GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman
MEHMET AKİF’İN DUYGU COĞRAFYASI
M.NİHAT MALKOÇ
Türk şiirine taptaze bir soluk ve parlak bir renk getiren şairlerin başında gelir Mehmet Akif Ersoy… O, şiir göğünün parlayan yıldızıdır. Onun olduğu samanyolunda diğer yıldızların ışığı sönük kalmıştır. O, aydınlığıyla kalem erlerini gölgede bırakmıştır.
Mehmet Akif, ilim, fikir, sanat ve siyaset dünyamızda dosdoğru bir şahsiyettir. Bugün, gençlerimize “numune insan” diye göstereceklerimizin başında o gelmektedir. Çünkü onun hayatında gel-gitlere ve falsolara rastlayamazsınız. Çizgisini ve rengini baştan belirlemiş ve son nefesini verene kadar hiç sapmadan o doğrultuda yürümüştür.
Akif Safahat’ında insanlığın ruh ve duygu coğrafyasına uzun soluklu bir yolculuk yapmıştır. Onun emsalsiz şiirlerinde Müslüman bir aydının topluma bakışını ve hasta ruhlara koyduğu teşhisleri görebilirsiniz. Fakat O, teşhisle kalmaz, tedavi yollarını da gösterir. Toplumun pehlivanlar misali yine düştüğü yerden kalkacağına inanır.
İstiklâl şairimiz Mehmet Akif, adeta bir dürüstlük abidesidir. O, şiirlerinde dünyevi aşklara, nefsinin şenî terennümlerine yer vermemiş, dönemeçte kaybolan bir milletin selamete kavuşmasını sağlamak için kalemini konuşturmuş, fikirleriyle topluma ışık tutmuştur. Rahatı ve şahsi çıkarları için hiçbir zaman doğruluktan ayrılmamıştır. Onun hayallerle alışverişi de olmamıştır. Gördüklerini ve yaşadıklarını anlatmıştır. Bunu şu mısralarında görebiliriz:
“Şudur cihanda en beğendiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek...”
O, Resulullah’a yürekten sevdalıdır. Onun yolundan gitmek için bütün vaktini feda etmiştir. Bununla da kalmamış, ona layık bir nesil yetiştirmenin davasını sırtlamıştır. Muhammed(sav) ’i hasta ruhlara ilaç kabilinden muhabbet olarak görmüş, dünyayı onunla anlamlı bulmuştur. Bu çerçevede kaleme aldığı “Bir Gece” adlı şiirinin son bölümünde âlemlerin nuru olan Hz. Muhammed(sav) ’i sözlere sığdıramaz, sözünü bir duayla sonlandırır:
“Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyeti, medyun ona ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet...
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.”
O, insanların dünya telaşı içerisinde ahireti unutmalarını bir türlü anlayamaz. Oysa insan imtihan edilmek için dünyaya gönderilmiştir. Kendini ‘Müslüman’ sıfatıyla tavsif edenlerin hâl ve hareketleri onu sukût-i hayale uğratır. Müslümanlığın sadece adının kaldığını, kendisinin göklerde olduğunu söyleyerek hadiseye ironik ve eleştirel açıdan bakar:
“Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...
Âdem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir; ”
Akif’i anlamak ve anlatmak için fazla söze hacet yoktur. Aslında O, kişiliğinin kodlarını Safahat’taki şiirlerinde tek tek vermiştir. Bu şaheseri okuyanlar Akif’in duygu coğrafyasını ve düşünce dünyasını keşfetmekte zorlanmazlar. Safahat’taki her mısra onun ruhundan kopan bir fırtınadır. Mesela aşağıdaki dizeler onun kişiliğinin adeta röntgenidir:
“Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam.
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale
Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum.
Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim
Adam ‘aldırmada geç git’ diyemem; aldırırım
Çiğnerim çiğnenirim Hakkı tutar kaldırırım.”
Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, kendi halinde yaşamış, bir inanmış adamdır. Hiçbir zaman şahsını ön plana çıkarmayı düşünmemiştir. Aksine geri planda durmayı yeğlemiştir. Lâkin davasına üstün hizmeti dolayısıyla kendini fazla saklayamamıştır, toplumun kanaat önderlerinin başında gelmiştir. Aşağıdaki rubaide ölümünden sonra kısa zamanda unutulacağını anlatan Akif, sadece bu düşüncesinde yanılmıştır. Fakat hiç de öyle olmamıştır. Asım’ın nesli onu hiç unutmamıştır. Geçen yıllar onu biraz daha toplumun önüne itmiştir. Çünkü savunduğu dava İ’la-yı kelimetullah davasıydı. Merhuma Allah’tan rahmet dilerken sözlerimi onun kendini ve akıbetini anlattığı şu dizelerle sonlandırmak istiyorum:
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da er, geç, silecektir.
Rahmetle anılmak ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir? ”
ÖDENMEYECEK ÖDEMİYORUZ
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncuları bu yıl da üstün bir performansla birbirinden güzel oyunlar çıkararak tiyatro severlere görsel şölenler sunuyorlar. Bir oyun bitmeden yenileri sahneleniyor. Küçük bir Anadolu şehri sayılabilecek Trabzon’da oyunların sıklıkla sahnelenmesi tiyatro tiryakileri için bulunmaz bir nimettir. Bunu iyi değerlendirmek gerekir.
Bizler de fırsat buldukça tiyatroya atıyoruz kendimizi… Fakat bir başımıza değil, okulca gidiyoruz tiyatroya… Koca tiyatroyu öğrencilerle dolduruyoruz. Trabzon Lisesi’nden bahsediyorum. Tiyatroyu ihmal etmeyen, her oyunda bütün koltukları dolduran ve görsel şöleni büyük bir iştiyakla başından sonuna takip eden sanatsever öğrencilerden söz ediyorum.
Trabzon Lisesi’nde tiyatroya ve genel anlamda sanata karşı büyük heves var. Her yeni oyunda koca salon öğrencilerle dolup taşıyor. Gençler internet kafe yerine tiyatroya gidiyor. Bazı suarelerde koca tiyatro okulca kapatılıyor. Çünkü okul bunu kaldırabilecek potansiyelde… Biletler öğrencilerin ayağına kadar getiriliyor; sınıf sınıf dolaşılıp kendilerine ulaştırılıyor. Böyle olunca öğrenci tiyatroya koşuyor. Bu durum zamanla köklü bir geleneğe dönüşüyor. Trabzon Lisesi’nde öğrencilere tiyatro, genel anlamda sanat sevgisi aşılayan öğretmenlerden biri olan İbrahim Kavzoğlu’nun emeklerini teslim etmek gerekir.
Geçenlerde yine okulca tiyatrodaydık. İtalyan yazar Dario Fo’nun kaleme aldığı “Ödenmeyecek Ödemiyoruz” isimli oyununu öğrencilerle seyrettik. Oyun Füsun Demirel tarafından dilimize çevrilmiş. Trabzon Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen oyunun rejisörlüğünü A. Galip Erdal; yardımcılıklarını Dilek Güven ve Z. Ekin Öner üstlenmişler. Işık Tasarımını Yüksel Aymaz, kostümleri Gülümser Erigür, dekoru Işın Mumcu hazırlamış. Oyundaki roller şöyle paylaşılmış: Antonia: Ayla Baki, Giovanni: M.Ceyhun Gen, Luigi: Şevki Çepa, Margherita: Şebnem Dokurel, Mali Polis, Mezarcı, Büyük Baba, Onbaşı: E.Utku Ölmez… Söz konusu oyunda dramaturg(sanat yönetmeni) olarak Selen Birkiye görev almış.
Trabzon Devlet Tiyatroları Haluk Ongan Sahnesi’nde halkla buluşan oyunun enteresan bir konusu var. Oyunda gerçekle komedi sırt sırta vermiş… Olay bundan uzun yıllar evvel geçse de güncelliğini hâlâ koruyor. Oyunla ilgili şöyle bir değerlendirme yapabiliriz:
“Oyun, İtalya’da varoşlarda yaşayan işçilerin yaşam ve sınıf mücadelesi içinde karşılaştıkları güçlükleri anlatıyor. İki işçi ailesinin gündelik yaşamlarının içinden izlediğimiz bir komedi ve kuvvetli bir sistem sorgulaması bu oyun... Sürekli yükselen hayat pahalılığı içinde varoşlarda yaşayan kadın işçiler, semtin süpermarketine gidiyorlar, alışveriş yapıyorlar ve fiyatların zamlanmasına karşı, hep birlikte eski fiyatlar üzerinden alışveriş yapmaya karar veriyorlar, kasalara gelip “Ödenmeyecek! Ödemiyoruz! ” diyorlar ve marketteki yiyeceklere el koyuyorlar. Polis tarafından kuşatılan bir mahalle, kovalayan polisler, kaçan kadınlar, kaçan insanlar, saklanmaya çalışılan yiyecekler, sistemin kutsallığını savunan kocanın karşısında, kendi eylemini savunabilmek için türlü oyunlara girişen bir kadın, bu kovalamaca içinde savunduğu sistemin sorgulamasını yapmak durumunda kalan koca, sürekli olarak kovalayan ve kaçanlar... Gerçeklerin acıtan ve güldüren yanları bir arada sergileniyor.”
Oyun Türkiye’de geçmese de mesajlarla Türkiye’ye de göndermelerde bulunuluyor. Çünkü hayat pahalılığı ve fiyatların sürekli yükselen bir çizgide hareket etmesi ülkemizin de uzun yıllardan beri kanayan yarası olarak karşımıza çıkıyor. Aslında bu oyun İtalya’dan çok bizi yansıtıyor. Çünkü İtalya’nın bugün böyle bir meselesi yoktur. Bu oyun İtalya’da geçiyorsa da oyundaki mesajların kapsama alanına Türkiye de giriyor, hem de fazlasıyla…
Politik güldürü türünde olan ‘Ödenmeyecek, Ödemiyoruz’ oyunu, Nobel Edebiyat Ödüllü İtalyan yazar Dario Fo tarafından yazılmıştır. Bu oyunda halk tiyatrosu geleneğinin özelliklerini görebiliyoruz. Söz konusu oyun, sahnelendiği günden beri Trabzonlu sanatseverler tarafından büyük ilgi görüyor. Bahsi geçen oyun geçen sene de sahnelenmiş olmasına rağmen şimdi de seyirci sıkıntısı çekmiyor. Oyunu geçen sene seyredenler tıpkı benim gibi bu yıl bir daha seyrediyor, espriler seyredildikçe tazeleniyor. Özellikle lise ve üniversite düzeyindeki okullardan gelen öğrenciler tiyatro sanatçılarının emeğini boşa çıkarmıyorlar. İltifat olunca marifet de kendiliğinden geliyor. Bize bu güzel oyunu başarıyla sunan oyuncularımızı ve onları yalnız bırakmayan seyircilerimizi kutluyorum.
MİLENYUM’UN ‘ALTI’SI
M.NİHAT MALKOÇ
Yılların bir su misali akışına engel olamıyoruz işte... Zaman azgın bir çağlayan gibi aktıkça akıyor kuytu ırmakların dehlizlerine… Her damla bir daha geri dönmemelicesine kopup gidiyor hayatımızdan… Hiçbir damla aynı taşa değmiyor iki kere… Geçen dakikalar yelkovan ve akreple vedalaşıyor; her biri yorgun adımlarla göğün merdivenlerini yavaş yavaş çıkıyor. Oradan seyre dalıyorlar geleceğin şafağını…
Zamana direnemeyenler zamanın hükmüne ram oluyorlar. Titrek hatıralar gözlerimizde canlanıyor bir bir… Zamanın heybesindekiler bazen gülümsetiyor, bazen de burkuyor yüreklerimizi… Zamanı kuşananlar ona karşı yürümeyi beceremiyorlar bir türlü... Güçlü fırtınalar mevzilerimizi darmadağın ediyor. Düşlerimiz tuzla buz kesiliyor… An geliyor ki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zamana dair sözlerinin enginliğinde buluyoruz kendimizi… Vakti kuşatıyor şairin zamana dair ruhumuzu okşayan sözleri:
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,”
Dünden kalanlarla hesaplaşıyoruz gecenin kör karanlığında… El ense boğuşmadan sonra yorgun nefeslerle soluyoruz billurlaşan göğün nadide oksijenini… Hücrelerimiz hayat buluyor göğün derinliklerinden gelen damlacıklarla… Kuş gibi hafifliyor dünden arda kalan azade tenimiz… Hayal dünyamızın kapılarını açınca düşler, aylarca zincirde kalmış, bilahare bağı çözülmüş küheylanlar gibi tırmanıyorlar yürek tepelerine… Şekiller can veriyor rüyalarımızda. Hafiflik meydan okuyor yerçekimine. Kurşundan tenler kuştüyü derecesinde kaybediyorlar yerçekiminin ağırlığını… Şair mırıldanıyor dünden arda kalan dizelerini:
“Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil”
Diğer seneler gibi milenyumun altısı da geride kalıyor sayı cetvelinde. 2006’nın altısı düşüyor yere yüzükoyun… Onun boşluğunu dolduruyor ‘yedi’ mahcup bir edayla… Fakat o da yere düşen altı gibi bir gün kendisinin pabucunun da dama atılacağını çok iyi biliyor. Sevinemiyor, tahta geçmenin hazzını yaşayamıyor bir türlü… Geçiyor, geçiyor zaman… Geçtiği yerde ne bulursa silip götürüyor… Sadece hatıraların tortusu kalıyor geriye…
Ne yazık ki farkında değiliz ömrün ufalandığının… Ekonomik ve siyasi krizler, cinayetler, yaralamalar(ki en acısı yürek yaralanmaları) zamanın üstüne yayla dumanı gibi çöküyor. Gözlerimiz görüş mesafesini kaybediyor. Burnumuzun ucu gelişliğinde oluyor zaman ve mekân… Sizler dağılınca görüş mesafemiz tekrar geri dönüyor.
Düz bir çizgide ilerliyor zaman, en tatlı yıllarımıza pusu kuruyor. Buna akrep ve yelkovan da yardım ve yataklık ediyor duvarlarımızın en mutena köşelerinde. En görünür yerde sergiliyorlar yarım kalmış hayatların acıklı dramlarını… Geçmiş ve gelecek bir eksenin iki ucu olarak arz-ı endam ediyorlar vaktin kanayan yerinde…
Milenyumun altısı biraz mahcup, biraz, utangaç düşüyor takvimlerin göbeğinden… Giderken kanlı bir iz bırakıyor geçtiği bütün güzergâha… Filistin’den Irak’a değin bu kan izlerinin izini sürebiliyoruz istemesek de… Bush’ların baş, düşlerin boş olduğu kavruk zaman dilimlerinde geleceğe yine endişe taşıyor saatin tiktakları… Geçmiş ne kadar da benziyor geleceğe… Öyle de gelecek geçmişe… Sahneler değişse de yazarlar ve oyuncular hep aynı… Böyle bir durumda değişenler sadece figüranlar oluyor doğal olarak…
Milenyumun altısı hüzünleniyor takvimlerden uzaklaştıkça… Üzülmesi gerekenler katılaştıkça zaman daha bir tedirginleşiyor. Milenyumun ‘yedi’si yerini alırken insanların zihninde değişime ve dönüşüme dair umutlar yeşermiyor nedense... Çünkü neticenin hayal kırıklıkları olacağını bile bile hayal kurmaktansa gerçeklerin ağırlığı altında ezilmeyi kabulleniyor hayat işçisi insanlar! ... Milenyumun altısı ayrılıyor aramızdan ama ne kendisi, ne de uğurlayanlar bir mana veriyor bu gidişe! ...Hayat yine eski hızında, insafını kaybetmiş bir canavar gibi koşturuyor peşimizden….Bir türlü anlam veremiyoruz bu kötü gidişe! ....Alışılmış olduğu üzere biz ‘hayat’ diyoruz bu işe, gidişe, şe şe şe şe! ....
TÜRKMENİSTAN DÜŞMAN ÇATLATIYOR
M.NİHAT MALKOÇ
1992’de eski SSCB’nin yıkılıp ortadan kalkmasıyla yepyeni devletler çıktı ortaya. Onlardan beşi de Türk cumhuriyetleriydi. Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan adlarını taşıyan bu devletler Rusya’nın yetmiş yıllık tahakkümünden kurtulup özgürlüklerini ilan ettiler. Bu durum biz Türkleri çok sevindirdi. Zira uzun yıllardan beri bu günleri düşlüyorduk. Türk kökenli milletlerin esaretlerinin son bulmasını istiyorduk. Rabbim onlara da bağımsız yaşamayı nasip etti. Artık bayrağımız değil, bayraklarımız var.
Bu devletler uzun yıllar bağımlı yaşamaya alıştıkları için ilk yıllarda ayakta durmakta zorlandılar. Fakat bunlardan birisi olan Türkmenistan çok çabuk toparlanarak kısa zamanda büyük atılımlar gerçekleştirdi. Bu devletin başında SSCB zamanında komünist partide görev yapmış tecrübeli bir isim vardı. Türkmenbaşı’ndan başkası değildi bu… SSCB dönemindeki görevinden dolayı ilk yıllarda kendisine şüpheyle bakıldıysa da kısa zamanda kendisini ispatladı. Türkmenbaşı, Türkmenistan için büyük bir şanstı. Kaybı da o derece büyük olacaktır. Onun boşluğunu kimse dolduramayacaktır.
Türkmenistan dört tarafı çöllerle kaplı bir Ortaasya ülkesi… Atalarımız bu toprakları kuraklıktan dolayı terk ederek Anadolu’ya gelmişlerdi. Yani buralar bir zamanlar bizim ata topraklarımızdı. Onun için Türkmenistan bizim için tarihi önemi olan kardeş bir ülkedir. Merhum Türkmenbaşı Türkmenistan’la Türkiye’nin yakınlığını ‘bir millet iki devlet’ ifadesiyle dile getiriyordu. Bu tarihi gerçeklerle örtüşen doğru bir ifadeydi.
Rusya’nın egemenliği altındaki Türkmenistan her geçen gün geriye gitmişti. Rusya Türk Cumhuriyetleri’ndeki yeraltı ve yerüstü kaynaklarını insafsızca sömürmüştü. Onların tarihle olan bağlarını koparmıştı. Rusya bu devletlerin hepsine ayrı adlar vererek Türklerle olan kültürel köprülerini atmıştır. Türkmenbaşı bağımsızlıkla birlikte Türkmenlere kimliklerini hatırlatmış, onları tarihi hakikatlerle buluşturmuştur.
Türkmenbaşı her haliyle sıra dışı bir insandı. Demokrasi dışında ülkesinde her şeyi rayına oturtmuştu. Fakat bu ülkede demokrasinin olmayışı zorbalık olduğu anlamına da gelmemelidir. O, her konuda kanun ve yönetmelikler oluşturmuştu. Lakin ülkenin mevcut durumunu dikkate alarak işleri hızlandırmak için tek adamlığı tercih etmiştir. Asla Saddam gibi vatandaşlarına karşı savaş açmamıştır. Kimsenin burnunun kanamasına müsaade etmemiştir. Devlete karşı yolsuzluk ve hırsızlık yapanları mahkeme kararı beklemeden bizzat kendisi cezalandırmıştır. Lakin bunun için ciddi deliller olmadan hareket etmemiştir.
Tuhaf yanları da vardı Türkmenbaşı’nın… Mesela Türkmenistan’da sokakta sigara içmek kesinlikle yasaktı. Sokakta sigara içenler ağır para cezasına çarptırılıyordu. Bunu halkının sağlığını düşündüğü için yapıyordu. Bunun yanında çevre de kirlenmiyordu.
Türkmenistan Türkmenbaşı’yla çok büyük atılımlara sahne oldu. Elli yılda yapılamayacak şeyler 14 yıl gibi kısa sayılabilecek bir zaman diliminde gerçekleştirildi. Temel ihtiyaç maddeleri olan elektrik, telefon, su ve doğalgaz halka bedava sunuldu. Akaryakıttan sadece sembolik bir pompa ücreti alındı.
Allah bu millete çölün altında zengin bir doğalgaz rezervi hediye etmişti. Zira dünyanın en büyük beşinci doğalgaz rezervi bu ülkede bulunuyor. Bugün Türkiye dış borç batağı üzerinde yüzerken, bu yüzden bağımsızlığı bile risk altındayken Türkmenistan devletinin bir kuruş dış borcu yoktur.
Türkmenistan hızla büyüyen ve gelişen bir ülkedir. Türkiye’nin büyüme oranı yüzde 7’yi bulunca bunu büyük bir başarı sayıyoruz. Bizde durum bu iken Türkmenistan’ın büyüme oranı yüzde 18’in üzerindedir. Bunun yanında dünyanın hemen her ülkesi NATO’’ya üye olmak için birbiriyle yarışırken Türkmenistan büyük yeraltı enerji kaynaklarına sahip olmasına rağmen bütün riskleri göze alarak tarafsız kalmayı tercih etmiştir.
Benim gözümde Türkmenistan geleceğin İsviçre’si olacaktır. Bunun için her türlü imkân vardır. Yeter ki Türkmenler, Türkmenbaşı’dan sonra iktidar kavgalarına meyletmesin. Artık onların da demokrasiye geçiş için atılımda bulunmalarını bekliyoruz.
TÜRK DOSTU SAPARMURAT TÜRKMENBAŞI
M.NİHAT MALKOÇ
Türk dünyasının önemli isimlerinden biri olan Saparmurat Türkmenbaşı’yı 21 Aralık 2006 tarihinde kaybettik. Kardeş Türk Cumhuriyetlerinden Türkmenistan’ın devlet başkanı Niyazov 1940 yılında dünyaya gelmişti. Babası 2. Dünya Savaşı’nda öldürülmüştü. Ailesinin diğer fertleri, 1948 yılında meydana gelen Aşkabat depreminde ölmüştü. İlk önce yetimhanede, sonra uzak aile fertlerinin evinde büyüdü. Leningrad Teknik Üniversitesi’nden enerji mühendisi unvanı ile mezun oldu. Bundan sonra Aşkabat yakınlarındaki Büzmeyin enerji tesislerinde çalıştı. Daha sonra Komünist Partisi üyesi oldu. 1985 yılında Türkmenistan Milletvekilleri Konseyi Başkanlığı’na atandı. Daha sonra Türkmen Komünist Partisi’nin Merkez Komite 1. Sekreterliği’ne seçildi. Yani SSCB yönetiminin dikkatini çekti, ondan azami derecede istifade ettiler. Fakat o Türkmen kimliğini her zaman özenle korudu.
13 Ocak 1990 tarihinde Cumhuriyetin yüksek yargı organı olan Yüksek Sovyet başkanlığına atandı. 27 Ekim 1990 günü yapılan seçimlerde Türkmenistan’ın ilk Cumhurbaşkanlığına seçildi. 21 Haziran 1992 yılında yeni bir anayasanın kabulü için yapılan yeni cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oyların yüzde 99.9’unu aldı. Fakat gerçek şu ki seçimler demokratik bir ortamda yapılmadı. Çünkü ülke bir geçiş dönemi yaşıyordu. Böyle kritik bir dönemde Türkmenbaşı’nın bölünmeye ve kişisel hesaplara tahammülü yoktu.
Türkmenbaşı devlet başkanlığının yanında bir fikir adamı, şair ve yazardı. ‘Ruhname’ isimli baş eseri Türkmen ruhunu canlandırmayı amaçlayan bir muhtevaya sahiptir. Bu eser Türkiye Türkçesi, Rusça, İngilizce, Japonca, Arapça, Farsça, Almanca, Çekçe gibi birçok dünya dillerine çevrilmiş, yüz binlerce basılıp dağıtılmıştır. ‘Türkmen İlim Aman Olsun’, ‘Türkmen’in Beş Çağının Ruhu’ gibi eserleri de vardır. Aynı zamanda şiirler de yazıyordu.
Saparmurat Türkmenbaşı iyi bir Türk dostuydu. Türklerle Türkmenleri kardeş olarak görüyordu. Sürekli olarak ‘Biz bir millet, iki devletiz’ diyordu. Türk işadamlarının Türkmenistan’da iş yapmaları için teşviklerde bulunuyordu, onlara öncelik tanıyordu. Türk iş adamlarından Ahmet Çalık’ı çok seviyor, ona ‘kardeşim’ diye hitap ediyordu. Çalık’ı Türkmenistan Tekstil Bakan Yardımcılığı’na kadar getirmişti. Bu onun Türklere duyduğu sevgi ve sempatiyi gösteren bariz örneklerden biridir. Fakat işini vaktinde bitirmeyen ve hile yapmaya kalkan Türk işadamlarını da derhal sınır dışı ediyordu.
Eskiden Türk Cumhuriyetleri Rusya’nın pamuk ambarıydı. Pamuk Türk Cumhuriyetlerinde yetişir, olduğu gibi Rusya’ya götürülür, oradaki fabrikalarda işlenirdi. Bağımsızlıktan önce ürettiği pamuğun ancak yüzde 5’ini işleyebilen Türkmenistan, bugün yetiştirdiği pamuğun yarısını kendi modern tesislerinde işleyebilmektedir. Fabrikalarında ürettiği tekstili dünyanın pek çok ülkesine pazarlamaktadır. Bu Türkmenistan’ın dünden bugüne geldiği seviyeyi göstermesi açısından önemlidir.
Türkmenbaşı iyi bir politikacı olduğu kadar bir duygu adamıdır da… Henüz çocukluğunun ilk yıllarında yaşadığı acı olaylar onun duygu dünyasını derinleştirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda babasını, sekiz yaşında yaşadığı 1948 depreminde de annesini ve iki kardeşini kaybeden Türkmenbaşı’nın şair ruhlu olmasını anlamak zor olmasa gerek. Türkmenbaşı, işte bu ruh haliyle sekiz yaşından itibaren yazdığı tüm şiirlerini 226 sayfalık bir şiir kitabında toplayarak, ‘Türkmen İlim Aman Olsun’ ismiyle yayınlamıştır. Şiirleri sanat değeri açısından dikkate değer olmasa da duygu derinliği bakımından dikkate şayandır.
Türkmenbaşı ufku geniş bir insandı. Türklüğe, Türkçeye büyük önem verirdi. Türkiye’nin Avrupa’nın kapısında nöbet beklemesine çok kızardı, bunu acizlik olarak görürdü. Türkiye’nin Doğuya ve Orta Asya’ya yönelmesini tavsiye ederdi. Orta Asya’nın ihmal edilmesinin faturasının ağır olabileceğini belirtirdi. Fakat bizimkiler mağrur bir edayla bu sözleri duymazlıktan gelirdi. Türkiye, Rusya’dan doğal gazı iki kat fiyata alır, kardeş Türkmenistan’ın gazını almamakta direnirdi. Kim ne derse desin Türkmenbaşı böyle bir insandı. Soros’un kalemleri ne yazarsa yazsın Türkmenbaşı bizden biriydi. Her hâl ve hareketinde Türk’ten yana tutum takınırdı. Allah rahmet eylesin.
RUHNAME’DEN SÜZÜLENLER VE TÜRKMENBAŞI GERÇEĞİ
M.NİHAT MALKOÇ
Bir milleti yaşatmak ve ayakta tutmak için onun geçmişle olan bağlantısını kesintisiz kurmalısınız. Fertler maziden hız alırsa hedefe çok daha çabuk varırlar. Türk kültüründe örf ve adetlere, gelenek ve göreneklere azami derecede önem verilir. Tarihi bilgiler yeni nesillere eksiksiz aktarılır. Fertlerin dürüst yaşamaları ve elleri altındakilere iyi davranmaları için geçmişte yaşamış kişilerin hayatlarından ve vecize mahiyetindeki sözlerinden örnekler verilir. Bu amaçla pek çok nasihat kitabı yazılmıştır. Bazı yazarlar çocuklarının şahsında Türk milletinin geleceği olan gençlere seslenmişler, onlara gitmeleri gereken yolları göstermişlerdir. Eski Türk geleneklerini aksettiren kitaplar da genç nesilleri yönlendirmek için yazılmıştır. Bunları okuyanlar yönlerini tayin etmede güçlük çekmemişlerdir.
Yakın zaman önce aramızdan ayrılan Türkmenistan’ın devlet başkanı Saparmurat Türkmenbaşı da bu amaçla pek çok eser kaleme almış, Türkmenlerin gitmeleri ve gitmemeleri gereken yolları göstermiştir. Türkmenbaşı’nın kaleme almış olduğu ‘Ruhname’ isimli eser bu açıdan bakılınca çok büyük bir önem arz eder. Zira bu eser Türkmenlerin tarihi süreç içerisinde kat ettikleri yolları, geleceğe dönük olarak yapmaları gerekenleri derli toplu bir biçimde muhataplarına sunmaktadır. Özellikle gençlere yol haritası çizmektedir.
Türkmenler tarihte Rus esareti altında zor günler yaşadılar. Büyük kültürel baskılara ve asimilasyonlara tabi tutuldular. Özellikle şehirlerde yaşayanlar Ruslaştırıldı. Çok şükür ki köylere fazla müdahale edemediler. 70 yıl boyunca milli ve manevi değerlerinden mahrum bırakılan Türkmen milleti, Türkmenbaşı’nın yazmış olduğu Ruhname kitabıyla yeniden öz değerleriyle buluştu. Ruhname Türkmenlerin yitik hazinesiydi. Onu bulunca kendilerine geldiler. Ondan aldıkları ilhamla geleceğe emin adımlarla ilerliyorlar. Aslında biz Türklerin de Ruhname’den alacağı çok mühim dersler vardır. Buna inanan bir insan olarak Ruhname’den aldığım bir kısım düşünceleri dikkatlerinize sunmak istiyorum. Fakat siz bunlarla yetinmeyin. Ruhname’yi baştan sona kadar kaynağından okuyun:
“Bolluk bulmak istersen, evini helalden kur! Evde düzgün nizam yoksa yurtta düzgün nizamı bekleme! Evine vefasızlık edenden, yurduna vefa beklenmez! Haram adam evini yıkmak (bozmak) için hem devletin, hem de halkın malını evine taşır! Temiz olmayan kişi halkına bigâne olmak için hem devletin, hem halkın malını kendine mal edinir. Müreffeh (bolluk) bulmak istersen, evini helalden kur! Haramlık temelinde helâllik duvarı örülmez! Mutluluk daimi olduğunda mutluluktur, devlet parçalanmadığı müddetçe devlettir, zenginlik helâl olduğunda zenginliktir. Haram har eder (yakar) , helal hal eder! (var eder) ”
Türkmenbaşı vatanını ve halkını seven bir insandı. Türkmenistan’ın refaha erişmesi için gecesini gündüzüne katıyordu. Manevi yani güçlüydü. Allah’a olan inancını her zaman belli ediyordu. Türkmenistan’a yaptırdığı camiler Orta Asya’nın en büyük mabetleridir. O Türk tipi Müslüman modelini benimsiyordu. İran komşuları olmasına rağmen onların şia inancından şiddetle kaçınıyordu. Bugün Türkiye’nin başkent Aşkabat’ta yaptırdığı Ertuğrul Gazi Camii Türklerle Türkmenlerin ortak inanç abidesi olarak bütün haşmetiyle duruyor.
O, İslam inançlarına ve Türkmen geleneklerine sıkı sıkıya bağlıydı. Yıllar önce Göktepe’de şehitler için ilk camiyi yaptıran Türkmenbaşı, daha sonra Kıpçak’ta, Orta Asya’nın en büyük camisini inşa ettirmiştir. Sonunda o caminin yanında kendisi için hazırlanan anıt mezara gömülmüştür. Bundan sonra caminin manevi gölgesinde huzuru soluyacaktır. Türkmen milletinin sağduyulu olmasını ve yolundan gitmesini bekleyecektir.
Bazı kesimler Türkmenistan’ın her tarafında Türkmenbaşı’nın resim ve heykellerinin olduğundan bahis açarak aklı sıra onu eleştiriyorlar. Bunu söylerken kendi ülkelerini boy aynasında göremiyorlar. Birazcık empati(duygudaşlık) yapamıyorlar. Büyük insanların bu yolla hafızalara nakşedilmesinde ne beis olabilir ki? Yoksa bazı kesimler hâlâ Aşkabat sokaklarında Lenin ve Stalin’in heykellerinin olmasını mı istiyorlar? Rahatsızlıklarının sebebi Aşkabat sokaklarının komünist büstlerinden arındırılması olmasın! ... Kim bilir? ...
TANIDIĞIM TÜRKMENBAŞI
M.NİHAT MALKOÇ
‘Her canlı ölümü tadacaktır’ ayetinin gereğinin bir yansıması olarak kardeş Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı da 21 Aralık 2006 Perşembe gününün ilk saatlerinde dünyaya veda etti. Türkmenistan’ın her şeyi olan bu değerli insanın ölümü beni de hüzünlendirdi. Zira 2000–2003 yılları arasında üç yıl boyunca bu topraklarda öğretmen olarak görev yapmış, onunla aynı havayı solumuştum. Onu yakından tanıma, onunla aynı mekânlarda bulunma, kendisiyle bir araya gelme fırsatı bulmuştum.
Türkmenbaşı yetim olarak büyümüş, zor şartlarda okumuş, kısa zamanda SSCB yetkililerinin dikkatini çekmiş büyük bir liderdi. 21 yıl gibi uzun bir zamandan beri Türkmenistan’ı yönetiyordu. Türkiye’de ve dünyada Saparmurat Niyazov hakkında çok şeyler söylendi, herkes kendince yönetim anlayışını eleştirdi. Bu tenkitler zaman zaman maksadını da aşar oldu. ‘Vurun abalıya’ misali hareket edildi. Özellikle ölümünden sonra Türk medyası nerdeyse ağızbirliği etmişçesine ona ve icraatlarına saldırdı, gerçekler saptırıldı.
Onu eleştirenler aslında onun hakkında çok fazla bir şey bilmiyorlardı. Belki çoğu kulaktan dolma bilgilerle hareket ediyordu. Hiçbiri benim gibi üç yıl boyunca bu ülkenin başkenti Aşkabat’ta yaşamamıştı. Benim Aşkabat’ta ikamet ettiğim yer Türkmenbaşı’nın köşküne beş yüz metre uzaklıktaydı. Sabah köşke gelişlerine ve akşam köşkten ayrılışlarına bizzat şahit olurdum. Geceleri kaldığı sarayı şehrin dışındaydı. Makam arabasını genellikle kendisi kullanırdı. İdareci olarak çok sert görünse de aslında çok güleç bir insandı. Çocukları çok severdi. Her fırsatta onlara hediyeler verirdi. Kimsesiz çocukların hamisiydi. Çünkü o da yetim ve öksüz olarak yetimhanelerde büyüyüp bugünkü konuma gelmişti.
Türkmenbaşı, dost ve kardeş Türkmenistan’ın bağımsızlığına, kalkınmasına ve istikrarlı bir ülke olarak uluslararası alanda yerini almasına büyük katkıları olan tecrübeli bir devlet adamı olarak zihinlerimizde kalacaktır. Bu sözü inanarak, Türkmenistan’ın geçmişini ve bugününü çok iyi bildiğim için söylüyorum. Zira Türkmenistan bağımsız olmadan evvel geri kalmış bir üçüncü dünya ülkesiydi. Onun başkenti olan Aşkabat adeta bir köyü andırıyordu. Yokluk hayatın her yerindeydi. Böyle bir konumdaki ülkeyi kısa zamanda imar ederek modern bir hale getirdi. Eskiden Aşkabat’ta en çok üç katlı, tek tip, estetikten yoksun, sadece barınma amaçlı evler yapılıyordu. Bu haliyle basit bir köyü andırıyordu.
Bugünkü Aşkabat’ı görenler küçük dillerini yutuyorlar. Çölün ortasında son derece modern bir şehir kurmuş merhum Saparmurat Türkmenbaşı… Topraklarının dörtte üçü çöl olan Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta ilk bakışta dikkat çeken şey su sesidir. Aşkabat’ın her tarafından su sesi duyarsınız. Son derece modern ve çekici parklarında sular adeta oynaşır. Bunu her tarafı çepeçevre kuşatan yeşillik izler. Türkmenistan’ın sembol anıtlarından biri olan Üç Ayak(Bitaraflık Anıtı) ’a çıkınca yemyeşil bir şehir size kollarını açar.
Türkmenler parka ‘sehilgâh’ derler. İnsanlar genellikle parklarda eğleşirler. Şehrin dört bir yanında uçsuz bucaksız ve gösterişli parklar vardır. Buralarda su sesiyle zihninizi dinlendirebilirsiniz. Ben bu kadar modern parkları Türkiye’de bile görmedim. İnsan nasıl olur da çölde böyle bir su medeniyeti kurabilir? İnanırsan başarırsın. Türkmenbaşı inandı ve başardı. Diğer Türk cumhuriyetlerine iyi bir örnek oldu.
Türkmenistan’da daha önce, yani SSCB döneminde tavuk kümesi gibi olan evler tek tek yıkılmış, yerlerine modern binalar kurulmuştur. Artık Aşkabat’ta yüksek katlı ve gösterişli binalar ve işyerleri her sokak başında ve her cadde üzerinde sıkça rastlanan görüntülerdir. Devlet tarafından yapılmış olsalar da bunların çoğu özel mülkiyetin örnekleridir.
Türkmenbaşı çok titiz bir insandı. Düzene çok önem verirdi. Bu nedenle Aşkabat ve diğer şehirlerde peyzaj düzenlemelerine aşırı derecede dikkat etmiştir. Mermersiz binaya tahammül edemezdi. Aşkabat’taki binaların dışını en kaliteli mermerlerle kaplatmıştı. Mermer kaplamasız bina yok gibiydi. Bu bembeyaz görüntü şehre bambaşka bir hava katmıştı. Aşkabat adeta ‘Akşehir’e dönüşmüştü. Aşkın abat(bol) olduğu bu şehre bu görüntü çok yakışıyordu. Aklık şehrin imajı haline gelmişti adeta. Bilenler bilir, Aşkabat son derece geniş cadde ve sokaklarıyla göz kamaştıran bir şehirdir. Geçmişte depremle yerle bir olan şehir, bugün dostları gururlandırırken düşmanları hasedinden çatlatıyor.
Bu eser bazılarının beğenmediği, diktatör ve kalpsiz olarak nitelediği Türkmenbaşı’nın eseridir. O diyarları bizzat gezen ve üç yılını orda geçiren birisi olarak Türkmenbaşı’yı Türkmenistan’ın büyük bir değeri olarak görüyorum, onun genç sayılabilecek bir yaşta ölümünü büyük bir kayıp olarak sayıyorum. Türkmenistan’a hâlâ Rusya penceresinden, sosyalist gözlüğüyle bakanlar Türkmenbaşı’nı hakkıyla anlayamazlar. Kim ne derse desin Türkmenistan büyük bir liderini kaybetmiştir. Büyük Türk dostu Saparmurat Türkmenbaşı’na Allah’tan rahmet, kardeş Türkmen halkına sabır diliyorum.
KURBAN HAYVAN KATLİAMI MI?
M.NİHAT MALKOÇ
Müslümanların dini vecibelerinden birisidir gücü yetenlerin kurban kesmesi… Her yıl gerçekleştirilen bu kulluk eylemi, kulu Allah’a yaklaştırır. Sözlükte yaklaşmak, Allah’a yakınlaşmaya vesile olan şey anlamlarına gelen kurban, dinî bir terim olarak, ibadet maksadıyla, belirli şartları taşıyan hayvanı usulüne uygun olarak kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. Gücü yeten her müminin kurban kesmesi gerekir. Kurban kesmek, zengine Hanefi’de vacip, diğer üç mezhepte sünnettir. Sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın zirvesi olan kurban mali ibadetlerden biridir. Gücü yetmeyenin böyle bir vazifesi yoktur.
Bazı kesimler kurban ibadetini hayvan katliamı olarak görüp onun yerine sadaka vermeyi önermektedirler. Böyle bir şey mümkün değildir. Zira kurbanın temsili bir anlamı vardır. Üstelik kurban kesmek katliam falan değildir; islamın beş şartından biridir. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim kurbana değinmiş ve onunla ilgili şu hükümleri getirmiştir:
“Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık…” (Hacc 22/34)
“Kurbanlık büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken kurban edeceğinizde üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik… Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.” (Hacc 22/36–37)
Kurban kesmek, akıllı, buluğ çağına ermiş, dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve misafir olmayan Müslüman’ın yerine getireceği mali bir ibadettir. Temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 20 miskal (80.18 gr.) altın veya bunun değerinde para veya eşyaya sahip olan kişi dinen zengindir; dolayısıyla Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu nimetlere şükran ifadesi ve Allah yolunda fedakârlığın nişanesi olarak kurban kesmelidir.
Kurban konusunda ciddi çelişki ve yanılgılarımız vardır. Çoğu insan kurbanı keser kesmez buzdolabına doldurmaktadır. Oysa kestiğimiz kurbanla ihtiyaç sahiplerini sevindirmek ve onlara et yeme imkânı sağlamak gerekir. Hz. Peygamber, kurban etinin üçe taksim edilip, bir bölümünün kurban kesmeyen yoksullara dağıtılmasını, bir bölümünün akraba, tanıdık ve komşularla paylaşılmasını, birinin de evde bırakılmasını tavsiye etmiştir. Ailenin durumuna göre etin tamamı da evde bırakılabilir. Ancak, toplumda muhtaçların arttığı bu dönemde kurban etinin çoğunun, hatta tamamının dağıtılması uygun olur. Fakat bizler kasaptan et almış gibi ne varsa kendimiz için kullanıyoruz; kâr, zarar ve kilo hesabı yapıyoruz. Böylelikle kurbanlarımız gayesinden uzak düşüyor.
Kurban ibadetini saptıranların ve onu hayvan katliamı olarak niteleyenlerin art niyetli oldukları aşikârdır. Bu ibadet yeni icat edilmedi. Yeryüzünde1400 yıldan beri kurban kesiliyor. Kurban kesmek, Müslümanlıktan önce de Hak dinlerde vardı. Yahudilerin de, Hıristiyanların da Peygamber olarak kabul ettikleri atamız Hz. İbrahim(a.s) ’ın sünnetidir kurban… Hz. İbrahim, oğlunu kesmeyip, bir koçu kestiği için, bu sünnet asırlardan beri devam etmektedir. Bizler o günün hatırasına kesiyoruz kurbanlarımızı.
Kurbanı bir hayvan katliamı olarak niteleyenler acaba diğer günlerde kesilen hayvanları görmüyorlar mı? Hayvanlar sadece kurban bayramında mı kesiliyor? Kasaplarda satılan etler de neyin nesi? Bunların zoru hayvanları korumak filan değil, ibadet olan kurbanı hayatımızdan silmektir. Üstelik hayvan haklarını savunan(!) bu kişiler astragan kürk giymekten de geri durmazlar. Giydikleri kürklerin bir hayvanın öldürülmesiyle elde edildiğini görmezlikten gelirler. Bunlar çifte standart ve çelişki değil de nedir?
Bazı kesimler Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne girmesiyle bir kısım değerlerinden vazgeçeceğini iddia ediyorlar. Vazgeçeceğimiz değerlerden birisi de kurbanmış. Korkmayın AB’ye gireceğimiz filan yok. Üstelik girsek bile Avrupalılar, bizim sözde hayvan dostlarından daha geniş ufka sahiptirler. Bizimkiler gibi sapla samanı birbirine karıştırmazlar.
Avrupa dedim de aklıma geldi. İspanya AB üyesi değil mi? İspanya boğa güreşleriyle tanınan bir turizm ülkesidir. Boğalara nasıl davranıldığı, arenalarda nasıl hunharca şişlenip öldürüldüğü herkesin malumudur. AB onları görmüyor mu? Onlar görmüyorsa bizim yerli hayvan dostları buna neden ses çıkarmıyorlar? Bunun yanında Çinliler ve Japonlar bu çağda bile kedi köpek yemekten çekinmiyorlar. Onlara niçin tepki göstermiyorsunuz? Sizin derdiniz hayvanlar değil, inancını yerine getiren Müslümanlardır. Güya bir açık yakalamış gibi durduk yerde saldırıyorsunuz. Sizi kurban kesmeye zorlayan yok; inanmıyorsanız kesmeyin. Bari başkalarının ibadetlerini gölgelemeye ve lekelemeye kalkışmayın.
Hayvan haklarını hepimiz savunuyoruz. Fakat bütün hayvanların ve diğer varlıkların insanın faydasına sunulduğunu da biliyoruz. Kurbanın merhamet ölçüleri içerisinde temiz ve uygun ortamlarda kesilmesine diyeceğimiz yok. Tabii ki sıhhi şartlarda kesilmelidir. Lakin bunu saptırıp kurbanın özüne saldırmak çirkin bir davranıştır. Hayvan haklarını savunduğunu söyleyenlerin, eşref-i mahlûkat olan insana da sahip çıkmalarını, onun da haklarını savunmalarını bekleriz. Zira Bosna-Hersek, Kosova, Doğu Türkistan, Cezayir, Çeçenistan, Karabağ, Filistin ve Irak gibi İslam beldelerinde kan gövdeyi götürüyor. Yüzünüzü biraz da oraya çevirin. Müslümanların Kurban Bayramını en içten dileklerimle kutluyor, milletimize hayırlar ve bereketler getirmesini Cenab-ı Hakk’tan niyaz ediyorum.
ORHAN PAMUK’U SEVMEYE Mİ BAŞLADIM NE?
M.NİHAT MALKOÇ
Son aylarda en çok konuşulan konuların başında romancı Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması geliyordu. Bir asırlık Nobel ödülü tarihinde Türk edebiyatında eser vermiş bir yazar ilk defa böyle büyük bir ödülle mükâfatlandırılıyordu. Bu edebiyatımız için çok büyük bir dönüm noktasıydı. Bizler millet olarak böyle bir başarıya açtık. Durum böyleyken sağdan ve soldan olmak üzere pek çok eleştirmen, gazeteci ve siyaset adamı bu ödülü sorgulayıp durdu. Çok az insan bu ödüle sevindi, pek çok kişi ödülü ve sahibini siyasi buldu. Çünkü ödül kritik bir zaman diliminde verilmişti. Ödülü alan Orhan Pamuk edebiyattan çok, siyasi demeçleriyle sivrilen popüler bir şahsiyetti.
Şubat 2005 tarihinde İsviçre’de yayımlanan Tages-Anzeiger, Basler Zeitung, Berner Zeitung ve Solothurner Tagblatt adlı gazetelere, haftalık ek olarak çıkan Das Magazin dergisine verdiği demeçte ifade ettiği “Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü ama hiç kimse bunları konuşmaya cesaret edemiyor.” sözleri Türkiye’de büyük eleştirilere neden olmuştu. Yazar, Kürt sorunu ve Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili bu sözleri yüzünden Türklüğe hakaret suçuyla 6 ay ila 3 yıl hapis istemiyle mahkemeye verildi. Mahkeme dünya çapında büyük ilgi uyandırdı. Orhan Pamuk’a karşı açılan bu dava T.C. Adalet Bakanlığı’nın onayını gerektiriyordu. Bu onay verilmeyince 23 Ocak 2006 tarihinde mahkeme yetkisizlik kararı verdi ve dava düştü.
Yabancı yayın organlarına verilen bu demeçler Orhan Pamuk’un dış dünyadaki popülaritesini artırdıysa da Türkiye’deki konumunu ve şahsiyetini tepetaklak etti. Tam da Fransa’nın sözde Ermeni Soykırımı iddialarının reddinin suç sayılmasına dair kanununun çıktığı gün Pamuk’un Nobel ödülüne layık görülmesi Pamuk’a cephe alanları haklı çıkarır hale getirdi. Bunlar tesadüf müydü, yoksa özellikle yapılan şeyler miydi? Herkes fikrini söyledi, tartışmalar günlerce sürdü. Neticede Orhan Pamuk Nobel ödülünü İsveç kralının elinden aldı. Bu maddi ve manevi açıdan büyük bir ödüldü. Pamuk, ödülü almadan birkaç gün evvel yaptığı Nobel konuşmasında siyasetten uzak duygusal mesajlar verdi.
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk’u en çok eleştirenlerden birisi de benim… Çünkü boyundan büyük laflar ediyordu o zamanlar… Tarihçi olmadığı halde tarihten konuşuyor, bilir bilmez ahkâm kesiyor, yanlış bilgi ve mesajlar veriyordu. Onun işi romancılıktı. Biz onun edebiyat üzerine konuşmasını beklerdik her zaman… Fakat bazı kesimler onun şöhretinden yararlanıp içlerinde ukde haline dönüşmüş duyguları tartışmaya açmak istiyordu. Sizin anlayacağınız Orhan Pamuk bazı çevreler tarafından kullanılıyordu.
Pamuk, Nobel Ödülü’nü aldıktan sonra duruldu, siyasi mesajlar vermez oldu. Türkiye’yle, Türk insanıyla barışma yolunu seçti. Artık Türkiye’nin siyasi meselelerini telaffuz etmez oldu; asıl işi olan edebiyata döndü. Sansasyondan uzak demeçler vermeye başladı. Türkiye’yi Türkiye’den görmeye, bu milletin duygularını anlamaya gayret etti. Böyle yapınca Orhan Pamuk’a kanım ısınmaya başladı. Özellikle Nobel’den birkaç gün evvel çok güzel ve duygusal bir konuşma yaptı. Benim de çok muhatap olduğum ‘Niçin yazıyorsunuz? ’ sorusunu irdeledi, çarpıcı ifadelerle yazma gerekçelerini sıraladı. Sözlerinde siyaset değil, duygu ve edebiyat vardı. Pamuk, konuşmasında yazma gerekçelerini söyle sıraladı:
“İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum.
Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya tıpkı bir rüyadaki gibi bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.”
Orhan Pamuk bizden biri olmaya başladı sanki.... Nobel konuşmasını, herkesin beklediği gibi İngilizce değil, Türkçe yaptı. Bu tavrını alkışlıyorum. Ben Pamuk’un Nobel aldıktan sonra daha da şımaracağını sanıyordum. Çok şükür ki yanılmışım.
İnsanlar hata yapabilir, belki o da geçmişte yaptığı hataların farkına vardı, bunlardan döndü. Ben böyle olmasını umuyorum. Yaşarsak bunu ilerleyen zamanlarda hep birlikte göreceğiz. Benim, ülkemi seven kimseyle meselem olmaz. Orhan Pamuk bu ülkenin dilini işleyen ve Türkiye’nin adını dünyaya duyuran bir yazardır. Bu açıdan bakarsak Türkiye ona çok şey borçludur. Milyon dolarlarla yapamayacağımız tanıtımı Nobel’i alarak yapmıştır. Pamuk’a dair önyargılarımız yoktur. O, Türkiye’yi sevdiği ölçüde biz de onu seveceğiz.
GİDEMEDİĞİN YER SENİN DEĞİLDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyanın büyük bir köy haline dönüştüğü bir zamanda yaşıyoruz. Artık ülkeler birbirine o kadar uzak değil. Dünya kara, deniz ve hava yollarıyla birbirine bağlanmış. Durumu iyi olanlar sabah kahvaltısını Paris’te yaparken akşam yemeğini Moskova’da yiyorlar. Küreselleşmenin böyle girift bir hal aldığı bir zamanda Türkiye’nin manzarasını temaşa edersek iki farklı görüntüyle karşılaşırız. Batı’da son derece modern yolar varken Doğu da pek çok köy hâlâ yolsuz olma bahtsızlığını yaşıyor. ‘Bu zamanda yolsuz köy de olur mu? ’ demeyin Doğu ve Güneydoğu da yolsuz ve susuz köy sayısı hiç de azımsanacak miktarda değil. Türkiye’ye Batı’dan bakarsanız bu manzaraları göremezsiniz.
Toprağı vatan haline getirmek bir kısım işlerin eksiksiz yapılmasıyla mümkündür. Milli ve manevi değerlerin vicdanlara yerleştirilmesi birinci sırada gelir. Onu maddi unsurlar takip eder. Bu çerçevede şehirlerin ve köylerin altyapısının kurulması şarttır. Bu maddi ve manevi unsurlar ihmal edilirse işler yolunda gitmez. Ancak bunları temin ederseniz toprak vatanlaşır. Millet bayrağına ve milli değerlerine sahip çıkar.
Yol medeniyetin en büyük ölçüsüdür bence. Öbür gelişmeler yoldan sonra gelir. Şehirleri köylere ve mezralara bağlayan yollar, can damarımızdır. “Gidemediğin yer senin değildir” vecizesi Sivas’ın Osmanlı dönemi eski valilerinden Halil Rıfat Paşa’nın tarihe geçen sözüdür. Bu söz, yolun önemini ne kadar da veciz bir şekilde ifade ediyor. Gerçekten de öyle değil mi? Bir yere dilediğin zaman ulaşamıyorsan orası senin olsa neye yarar?
Halil Rıfat Paşa bu sözü sadece kuru bir hamaset ifadesi olsun diye söylememiş, bunun içini de doldurmuştur. Sivas valiliği sırasında binlerce kilometre yol yapılmasına vesile olarak yol medeniyetinin öncüsü olmuştur. Onun bu güzel sözü yurdun değişik yol güzergâhlarında yer almaktadır. Bu söz evrensel bir hakikati dile getirmektedir. Bugün de Halil Rıfat Paşa gibi yol sevdalılara ihtiyacımız vardır.
Bir yerde yol yoksa oradaki insanlar baştan kaybetmiş demektir. Çünkü hemen her şey yola endekslidir. Bakmayın Ahmet Kutsi Tecer’in: “ Orda bir köy var, uzakta / O köy bizim köyümüzdür / Gezmesek de, tozmasak da / O köy bizim köyümüzdür.” dediğine… Gidemediğin yer senin değildir. Doğuda yolsuzluktan kaybettik binlerce insanımızı. Bu kişilere dilediğimiz zaman ulaşamadık. Onları kaderlerine terk ettik. Sadece Doğuda mı? Batıda yolsuz yerler yok mudur? Elbette vardır, hem de fazlasıyla. Fakat gidilemeyen yerler daha çok Doğu coğrafyasında yoğunlaşmıştır. Onun içindir ki en problemli bölge de orasıdır. Oraya gidilebilecek bir altyapıyı her an hazır tutabilseydik neticeler böyle elim olmazdı. Yol olsaydı meselelere sıcağı sıcağına el atabilirdik, baskı unsuru oluşturabilirdik.
Uzak yerlerin meselelerinden uzak kalmak o meselelerin çözümünü sağlamaz. Aksine ne kadar uzak kalırsak o kadar kaybederiz orada yaşayan insanları. Bu, beden kaybı olmaz sadece, en büyük kayıp gönüllerin şerre kaymasıdır aslında. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur demiş atalarımız… Bizden mekân olarak uzak olanlar da bizim insanlarımızdır. Onlarla olan gönül bağımızı gevşetmemeliyiz. Bu da ulaşımla mümkündür. Ulaşım için köylere yollar yapılmalıdır. Köylerle kentlerin bağlantıları yollarla kurulmalıdır. Vasıta gitmeyen köyleri olan bir milletin mağrur olmaya ve caka satmaya hakkı yoktur.
Ahmet Kutsi Tecer edebi açıdan güzel bir şiir yazsa da bu şiirde ifade edilenler yaşanan hakikatlerle örtüşmemektedir. “Orda bir ev var, uzakta / O ev bizim evimizdir. / Yatmasak da, kalkmasak da / O ev bizim evimizdir.” dizeleri duygusallıktan ve hamasetten öteye gitmemektedir. Orda bir ses varsa uzakta, o ses bizim sesimizse o sese kulaklarımızı tıkayamayız. Duymazlıktan, tınmazlıktan gelemeyiz. Şayet böyle yaparsak o ses bizim sesimiz olmaktan çıkar, belli bir zaman sonra başkalarının sesi olur. Orda bir yol varsa uzakta, o yol bizim yolumuzsa, bir gün o yola revan oluruz. O yol ancak kullanılırsa yol vasfını kazanır. Yollu işler yapmak için yol sahibi olmak lazım. Yolu olmayanların yolsuzluklara bulaşması masum olmasa da bazı çevrelerce hafifletici sebep olarak görülebilir.
Köyler şehirlerin can damarıdır. Köyünü ve köylüsünü ihmal edenler, onlara sırtını dönenler iflah olmazlar. Köye ulaşmanın, köyle bütünleşmenin vasıtası yoldur, yol, yol, yol! ...Bunun böyle bilinmesi ve yurdun baştan başa yol ağıyla kuşatılması gerekir.
Bu sadece kara yolu olarak düşünülmemelidir. Karayolunun yanında ucuz olan tren yollarının da gündeme alınması gerekir. Özellikle Doğu Karadeniz’e, Trabzon’a demir yolu ağı tez zamanda getirilmelidir… Bu yol Gürcistan üzerinden Kafkasya’ya, oradan İran’a geçirilip söz konusu ağla enerji noktalarının merkezi olan Asya’ya açılmalıdır. Fakat evvela yurdumuzun içerisinde yolsuz köy ve mezra bırakmamalıyız. Bunu sağlayabilirsek başımız dik, gururla dolaşabiliriz. Halil Rıfat Paşa’nın ‘Gidemediğin yer senin değildir’ sözünü her zaman zihnimizin başköşesine yerleştirmeliyiz.
Unutmamalıyız ki yol medeniyettir. Çağdaşlık polemiklerle, laf cambazlıklarıyla kazanılmıyor. Çağdaşlık medeni ülkeleri yakalamaktır. Medeni ülkeler yol sorununu çoktan halletmiştir. Yolsuzluk geri kalmışlıktır. Şehirleri çift yollarla modernleştirirken köylerimize üvey evlat muamelesi yapmayalım. Zira köylerde yaşayanlar da bu ülkenin birinci sınıf vatandaşlarıdır. Onları bir çuval unla tavlanacak oy makineleri olarak gören zihniyetler bu kesimin âhları altında ezilip yok olmaya mahkumdur.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta