsviçre’de bile bulamazsınız. Şahsen gittim, gördüm, sevdim. Siz de gidin, görün… İnanıyorum ki siz de seveceksiniz. Sevmek ne kelime bayılacaksınız. Fırtına Vadisi ve Ayder bir sevgili misali kollarını açmış sizi bekliyor.
RİZE KALESİ’NDE ÇAY KEYFİ
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanı dinlendiren ve zihin yorgunluğunu bertaraf eden eylemlerin başında gezmek gelir. Fiziki mekânınızı değiştirmedikten sonra ne kadar boş boş oturursanız oturun dinlenemezsiniz. Bazılarının anladığı gibi dinlenmek eylemsizlik değildir.
Gezmek zamanı diri kılmaktır. Dolaşan insanlar zinde kalır. Bu düşüncelerle geçenlerde(11 Kasım 2006 Cumartesi) günü Trabzon’dan Rize istikametine hareket ettik. Doğu Karadeniz sahili boyunca gözlemlerde bulunduk. Sahil yolunda hummalı bir çalışma var. Yol nerdeyse bitmek üzere… Karadeniz Karadeniz olalı böyle bir çalışma görmedi. Gerçi bölge insanının denizle bağlantısı kesildi ama bütün olumsuz yönlerine rağmen ortaya güzel bir eser çıktı. Karadenizli artık yollarda daha rahat seyir edecek.
Rize güzel ülkemizin güzel illerinden birisi… Çayıyla adını dünyaya duyuran bu şehir doğal güzellikleriyle de gezenleri cezbediyor. Rize yeşille mavinin buluştuğu şirin bir yerleşim yerimizdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin son dönemlerdeki başbakanlarından ikisi(Mesut Yılmaz, Tayip Erdoğan) Rizelidir. Yani bu şehir devlet yönetiminde ve bürokraside etkin bir konumdadır. Bunun nimetlerinden de nasipleniyor.
Rize’nin köklü bir mazisi vardır. Rize’nin bugünkü adının nereden geldiği yönünde farklı rivayetler mevcuttur. Bir görüşe göre bu şehrin adı Yunancada da pirinç anlamına gelen “Rhizos”’tan gelmiştir. Rumcada dağ eteği anlamına gelen ‘Rhiza’ sözcüğünün değişimine uğrayarak Rize’ye dönüştüğünü söyleyenler de vardır. Rize’nin bir kısmı 1461’de, diğer bir kısmı da 1509’da Osmanlı topraklarına katılmıştır. Rize, cumhuriyetin
ilanından sonra, 1924 yılında il yapılmıştır.
Aralarında yıllara dayanan tatlı bir rekabet olsa da Trabzon’la Rize iki kardeş şehirdir. Fiziki mesafeleri de çok kısadır. Günün her saatinde bu iki il arasında dolmuşlar gidip gelmektedir. Biz de geçenlerde bir arkadaş grubuyla Rize’deydik. Rize’yi baştanbaşa gezdik, çok da beğendik. Şahika Eğitim Kurumları Özel Kopuzlar Lisesi’ne uğradık. Orada akşam yemeğini yedik. Maklube’nin lezzeti doyumsuzdu. Çok iyi ağırlandık. Bu okul Rize’nin adeta gözbebeği… Çok da başarılı bir okul… Türkiye genelinde dereceye giren öğrencileri var. Bu başarı her yıl tekrarlanıyor. Gazete ve dergi de çıkarıyorlar. Böyle okulların sayısının artırılması tek temennimizdir.
Trabzon’un nasıl ki Boztepe’si varsa Rize’nin de şehre hâkim noktada bir kalesi vardır. Rize kalesi şehre hâkim bir tepede denize sokulmuş bu şirin şehri temaşa ediyor. Rize’yi gezenler bu kaleye çıkmadan şehirden ayrılmıyorlar. Finali kalede yapıyorlar.
Rize Kalesi şehir merkezinin güneybatısında yer alır. İç Kale ve Aşağı Kale’den meydana gelmektedir. Yoğun yerleşme sebebiyle Aşağı Kale tamamen yok olmuş, batı tarafındaki bazı sur parçaları ve kuleler günümüze kadar gelebilmiştir. Yakın zamanlara kadar çok harap durumda olan İç Kale surları Kültür Bakanlığı’nca onarılmıştır.
Akşama doğru çıktığımız Rize Kalesi’nden şehri temaşa ettik. Zira kale Rize’yi görüş alanı içerisine almaktadır. Kale içerisinde oturma alanları, kamelyalar vardır. Rize’ye gelip de buraya çıkmadan geri dönen Rize’yi gezdim demesin. Burada arkadaşlarla doğal Rize çayını büyük bir keyifle yudumladık. Rize üzerine sohbetimizi koyulaştırdık. Son yıllarda Rize’nin gelişme açısından çok büyük mesafe kat ettiği kanaatinde birleştik. Son dönemlerde başbakan olan kişilerin Rize kökenli olması bu gelişmişlikte çok etkin bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Zira Rize, daha düne kadar Trabzon’un gölgesinde kalmış sıradan bir şehirdi.
Rize’nin büyümesi, gelişmesi Trabzon için de son derece faydalıdır. Rize Üniversitesi’nin kurulmuş olması Doğu Karadeniz için büyük önem arzediyor. Trabzon’la Rize’nin kültür ve mesafe olarak yakınlığı birbirleriyle iç içe olmasını zorunlu kılmıştır. Rize’yi seviyor ve önemsiyoruz. Bazıları bu iki şehir arasında kin tohumları ekmek istese de, bu iki şehrin duyarlı halkı bu oyuna gelmeyecektir. Rize’yi kardeş şehir olarak görüyoruz.
AYDER KAPLICALARI
M.NİHAT MALKOÇ
Ayder, Türkiye’nin son yıllarda keşfedilmiş nadide turizm merkezlerinden birisidir. Doğanın bütün cömertliğiyle arz-ı endam ettiği bu güzel beldede havanın ve suyun hasını bulabilirsiniz. Ayder daha düne kadar keşfedilmemiş bir yayla görünümündeydi. Fakat son yıllarda bölgeye büyük yatırımlar yapıldı. Artık burası otel ve lokantalarıyla son derece bakımlı bir yer haline getirilmiştir. Artık burayı İsviçre Alpler’inden ayıramazsınız.
Geçenlerde(11 Kasım 2006 Cumartesi) arkadaşlarla Ayder’e gittik. Sabahtan akşama kadar bu güzel yaylanın havasını soluduk, buz gibi sularını içtik. Bu yılın yağan ilk karı yerden henüz çıkmamıştı. Arkadaşlarla biraz da kartopu oynadık.
Ayder’de aşırı bir yapılaşma dikkatimi çekti. Her taraf otel, motel ve pansiyonla dolmuş… Tabir caizse burası bir oteller cennetine dönüştürülmüş. Hâlâ da otel inşaatları büyük bir hızla devam ediyor. Oteller görüntü bakımından son derece güzel… Hepsi de ahşap görünümlü… Dikkat ederseniz ‘ahşap görünümlü’ diyorum, ahşap demiyorum. Tesis sahipleri binaları betondan yapıyorlar, daha sonra dış ve iç cephesini ahşapla kaplıyorlar. Bunun sebebini sorunca kendilerince makul cevaplar verdiler. Ahşabın soğuk geçirdiğini, kar’a kışa dayanıklı olmadığını belirttiler. Fakat öyle bir işçilik yapıyorlar ki tesisisin ahşap kaplama olduğu hiç belli olmuyor; doğal bir görünüm kazandırılıyor. Fakat yine de ahşap bir evin sıhhatini burada bulmak mümkün değildir.
Ayder’de dikkatimi çeken unsurlardan birisi de plansız yapılaşmadır. Mevcut görüntüden anlaşıldığına göre önüne gelen rasgele bir tesis inşa ediyor. Bu tesisler yapılmadan önce plan ve projeler yeterince kontrol ediliyor mu? Doğrusu bilmiyorum. Lakin gelecekte dönüşü olmayan çirkin bir yapılaşmaya doğru gittiğimizin sinyallerini de alıyorum. İş işten geçmeden bunu önlemeliyiz. Çünkü Türkiye’de başka Ayder yok. İş işten geçmeden elimizin altındaki bu tabiat harikasının kıymetini bilelim.
Görünen o ki yeşil alanlar bir bir yok edilmiş Ayder’de... Yerel yönetimler yeterince direnememiş yatırım sahiplerine. Biraz ağır bir ifade olacak ama Ayder yağmalanmış... Oysa burayı güzel ve anlamlı kılan yeşilin kırk tonunun bir arada bulunmasıydı. Siz yeşil alanları yok edip yapılaşmayı çığırından çıkarırsanız Ayder’in bir özelliği kalmaz. Burayı güzel kılan yeşili, havası, suyu ve bin bir çeşit bitki örtüsüdür. Kimse sizin tesislerinizin görkemine yanıp o yüksek dağ başına gitmez. Ayder’i öldürmeyelim. Doğal yapısını bozmayalım.
Hayatın stresinden ve yoğun temposundan uzaklaşmak isteyenlerin aklına ilk gelen yerlerden biri olan Ayder Yaylası, 1987 yılında turizm merkezi ilan edildi. Ayder Yaylası’nın en önemli özellikleri astıma iyi geldiği söylenen havası, balı ve belki de en önemlisi kaplıcalarıdır. Alternatif sağlık kaynaklarından biri olan kaplıcalara olan ilgi her geçen gün artıyor. Kaplıcalarda her yıl yerli ve yabancı binlerce turist şifa arıyor. 1992 yılında hizmete açılan kaplıcaların romatizmal, eklemsel, sinirsel rahatsızlıklara, sindirim, dolaşım sistemi düzensizliklerine, idrar, solunum yolları, kadın hastalıkları ile cilt hastalıkları gibi birçok hastalığa iyi geldiğini söylüyor doktorlar… Onlara kulak verelim.
Bunları dikkate alarak Ayder’i şöyle bir dolaştıktan sonra hemen kaplıcalara koştuk. 260 metre derinlikten 55 derece sıcaklıkta çıkan kaplıca suyu, tesiste yaklaşık 40 derece civarında oluyor. Suyun içerisinde sodyum, kalsiyum, magnezyum, demir-alüminyum, sülfat, hidrokarbonat, nitrat iyonu ile metasilikat asidi mevcut olup, bunların birçok hastalığın tedavisinde faydalı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Ayder kaplıca alanı Rize merkeze 80 km, Çamlıhemşin İlçesine 19 km mesafededir. Havayolu ulaşımı 158 km mesafedeki Trabzon havaalanı ile sağlanmaktadır.
Ayder’e karayoluyla rahatça ulaşabilirsiniz. Rize’ye kadar duble bir yolla gidilir, oradan Çamlıhemşin yoluna sapılır, Fırtına Vadisi üzerindeki asfalt bir yolla Ayder’e ulaşılır. Yol son derece elverişli bir yapıya sahiptir. Ulaşımda hiçbir sorun yoktur. Rahatça Ayder’e varabilir ve doğayla kucaklaşabilirsiniz. Fırtına Vadisi’ni takip edin o sizi Ayder’e götürür.
Ayder kaplıcaları Ayder Turizm şirketi tarafından modern tesislerle halkın hizmetine sunulmuş… 5 YTL karşılığında bir saatliğine kaplıca havuzuna girebiliyorsunuz. Bir saat azdır demeyin… Zira havuzda uzun süre kalmak mümkün değil. Havuzda on dakika kalıp bir süre dinlenmek gerekiyor. Suda uzun süre kalmak tansiyonu düşürebiliyor. Zaten uzun süre kalınca baygınlaşır gibi oluyorsunuz, gücünüzün tükendiğini hissediyorsunuz. Aralıklarla da olsa bir saat boyunca havuzda kalınca vücudunuz iyice rahatlıyor. Herkesin bu nimetten yararlanmasını tavsiye ediyorum. Hastanelerde kuyruk bekleyeceğinize gidin doğayla barışın, onun şifa kaynaklarından istifade edin. Ayder ve kaplıcalar şifa sunmak için sizi bekliyor. İyi ki Ayder var… Bunun kıymetini bilelim, koruyalım, faydalanalım.
BİZİM LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR VE ŞEFKAT ELLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Bütün makam, mevki ve zenginlikleri elde edenler bile zaman zaman aradıkları mutluluğu bulamamışlardır. Çünkü sağlıklarının bozulması onların şevklerini ve zevklerini alt üst etmiştir. Bir anda makamlarını ve varlıklarını unutmuşlardır. Sağlığın nelere kadir olduğunu ancak bu hazineyi kaybettikten sonra kavrayabilmişlerdir. Bu safhadan sonra da ahlanıp vahlanmanın hiçbir müspet getirisi olmamıştır. Siz siz olun yerindeyken sağlığınızın kıymetini bilin ve onun rayına oturması için hiçbir şeyi esirgemeyin.
Osmanlı tahtında 47 yıl gibi çok uzun bir süre kalan cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman bile sağlığın malla, mülkle ve mevkiyle kıyaslanamayacağını bir şiirinde şöyle dile getirmiştir: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” Yani bazıları güçlü ve iktidarda olmayı en büyük servet olarak görse de, sağlık ve afiyet içerisinde rahat bir nefes almak en büyük nimet ve devlettir, demek istiyor.
Sağlık kısaca her yönden iyi olma hâlidir. Bu fiziki ve ruhi yanlarımızı da içeren geniş bir kavramdır. Zaten beden sağlığıyla ruh sağlığı aynı düzeyde iyi olmasa kişinin huzuru kaçar. Birinin olup, ötekinin olmaması ciddi arızalara neden olur. Günümüz insanı ruh sağlığını beden sağlığı gibi önemsemediği için bunun bedelini ağır ödüyor. Görülen arızalar olmamasına rağmen ruhsal hastalık hali içerisinde yaşam kalitemizi düşürüyoruz.
Günümüzde teknolojiyle beraber yaşam kalitesi artmış gibi görünse de hastalıklar da o oranda çeşitlenip fazlalaştığı için gerçekte olumsuz bir tabloyla yüz yüze kalmışız. Teknolojinin refahını, onun beraberinde getirdiği fiziki ve ruhi arızalarımız sıfırlamıştır. Özellikle kişiyi bir anda ölümle burun buruna getiren hastalıklarda büyük bir artış olmuştur. Bu hastalıklardan birisi de her türlü kanserdir. Bu türlerin içine girenlerden birisi de özellikle çocuklarımızı körpe yaşlarda elimizden alan Lösemi hastalığıdır.
Tıp otoritelerinin belirttiğine göre kanser, sayısı 100’den fazla olan bir hastalık grubunun ortak adıdır. Kanserde iki önemli özellik bulunur. İlk önce bedendeki bazı hücreler anormalleşir. İkinci olarak, bu tür özellikler taşıyan hücreler aşırı bir miktarda çoğalmaya devam eder. Yazımıza konu olan Lösemi de bir kanser türüdür. Lösemi kan hücrelerinin kanseridir. Lösemi ortaya çıktığında beden anormal sayıda anormal kan hücresi üretir. Çoğu lösemi tipinde bu anormal hücreler akyuvarlardır. Lösemi hücreleri normal kan hücrelerinden farklı görünümdedir ve uygun biçimde işlev görmezler. Çocuklarda en sık görülen kanser türü lösemidir. Çocukluk çağındaki kanser vakalarının yüzde 35’ini lösemiler oluşturur.
Lösemi halk arasında ‘kan kanseri’ diye bilinen hastalıktır. Bu hastalıkta çoğunlukla kemik iliğinden kaynaklanan ve bir tek hücrenin kanserleşmesi, daha sonra bu hücrenin bölünerek çoğalıp, önce kemik iliğini, daha sonra tüm organları istila etmesi durumu söz konusudur. Eğer tedavi edilmezse olay kısa sürede hastanın kaybı ile sonuçlanabilir.
Onkologların belirttiğine göre çocuklarda lösemi hastalığının belirtileri; iştahsızlık, kansızlık, zayıflama, bacaklarda kemik ağrıları, cilt altı kanamaları (kırmızı noktalar veya morarmalar) , burun ve dişeti kanamaları, ateş ilk gözlenen bulgulardır. Bu hastalığın kesin nedenleri bilinmemekle birlikte hem genetik hem de çevresel faktörlerin önemli rol oynadığı düşünülmektedir. Tüm hastalıklarda olduğu gibi bu hastalıkta da erken teşhis çok önemlidir.
Bilindiği gibi kanser, tedavisi zor ve masrafları ağır bir hastalıktır. Bu ağır yükün altından kalkmak herkesin harcı değildir. Özellikle Türkiye gibi gelir düzeyinin düşük olduğu ülkelerde böyle bir hastalığa yakalanmak ölümün ve çaresizliğin habercisidir. Sosyal devletin bu gibi yaralara merhem olması gerekir. Fakat devlet de merheme muhtaçsa bu iş gönüllü teşkilatlara, sivil toplum kuruluşlarına kalıyor. Çok şükür vicdan sahibi insanlar bu gibi muhtaçlara kol kanat geriyor; onların seslerine ses veriyor.
Bugün ülkemizde lösemili ve kan hastası çocukların, sağlık ve eğitim başta olmak üzere her türlü ihtiyaçlarının sağlanmasına yardımcı olmak amacıyla pek çok vakıf, dernek ve gönüllü kuruluş faaliyet göstermektedir. Bunlar maddi ve manevi anlamda hiçbir tutar dalı kalmayanlara ve hayata tutunamayanlara el ve güç vermektedir. Toplumun duyarlı kesimleri bu kurum ve kuruluşlara maddi ve manevi destek vermektedir. Pek çok hastamız onların şefkat kanatları altında aydınlık, mutlu ve sağlıklı bir geleceğe kavuşmaktadırlar. Bunun için pek çok sanatçımız hiçbir maddi karşılık beklemeden yardım konserleri organize etmektedir.
Karşılık beklemeden vermek hazların en büyüğüdür. Bunu ancak yaşayanlar bilir. Bu engin gönüllü insanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Bu onurlu davranış topluma saygının, merhametin ve kısaca insan olmanın en belirgin alâmetidir. Bu büyüklüğü gösterenlerin önünde saygıyla eğilmek boynumuzun borcudur. Onların sayısının artması insanlığın yaşadığına, azalması ise insanlığın iflasına işarettir. Lösemili hastalar morallerini diri tutsunlar. Bu hastalığı yenmek tıbbi tedavinin yanında, en çok da moralle mümkündür. Allah hastaların, darda kalanların yâr ve yardımcısı olsun.
ÖĞRENCİLERLE “OCAK” KEYFİ
M.NİHAT MALKOÇ
Geçenlerde(03 Kasım 2006 Cuma günü) Trabzon Lisesi öğrencileriyle Trabzon Devlet Tiyatrosu Haluk Ongan Sahnesi’nde Turgut Özakman’ın yazmış olduğu Ocak adlı oyunu büyük bir keyifle seyrettik. Salon ağzına kadar Trabzon Lisesi öğrencileriyle doluydu. Suare sadece bu okulun öğrencilerine mahsustu. Boş koltuk yoktu, hatta aralar bile dolmuştu. Öğrencilerin yüreklerinde büyük bir sanat sevgisi taşıdıkları her hallerinden belliydi.
Trabzon’da Devlet Tiyatrolarının olmasının bu şehirde yaşayanlar için büyük bir şans olduğunu her zaman söylerim. Gerçekten de öyle değil midir? Bu şansa sahip şehir sayısı bugün itibariyle sadece 13’tür.(Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Antalya, Trabzon, Konya, Sivas, Diyarbakır, Van, Erzurum, Gaziantep) Bunun kıymetini bilmeliyiz. Tiyatrocular boş koltuklara oynamamalıdır. Marifetin iltifata tabi olduğunu unutmamalıyız.
Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler adlı eseriyle geçen yıl adından çok söz ettirdi. Buna rağmen onun asıl ünlü olduğu alan tiyatrodur. Onlarca oyunu Devlet Tiyatrolarının ve özel tiyatroların repertuarındadır. Son seyrettiğimiz ‘Ocak’ adlı oyun da onun değerli tiyatro eserlerinden birsidir. Dilerseniz size öncelikle oyunun konusundan bahsedeyim:
“Oyunda dört çocuk, anne, baba ve büyükanneden oluşan bir emekçi ailesinde yokluğun, yoksulluğun baskısının yol açtığı çatışmalar sergilenmektedir. Bir otomobil tamircisi olan Tarık ve karısı Safiye’nin amacı, tüm sorunlara rağmen aileyi bir arada tutmaktır. Çok çalışmasına karşın ekonomik durumunu bir türlü düzeltemeyen Tarık, sürekli olarak zengin olma hayalleri kurar. Evin geçimini sağlayabilmek için babasına tek yardım eden çocuk, ortanca oğul Fazıl’dır. Babası ne kadar hayalperestse Fazıl o kadar gerçekçidir. Evin içinde bütün yükü omuzlayan Safiye ise gerçekçi bir insan olmasına rağmen, çaresizlikten, zaman zaman kurulan hayallere katılır.
Evlendirilmeyi bekleyen ve topal olan evin tek kızı Sevda, bunamış büyükanne ve okula giden en küçük oğul Özcan bakıma muhtaç insanlardır. Ailenin eve gelen parayla kıt kanaat geçinebilmesine, yarına güvenle bakamamanın ezikliği içinde olmasına rağmen, en büyük oğul Nihat bir işe girip çalışmaz. O sorumsuz, boş verici, hayalci bir insandır. Fazıl ve Safiye dışında tüm aile bireyleri birtakım hayaller kurmakta ve onlarla avunmaktadır. Hayallerle yaşamaktan dolayı yapılan ya da yapılabilecek olan hataları önlemeye çalışan Fazıl, bu yüzden hemen hemen ailenin tüm bireyleriyle çatışma halindedir. Hatta Fazıl, bunak olduğunu bildiği halde büyükannesinin kendisini bir paşa karısı sanmasına ve sürekli olarak etrafındakilere ‘uşaklar’ diye bağırmasına bile sinirlenir.
Safiye ise ocağın dağılmaması, ailenin bir arada kalabilmesi için çatışmaları gidermeye, ilişkileri yumuşatmaya çalışır. Safiye, kızının sevdiği çocukla parasızlık yüzünden evlenemeyeceğini anladığında en zor günler için sakladığı bileziğini satıp parasını kızına vermeyi düşünür ve bu düşüncesini kızıyla paylaşır. Bu arada yine olmayacak bir hayalin peşinde koşan Tarık, bir hurda otomobili alıp tamir etmeyi ve onunla çalışarak zengin olmayı tasarlamaktadır. Kocasının coşkusuna ve çaresizliğine dayanamayan Safiye, Fazıl’ın karşı çıkmasına rağmen, bileziği, kızı yerine kocasına verir. Bunun üzerine evlenebilmek için hiçbir umudu kalmadığını düşünen Sevda, sevdiği çocukla kaçar.
Fazıl, kardeşinin kaçacağını önceden anlamasına rağmen çaresizlikten kız kardeşinin gitmesine izin verir; alınan hurdanın da bir işe yaramaması üzerine bir hayli zor günler yaşar. Bu arada Nihat da babasıyla birlikte çalışmaya başlar ancak yine de ucu ucuna geçinebilmektedirler. Üzüntüsünden hasta olup yatağa düşen Safiye’nin işlerini evin erkeklerinin üstlendiği, ama bir türlü işin içinden çıkamadıkları görülür.
Ev içinde düzen bozulmuştur. Yeni alınan araba sürekli arıza yaptığı için para kazanamamaktadırlar. Sevda’nın yokluğu da derin bir üzüntüye neden olmuştur. Bu umutsuz tablo, perde sonuna doğru Sevda’nın eve geri dönmesiyle değişir. Bu dönüş işlerin iyiye gitmeye başlayacağının bir göstergesidir. Hemen mutfağa giren Sevda, büyük bir beceriyle işleri yapar ve annesinin hastalığının yarattığı boşluğu doldurur. Evin düzeninin yeniden kurulmasını sağlar. Oyun, Tarık’ın çiftlik alma hayalini anlatmasıyla son bulur...”
Rejisörlüğünü Ensar Kılıç’ın, Rejisör Yardımcılığını Fatih Dokgöz’ün, Reji Asistanlığını Fatih Yurdakul’un yaptığı, dekorunu Sertel Çetiner’in oluşturduğu, kostümünü Özge Şenol’un düzenlediği, ışık tasarımını Burhanettin Yazar’ın tasarladığı oyunda Dilek Güven(Safiye) , Ufuk Şener(Nihat) , Fatih Dokgöz(Tarık) , Ozan Karaahmet(Özcan) , Duygu Dokgöz(Babaanne) , Aslı Artuk(Sevda) , Birkan Görgü(Fazlı) rolleriyle sanatseverlerin karşısına çıktılar. Hepsi de rollerinin hakkını fazlasıyla verdiler. Şehrimizde böyle kaliteli oyuncuların varlığı bizleri fazlasıyla mutlu ediyor. Oyunda emeği geçen herkese Trabzonlu tiyatro severler adına şükranlarımı sunuyorum.
Gençlerimiz şiddetten uzak dursun, sanatla kucaklaşsın. Şiddet şiddeti doğurur. Sanat ufkumuzu açar. Tiyatro onları bekliyor. Trabzon Lisesi’nin gelecek vaat eden öğrencileri tiyatroyla ve genel anlamda sanatla iç içe yaşadığı için bu okulda şiddetin esamisi okunmuyor. Tarihi bir okula da zaten bu yakışır. Bunun gerçekleşmesinde okuldaki idarecilerin ve öğretmenlerin payı çok büyüktür. Hepsini kutluyorum.
FRANSIZ’A FRANSIZ KALMAK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Tarih boyunca ne çektiysek Fransızlardan çektik. Medeniyetin beşiği olarak gösterilen Fransa, tarih boyunca Osmanlı Devleti’ne onca zorluk çıkardı. Hatta Osmanlı’nın çöküşüne zemin hazırlayan da Fransız İhtilali’dir. Bu ihtilal milliyetçilik akımlarının yayılmasını beraberinde getirdi. Böylelikle çok milliyetli olan Osmanlı’da bölünmeler başladı.
Geçenlerde Fransa Meclisi Genel Kurulu yapacağını yaptı; Sosyalist Parti’nin sunduğu ‘Ermeni soykırımı’nı inkârın suç sayılmasını öngören yasa teklifini kabul etti. Teklif, soykırımı inkâr edenler hakkında bir yıl hapis ve 45 bin euroya kadar para cezası öngörüyor. Görüldüğü gibi bu çirkin tasarının akılla, mantıkla ve medeniyetle bağdaşır tarafı yoktur. Voltier’in, Russo’nun ve Mostesque’nun çocuklarının bu hale düştüğünü görmek bizi şaşırtıyor, hatta utandırıyor. Bu çağda bu mantık! ... Bu geriye gidiş değil de nedir?
Fransa’da Ermeni soykırımının inkârını suç sayan yasa teklifi, Türkiye’de iktidardan muhalefete; gazeteci, yazar ve yayıncılara kadar geniş bir kesimi haklı bir biçimde ayağa kaldırdı. Her zaman olduğu gibi yine milli bir konuda ortak paydada buluştuk. Bu duruş, necip milletimizin bir meziyetidir. Tasarıyla ilgili ortak görüş, ifade özgürlüğünün bu yasa ile darbe alacak olmasıdır.
Nasıl olur da kişilere inanmadıkları şeyi kanun zoruyla dayatırsınız? Hatta kabul etmezlerse bir yıl hapis cezası verirsiniz. Yetmedi, 45 bin euro para cezasıyla cezalandırırsınız. Ortaçağda mı yaşıyorsunuz siz? Hani sizin sosyal demokratlığınız? Hani demokrasi, insan hakları, fikir hürriyeti? ...Güldürmeyin insanı Allah aşkına! ...Komik, hatta çok komik oluyorsunuz. Saçma sapan esprilerle de olsa dünyayı güldürüyorsunuz. Fakat güldürürken tavrınızdaki ciddiyetten ödün vermiyorsunuz.
Görünen o ki Fransa, sırtındaki Cezayir kamburunu görmezlikten gelip Ermenilerin sözcülüğünü yapıyor. Ermenilerden daha Ermenici kimliğine bürünüyor. Aslında bu Fransa’nın değil, Fransa’daki Ermeni lobilerinin çirkefliklerinin neticesidir. Bilindiği gibi Cezayir Soykırımında Fransız yönetimi altında 1,5 milyon kişi hayatını kaybetmiş, çok sayıda kişi de işkence ve kötü muameleden geçmiştir. Fransa, Cezayir’de sadece insanlara karşı değil, insanların kimliklerine ve kültürlerine karşı da bir soykırım uygulamıştır. Bugün Cezayir’de Fransız soykırımının izleri hâlâ belirgin olarak görülebilmektedir.
Cezayir resmi kaynaklarına göre soykırımın asıl başladığı tarih Setif Katliamı’dır. Bu katliamda kırk beş bin sivil gösterici Fransız askerler tarafından katledilmiştir. Bu ne demektir? Bir ülkeye destur almadan giriyorsunuz ve önünüze geleni kırıp geçiriyorsunuz. Sonra da develiğinizi unutup başkalarının eğrilerini arıyorsunuz.
Fransa’nın Cezayir’de yaptığı işkence ve katliamlar tüm canlılığıyla hâla hafızalardadır. Durum bundan ibaretken bugünkü Fransa, soykırım bir yana, olaylardaki sorumluluğunu dahi kabul etmiş değildir. Paris hükümetine göre tüm bu olaylar tarihçilere bırakılmalıdır. Kendilerine gelince işi tarihçilere havale ederken bizim hesabımızı siyaset arenasında yargısız infaz yaparak görüyorlar. Budur Fransa’nın gerçek yüzü…
Fransa’nın bugünlerde yaptığı şey, kendisi gibi soykırım suçluları bulup bu yolda yalnız olmadığını göstermektir. Yani kabul etmeseler de demek istiyorlar ki ‘Sadece biz soykırım yapmadık, Türkiye de yaptı.’ Fakat kendilerine gelince tarihi tarihçilere bırakmak gerektiğini ifade eden Fransa, bize gelince Ermenilerin avukatlığına soyunuyor, tarihi tarihçilere bırakmıyor. Bu tavır çifte standart değil de nedir? Onların bu yaklaşımı tarihi kinlerinin tezahürüdür. Fransızlar hâlâ Osmanlı’nın devamı olan Türkiye’yi hazmedemiyorlar.
Fransızlar garip insanlar… Ben onların yerinde olsam ‘soykırım’ kelimesini sözlüklere bile sokmazdım. Çünkü olur ya bu sözcük Cezayir’de yapılanları hatırlatır. Bugün Cezayir’deki ‘İstiklal Müzesi’nde bir ‘Soykırım’ bölümü vardır; burada sömürgecilik dönemi sergilenir. Aynı müzede Cezayir çölünde Fransa atom denemesi yaparken Cezayirlileri kobay olarak kullandığını gösteren bir yağlıboya tablo vardır. Bunları söz konusu müzeyi gezenler bilir. Bu belgeler ve bilgiler nedense dünya gündeminden uzak tutulmaya çalışılmıştır.
Dünyanın kültür atlası olan Fransa’da ifade özgürlüğünü, demokrasiyi, katılımcılığı barış ve dostluğu hiçe sayacak tarihi gerçeklerden ve temellerden yoksun bir yasa tasarısı inatla ve ısrarla hayata geçirilmeye çalışmakta, bununla medeniyetler arasına nifak sokulmaktadır. Oysa yüzyılımızın medeniyetler ittifakının tesisine ihtiyacı var. Ayrılık tohumları ekenler kin ve nefret biçecektir. Bilinmelidir ki bu yanlı ve çirkin karara Türkiye’deki Ermeniler de sıcak bakmıyor. Çünkü bizim devlet olarak Ermenistan’la sıkıntılarımız olsa da fert ölçeğinde Türkiye’deki Ermenilerle meselemiz yoktur. Onlarla tarihi ve kültürel bağlarımız vardır. Onlar da diğer insanlar gibi bu ülkenin birinci sınıf vatandaşlarıdırlar. Fakat bu gibi tasarılar bu dostluğu bozuyor. Daha doğrusu güven duygusunu zedeliyor, zihinleri bulandırıyor. Fransa’nın gayesi de Türk-Ermeni ilişkilerini germek ve puslu havada avlanmaktır. Onların bu çirkin emellerine fırsat vermeyelim.
Durum bu iken bizler ne yapabiliriz? Ülkemizde yüzlerce Fransız malı satılmaktadır. Bu ülkeden otomotivden tekstile, gıdadan kozmetiğe kadar yüzlerce kalem mal ithal edilmektedir. Fransızlar sözden anlamazlar. Onlar ekonominin dilinden anlarlar. Paramızla bu küstah milleti semirtmeyelim. Fransız mallarını almayalım. Bu konuda duyarsız olmayalım. Fransızlara Fransız kalmayalım. Ta ki hatalarını anlayıp özür dileyinceye kadar…
RAMAZANI ORTALARKEN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Eskilerimiz ne kadar da doğru demiş ‘Sayılı gün çabuk geçer’ diye… Gerçekten de sayılı gün çok çabuk geçiyor. Dakikalar saatleri, saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları, yıllar ise koca bir ömrü kovalayıp duruyor. Bir zaman geliyor ki soğuk duvarlara çatıp kalıyorsunuz. Bundan sonra teslimiyetten başka bir yol da görülmüyor. Şayet zamanında Hakk’a teslim olmuşsanız bu son noktadaki acizlikten mahzun olmazsınız.
Ramazan ayı daha dün gelmişti. Fakat görüyoruz ki bu mübarek ayı gözümüzü açıp kapayıncaya kadar ortaladık. Yarısı gitti, öbür yarısı kaldı. Zaten ikinci yarısı birinci yarısından daha çabuk ve kolay geçer. Müslüman ramazanın geçip gitmesinden hoşnut olmaz. Zira müminler bir yıl boyunca onun gelmesini büyük bir heyecan ve şevkle bekler durur. Ramazanın gitmeye hazırlanması bizleri ancak hüzünlendirir. Çünkü hayatımıza büyük bir hareket, bereket ve neşe katan bu güzel zaman dilimi gönüllerimizi mamur ediyor.
Ramazan gönüllerin sükûnete erdiği, kalplerin yumuşadığı, karşılıksız sevmenin ve saygının doruğa çıktığı nurlu bir fasıldır. Bu ayda içimiz durulur ve paklanır. Bir yılın kiri orucun tılsımıyla arınır, akar gider. İnsan yeniden doğmuşçasına saf ve hafif olur.
Kim ister ramazanların bizleri bir başımıza bırakıp gitmesini? ... O ramazan ki sosyal dayanışmanın ve cömertliğin tavan yaptığı aydır. Zenginlerin malını garip gurebayla paylaştığı ve servetlerini temizlediği bu güzel ayda ellerimizi semaya kaldırıp acizliğimizi Yüce Yaratana beyan ederiz. O da rahmet ve merhamet şemsiyesini üzerimize açar. Nasibimiz neyse onun sonsuz rahmetinden o miktarda faydalanırız.
Ramazanları öyle kolay unutmak mümkün müdür? ... Gider mi burnumuzdan ramazan pidelerinin mis gibi kokusu? ... Akşama doğru fırınların önündeki uzun kuyruklarda bekleyip pideleri kolumuzun altına koyup hızlı adımlarla yola revan oluruz. Neticede pideler elimizde olduğu halde eve girdiğimizde çocukların yüzündeki tatlı gülümseme ve o berrak nurlu parıltı daha bir belirginleşir. Yemekler sıralanır mutfak tezgâhının üzerinde… Çorba mı dersin pilav mı, yoksa kuru fasulye mi? Her biri ötekiyle lezzet yarışı yapar adeta… Salatadaki cümle yeşillik, taze soğan ve marul damak tadımızı doyumsuzlaştırır. Ferahlar midemiz ve bütün azalarımız… Sofraya uzanan eller bereket olup taşar dört bir yana…
İşte biz böyle bir neşe çağlayanı olarak görürüz ramazanı… Bu ayla kurduğumuz gönül bağı çelikten daha güçlüdür. Nasıl koparız ramazanın o tılsımlı atmosferinden? ... Dosttan ayrılmak dostu üzer ancak…
Ramazanda nur yüzlü nineler ve pamuk dedelerin cami dönüşünde ceplerine koyup torunlarına getirdiği mevlit şekerlerinde maddi tatların ötesinde bambaşka bir güzellik saklıdır. Paylaşmanın ve başkalarını düşünmenin parlak pırıltısıdır bu… Sofralarımıza konuk olan güzel insanları nasıl unuturuz, nasıl özlemeyiz? İftar sonrasındaki teravihler ve teravih dönüşü çay ve kahve eşliğinde sahura kadar süren dost sohbetleri ruhlarımızın açlığını giderir. Bizi birbirimize daha çok sevdirir ve yakınlaştırır.
Akşama doğru açlığın üst düzeye çıktığı ve manevi sorumluluğun yerine getirilmesinden doğan hazzın belirginleştiği o mübarek vakitlerde gözümüz minare ışıklarında, kulağımız ezanda, burnumuz ise mutfaktan gelen yemek kokularında olur. Anneler maharetli elleriyle eş ve çocuklarına çektikleri açlığı yatıştıracak birbirinden lezzetli yemekler hazırlarlar. Her yemeğin içine maddi malzemelerin yanında bir kaşık sevgi ve samimiyet tılsımı eklemeyi ihmal etmezler. Onun içindir ki ev yemekleri dışarıda(lokantalarda) yenen yemeklerden çok daha leziz olur.
Ramazan bütün bir toplumu çepeçevre kuşatır. Hemen hepimizin ramazana dair hatıraları vardır. Kimileri çocukluğunun, kimileri gençliğinin, kimileri orta yaşlılığının ramazanlarını yaşatır zihninde. Geçmişe dair anılar canlanır gözlerimizin önünde. Hepsi de muhabbet yüklüdür bu anıların. Çünkü güzelliğini ramazan ikliminden almışlardır. Bu ay içerisinde yaşananlar öyle kolay kolay hafızlardan silinmez. Hepsi de belleklerimize nakşedilir. Ne kadar büyüyüp olgunlaşsak da zihnimizin bir köşesinde yaşatırız onları.
Ramazanı yaşamayanlara ne kadar da acıyorum. Bunların bir kısmı gurbette olduğu için bu duygudan mahrumdur. Bir kısmı ise zihinlerindeki karanlığın tesiriyle ramazanın nurlu yüzünü ve bereketli yanını görmekten ve yaşamaktan acizdirler, onların bu rahmet sağanağından nasipleri yoktur. Ne büyük bir ayıp ve kayıptır bu…
Ramazanın içimize dolan rahmet esintisini doyasıya yaşayalım ve çevremize yaşatalım. Camilere sığınalım lanetli şeytanın şerrinden… Gerçi ramazanda bağlansa da şeytanın şerri ve vesvesesi yine de bırakmaz peşimizi. Ama oruçla zırhlanan yürekler nefsin gizli ve sinsi oyunlarına pabuç bırakmaz. Ramazan orucu ve ibadetleri iradeleri çelikleştirir. Daha bir güçlü ve donanımlı oluruz nefsimize karşı. Ramazan bizi cümle şer odaklarına karşı korur ve güçlendirir.
Fakat yine geri sayım başladı. Çoğu bitti, azı kaldı bu sayılı günlerin.... Görünen o ki ayrılık kavuşmaktan daha yakın… Onu hoşnut gönderelim ki karşılamaya yüzümüz olsun. Biz senden razıyız, sen de bizden razı ol ya şehr-i ramazan… Allah kavuştursun bizi tekrar… Sana layık olamazsak da ümmet olarak bunun samimi mücadelesini verdik. Tevfik ve hidayet âlemlerin Rabbi olan Allah’ın nezdindedir. Ne mutlu kurtuluşa erenlere! ...
RAMAZAN VE GÜL YÜZLÜ YÂR
M.NİHAT MALKOÇ
Ramazan Allah’ın kullarına sunduğu büyük bir rahmet ve lütuf ayıdır. Görünürde külfet gibi düşünülse de hakikatte ruhumuzu ve gönlümüzü aydınlatan bir nurdur. Bunu İslamı hayat tarzı olarak kabul edenler ve bu dinin gereklerini gönül hücrelerine sindirenler ancak anlayabilir. Bu ruhu kazanabilmek için maneviyat kabında pişmek gerekir.
Kur’an ve ibadet ayı olan ramazanı layıkıyla değerlendirmek istikbalimize manevi yatırım yapmak demektir. Akıllı insan odur ki fani şeylerle zaman kaybetmez, baki olanın peşinden koşup durur. Hak katında fani olan, günlük meşguliyetlerdir, bâki olan ise ahiret için çırpınmaktır. Fakat bu mübarek din, dünyayla ahiret dengesini de gözetiyor. Dünyayı da bir kenara bırakmamızı istemiyor. Çünkü yaşamak için bazı ihtiyaçların giderilmesi gerekir. Müslüman miskin miskin oturamaz. Mümin daima hareket halinde yaşayan insandır.
Ramazan ayıyla beraber hayatımızın ibresi maneviyatı gösterir. Bir aylık da olsa şahsi hayatımızda ve çevremizde manevi bir seferberlik ilan edilir. Başka günlerde gündemimizde olmayan İslam bu ayda deyim yerindeyse gündemimize oturur. Oysa gerçek Müslüman her zaman teyakkuz halinde olur. O her an ölebileceğini düşünerek maneviyatını takviye ve ikmal eder. Bilinmelidir ki bir aylık ibadet bizleri Cehennem ateşinden kurtaramaz.
Ramazan ayında hayata Resulullah’ın nurlu penceresinden bakarız. Onu diğer vakitlere nazaran daha çok anlamaya çalışırız. Çünkü O, bu mübarek dinin elçisidir. Bu dini en kâmil biçimde yaşayan da odur. Ancak onun sünnetine dört elle sarılan kurtuluşa erebilir. Sünneti, imanın olmazsa olmazlarından sayanlar ve her fırsatta kılavuz edinenler asla pişman olmayacaklardır. Rahmet Peygamberi olan Hz. Muhammed(sav) onlara şefaat edecektir. Onun hayatını kendimize model edinirsek hidayete muhatap olma ümidimiz olabilir. Aksi halde beklentilerimiz boşa çıkmaya namzettir.
Ramazan ayında Allah’ın son elçisi olan Hz. Muhammed(sav) ’i layıkıyla anlamanın gayreti içerisinde olmalıyız. Kâinatın uğruna yaratıldığı bu büyük iman ve ahlak abidesinin yolundan gitmek en büyük hedefimiz olmalıdır. Onun yolundan gidenlerin nura ve saadete ulaşacağından asla şüphemiz yoktur. Ondan uzak kalanların uçurumlardan yuvarlanması ve paramparça olması muhtemeldir. Bu uçurumların dibinde de Cehennem ateşi olanca kızgınlığıyla küfür ehlini bekliyor. O uçuruma cüzi iradesiyle yuvarlanan insanın tutunacağı bir dal da yoktur. Onlara yardım eden de çıkmayacaktır. Ne kötü bir sondur onlarınki! ...
İnsanlar felâketlere kendi ayaklarıyla koşarlar. Onları bu yoldan gitmeye zorlayan; içlerinde taşıdıkları, besleyip büyüttükleri azgın nefistir. Akıllı bir Müslüman hayatın gayesini kavrayan insandır. Bizler kuluz ve hataya düşmeye meyilliyiz. Varlığın hakikatini kavramış, ilmiyle amil bir mümin her iyiliğin, her bereketin, Allahü teâlânın zatından geldiğini düşünür. Her kusurun, her kötülüğün de, mahlûkların zatlarından ve sıfatlarından hâsıl olduğuna inanır. İyilikler de kötülüklerde ruz-ı mahşerde karşılığını bulur.
Hayatını, son peygamberin çizdiği nurlu yolda devam ettirenler kurtuluşa erenlerdir. Onlar asla mahzun olmayacaklardır. Ramazan ayı da bu kullar için huzur sığınağıdır. Onlar bu ayı hakkıyla ihya ederler. Çünkü bu manevi bir fırsattır. Resulullah Efendimiz bu ayın rahmet ve bereket yönünü şu mübarek sözüyle ortaya koyuyor: “Ramazan’ın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluştur. Her kim, bu ayda idaresi altında bulunanların iş yükünü hafifletirse, Allah ona mağfiret eder ve cehennem azabından kurtarır”.
Ramazan ayında kâinatın gözbebeği olan Efendimizi çok çok anmalı, ona selatü selam getirmeliyiz. Kurtuluşumuz ancak ona yakınlaşmakla ve onun Allah’tan getirdiklerine riayet etmekle sağlanacaktır. Bu yolda ramazanı da iyi bir fırsat bilip sevap defterlerimizi doldurmalıyız. Bu ayda zaaflarımızdan sıyrılıp hak dairesinde kararlı bir biçimde daim ve sabit kalmalıyız. Bununla birlikte Resulullah’ın şu müjdesini ganimet bilmeliyiz: “Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.” (Buhari, Savm, 5)
Ramazan ayında Gül Yüzlü Yârı diğer günlere göre daha çok hatırlamalı ve tabir caizse sünnetine dört elle sarılmalıyız. Şüphesiz ki gerçek huzur ona yâr olmakla yakalanır. Ona yâr olanlar iki cihanda da bahtiyar olur. Nefisler ancak Allah korkusuyla ve Resul sevgisiyle gemlenir. Kurtuluş Resulullah’ın Allah’tan aldığı emirlerle çizdiği İslam dairesine girmekle sağlanır. Huzuru başka yerlerde arayanların elleri ve gönülleri boş dönmeye mahkûmdur. Ruhlar nübüvvet ikliminde ferahlar. Ne mutlu Yâr’in Yâr’ine yâr olabilenlere! ...
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta