Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1599

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 27.01.2007 - 21:32

    İSMAİL CEM VE SİYASET KÜLTÜRÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    İster baş, ister boş, ne olursak olalım ölüm hepimizi o soğuk kollarına alıp ebediyete taşıyacaktır. Aslında ölümü soğuk olarak nitelemek öznel bir kanaattir. Tabut mevtayı dosta götüren bir arabadır. Gerçekte ölüm, adam gibi yaşayanlar ve hayatın hakkını verenler için istirahattır. Zira ölümle birlikte zorlu kulluk imtihanı sona ermektedir. Ahirete göçen kullar, dünyada ektiklerini ötelerde biçmeye gitmektedirler. ‘Ne ekersen onu biçersin’ atasözü bu durumu izah etmektedir. Ne mutlu hayır ekip sevap biçenlere! ...

    Toplumun önünde duran, önemli simaların ebediyete göç etmesi doğal olarak bizleri de ölüm üzerine düşünmeye zorluyor. Türk siyasetinin köşe taşlarından İsmail Cem’in kansere yenilerek bu dünyadan göçmesi ölüme dair duygu ve düşüncelerimizi bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Zira o Türk siyasetinin vitrinindeki parlak şahsiyetlerden biriydi.

    Bir süredir akciğer kanseri tedavisi gören Dışişleri eski Bakanı İsmail Cem, tedavi gördüğü İstanbul Cerrahi Hastanesi’nde hayatını kaybetti. Siyasi hayatında, özellikle Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin geliştirilmesine katkıda bulunan İsmail Cem, 67 yaşındaydı. 1997- 2002 yılları arasında dışişleri bakanlığı yapan İsmail Cem, son dönemin bu kadar uzun süre dışişleri bakanlığı yapabilmiş tek ismi olmuştu. İsmail Cem, 26 Ocak cuma günü Teşvikiye Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi.

    1940 senesinde İstanbul’da doğan İsmail Cem İpekçi, 1959’da İstanbul Robert Koleji’nden ve 1963’te Lozan Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Paris Siyasal Bilgiler Enstitüsü’nde siyaset sosyolojisi dalında master yaptı. Cem, 1963 yılından itibaren çeşitli gazetelerde yazı işleri müdürlüğü, genel yayın müdürlüğü yaptı. İsmail Cem, 1971–74 yılları arasında Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şubesi Başkanlığı’nı yürüttü.

    İsmail Cem iyi bir siyasetçi olduğu gibi, başarılı bir kalemdi. Onun gazetecilik ve yazarlık yönü siyaset adamlığının gölgesinde kalsa da şöhret olarak siyasetçiliğinden geri kalmamıştır. Cem’in “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi”, “Türkiye Üzerine Yazılar”, “12 Mart”, “TRT’de 500 Gün”, “Siyaset Yazıları”, “Geçiş Dönemi Türkiye’si”, “Sosyal Demokrasi ya da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir? ”, “Türkiye’de Sosyal Demokrasi”, “Engeller ve Çözümler”, “Yeni Sol”, “Soldaki Arayış”, “Gelecek İçin Denemeler”, “Mevsim” ve “21. Yüzyılda Türkiye” adlı yayınlanmış eserleri bulunuyordu.

    İsmail Cem, 1987 ve 1991 seçimlerinde İstanbul’dan, 1995 seçimlerinde Kayseri’den milletvekili seçildi. 7 Temmuz 1995’te Çiller hükümetinde Ercan Karakaş’tan boşalan Kültür Bakanlığı görevini üstlenen Cem, daha sonra CHP’den ayrılarak DSP’ye geçti. DSP’de TBMM Grup Yönetim Kurulu üyeliğine seçilen Cem, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) ve Batı Avrupa Birliği (BAB) Asamblesi üyeliklerine, AKPM Sosyalist Grubu Başkanvekilliği’ne seçildi. Cem, AKPM ve BAB Asamblesi Türk Parlamenter Grubu Başkanlığı’nı da yürüttü. O dünyanın tanıdığı ve itibar ettiği bir siyaset adamıydı.

    İsmail Cem bir hizmet adamıydı. Nerede boşluk varsa orayı dolduruyordu. O, bazen TRT genel müdürü, bazen milletvekili, bazen de bakan olarak göründü bize. Şahsının ön planda olmasını istemezdi. Osmanlı’ya hayran olan bir aydındı. Bu yönüyle çevresindeki solculardan ayrı düşünüyordu. Çok kültürlülüğü bir kazanç ve zenginlik olarak görüyordu. Onun ölümüyle birlikte Türkiye’nin siyaset göğünden parlak bir yıldız kaydı. O, hayata ve ölüme dair düşüncelerini bir zamanlar New York’ta yazdığı bir şiirde şöyle dile getiriyordu:

    “Boşa geçmedi hayatım/ Daha fazlası olabilirdi ama
    ‘Buna da şükür’ demeliyim/ İşte sevgili dostlar
    Ben böyle veda etmeliyim.”

    Hayat böyledir işte, doğumla beraber başlar, ölümle nihayetlenir. Dünyaya gelirken bize sorulmadı, giderken de sorulmayacak. Ömrünü halka hizmetle ve Hakk’a ibadetle geçirenlere ne mutlu! ...Zira ahrette geçerli olacak tek şey kulluğumuz ve ibadetlerimizdir. Bizden biri olan ve hep yerli kalan İsmail Cem’e Allah’tan rahmet diliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 26.01.2007 - 00:11

    TRABZON ÜZERİNE KOMPLO TEORİLERİ VE GERÇEKLER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türkiye’miz doğusuyla, batısıyla; kuzeyi ve güneyiyle bir bütündür. Bu cennet vatanı bölüp parsellemeye kalkanlar her devirde olmuş, bugün de vardır, yarın da olacaktır. Fakat vatanını canından aziz bilen milletimiz, şer odaklarına fırsat vermeyecektir. Bu millet normal vakitlerde dağınık görünse de, zor zamanlarda bir ve beraber olmasını çok iyi becerir. Tarihimiz bunun güzel örnekleriyle doludur.

    Son zamanlarda gündemi meşgul eden Hrant Dink cinayetiyle yatıp kalkıyoruz. Bir haftayı aşkın bir zamandan beri televizyonlar ve gazeteler o menfur cinayetten bahsediyor. İçimiz dışımız bu haberle karardı. Çocuklarımızın ruh sağlığı bozuldu. Üstüne üstlük Trabzon şehri bu cinayetle adeta yargısız infaza muhatap oldu. Bütün Trabzonlular neredeyse potansiyel suçlu ilan edildi. Hadiseler abartıldıkça abartıldı. Trabzon’da yaşayan biri olarak yaşadığım şehirle medyada tasvir edilen şehir arasında hiçbir şekilde bağlantı kuramaz oldum.

    Öncelikle şunu söyleyeyim ki adı, sanı ne olursa olsun insanların öldürülmesine hiçbir şekilde taraftar değilim. Hele fikrinden dolayı insanların kör kurşunlarla infaz edilmesini bu çağda çok ilkel buluyorum. Vatana kast etmedikten sonra herkes inandığını söylesin. İnsanlar düşüncelerinden dolayı ötekileştirilmesin. Açık açığa konuşan insandan kimseye zarar gelmez. Düşünceler muhakkak hak ettiği şekilde karşılık görür, mecrasını bulur.

    Bazı çevreler Hrant Dink’in katil zanlısı Trabzonlu diye bu şehre biriktirdikleri kin ve nefretlerini kusuyorlar. Çözümde görev almayanlar maalesef problemin bir parçası oluyorlar. Trabzon Türkiye’nin vatansever ve fedakâr insanlarının yaşadığı en sağlam yerlerden biridir. Trabzon’un Türkiye’ye maddi ve manevi katkısı sayılamayacak kadar çoktur. Trabzon Türkiye’nin siyasetçi ve bürokrat yatağıdır. Cevdet Sunay, Recep Yazıcıoğlu, Adnan Kahveci gibi isimler bu şehrin yüz akıdır. Niçin bunları görmezden gelip münferit hadiseleri tek ölçü kabul ediyorsunuz? Bu şehirden gafil çıksa da, hain çıkmaz. Bunun böyle bilinmesi gerekir.

    Şiddet sadece Trabzon’un değil, bütün Türkiye’nin sorunudur. Trabzon’da geçen yıl Santaro isimli papaz öldürüldü, bu yıl Trabzon nüfusuna kayıtlı bir kişi, Hrant Dink’i katletti. Bunlar hepimizi derinden üzdü. Bu olaylardan sonra Trabzon’u öyle anlatıyorlar ki Teksas da neymiş dersiniz! ... Oysa bu şehirde şiddet Türkiye genelinin çok altındadır. 36 senedir bu şehirde yaşıyorum, en küçük bir kavga ve çekişmeye dâhil olmadım. Burada insanlar huzur içinde yaşıyor. Kimse kimsenin tavuğuna ‘kışı’ demiyor. Medyada anlatılanlara bakıyorum da ‘acaba bunlar benim yaşadığım Trabzon’dan mı yoksa başka bir şehirden mi bahsediyorlar’ diye tereddüt içinde kalıyorum. Bu şehirde belirgin bir asayiş sıkıntısı yok. Şehrin valisi ve emniyet müdürü vazifelerinin başında… İkisi de işlerinde çok başarılı kişiler… Trabzon dışında gerçekleşen bir vaka yüzünden bu insanları karalamak tek kelimeyle haksızlıktır.

    Yirmi üç seneden beri Trabzonspor’un şampiyonluğunu engellemeye çalışanlar, şimdi de Trabzon’u bir kalemde silmenin hesabını yapıyorlar. Kim ne derse desin iki üç tane münferit hadise Trabzonlulara mal edilemez, edilmemelidir. Allah’tan korkun, biraz akıllı ve insaflı olun. Bu şehrin insanına kıymayın. Birşey biliyorsanız Trabzon’a yatırım yapılmasına zemin hazırlayın. Trabzon’un en büyük meselesi asayiş değil, işsizliktir. Şayet gençler bu gibi çirkefliklere alet oluyorsa bunun birinci sebebi işsizliktir. Trabzon gençliği yarınından ümitsizdir. Bu şehirde sanayinin ‘S’sinden bahsedilemez. Gençler fabrikalarda çalışacak yerde, internet kafelerde ve kahvehanelerde zaman öldürüyorlar. Trabzon gibi küçük sayılabilecek bir şehirde 275 internet kafenin bulunması sanırım işsizliğin boyutunu gözler önüne sermede yeterli bir delil olur. Gelin biraz da bu noktaya değinin.

    Cinayeti işleyen Trabzonlu diye Trabzon’a yüklenmek son derece yanlıştır. Üstelik cinayet zanlısının anne babasının öz oğullarını polise ihbar etmesi ayakta alkışlanacak bir harekettir. Nedense kimse bu örnek hareketi ön plana çıkarmadı. İşte Trabzonlu budur, suçlu kişi öz oğlu da olsa haklıya haklı, haksıza haksız demesini bilir. Sizleri insafa davet ediyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 24.01.2007 - 21:25

    GÜLE GÜLE HAYRULLAH MALKOÇ HOCAM! …

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ölüm hepimizin son durağıdır. İnsanlık tarihi boyunca ölüm köprüsünden geçmeyen kişi görülmüş değildir. Her doğan kişi ölümü peşinen kabullenmiştir aslında. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bu durum “Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185) şeklinde ifade edilmiştir. Bu sese kulak vermeliyiz.

    Ölüm, hayatımızdaki ağırlığını her zaman muhafaza etmektedir. Çünkü ölüm ölmemektedir. O her zaman diri ve güçlü bir halde hayatı yönlendirmektedir. Geçmişten günümüze dek ölüm her canlıyı derinden etkilemiştir. Ölümden müteessir olmayan bir varlık gösteremezsiniz. Zira ölüm hayatımızı çepeçevre kuşatmıştır.

    Duygu işçisi olan şairler de sürekli olarak ölüm temasını şiirlerinin ana konularından saymışlar ve bu konu üzerinde kalem oynatmışlardır. Türk şiirinin en büyük isimlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı da ölümü veciz bir biçimde işleyen ve ölüme dair duyguları ölümsüzleştiren bir ediptir. Onun “Sessiz Gemi” şiiri ölümü ne de güzel anlatmaktadır:

    “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç.
    Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç.
    Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
    Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle.
    Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
    Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
    Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.
    Guruba karşı bu son bahçelerde keyfince
    Ya, aşk içinde harap ol, ya şevk içinde gönül
    Ya, lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül.”

    Dostlarımızın ölüm haberini aldığımızda elektriğe tutulmuş gibi oluruz. Bir anlık şok geçiririz. Bir türlü inanamayız bu kara habere. Belki de yanlış haberdir deriz. Fakat içimiz yine de rahat etmez. İnanmakla inanmamak arasında gidip geliriz. İçimizi bir güvercin tedirginliği kaplar. Telefonlara sarılırız haberi doğrulamak için… Haber doğrulanınca da boynumuz bükülür, ölümün ağırlığı üzerimize çöker. Yürüyecek mecalimiz kalmaz.

    Birkaç gün evvel(21 Ocak 2007 Pazar akşamı) cep telefonum çalana kadar her şey güzeldi. ‘Değerli bir dostum, hal hatır sormak için arıyordur’ diye düşündüm. O rahatlık içerisinde telefonu açtım. Fakat karşımdaki arkadaşın sesi titriyordu. Belli ki kötü bir haberi iletecekti bana. Nitekim öyle de oldu. Telefondaki arkadaşım; köyümüzün en sevilen simalarından, komşum, dostum ve ilkokul öğretmenim Hayrullah Malkoç’un öldüğünü haber veriyordu bana. Bu haberle dizlerimin bağı çözüldü. Çünkü böyle bir haberi hiç mi hiç beklemiyordum. Haberin ağırlığı beni iyice çökertti. Telefonu kapattıktan bir saat sonra tekrar aradım arkadaşı. ‘Belki yanlış haberdir, iyice araştır’ dedim. Kendisinin hastanede, ölen şahsın yanında olduğunu söyleyince umutlarım tükendi.

    Köprübaşı’nın Gündoğan Mahallesi Kosron mevkiinden olan Hayrullah Malkoç 56 yaşında sağlıklı bir insandı. Kurban Bayramı’nın ilk günü sabahtan akşama kadar beraberdik. Aynı kurbandaydık. İki hayvanı beraberce kesip paylaştırdık. Sohbet ettik, yedik, çay içtik. Akşam hava karardığında o, bir taksiye binerek Sürmene’ye gitti. Arkadaş çevresinden iki üç tane kurbanı üstlenmişti. Onların kesimini ve paylaştırmasını bizzat kendisi yapmıştı. Kurbanları evlerine kadar götürecekti. Öyle hayırsever bir insandı. Ben de yürüyerek eve geçtim. Bu onunla son görüşmemiz oldu. Fakat bunu aklımın ucundan bile geçirmezdim.

    Merhum Hayrullah Malkoç çok değerli, yardımsever, becerikli, saygın bir insandı. Sürmene Halk Eğitim Merkezi Müdürü olarak görev yapıyordu. 30 yılı aşkın bir zamandan beri devletin değişik kademelerinde görev yaptı. Henüz emekli olmamıştı. Büyük bir hizmet aşkıyla memuriyetini devam ettiriyordu. Bugüne kadar bir türlü evlenememişti, kendisine evlenmek nasip olmamıştı. Sürmene’de dört katlı güzel bir ev yaptırmıştı. Fakat yalnızdı. Yüz yaşını aşmış babasıyla yaşıyordu. Zaman zaman ondan da ayrı kalıyordu. İnsanların sevgisini kazanan bir kişiydi. Köyün en güvenilir insanıydı. Darda kalanlara koşan bir hayır elçisiydi. Büyüğü büyük bilip sayar, küçüğü küçük bilip severdi. Doğruluktan ve dürüstlükten hiç ayrılmazdı. Onun kısa biyografisini dikkatlerinize sunmak istiyorum:

    1951 yılında Sürmene’de doğdu İlköğrenimini Köprübaşı Merkez İlkokulunda, orta ve lise tahsilini Sürmene’de tamamladı. Erkek Öğretmen Okulu’nu Trabzon’da, Eğitim Enstitüsü’nü Kayseri’de tamamladı. İlk görev yeri Erzurum’un Horasan ilçesi Gündeğer Köyü’ydü. Daha sonra Şenkaya ilçesinin Teketaş köyünde Müdür yetkili öğretmen olarak çalıştı. 1975 yılında Sürmene Oylum İlkokulu’nda görev yaptı. Daha sonra Güneşli Köyü İlkokulu’nda 15 yıl boyunca Müdür Yetkili Öğretmen olarak çalıştıktan sonra 1990 yılında Sürmene Halk Eğitimi Merkezi’ne Müdür yardımcısı olarak atandı. 11 Ağustos 2005 tarihine kadar Müdür yardımcılığı ve Müdür Vekilli görevinde bulundu. Yukarıda belirtilen tarihten itibaren Müdür olarak görevine devam etmekteydi. 21 Ocak 2007 Pazar günü akşamı ani bir kalp krizi neticesinde aramızdan ayrıldı. Allah rahmet eylesin.

    Merhum Hayrullah Malkoç Güneşli Köyü İlkoku’nda benim de öğretmenimdi. Beşinci sınıfta derslerimize o girmişti. Öğrencileri tarafından çok sevilen bir insandı. O sadece öğretmen değil, köyün bilgesiydi. Derdi olan ona koşardı. O, bizim güven kapımızdı, gülen yüzümüzdü. Derde düşünce soluğu kendisinde alırdık. Onun ahirete intikal etmesinden sonra kendimi çok yalnız hissediyorum. Sanki büyük bir boşluğa düşmüş gibiyim. Fakat bu saatten sonra ona dua etmekten başka yapacak bir şey yok. Allah mekânını cennet eylesin. Sözlerimi Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölüme dair bir beşliğiyle sonlandırmak istiyorum:

    “Neylersin ölüm herkesin başında.
    Uyudun uyanamadın olacak.
    Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
    Bir namazlık saltanatın olacak,
    Taht misali o musalla taşında.”

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 24.01.2007 - 21:23

    HİCRİ YILBAŞINIZ KUTLU OLSUN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Biz Müslümanlar geçen zamanla birlikte değerlerimizden çok uzaklaştık. Kendi değerlerimizi bir kenara bırakarak Batı dünyasının değerlerine dört elle sarılır olduk. Bu durum kültür, sanat ve edebiyatta ağırlıklı olarak kendini gösterdi. Radyo, televizyon ve yazılı basın gece gün demeden bize yabancı değerleri şirin ve sevimli göstermek için uğraşıyor.

    Bilindiği gibi Müslümanların kendilerine mahsus takvimleri vardır. Fakat günümüzde Avrupalıların ve dünyanın yaygın olarak kullandığı miladi takvimi kullanıyoruz. Çoğumuzun hicri takvim hakkında dikkate değer bilgisi yok.

    Kullandığımız miladi takvim güneş yılı esasına dayanır. Oysa Müslümanların hicri takvimi ay esasına göredir. Bu yüzden yaygın olarak Hıristiyanların kutladığı yılbaşı(Noel) ile bizimki farklı zamanlardadır. Türkiye’de hicri yıl kutlaması söz konusu bile değildir. Ya Noel yortusu, onun eksiksiz kutlanması için ülkemizde aylar öncesinden hazırlık yapılmaktadır.

    Bizim insanlarımız kendilerini ecnebi kültüre öyle bir kaptırmışlar ki kendi kültürel değerlerinin farkında bile değillerdir. Hicri yılla ilgili bilgisi olan, hangi hicri yılda olduğumuzu doğru olarak bilen kişilerin sayısı sanıldığı kadar çok değildir. Müslümanların düştüğü fecaate bakar mısınız? Kültürel yozlaşma ve ezilmişlik almış başını gidiyor.

    Hicri takvim Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç kabul eden ve ayın dünya çevresinde dolanmasını esas alan bir takvim sistemidir. Hicri takvim; hicri şemsi ve hicri kameri takvim olmak üzere ikiye ayrılır.

    İslam tarihiyle ilgili kaynakların belirttiğine göre Hz. Peygamber, Safer ayının 27.günü Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye hicret etmek üzere Mekke’den ayrılmış, dört gece Sevr Mağarası’nda kalmıştır. Burada bir kısım olağanüstü hadiseler(mucizeler) yaşanmıştır. 1 Rebiülevvel Pazartesi günü Sevr Mağarası’ndan Medine’ye doğru yola çıkmışlardır. 8 Rebiülevvel / 20 Eylül 622 Pazartesi günü Küba köyüne gelmiş. Burada Küba Mescidi’ni inşa etmiş ve 12 Rebiülevvel Cuma günü Medine’ye doğru hareket etmişlerdir. Bu hadiselerin yaşandığını Kur’an-ı Kerim bizzat teyit etmektedir. Hz. Peygamberin Küba’ya geliş günü olan 20 Eylül 622 tarihini, Hicri sene başlangıcı olarak kabul eden ve dünyanın güneş etrafındaki dolanımını esas alan takvim sistemine ‘Hicr-i Şemsi Takvim’ denilmektedir.

    Hicri yıl, ayın dolaşımını esas aldığından dolayı, miladi yıldan on bir gün daha azdır. Hicri aylar, dünyanın güneş etrafında dönmesinden oluşan mevsimlere bağlı değildir. İslâmi bayramlar, her sene aynı ayda geldiği için farklı mevsimlere rastlamaktadır. Mesela, Ramazan ayı veya Hac mevsimi yaz aylarında gelebileceği gibi kış aylarında da gelebilir. İslâmi gün ve geceler, ayın dolaşımını tamamladığı her otuz üç senede bir defa aynı güne gelir. İslamiyet’te, güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübarek gün yoktur. Doğum günü ve mübarek geceler, hicri yıl ile kutlanır. Bütün ibadetlerde ve dini faaliyetlerde kameri aylar esas alınır. Hac, oruç, kurban ve bayram günleri kameri aylara göre tespit edilir.

    Hicri yılbaşı son peygamber Hz. Muhammed’in(sav) milattan sonra 622 yılında Mekke’den Medine’ye göçü ile başlayan takvimin ilk günüdür. İslam dünyası yüzünü topyekûn Batı’ya çevirdiği için hicri yılbaşı görkemli şenliklerle kutlanmıyor; adeta geçiştiriliyor. Hicri yıl takvimlerde küçük puntolu rakamlarla, adeta görülmeyecek derecede yazılıyor. Bizde aylar hicri yıldaki karşılıklarıyla söylenmiyor. Sadece recep, şaban ve ramazan ayları geniş kitleler tarafından biliniyor. Öbürleri nazar-ı dikkate alınmıyor. Dilerseniz hicri ayların adlarını sırasıyla dikkatinize sunalım: “Muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülâhir, cemaziyelevvel, cemaziyelâhir, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkade ve zilhicce.”

    Resulüllah (sav) ’ın Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç alarak, kameri aylara göre ilk defa tarihi başlatan Halife Ömer b. Hattab (r.a) ’dır. Ömer b. Hattab (r.a) , miladi 622’ye denk gelen hicret hadisesini İslâmi tarihin(takviminin) başlangıcı olarak kabul etmiştir. Fakat günümüzde bizim gibi pek çok İslam ülkesi uygulamada miladi takvimi ön planda tutmaktadır. Bunu da dünyaya ayak uydurmanın zorunlu bir gereği saymaktadırlar.

    Bilindiği üzere Hicrî ve rûmî takvim uzun müddet ülkemizde kullanılmış, 26 Aralık 1925 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır. Bugün bize düşen vazife miladi takvimi günlük hayatta kullanırken, hicri takvimi de en azından gönlümüzde yaşatmaktır. Biz anne babalar ve İslam kültürünü benimseyen insanlar olarak çocuklarımızı en azından hicri takvimin varlığından haberdar etmeliyiz. Bu geçmişe dönmek değildir; geçmişi yâd etmektir.

    Yarınlarımızın teminatı olan çocuklarımızı kültürel değerlerimizle beslemeliyiz. Çünkü dününü bilmeyen yarınına yön veremez. Bu arada unutmadan söyleleyim 20 Ocak 2007 tarihi itibariyle 1428. hicri yıla girdik. 1428 hicri yılının İslam âleminin uyanışına vesile olması en büyük temennimizdir. Hicri yılınız kutlu olsun, insanlığa hayırlar getirsin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 24.01.2007 - 21:19

    ORTADOĞU, İSLAM BİRLİĞİ VE SEZAİ KARAKOÇ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Günümüzde Müslümanların durumuna göz atınca müspet bir tabloyla karşılaşamayız. Müslümanlar dava ve ümmet şuurunu çoktan kaybetmiş, çil yavrusu gibi dağılmışlar. İslam düşmanları onların bu dağınıklıklarından yararlanıyor. Bugün İslam dünyasının parçalanmışlığından ve acı manzarasından ABD ve Avrupa ülkeleri fazlasıyla yararlanıyor. Gerçi ümmetin dağılmışlığı aslında ecnebilerin oyununun bir neticesidir. Onun içindir ki Müslümanlar olarak bu çirkin oyuna gelmemeliyiz. İslamı hak din kabul edenler Haçlı zihniyetine karşı yekvücut olmalıdır. Fakat ne yazık ki bu birlik ve bütünlükten dün olduğu gibi bugün de mahrumuz. Bizi hakikat etrafında toplayacak şuurlu insanlara ne çok ihtiyacımız vardır. Asım’ın neslini dört gözle bekliyoruz. Bir zamanlar Milli şair Mehmet Akif Ersoy ümmetin dağınık halini şöyle tasvir ediyordu:

    “Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile...
    Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!
    Kaç hakikî Müslüman gördümse: Hep makberdedir;
    Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir! ”

    Osmanlı Devleti bir cihan imparatorluğuydu. Bu devlet, sınırlarını üç kıtaya kadar yaymıştı. Bünyesinde Müslüman ve gayrimüslim pek çok unsuru barış içerisinde barındırıyordu. Pek çok farklı ırktan insan huzur içerisinde gönül rahatlığıyla yaşıyordu. Osmanlı’nın çöküşü Ortadoğu’nun ve İslam dünyasının dengelerini sarsmıştır. Osmanlı’dan sonra İslam ümmeti yetim ve öksüz kalmıştır. Bundan sonra önüne gelen İslam dünyasına karışmaya, egemen olmaya ve fırsat kollayıp karıştırmaya çalışmıştır. Bir zamanlar Osmanlı’dan kopmak için tezgâh kuran milletler bugün Osmanlı’yı arar olmuştur. Osmanlı’dan sonra Ortadoğu’da barış ve huzurdan söz etmek ütopyadan başka nedir ki?

    Bugün Ortadoğu’da tam bir cadı kazanı kaynamaktadır. ABD ve İsrail Ortadoğu’nun kaderini çizmektedir. Fakat Ortadoğu ülkeleri bu kadere razı değildir. Zira bu topraklarda çatışmasız ve kansız gün geçmektedir. Bugünkü şer güçler Türkiye’yi de Ortadoğu ülkeleriyle birbirine düşürmenin gayreti içerisindedir. Onların bu çirkef oyununa gelmemeliyiz.

    Bilindiği gibi Irak ve Suriye önceleri Osmanlı’nın bir eyaletiydi. O zamanlar her şey yolunda gidiyordu, her yere adalet hâkimdi. Bu ülkelerde Osmanlı’nın izlerini bugün bile görmek mümkündür. Oysa bugün ABD ve İsrail, Ortadoğu’da Türklere karşı şer cephesi oluşturmanın gayreti içerisindedir. Irkçılık ve mezhepçilik bu bölgedeki en tehlikeli silahlardır. Biz Türkler Şiilerle Sünnileri birbirine düşürmeye ve kardeş kavgası çıkarmaya çalışanların ipliğini pazara çıkarmalıyız. Bizler Irak ve Suriye halkına sırt çevirmemeliyiz. Onlara ümmet bilinciyle kucak açmalıyız. Biz bir adım gidersek onlar bize iki adım gelecektir. Zira halk günahsızdır, onlar mazlum ve mağdurdur.

    Son dönem Türk şiirinin üstatlarından Sezai Karakoç, Müslümanların dağınık görüntüsünden rahatsız olan, bunu kendine dert edinen bir düşünce adamıydı. O Ortadoğu’nun ahvalini en iyi anlayan ve tahlil eden bir düşünce adamıdır. O; vaktiyle Irak, Suriye ve Türkiye arasında Dicle-Fırat Federasyonu adlı bir birlik kurulmasını teklif etmiştir. Fakat bu topraklar üzerinde ince hesapları olanlar bu birliğe müsaade etmemiştir. Aşağıdaki satırlar onun Ortadoğu’ya, bu iman coğrafyasına bakışını göstermektedir:

    “Siz Fırat’ı ve Dicle’yi bıçakla kesebilir misiniz? Burası senin, burası benim diyebilir misiniz? Oysa Fırat ve Dicle, şırıltılarıyla kendi mecralarında akarlarken bize diyorlar ki, ‘sen nasıl parçalanmazsan, bir bütünsen, ben de bir bütün olarak, yalnız Türk’ün, yalnız Arap’ın, yalnız Kürt’ün değilim. Hiç kimse bana tek başına sahip çıkmasın. Ben İslam milletinin suyuyum, onun can damarıyım. Siz de bundan ibret alınız ve parçalanmayınız, bölünmeyiniz.’ İşte bize coğrafya böyle sesleniyor.

    Coğrafî şartlar, bize, artık bu sınırların tartışma gününün geldiğini gösterdiği gibi, tarih de, tarihî şartlar da bizi bu noktaya doğru zorlamaktadır. Çünkü Ülkemiz, bugünkü ülkemizden ibaret değildir. Çok daha geniştir. O geniş ülkede yaşayan bir millet vardır. Bu millet, bir medeniyetin, İslâm medeniyetinin toplumudur. Bu medeniyette, ırk unsuruna, tabii, reel bir gerçeklik olarak bakılır; ancak ırk esasına dayanılmaz. Bu medeniyette, ırklar, renkler, diller, hepsi yan yana, kardeşçe yaşarlar ve bir toplum oluştururlar. Nitekim bin seneden, hatta bin dört yüz seneden beri, bu, Ortadoğu denilen bölgede, ırklar, bu medeniyet anlayışından, bu insanlık anlayışından hareketle, birbirlerine karışmışlardır.

    Saf olarak bir ırk kalmamıştır. Bazı bölgelerde dil sebebiyle birtakım toplaşmalar görülüyorsa da, bunun, ırklar ayrıdır, birbirinden ayrı yaşamaktadır demek manasına gelmediğini hepimiz biliyoruz. Suriye, Araplardan ibaret değildir. Suriye’de Araplar, Türkler, Kürtler, Çerkezler vardır. Ve bunlar, İslâm toplumunun, İslâm medeniyetinin oluşturduğu toplumun, yani İslâm milletinin fertleri olarak yan yana yaşamışlar, iç içe geçmişler ve birbirinden ayrılmaz olmuşlardır. Aynı şey, Irak için de söz konusudur... Aynı gerçeklik, bizim için de söz konusudur…” (Çıkış Yolu 1-Ülkemizin Geleceği/Diriliş Yayınları)

    Kültür Bakanlığı tarafından Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görülen, yılın kültür adamı seçilen Sezai Karakoç iyi bir şair olduğu gibi, isabetli yorumlar yapan bir düşünce adamıydı. Onun yukarıdaki görüşleri mevcut durumu sağlıklı bir bakış açısıyla izah etmektedir. Bizler de Ortadoğu’ya onun gözüyle bakmalıyız. Bu coğrafyada iman ve İslam birliğini tesis etmeliyiz. Emperyalistlerin şer planlarını bozmalıyız.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 18.01.2007 - 00:52

    DOĞUMUNUN 100. YILINDA ŞEHRİYAR

    M.NİHAT MALKOÇ

    İran Azerilerinin gelmiş geçmiş en büyük şairlerindendir Şehriyar… Onun tam adı Muhammed Hüseyin Şehriyar’dır. O, Güney Azerbaycan’ın en güçlü ve saygın ediplerindendir. Şehriyar, İran sınırları içerisinde kalan Güney Azerbaycan’ın Tebriz şehrinde 1906 yılında dünyaya gelmiştir. Şairin çocukluk yılları, Hoşgenab kasabasının Haydar Baba köyünde geçmiştir. Şair, 18 Eylül 1988’de Tahran’da vefat etmiştir. İlk şiirlerini ‘Behçet’ mahlasıyla yazmıştır. O ‘seyyid’di aynı zamanda. Yani Resulullah Efendimiz(sav) ’in soyundan geliyordu. Bu mübarek hususiyeti kendisine duyulan sevgiyi kat kat artırmıştır. Şehriyar’ın şöhreti bugün İran sınırlarının dışına taşmıştır.

    Şehriyar’ın en meşhur eseri şüphesiz ki ‘Heyder Baba’ya Selam’dır. Bu şiir adeta Şehriyar’la özdeşleşmiştir. Şiirde ‘Heyder Baba’ köyü enine boyuna tasvir edilmiştir. Bu yönüyle pastoral bir şiirdir. Eserinde pürüzsüz, akıcı bir dil kullanmıştır.

    O, bunun dışında onlarca şiir yazmış olmasına rağmen edebiyat camiası içerisinde “Heyder Baba’ya Selâm Şairi” olarak isim yapmıştır. Şiirdeki Heyder Baba bazılarının zannettiği gibi bir kişinin adı değildir. ‘Heyder Baba’ şairin doğup büyüdüğü yer olan Hoşgenap’ın eteklerindeki dağın adıdır. Azeri şiirinin en güzel örneklerinden olan bu şiir, iki bölümden ve 125 beşlikten oluşmuştur. Dillere pelesenk olan bu şöhretli şiir şöyle başlar:

    “Heyder Baba ildırımlar şahanda
    Seller sular şakgıldayıp ahanda
    Gızlar ona saf bağlayıp bahanda
    Selâm olsun şevketüze elüze
    Menim de bir adım gelsin dilüze”

    Şehriyar, anadili Türkçeden başka mükemmel derecede Farsça ve Arapça, iyi derecede Fransızca bilirdi. Fakat o, şiirlerini çoğunlukla Farsça yazmıştır. Çünkü zamanın yönetimi Azerilere baskı yaparak onlara öz dilerini unutturmuştur. Onlar da baskılara dayanamayarak Türkçeyi bir kenara itmek mecburiyetinde kalmışlardır. Yani Farsça yazmak onlar için bir tercihten öte bir zorunluluktu. Yoksa Farsçayı gönüllü olarak kullanmamışlardır.

    Şehriyar’ın “Heyder Baba’ya Selam” şiiri İran’da şah rejiminin yasakladığı Türkçeyi ayağa kaldırmıştır. O, şiirine konu olan Heyder Baba köyünden 35 yıl boyunca uzak kalmıştır. Bu şiir, onun köyüne duyduğu özlemin söze bürünmüş hâlidir. Şehriyar bu şiirde köyünün doğal güzelliklerini, kültürel hayatını akıcı bir dille anlatmıştır. Onun Heyder Baba’ya Selam şiirinin yazılış öyküsü dikkate değerdir. Kıymetli şair bu konuda şöyle der:

    “Çocukluk yıllarımdaki arkadaşlarım başta olmak üzere yöre halkının beğenisini kazanabilecek yöre türküleri üslubunda uzunca bir şiir yazmayı hep arzuladım doğrusu. Fakat Tahran’da uzun süre kalmamın etkisiyle, Azerbaycan köylerinin yerel şiirlerini ve özellikle de o ince ve esprili tabirlerini hemen hemen unutmuştum. Hatta çocukluk dönemime ilişkin anılarım, silik ve anlamsız tablolara dönüşmüştü. Ama annemin Tahran’a gelmesi, geçmiş günlerden söz etmesi, onun sihirli dilinin etkisi, geçmişi bir masal gibi anlatması ve çocukluk dönemime ait tatlı hikâyeleri tazelemesi sayesinde kafamdaki ölüler birden canlanıp, geçmişe ilişkin tablolar da beliriverdiler.”

    Şehriyar’ın şaheseri olarak nitelendirilen Heyder Baba’ya Selam şiirinde hayata dair pek çok şey vardır. O köyünü, çocukluğunu, fani ömre dair izlenimlerini, anılarını, tecrübelerini, dünyaya bakış açısını Heyder Baba’ya Selam şiirinin satır aralarına serpiştirmiştir. Aşağıdaki dizeler onun dünyaya bakış açısını dile getirmektedir:

    “Heyder Baba, dünya yalan dünyadı,
    Süleyman’dan, Nuh’dan kalan dünyadı,
    Oğul doğan, derde salan dünyadı,
    Her kimseye her ne verib alıbdı,
    Eflatun’dan bir kuru ad kalıbdı”

    Şehriyar’ın ‘Heyder Baba’ya Selam’ şiiri sadece İran ve Azerbaycan’da değil, bütün Türk dünyasında büyük yankı uyandırmıştır. Öyle ki bu şiire yüzlerce nazire yazılmıştır; hâlâ da yazılmaktadır. Fakat bu nazireler o şaheserin tesirinden ve tılsımından çok uzaktır.

    Türk dünyasının kıymetli şairi Şehriyar’ın külliyatı içerisinde Heyder Baba’ya Selam(1954) , Türkün Dili (1969) , Memmed Rahim’e Cevab (1967) , Sehendim (1970) , Behcetabad Hatiresi, El Bülbülü, Süleyman Rüstem’e Cevaplar, Döyünme ve Söyünme, Getme Tersa-Balası, Naz Eylemisen, Türk Övladı Gayret Vahtıdır, Derya Eledim, Türkiye’ye Heyali Sefer” isimlerini taşıyan birbirinden kıymetli eserler vardır. Fakat bunlar Heyder Baba’ya Selam şiirinin gölgesinde kalmıştır. Onu yaşatacak ve gelecek asırlara taşıyacak olan yegâne eser de budur. Bu şiir okundukça hayallerimizi süsleyecek ve her dem tazelenecektir.

    Sözün özü şudur ki Şehriyar, Türk dünyasının beliğ sözlü, güzel yüzlü ve önemli isimlerinden biridir. Adı altın harflerle hafızalara kazınmıştır. Eğer şah rejiminin Türkçe yasağı olmasaydı bugün Türkçenin en büyük şairlerinden biri olurdu. Onu ölümünün yüzüncü yılında saygı, sevgi ve hürmetle anıyoruz. Sözlerimi onun veciz bir beşliğiyle bitiriyorum:

    “Heyder Baba, yolum senden keç oldu,
    Ömrüm keçdi, gelenmedim geç oldu,
    Heç bilmedim gözellerin neç oldu,
    Bilmezidim döngeler var, dönüm var,
    İtginlik var, ayrılık var, ölüm var.”

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 11.01.2007 - 23:56

    HER KAHVEHANEYE KİTAPLIK KURULSUN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Eskiden kahvehanelere “kıraathane” denirdi. “Kıraat” okumak “hane” ev demektir. Kıraathane ise ‘okuma evi’ anlamına geliyor. Fakat günümüzde bazı kahvehaneler kıraathane diye isimlendiriliyorsa da içerisinde hiç de ismiyle alâkalı işler yapılmıyor. Ne yapılıyor? Okey, tavla, bilumum kâğıt oyunları oynanıyor; böylelikle kıraat lafta kalıyor.

    Bugünkü kahvehanelerin eskiden kıraathane diye adlandırılması tesadüf değildi. O zamanlar ‘okuma evi’ anlamına gelen bu yerlerde okuryazarlar ve zamanın aydın insanları toplanır; edebiyat, tarih, din ve hayat üzerine konuşmalar yaparlar, zihni eğiten satranç oynarlarmış… Gündemi belirleyen hadiselerin kritiğini yaparlarmış. Yani o zamanlar buralar bir çeşit halk mektebiymiş. Seviyeli sohbetler ve tartışmalar yapılırmış bu nezih mekânlarda.

    Batıda barlara gitmek neyse bugün bizde kahvehanelere gitmek de odur. Türkiye’de kahvehane sayısında her geçen gün büyük artışlar görülüyor. Fakat son yıllarda internet kafelerin ortaya çıkması kahvehanelerin pabucunu dama attı. İnternet kafeler özellikle gençler tarafından kahvehanelere tercih ediliyor. Kahveleri daha çok orta yaşlılar tercih ediyor.

    Kahvehaneler bundan çok önceleri kahve içilen ve halkı eğiten yerlerdi. Yani bu mekânlar bugünkü gibi zaman öğüten değirmenler değildi. Tarihçi Peçevi’nin belirttiğine göre, halk buraya sadece kahve içmek için gelir ve kahvesini içerken de faydalı meşguliyetlerle oyalanırdı. Daha sonra her şey gibi buralarda yozlaştı, kuruluş amacından uzaklaştı. Sigara dumanlarının boğduğu sağlıksız yerler haline dönüştü.

    Küçük yerleşim yerlerinde ve köylerde halkın zamanını geçireceği yerler genellikle kahvehanelerdir. Komşular ve dostlar buralarda bir araya gelir, sohbet eder, oyun oynar, vakit geçirirler. Fakat sohbetlerin kalitesi son derece düşüktür. Kimse kimseden müspet bir şey öğrenmez, buralarda dedikodu gırla gider. Zaman su misali akıp gider de kimse söz ve davranış adına hayırlı bir şey elde edemez. Ömürler yavaş yavaş törpülenerek tüketilir.

    Türkiye’de kahvehanelerin çok yaygın olmasının en büyük sebebi işsizliktir. İş güç sahibi olamayanlar zamanlarını buralarda geçirirler. Dedikodunun alâsı kahvehanelerde yapılır. Genellikle küfür, iftira ve söz taşımanın yoğun olduğu yerlerdir buralar… Kahvelerden müspet manada kazanılacak pek bir şey yoktur. Nerden baksan zaman öğüten değirmendir kahvehaneler. Ömrümüzün en güzel anlarını bu sağlıksız mekânlarda çürütürüz.

    Sözlükler kıraathane için “Müşterilerinin okumaları için gazete ve dergi bulunduran geniş, temiz ve iyi döşenmiş kahvehane…” dese de bugünkü kıraathaneler bu tanımdan çok uzak bir görüntü çiziyor. Türkiye’de her köşe başında bir kahvehane varken her ilçede bir kütüphane yoktur. İllerimizde il halk kütüphaneleri olsa da bunlar kitap okuyucularının ihtiyaçlarına yeterince cevap veremiyor. Öte yandan kahvehaneler işsizlerle ve ev kaçkınlarıyla dolup taşarken kütüphaneler ödev yapmaya gelen öğrencilere kalıyor. O zaman yapılması gereken şey, kitapları kahvehanelere taşımaktır. Yani kahvehanelere imkânlar ölçüsünce kitaplıklar kurarsak insanları kitaplarla buluştururuz.

    Eskiden kıraathane diye geçen bugünkü kahvehaneleri eski konumuna dönüştürmeliyiz. Artık kahveler birer okuma salonuna dönüştürülmelidir. Her kahvehanede bir kitaplık oluşturulmalıdır. Belediyeler bu işyerlerine ruhsat verirken kitaplık kurmayı ön şart olarak ileri sürmelidir. Buralarda okuma masaları kurulmalıdır. Bu masalarda en az üç adet günlük gazete; üç tane aylık kültür, edebiyat, haber dergisi bulundurulmalıdır. Kahvehanelere gelenlerin dünyayla bütünleşmesi sağlanmalıdır.

    Bizi biz yapacak ve dünyaya bakışımızı değiştirecek tek şey kitaptır. Kitaba yaklaştığımız ölçüde ufkumuz genişler, kitaptan uzaklaşırsak da dünyadan habersiz örümcek kafalı insanlar oluruz. Küçüğümüzden büyüğümüze kadar okuma seferberliği içerisine girmeliyiz. Evimizde, işyerimizde ve bütün müesseselerde kitap bulundurmalıyız. Batılılar gibi tatilde, seyahatte, yemekte kitap okumayı bir alışkanlık haline getirmeliyiz. Unutmamalıyız ki okuduğumuz kadar insanız. İtibarımız parayla, makamla değil, bildiklerimizle ölçülür. Daha doğrusu böyle olmalıdır. Bilgi en büyük değer olarak kabul edilmelidir. Dünya bilgiye itibar ediyor, biz de bu hususta onlara öykünmeliyiz.

    Gelin; nesillerimiz yozlaşmadan, yarınlarımızın ümidi gençlerimizi kaybetmeden, hülasa vakit geçirmeden kahvehanelerimize bir şekil verelim. O mekânları sigara dumanlarının zehrinden kurtaralım. Kahvehane deyince oyun kâğıtları ve okey taşları akla gelmesin. Onlar da olsun bir yerde ama bu yerler onlarla sınırlı kalmasın. Buralar; kitaplıkları, gazete ve dergileri bulunan nezih mekânlara dönüşsün. Demli çaylar içilirken kitap, dergi ve gazeteler de okunsun. Ben böyle bir kahvehane özlüyor ve istiyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 10.01.2007 - 23:28

    İNCE HASTALIK YAHUT VEREM
    M.NİHAT MALKOÇ

    Sağlık sahip olduğumuz değerlerin ve nimetlerin en başta gelenidir. Fakat bunun kıymetini çok kere bilmiyoruz. Ne zaman ki hasta oluyoruz, o zaman sağlıklı günleri iple çekiyoruz. Büyüklerimiz “İnsanın canı ağrıyan yerdedir” demişlerdir. Gerçekten de öyle değil midir? Neremiz ağrırsa oramız ön plandadır. Bunu hasta olanlar çok iyi bilir.

    Sözün bu noktasında bir zamanlar insanlığın kâbusu olan hastalıklardan birisi olan veremden, halk arasındaki yaygın adıyla ‘ince hastalık’tan söz etmek istiyorum sizlere. Bir zamanlar Yeşilçam’ın hüzünlü ve acıklı filmlerine konu olan verem, tıbbi tabirle ‘tüberküloz’ eskiden çok tehlikeli bir hastalıktı. 1950’li yılların korkulu hastalığı olan verem tıp teknolojisindeki bütün gelişmelere rağmen dünyada ve Türkiye’de can almaya devam ediyor. 1950’li yıllarda Türkiye’de görülme sıklığı çok yüksek olan hastalık, o yıllarda ölüm nedenleri arasında birinci sırada yer alıyordu. Çok şükür ki bugün verem o tahtını kaybetti.

    Verem ya da tüberküloz, tıbbi tabirle ‘mycobacterium tuberculosis’ adı verilen bakterinin neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. Bu hastalığa neden olan bakteri Alman hekim Robert Koch tarafından 24 Mart 1882 tarihinde bulunmuştur ve bu nedenle bakteri ‘Koch basili’ adı ile de bilinir. Solunum yoluyla bulaştığından sıklıkla akciğerlerde hastalığa neden olmakla birlikte, kemik, beyin, akciğer zarı, kalp zarı, böbrek ve daha birçok organda daha nadir olarak hastalık ortaya çıkabilmektedir. Yani veremin birçok çeşidi bulunmaktadır.

    Verem uzmanı doktorların belirttiğine göre bu tehlikeli hastalık, soluduğumuz hava ile akciğerlere giren verem bakterisinin (mikrobunun) yol açtığı bulaşıcı bir hastalıktır. Verem mikrobu, aktif verem hastalığı olan bir kişinin öksürmesi, hapşırması ya da konuşması ile havaya yayılır. Vereme genellikle verem hastası birisi ile uzun süre kapalı bir yerde birlikte bulunmak suretiyle yakalanılır. Verem mikrobu, yemek tabaklarından, bardaklardan ya da diğer nesnelerden başkalarına bulaşmaz. Ne yazık ki toplumumuzda böyle yanlış bir kanaat vardır. Bu yüzden verem hastaları toplumdan tecrit edilmektedir.

    Bu alanda ilmi çalışmalar yapan göğüs hastalıkları uzmanlarının görüş ve kanaatlerine göre verem mikrobu soluduğumuz hava ile akciğerlerimize girerek orada çoğalmaya başlar. Bu mikroplardan bazıları böbrekler, kemikler ya da beyin gibi, vücudun diğer kısımlarına yayılır. Bu kişiye artık verem mikrobu bulaşmış demektir. Vücut mikroplarla savaşırsa da genellikle hepsini yok edemez. Vücudun savunma mekanizmaları, etkisiz durumda olan mikropların çevresinde kapsül ya da duvarlar örer. Bu aşamada kişi kendisini iyi hisseder. Verem mikrobu bulaşmış olan bir kişinin vücudunda verem mikrobu bulunmaktadır. Ancak, hastalık belirtisi yoktur ve kişi bu aşamada mikrobu başkalarına bulaştıramaz. Bu aşamada yapılan tıbbi tedavi, verem mikrobunun verem hastalığına yol açmasına engel olabilir. Demek ki veremde erken teşhis çok mühimdir. Veremden korkma, geç kalmaktan kork! ...

    Bu hastalığa yol açan mikropların aktif hale gelmeleri ve çoğalmaya başlamaları halinde, kişi artık verem hastasıdır. Vücuda giren mikrop bu aşamadan sonra yayılmak için fırsat kollar. Verem hastası olan kişi verem mikrobunu taşır ve hastalığın belirtilerini gösterir. Bu belirtiler öksürük, yorgunluk, gece terlemeleri, kilo kaybı ve kan tükürmeyi kapsayabilir. Verem olan bir kişi hastalığı başkalarına bulaştırabilir. Fakat bulaşma yolları sınırlıdır.

    Manto testi (Mantoux Test) adı verilen bir deri testi, vücudunuzda verem mikrobu olup olmadığını gösterebilir. Zararsız bir madde kolunuzdan deri içine verilir. Aradan iki ya da üç gün geçtikten sonra bir sağlık görevlisinin deride şişme olup olmadığını kontrol etmesi gerekir. Size söylenen günde gelerek deri testini kontrol ettirmeniz çok önemlidir. Test sonucu size bildirilir ve başka tetkiklere ihtiyaç olup olmadığı söylenir. Testin negatif çıkması, büyük bir olasılıkla vücudunuzda verem mikrobu bulunmadığını gösterir. Ancak, sonuçtan emin olmak için deri testinin tekrarlanması gerekebilir. Testin pozitif çıkması, vücudunuzda verem mikrobu olduğu anlamına gelebilir. Bu sizin verem hastası olduğunuzu ya da başkalarına mikrop bulaştırıp bulaştıramayacağınızı göstermez. Test sonucu pozitif çıkarsa, verem olup olmadığınızın belirlenmesi ve gerekli olan tedaviye karar verilmesi için, göğüs röntgeni ve diğer bazı testler gibi daha fazla tetkiklerin yapılması gerekmektedir.

    Takdir edersiniz ki verem basite alınacak bir hastalık değildir. Aşı olursanız bu hastalığa yakalanma riskiniz azalır. Fakat bu riski tamamen ortadan kaldırmaz. BCG aşısı vereme yakalanma riski fazla olan ülkemizdeki tüm bebeklere (doğumdan 2 ay sonra) rutin olarak önerilmektedir. Fakat BCG aşısı erişkinlerdeki akciğer vereminden korumamaktadır.

    Türkiye verem hastalığını henüz tam anlamıyla yenebilmiş değildir. Fakat eskiye nazaran verem vakalarında çok büyük azalma görülmektedir. Bu konuda Verem Savaş Dispanserleri önemli görevler yapıyor. Türkiye’de 1918’lerde başlatılan verem savaşı hâlâ olanca hızıyla sürüyor. Şu anda tüberkülozlu hasta sayısında dünya sıralamasında 59’uncu sıradayız. Veremden korunmanın başlıca yolu dengeli beslenme ve temiz havadır. Sırt sırta verip elbirliği edersek bu hastalığın kökünü milletçe kazırız. Yerer ki aşı ve erken teşhis konularında daha hassas davranalım. Sağlıklı ve veremsiz bir dünya dileğiyle…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 10.01.2007 - 21:53

    İMANIN GÜZELLİĞİ, KÜFRÜN ÇİRKİNLİĞİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    İmanın kelime anlamı “inanma, inanç, din inancı, itikat” demektir. İman; ‘emanet, eman, emniyet’ ile aynı kökten gelen bir kelimedir. Sözlüklerde “Hak dini kabul etme, Allah’ın varlığını, birliğini ve peygamberini kabul etme, dil ile söyleme, kalp ile doğrulama, İslam dinine inanma” olarak geçer. Yine iman; Allah’a, bu kâinatın bir halikı olduğuna, onun gönderdiği mukaddes kitaplarına, peygamberlerine, meleklerine, ahiret âlemine, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra dirilip haşr ve hesap olunacağına inanmaktır. Buna genel anlamda ‘müslümanın amentüsü’ de denir. Bir kişinin ‘Müslüman’ sıfatını kazanabilmesi için imanın altı şartını hakkıyla idrak etmesi gerekir.

    Dünyanın yaratılması ve insanın dünyaya gönderilmesi de Allah’ın şanındandır. Aslında Allah dünyayı insan için yaratmış, içindeki bütün varlıkları da onun hizmetine sunmuştur. Allah, insanı kendisinin dünyadaki halifesi olarak ilan etmiştir. Bu insana verilen değeri gösteren önemli bir göstergedir. Bu duruma insan dışındaki varlıklar(melekler, şeytan) alınganlık göstermişlerdir. Kendileri varken insanın durup dururken yaratılmasına anlam verememişlerdir. Fakat Allah kendisinin her şeyi çok daha iyi bildiğini söyleyerek durumu izah etmiştir. Melekler de Rablerinin her şeyi hakkıyla bilip idare ettiği hususunda hiçbir şüphe taşımamışlardır. Lâkin şeytan ateşten yaratıldığını ileri sürerek, topraktan yaratılan insana secde etmekten kaçınmıştır. Onun bu hareketi Hakk’ın huzurundan kovulmasına yol açmıştır. Bu konuyla ilgili olarak aşağıda verilen ayetler her şeyi açıkça hikâye etmektedir:

    “Hani Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti. Melekler de: ‘Sen orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin! Oysa biz senin yüceliğinden övgü ile söz etmekte (seni hamd ile tesbih etmekte) ve senin bütün eksikliklerden uzak, ulu sıfatların sahibi olduğunu dile getirmekteyiz’ demişlerdi. Allah da, ‘ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ demişti…

    Âdem’e bütün adları öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek: ‘Eğer doğru sözlü iseniz şunların adlarını bana bildirin’ dedi… Melekler: ‘Senin şanın pek yücedir. Biz senin bildirdiğinin dışında bir bilgiye sahip değiliz. Şüphesiz sen her şeyi bilen ve hikmet sahibi olansın’ dediler… Allah: ‘Ey Âdem! Şunların adlarını onlara bildir’ dedi. Âdem kendilerine, o varlıkların adlarını bildirince, Allah meleklere: ‘Ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim. Sizin açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz her şeyi de bilirim, dememiş miydim! ’ dedi…

    Meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dediğimiz zaman da hepsi secde ettiler. Ancak İblis secde etmedi. O bundan kaçındı, büyüklendi ve kâfirlerden oldu… Ve biz: ‘Ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleşin ve orada, istediğiniz yerde yiyeceklerden bolca yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın, sonra kendi kendilerine haksızlık edenlerden olursunuz’ dedik... Ancak şeytan her ikisinin de ayağını oradan kaydırdı ve kendilerini içinde bulundukları yerden çıkarttı. Biz de: ‘Birbirlerinize düşman olarak oradan inin. Yeryüzünde sizin için bir yerleşme yeri ve belli süreye kadar geçiminizi sağlayacak varlık verilecektir’ dedik…

    Âdem daha sonra Rabbinden bazı sözler öğrendi (ve onlarla Rabbine tevbe etti) , Rabbi de onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri daima kabul edendir ve çok rahmet sahibidir… Biz onlara şöyle dedik: ‘Hepiniz oradan inin. Benden size bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayet yoluma girerse onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de. Ama inkâr edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar ateşe atılacak olanlardır. Onlar orada sonsuza kadar kalacaklardır.”(Bakara Suresi 30–39. Ayetler)

    Yukarıdaki ayetlerde insanın yaratılışı ve dünyayı şereflendirişi ayrıntılı olarak izah edilmektedir. Kur’an’ın bu mevzuya bu kadar geniş yer vermesi yaratılış sırlarının ortaya konulmasının önemini belirtmektedir. Belli ki insan imtihan için dünyaya gönderilmiş, kalbi iman süsüyle bezenmiştir. İmansız kalpler de viraneden daha perişan olarak tavsif edilmiştir. Demek ki insanı insan yapan ve şerefli kılan imandır. İmansız gönüller metruk evlerden farksızdır. İman kalpleri güzelleştirmiş, küfür yürekleri paslandırmıştır.

    İslama göre kişinin, hayatında ve ölümünde kendisine ‘Müslüman’ muamelesi yapılması için kelime-i şehâdeti dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmesi şarttır. Ötekiler bundan sonra gelir. İman altı rükunden oluşur. İmanın altı şartından birinin eksikliği imanı geçersiz kılar. İman mevzuu icmali ve tafsili iman diye ikiye ayrılır. Resûl-i Ekrem (sav) ’in tebliğ ettiği İslâmî esasların tamamına, hiçbir tafsilat gözetmeden inanmaya İcmali iman denir. Bu da Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadet’te ifadesini bulmuştur. Lâ ilâhe (ilah yoktur) , İllâllah (Yalnız Allah vardır) Muhammedü’r-Resûlullah (Muhammed (sav) onun resûlüdür) diyen ve bunu kalbi ile tasdik eden her mükellef, müslümandır. İcmali iman Peygamberimizin Allah’tan alıp haber verdiği şeylerin hepsine birden, topluca inanmak demektir. Akıl ve baliğ olan her insana; Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadet’te ifadesini bulan icmali imana sahip olmak farzdır. Buna sahip olanlar müslüman olarak tavsif edilirler.

    Tafsili iman Allahu Teâlâ’nın varlığına, birliğine, eşi ve ortağı bulunmadığına, yegâne yaratıcı ve ibadete lâyık tek mabut olduğuna, bütün kemal sıfatlarla sıfatlanan, her türlü noksanlıklardan uzak ve münezzeh olduğuna, Hz. Muhammed (sav.) ’in Allah’ın kulu ve son peygamberi (Hâtemu’l-Enbiya) olduğuna, bütün milletlere, tüm insanlara ve cinlere hak peygamber olarak gönderildiğine, ölümden sonra dirilmenin (Ba’su ba’de’l-mevt) , ahiretin, yani ‘İkinci Hayat’ın, ‘ahiret ahvali’ denilen Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve âhiretteki diğer ilâhi hakikatlerin hak ve gerçek olduğuna kesin olarak (yakînen) inanmaktır. Tafsili imanda ayrıntılar esastır. Hepsine şüphesiz yürekten inanmak gerekir.

    İman berrak bir nehir gibidir, değdiği her nesneyi ak pak yapar. İmanın olduğu yerde çirkinlikler bulunamaz. Çünkü onun özünde güzellik vardır. Fakat imanın hakkıyla yaşanması pek çok fedakârlığı gerektirir. Müslüman olmak zorlu bir imtihanı da beraberinde getirir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Biz emaneti göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da, onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim ve çok cahil olan insan onu yüklenmiştir” (Ahzâb, 72) denilerek bu zorluğun derecesi anlatılmakta, bütün zalimliğine ve cahilliğine rağmen insanoğlunun bu vazifeyi üstlendiği hatırlatılmaktadır.

    İmanla şereflenen insan, hayvani vasıflardan uzaklaşmak zorundadır. Kişi hayvani özelliklerden uzaklaştıkça imanın lezzetini bütün hücrelerinde hissetmeye başlar. Ahlaki güzellikler inkişaf edince kişi özüne döner, yaratılış gayesini hakkıyla idrak eder. Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamayı en büyük gaye edinir.

    İmanla müzeyyen ruhlarda hırs, kıskançlık, kibir, yalan, iki yüzlülük, gıybet gibi kötü huylardan eser kalmaz. Çünkü iman güzel ahlakı da beraberinde getirir. İmanlı sinelerde kötü ahlakın barınması mümkün değildir. Zira imanla küfür, ateşle barut gibidir. İkisinin bir arada olması düşünülemez. İman bütün güzelliklere açılan, bütün çirkinliklere kapanan bir rahmet kapısıdır. Bu kapıdan şerrin girmesi mümkün değildir. Şayet şerler peşinizi bırakmıyorsa kalbinizi yoklamak mecburiyetindesiniz. Mevlana Celaleddin Rumi’nin dediği gibi “Kimde güzel ahlâk varsa kurtulmuştur. Kim de şişe yürekli (bozuk ahlâklı) ise, kırılıp gitmiştir.”

    Allah’a iman etmek kuru lafla olmaz, yürekten inanmak gerekir. Buna dil ile ikrar kalp ile tasdik de diyebiliriz. Bunu yapan insan İslam dairesi içerisine girer. Bu daireye giren insan, hayatını İslami kaidelere göre şekillendirmek mecburiyetindedir. Kişi; Allah’ın her şeyin tek yaratıcısı, tek sahibi ve tek hâkimi olduğunu kabul edince kendi konumunu da bilir ve ona göre tavır ve davranışlarını şekillendirir. Sabah kalktığı andan gece yatağa uzandığı ana kadar her şeyi Allah’ın helal dairesinde gerçekleştirmeye azami derecede gayret eder. Bu durum ömrünün sonuna kadar devam eder. Bütün zorluklara rağmen çizgisinden uzaklaşmaz. İman eden kişi Allah’a teslim olur, ona inanır ve her halükârda güvenir.

    Allah, kullarına akıl ve cüzi irade vermiştir. Kişi aklını kullanarak inanmak veya inanmamak konusunda tercihini yapar ve hayatını bu tercihe göre şekillendirir. İman etmek için kimse zorlanamaz. İslâm’a girmek isteyen, kendi isteğiyle girer. Bu konuda aracıya da gerek yoktur. Çünkü islamda ruhbanlık yoktur. Bu dinin hükümlerini yaşamada samimiyet esastır. Kişi iman dairesine girmeden evvel içindeki şüpheleri yok etmelidir.

    Küfür “Allah’a inanmama, ortak koşma, dinsizlik, imansızlık” anlamlarına gelir. İslam dininin öğrettiği iman esaslarını reddeden, kabul etmeyen kimselere “kâfir” denir. Küfür en büyük afettir. Bilinmelidir ki küfrün ve inkârın ucu cehenneme varır.

    İnsanı yaratan Allah, onun fıtratını, neler yapabileceğini de çok iyi biliyordu. İnsana akıl ve irade veren Allah, onu tavır ve davranışlarında özgür bırakmıştır. Kişi akıl ve iradesini kullanarak ya Rabbine teslim olmuş, ya da onun yolundan çıkıp şeytana talebe olmuştur. Abese suresinin 17. ayetindeki şu ifadeler Allah’ın, kendini bırakarak şeytana teslim olan kullarına şiddetli hitabıdır: “Kahrolası insan, ne kadar nankördür.” Bu sözler Allah’ın kahır sıfatının tecellisidir. Yoldan çıkan insana Rabbinin sert yaklaşımının tezahürüdür.

    Yüce Rabbimiz dünyayı bizim hizmetimize sunmuştur. Yerle gök arasında sayısız nimet yaratmıştır. Bizi eşref-i mahlûkat olarak görmüş ve bu düşünce üzere muamelede bulunmuştur. Canlı ve cansız bütün varlıkları bizim hizmetimize sunmuştur. Buna karşılık bizden, kendisine kul olmamızı istemiştir. Aslında bu kadar nimete karşılık yapmamız gerekenler çok ağır vazifeler değildir. Şu ayet Rabbimizin gücünü ve nimetlerini sıralayarak Allah’tan başka Rabler edinenleri zemmetmektedir:

    “De ki: ‘Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir? ’ Onlar: ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyleyse de ki: ‘Peki siz yine de korkup sakınmayacak mısınız? ’ İşte bu, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Peki, nasıl hâlâ çevriliyorsunuz? ” (Yunus Suresi, 31–32)

    Bugün yeryüzünde fitne fesat tohumları ekip ortalığı karıştıranlara baktığımızda boş bir gayret içerisinde olduklarını görüyoruz. Çünkü insanların Allah’ın saltanatını devirmeye, onun sonsuz kuvvetini noksanlaştırmaya güçleri yetmez. Allah dilese kendisiyle savaşanları bir anda yerin dibine batırır. Tarihte bunun örnekleri görülmüştür. Fakat bu gibi hadiseler nadirattandır. Akıl nimetiyle nimetlenen insanlar gece gündüz demeden imtihan edildikleri için onların iradeleri esas alınmaktadır. Yoksa Allah dileseydi herkes inanırdı.

    Allah, bu dünyada insanlara inanıp inanmama özgürlüğü tanıdı. Lakin inananları ve inanmayanları nelerin beklediğini de sıralayarak tembihte bulundu. Hiçbir iyiliğin ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağını, büyük hesap gününde zerre miktarı iyilikle zerre miktarı kötülüğün mizanda tartılacağını bildirmiştir. Kimse İslamiyetin, Kur’an-ı Kerim’in hayatın dışına itileceği endişesini taşımasın. Herkes kendi kurtuluşu için hayatına çekidüzen versin. Zira şu ayette Allah nurunu tamamlayacağını müjdeliyor: “Allah’ın nurunu üfürükleriyle söndürmek istiyorlar; oysaki Allah nurunu kâfirler istemese de tamamlayacaktır! ” (Saff, 8)

    Kişinin küfür bataklığına batmaması için azıcık uyanık olması yeterlidir. Zira dört bir yanımızdaki varlıklar kudretli bir yaratıcının var olduğunu ve ona iman etmemiz gerektiğini haykırıyor. Bu konuda uzaklara gitmeye hiç mi hiç gerek yoktur, zira kendi simamıza bakmamız yeterlidir. Bilim alanında bu kadar ilerlemiş olan Avrupa’nın ve Amerika’nın Allah’a tevhit inancıyla bağlanma hususunda gösterdikleri zaafı anlamak mümkün değildir. Buna dense dense ancak kuru bir inat ve bağnazlık denir. Tabiatı ilah kabul edenler hangi mantıktan hareket ediyorlar? Bunu anlamak mümkün değildir.

    İman hakikatlerine sarılanlar şüphelerden ve inkârdan uzak olurlar. Onları saptıracak güç de yoktur. Zira onlar Allah’ın ipine sıkı sıkıya yapışmışlardır. Onun ipine yapışanları hiçbir rüzgâr önüne alıp sürükleyemez. Onlar sırat-ı müstakim üzere ilerlerler. Kalp marifetullah zevkine eriştiğinde onu hiçbir lezzet gittiği hakikat yolundan uzaklaştıramaz. İman ibadet hazzını artırır. Bu hususta İmam Gazali’nın şu sözleri ne kadar da manalıdır:

    “Kalbin lezzeti Marifetullah’tır: Her azanın hoşlandığı, zevk ve lezzet aldığı şeyler vardır. Gözün lezzeti güzel şeyleri görmek, kulağın lezzeti istediği şeyleri duymak, şehvetinki yemek-içmek, mukarenet, düşmanına galip gelmek gibi şeylerdir. Kalbin lezzeti ise herşeyin hakikatını bilmektir, bu da Marifetullahtır. Marifetullah yolunda ne kadar ilerlerse o nisbette lezzet alır. Kâinatın Hâlik’ı ve mutasarrıfı olan Allah-u Teâlâ’nın zât ve sıfatına, esrar ve hikmetine, âsâr ve sanatına, izzet ve kudretine taalluk eden marifetten daha lezzetli; O’na yakın olmak, O’nu tanımak şeref ve saâdetinden daha büyük ne olabilir? ”

    İman bir bütündür, bir rüknünün inkârı imanı geçersiz kılar. İnsanlar bazen farkında olmadan şaka mahiyetinde de olsa ileri geri konuşarak inancını ateşe atar. Bu hususa azami derecede dikkat edilmesi gerekir. Zira inanç konuları şaka ve alay kaldırmayan meselelerdir. Bazıları “İman ve paranın kimde olduğu bilinmez” derler. Fakat iman sahibi insanlar içindeki manevi cevheri dışarıya yansıtırlar. Zaten içe hapsedilen cevherin hiçbir ehemmiyeti yoktur.

    İnsanın dünyaya getiriliş gayesi Allah’a kul olmaktır. Şanı yüce Allah’ımız yaşadığımız müddetçe kimin ne kadar iyi veya kötü kul olduğunu sınamaktadır. Her hâl ve hareketimiz mercek altına alınmaktadır. Rabbimiz bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: “Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat:51/56)

    Demek ki yaratılış gayesi burada olduğu gibi açıkça ‘kulluk’ olarak belirlenmiştir. Bize düşen görev, koyulan ilahi ölçülere uygun bir biçimde yaşamaktır. Bunu hakkıyla yerine getirilenlere ebedi âlemde büyük mükâfatlar vardır.

    İman tam bir teslimiyet hâlidir. Şüpheden arınmış iman pek çok manevi mertebeyi de beraberinde getirmektedir. İnanarak ibadet edenlerin derecelerini ve hak edecekleri mükâfatları Cenab-ı Hak, Enfal Suresi’nde şöyle bildiriyor: “Mü’minler ancak, o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçekten Mü’münlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve cömertçe verilmiş rızık vardır.”(Enfal 8/2–4)

    İnsan olarak dünya denen mukavvadan bir sahnede büyük imtihanlardan geçiriliyoruz. Yaşadığımız müddetçe hayır ve şerlerle sınanıyoruz. Elbette hayırlara şükredenler, şerlere sabredenler bu ilahi imtihandan alnının akıyla çıkacaklardır. Unutulmamalıdır ki imanı besleyip büyüten amellerdir. Amelsiz iman her dem yara alır. Dünyanın geçici heveslerine itibar etmemeliyiz. Kişi imanını ibadetlerle takviye etmelidir. Aksi halde, beslenmeyen iman cılız kalır. Böyle bir iman ise en küçük bir manevi fırtınada tepetaklak olur.

    Dünyanın gelmiş geçmiş en hayırlı kulları olan sahabeler ibadette sınır tanımazlardı. Onlar bilirlerdi ki ibadetler nimetlere şükrün bedenen ifadesidir. Şükür kulluğun aynasıdır. Hayattayken cennetle müjdelenen sahabeler ibadetlerinde hiçbir zaaf ve gevşeklik göstermemişlerdir. Aksine ibadetlere dört elle sarılarak hayatlarını idame ettirmişlerdir. Bu dinin peygamberi gecesini gündüzünü ibadetlere ayırmış, asla kulluk şuurundan bigane kalmamıştır. Her fırsatta ibadet etmiştir. Bununla ilgili olarak Hz. Aişe validemizin naklettiği şu hadis-i şerifi dikkatlerinize arzederim. O şöyle buyurmuştur: “Nebiyyi muhterem (sav) Efendimiz mübarek ayakları şişinceye kadar geceleyin ibadet ederdi. Bunun üzerine kendisine: ‘Ya Rasulallah! Geçmişte ve gelecekteki bütün günahların mağfiret olunduğu halde niçin böyle yapıyorsun? ’ dedim. ‘Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı? ’ buyurdu.”

    Hayatta her şeyin bir bedeli vardır. Hiçbir şey karşılıksız kalmayacaktır. Bu kulluk için de geçerli bir kuraldır. Kulluğunu hakkıyla ifa edenler bunun ödülünü cennet nimetleriyle alacaklardır. Aslında bu dünyada hayat ortalama yetmiş yıldır. En fazla yaşayan yüzü bulmuyor. Bu kadar kısa ömür için dünyamızı heder etmemeiz, cennet nimetlerinden uzak kalmamız ne kadar büyük bir iflas ve ziyandır. Gerçek felaket bu olsa gerek… Bunu anlamak için azıcık akıl ve mantık bile yeterlidir. Fakat çoğu bunu anlayamamıştır.

    Dünya nimetlerinin ve dünyevi dostlukların hiçbir işe yaramadığı o büyük günde bize yoldaş olacak olan imanımız ve amellerimizdir. Bunun dışında hiçbir şey felâhımıza vesile olmayacaktır. O büyük ve zorlu mahşer gününde herkes amelinin karşılığında ya cennete, ya da cehenneme gönderilecektir. Bu korkunç günde anne oğlundan, evlat annesinden kaçacaktır. Kimse kimsenin kurtuluşuna aracı olamayacaktır. İşte o zaman amellerimiz ve ibadetlerimiz sıratta bize güç verecek, adeta kılavuzumuz olacaktır. ‘Dünya ahretin tarlasıdır’ mübarek sözü orada tecelli edecek, herkes dünyada ektiğini ukbada biçecektir. Oradaki ekinlerimizin bol ve bereketli olmasını istiyorsanız yazın sıcağında çalışmayı göze almalısınız.

    İnsanları küfre ve şerre götüren şey cüzi iradelerini hakkıyla kullanamayışlarıdır. Allah’ın sistemini kabul etmeyenler, ona muhalif davrananlar bunun karşılığını fazlasıyla göreceklerdir. Onlara cehennem azabı tattırılınca Allah’a sığınmak için yakaracaklarsa da bu son çırpınışlar dikkate alınmayacaktır. Çünkü son nefesle beraber imtihan bitmiş, artık mükâfat ve mücazat devresi başlamıştır. Bu noktadan sonra çırpınışlar beyhudedir.

    Mümin basiretli, firasetli ve sağduyulu olur. O eşyaya ibret nazarıyla bakar. Dünyanın geçici hevesleri onu asli vazifesi olan kulluğundan uzaklaştıramaz. Daima Allah’ı zihninde yaşatır. Yaptığı her işi hak ve hakikat süzgecinden geçirir. Kararlarını verirken hakkaniyeti gözetir. Güçlü olsa da daima haklının ve mazlumun yanında olur. Bu özellikler onun imanının tezahüründen başka bir şey değildir. Bir kişi iç dünyasında böyle bir âlem oluşturabilmişse iman nimetinden payına düşeni almış demektir. İmanın ne kadar büyük bir nimet oldyuğunu, onsuz yüreklerin bir yükten öte mana taşımadığını büyük İslam şairi Mehmet Akif Ersoy şu mısralarında ne kadar da veciz bir şekilde ifade ediyor:

    “İmandır o cevher ki ilâhi ne büyüktür.
    İmansız olan paslı yürek sinede yüktür.”

    Bazı insanlar Müslümanların nüfuzundan yararlanmak için, gerçekte inanmadıkları halde inanmış gibi görünürler. Bunlara dini terminolojide ‘münafık’ diyoruz. Münafığın hükmü kâfirlerinkinden daha zorludur. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim inanmadığı halde inanmışların safında görülenlerle ilgili şöyle der: “ İnsanlardan öyleleri vardır ki: ‘Biz Allah’a ve ahiret gününe iman ettik’ derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır.”(Bakara Suresi, 8–10)

    Kişileri deliller sabit olmadan durup duruken tekfir etmek(kâfirlikle suçlamak) çok tehlikeli bir davranıştır. Fakat müslümanın uyanık olması gerekir. Müminlerin, açık inkâr delilleri varken herkesi katıksız müslüman olarak görüp İslam düşmanlarının tuzaklarına düşmesi kaba tabirle ahmaklıktır. Her konuda olduğu gibi bu hususta da ölçüyü iyi ayarlamak ve basiretli olmak elzemdir. Müslüman hadiselere hep müspet gözle bakar. İslâm büyükleri bu konuda dikkatli olunmasını öğütlemişlerdir. İmam Mâlik’in: “Bir kimsenin küfre ihtimali olan 99 hareketi yanında bir hareketi de mü’min olduğuna delâlet ederse, o kimsenin mü’min olduğuna hükmedilir.” dediği rivâyet edilmiştir.

    İman ne kadar hoş ve latif bir kavramsa küfür de o kadar tiksindirici bir nankörlüktür. Onun için Rabbimiz küfrü, şirki ve inkârı affedilmez bir davranış olarak görüyor. Gerçekten de öyle değil midir? Sizi yaratan, kayıran, besleyen, binlerce nimetle mükâfatlandıran bir yaratıcıyı reddedeceksiniz. Bu ne kadar çirkin ve çirkef bir davranıştır. Bu çirkinliğe meyledenler; nimetleri çalışarak, emek vererek kazandıklarını söylerler. Dünyanın en zengin kişilerinden biri olarak tanınan iman fakiri Karun bu düşüncede bir insandı. O ve onun gibiler zenginliğinin sebebi olarak Allah’ın lütfunu değil, kendi çalışmasını ve gayretlerini görmüştür. Oysa Allah, sebepleri araya koyarak nimetleri çalışan kullarına bahşediyor.

    Akıllı insan hayır ve şerrin Allah’ın takdiriyle gerçekleştiğine inanır. Güzellikleri Allah’ın lütfu olarak görür; sıkıntıları ise imtihan vesilesi sayar, sabrı kötülüklere bir kalkan olarak kullanır. Böyle davranan ahiret yurdunu mamur eder. Fani olanı elinin tersiyle iter, baki olana dört elle sarılır. Bundan daha büyük bir kazanç düşünülebilir mi?

    İnkârcılar gerçekte dünyayı ahrete tercih etmiş bahtsız insanlardır. Kimse onları kararlarında zorlamamıştır. Onlar cüzi iradelerini o doğrultuda kullanmışlardır. Hayrı reddetmiş, küfrü ve isyanı kucaklamışlardır. Bu onların şahsi tercihleridir. Bunun bedelini ahiret yurdunda elbette ödeyeceklerdir. Rabbimiz şükredicilerin ve inkârcıların durumunu şu ayette bakın nasıl açıklıyor: “Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artıracağım. Eğer küfrederseniz, şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”(İbrahim, 7)

    Şu kısacık ömürde en büyük sermayemiz kulluğumuz ve imanımızdır. Tabir caizse kulluğumuz sultanlığımızdır. O bizi dünyayla kıyaslanmayacak kadar güzel ve sonsuz olan cennete götürecektir. Ya inkârcılar; onları da sonsuz acı bir azap bekliyor. Ne mutlu iman üzere yaşayanlara ve son nefesini bu hâl üzere teslim edenlere… Sözlerimi Yüce Rabbimizin kâfirlere yönelik olarak söylediği şu tüyler ürperten sözlerle noktalamak istiyorum:

    “Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince; işte Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerinedir. Onlar ebediyyen lânet içinde kalırlar, artık ne kendilerinden azap hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır.” (Bakara, 161–162) Rabbim bizleri bu zümreye dâhil olmaktan ve onların şerrinden korusun(Âmin)

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 28.12.2006 - 01:21

    KURBAN BAYRAMINIZ MÜBAREK OLSUN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bayramlar Türk kültür ve medeniyetinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dini ve milli bayramlarımız coşkunun ve heyecanın doruğa ulaştığı müstesna günlerdir. Bu millet her şeyinden vazgeçse de bayramlarından asla vazgeçmez. Çünkü ruhlarımız ancak bayramlarda huzur ve sükûna erer. Bayramlar bu haliyle ruhlarımızı azgın fırtınalardan koruyan koylar hükmündedir. Onlar olmazsa azgın dalgalarda kaybolur gideriz.

    İşte yine böyle huzur ve sükûn günlerinden birini daha yaşıyoruz. Kalplerimiz bayram sevinciyle daha ritimli atıyor. Her taraf kar ve soğuk olsa da Kurban Bayramının manevi sıcaklığı bu karda kışta içimizi ısıtıyor. Manevi ısı canımıza can katıyor.

    Kurban Bayramı, İslam dinindeki en önemli iki bayramdan biridir. Kurban Bayramı adını, bu bayramda Müslümanların Allah adına büyükbaş ve küçükbaş hayvan kurban etmesinden alır. Şüphesiz ki bunun dini dayanakları da vardır. Saffat Suresi'ndeki şu ayetler kurban hakikatini detaylı bir biçimde gözler önüne seriyor:

    '(İbrahim) dedi ki: Ben Rabbime gidiyorum, o bana yolunu gösterir… Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir oğul) ihsan et! ...Biz de kendisine yumuşak huylu bir oğul müjdeledik…Oğlu, yanında koşacak çağa gelince: 'Ey oğlum! Ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum. Artık bak, ne düşünürsün? ' dedi. Çocuk da: 'Babacığım sana ne emrediliyorsa yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın' dedi… Ne zaman ki ikisi de bu şekilde Allah'a teslim oldular, İbrahim oğlunu şakağı üzerine yatırdı… Biz de ona şöyle seslendik: 'Ey İbrahim! ' Rüyana gerçekten sadakat gösterdin, şüphesiz ki, biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız… Şüphesiz ki bu apaçık bir imtihandı (dedik) …Ve ona büyük bir kurbanlık fidye verdik.'(Saffat S. 99-107.Ayetler)

    Kurban hadisesi yukarıdaki ayet-i kerimelerde de belirtildiği üzere Hz. İbrahim'in, oğlu İsmail'i kurban etme vaadiyle ortaya çıkmış oluyor. Tabii ki bu bir vesiledir. Allah bazı şeyleri emredeceği zaman vesileleri ortaya koyar. Bunu da öyle kabul etmek gerekir.

    Biz Müslümanlar hep bir sorumluluğu yerine getirmenin ertesinde bayram ederiz. Ramazan ve kurban bayramları öyle değil midir? Müslüman yılda bir ay farz kılınan orucu tuttuktan sonra vazifesini eksiksiz yerine getirmiş olmanın rahatlığı ve hazzıyla bayram ediyor. Kurbanda da Allah'a adaklarımızı sunuyoruz. Rahman ve rahim olan Allah, bu adakların karşılığında bizlere bayram neşesi sunuyor. Kurbanlarımızdan yiyor, eşe dosta, fakirlere dağıtıyoruz. Sıradanlaşan hayatımıza renk ve ahenk katıyoruz. Bu da Allah'ın kulunun fedakârlığını mükâfatlandırmasından başka bir şey değildir.

    Kestiğimiz kurbanların maddi yanından öte, sembolik anlamı büyüktür. Bu, şekil ve içerik itibariyle dosta her şeyi feda edebilmenin bariz göstergesidir. Yoksa Allah'ın kurbanda (hâşâ) bir çıkarı yoktur. Zira Hacc Suresi'nin 37. ayetinde Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Kurbanlık eti ve kanı Allah'a ulaşmaz, aslolan şey sizlerin takvalı olmanızdır.'

    Kurban aslında Allah'a bir teşekkür mektubudur. Onun verdiği bunca nimete karşılık bir şükran ifadesidir. Sembolik manada Allah için her şeyi yapabileceğimizin göstergesidir. Bunu yapan mümin artık bayram etmeyi de hak etmiştir. Dilediği gibi yiyip içebilir, belki diğer günlerde boğazından geçmeyen et, bugünde ona gerçek bayram sevincini yaşatabilir. Lâkin hakiki sevinç bayramın manevi atmosferini yaşamak ve yaşatmaktır. Bu hususta özellikle çocuklarımızı ihmal etmemeliyiz. Onlara bayram heyecanını yaşatmalıyız.

    Bayramlar dostluğun, hal hatır sormanın ve paylaşmanın zirveye ulaştığı müstesna zaman dilimleridir. Ne olur bayramları tatil kaçamağı olarak görmeyelim. Büyüklerimizi ziyaret edip ellerini öpelim, hayır dualarını alalım. Onların şükürlü dudaklarından çıkan dualara ne kadar da ihtiyacımız var. Bunun yanında ölülerimiz de unutmayalım. Mezarlıklara gidip onlara da fatihalar, yasinler okuyup gönderelim. Onlar da fatihalarla nefes alsınlar.

    Bu arada etleri dolaplara yığmayalım. Diğer günlerde et alabilecek imkânı olanlar kurbanlarını fakirlere tasadduk etsinler, etsinler ki bayramlar gariban için de gerçek anlamda bayram olsun. Hepinizin mübarek Kurban Bayramını en iyi dileklerimle kutluyor, Müslüman ve Türk âlemi için hayırlara ve uyanışımıza vesile olmasını Allah'tan niyaz ediyorum.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta